Uyuyan Güzel
Bir varmış bir yokmuş.
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Keçiler berber iken,
Develer tellal, mandalar hamal,
Horozlar imam iken..
Ben dedemin beşiğini,
Tıngır mıngır sallar iken.
Anam kaptı yarmayı,
Ben kavradım sarmayı
Anam dedi bırak sarmayı..
Ben ana dedim, sen de bırak yarmayı.
Anam bıraktı yarmayı..
Fırladım kaçtım anahtar deliğinden.
Gittim, gittim.. Tam altı ay yürüdüm..
Arkama bir baktım ki ne göreyim?
Bir karış yol gitmişim.
Neyse tekrar başladım yürümeye,
Bu kez, bir altı ay daha gittim.
Bir kulak verdim ki, tellallar bağırıyor.
Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu kim yiyecek? diye.
Hemen eve gittim.
Bir kavak ağacı vardı,
Kırk kişi tuttum yontturdum;
Kırk kişi tuttum oydurdum.
Bir kepçe yaptırdım.
Omuzladım kaldırdım,
Dizlerimi daldırdım..
Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu,
O kepçeye aldırdım öyle bir yuttum ki,
Dudaklarımın bile haberi olmadı..
Neyse ayrıldım oradan.
Gittim gittim, bir memlekete vardım.
Bir kahveye girdim.
Baktım hepsinin gözleri parlıyor.
Gözleriniz neden parlıyor öyle? dedim.
Evlendik de ondan, dediler.
Beni de evlendirin dedim, olur dediler.
Aldılar bana bir kız.
Boyunu sorsan minare kadar,
Gözleri lokma tavası,
Memeleri un çuvalı kadar.
Sümükleri sarkar, görenler korkar..
Aman Allahım yandım dedim beni kurtar..
Kaç bakalım, kaçmaz mısın?..
Git bakalım gitmez misin?
İndim sarayın bahçesine.
Baktım ki çiçekçiler çiçek, gülcüler gül aşılıyor.
Haşlamacılar haşlama haşlıyor..
Susun! Masalcı masala başlıyor.
Bundan yıllar yıllar önce, güzel mi güzel bir kasaba varmış. Fakat bu kasabanın kötü bir özelliği de varmış. Bu kasabada kışlar çok uzun sürermiş. Öyle uzun sürermiş ki, insanlar soğuk havadan bıkarmış. İlkbahar gelsin, ağaçlar çiçek açsın, kırlarda oynasınlar diye dört gözle beklerlermiş. Bir an önce bu soğuk havalardan kurtulmak için gece gündüz dua ederlermiş.
Günler günleri kovalamış ve bu kasabanın kış mevsiminde sona gelinmiş. Kasabada yaşayanlar bir sabah uyandıklarına güneş açtığını görmüş ve çok mutlu olmuş. Güneşin yüzünü göstermesi ile kasabada yaşayan herkes, kendini dışarı atmış. Kimi kırlara gezintiye çıkmış, kimi çoluğu çocuğu ile yemyeşil çimlerde piknik yapmış. Çocuklar soğuk havalarda evde oturmaktan o kadar sıkılırlarmış ki, güneşli havaların gelmesi ile sabahtan akşama kadar dışarıda oyun oynar, güneşin ve sıcak havanın keyfini çıkarırlarmış.
Kışın soğuk havasında donan nehirler, yaz mevsiminin gelmesi ile çözülür, gürül gürül akarmış. Bir yandan da kış soğuğunda boynu bükük kalan ağaçlar rengârenk çiçeklerini açarmış. Mis kokulu çiçekler de cömertçe kokularını yayarmış etrafa…
Yine güneşli bir günde, üç yakın arkadaş sözleşmiş ve yemyeşil ormanın içinde yürüyüşe çıkmış. Amaçları açan bütün çiçekleri görmek, etraftaki yemişleri keşfetmekmiş. Hem ormanda gezen arkadaşlar hem de birbirileri ile muhabbet ederek, doğanın keyfini çıkarıyormuş.
Üç yakın arkadaş muhabbet ederken ne kadar yürüdüklerinin farkına varmamışlar. Az gitmişler, uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. Bir de bakmışlar ki kasabadan çok uzaklaşmışlar. Hemen kendilerine bir ağaç gölgesi bulup dinlenmek için kendilerini çimlerin üzerine atmışlar.
Üç arkadaş bir yandan dinlenip bir yandan da nehirin akan sesi ile huzur bulurken, arkadaşlardan birinin eline çivi gibi bir şey batmış. Adam olduğu yerde irkilmiş, eline bakan şeyin ne olduğunu merak etmiş. Toprağı eşeleyip eline batan şeyi bulmak istemiş ama karşısına demir kapaklı bir şey çıkmış. Adam arkadaşlarına dönerek:
‘Hey, ben burada bir şey buldum’ demiş.
Arkadaşları adamın ne bulduğuna bakmak için demiri yerinden oynatmışlar. Bir de ne görsünler! Demir açılmış ve karşılarına bir tünel çıkmış. Hepsinin içinde korku olsa da tünelin sonunda ne olduğunu merak ettiklerinden içeri girmeye karar vermişler.
Üç arkadaş tünelde karanlıkta biraz yürüdükten sonra bir kapı ile karşılaşmışlar. Zar-zor kapıyı açtıklarında bir de ne görsünler! Oda gibi bir yer, parıl parıl parlıyor! Parlamasının sebebi ise odanın içindeki çil çil altınlar, mücevherler, daha neler neler. Üç arkadaş ‘zengin olduk’ diye sevinip birbirine sarılmış ve en az bir saat sevinmiş.
Sevinçleri bittiğinde oturmuş, düşünmüşler. ‘Bu altınları buradan nasıl çıkaracağız’ derdine düşmüşler. İçlerinden bir tanesi fırlamış öne doğru:
Arkadaş: ‘Ben buldum. Ben kasabaya gidip atları alayım. Bu altınları da atlara yükleyelim.’
Hepsi bu fikre ‘tamam’ demiş ve arkadaşlardan biri kasabaya doğru yola koyulmuş. Kasabaya giderken adamın aklına kötü fikirler gelmeye başlamış. ‘Ben neden bu altınları üç kişi paylaşayım ki! Onları öldürürüm hepsi benim olur’ demiş içinden.
Kasabaya gittiğinde eşine bir sürü yemek hazırlatmış. Bu yemeklerin içine de en etkili zehirden koymuş. Amacı arkadaşlarına bu yemeği yedirmek ve onları öldürmekmiş. Atları da bulan adam tekrar arkadaşlarının yanına doğru yola koyulmuş.
Bu sırada altınların olduğu mağarada arkadaşlarını bekleyen iki adam da kendi aralarında kötü planlar yapmaya başlamış. ‘Biz neden bu altınları üç kişi paylaşalım ki?’ demiş içlerinden biri. ‘Geldiğinde onu öldürelim. Bütün altınlar bizim olsun.’ İki arkadaş diğer arkadaşlarını öldürmek için anlaşmışlar.
Arkadaşları elinde yemek tencereleri ile mağaraya girdiğinde iki arkadaş da kapının sağından ve solundan adamın üzerine doğru atlamış ve arkadaşlarını oracıkta öldürmüş. Artık altınların sadece ikisinin olduğuna sevinen arkadaşlar, karınları çok aç olduğundan hemen tenceredeki yemekleri yemeye başlamış. Yemekler zehirli olduğundan çok geçmeden bu iki arkadaş da ölmüş.
Böylece bir mağara dolusu altın, aç gözlülükleri yüzünden üç arkadaştan hiçbirine nasip olmamış!