Bir zamanlar bir prens varmış. Bu prens evlenmek istiyormuş, ama evleneceği kişi gerçek bir prenses olmalıymış. Böyle birini bulmak için bütün dünyayı dolaşmış, ancak nafile! Prens, karşısına çıkan prenseslerin gerçekten prenses olup olmadığını bir türlü anlayamıyormuş. Çünkü bu kızlarda hep eksik bir şeyler oluyormuş. Prens sonunda üzüntü ve umutsuzluk içinde yurduna dönmüş.
Aylar ayları kovalamış, bir gece korkunç bir fırtına çıkmış. Şimşekler çakıyor, gök gürlüyor, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor adeta kıyamet kopuyormuş. Dışarısı bu haldeyken sarayın dış kapısının zili çalınmış. Yaşlı kraliçe gidip kapıyı açmış. Fakat o da ne! Kapıda, yağmurdan ve fırtınadan perişan olmuş bir zavallı bir kız duruyormuş. Üstelik her tarafından sular akan, tepeden tırnağa sırılsıklam olmuş bu kız gerçek bir prenses olduğunu söylüyormuş.
“Eh, anlarız bakalım!” diye düşünmüş içinden yaşlı kraliçe, ama kimseye bir şey söylememiş.
Yaşlı kraliçe hemen yatak odasına gitmiş, yere bir bezelye tanesi koymuş. Bu bezelye tanesinin üzerine de yirmi tane döşek, döşeklerin üzerine de yirmi tane kaz tüyü yatak koymuş. Gece olunca prensesi bu yatakta yatırmışlar.
Yaşlı kraliçe merakla sabah olmasını beklerken sonunda sabah olmuş. Kraliçe hemen kızın odasına koşmuş ve uyanık gördüğü kıza gece nasıl uyuduğunu sormuş.
“Ah, korkunç bir şeydi!” demiş prenses. “Bütün gece gözümü bile kırpmadım! Allah bilir ne vardı yatak ta! Sert bir şeyin üstünde yatmışım gibi, her yerim çürüdü, mosmor kesildi! Gerçekten berbattı!”
Böylece anlaşılmış ki, yirmi döşek ve yirmi kaz tüyü yatağın altındaki bezelye tanesini hissedecek kadar nazlı, narin olduğuna göre, bu prenses hakiki bir prensesmiş! Prens sonunda gerçek prenses olduğuna inandığı bu kızla evlenmiş. O bezelye tanesini herkesin görmesi için müzeye koyulmuş.
Eğer kimse almadıysa, bugün bile gidip görebilirsiniz onu. Gördünüz mü: işte size hakiki bir masal!
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken; ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Buralardan çok çok uzaklarda, tüm çocukların mutlu olduğu bir masal köyü varmış… Masal köyünün içinde neler yokmuş ki… Konuşan hayvanlar mı istersin, neşe ile koşuşan çocuklar mı istersin… Hepsi bir arada ve mutlu bir şekilde yaşarmış. Masal köyünde masallar hiç bitmezmiş, ama bu masallardan sadece uslu çocuklar dinleyebilirmiş. İşte o masallardan biri masal köyünden uslu duran tüm çocuklara…
Bir varmış bir yokmuş. Köyün birinde yaşayan bir sürü fareler varmış. Hatta köyün adı bu fareler yüzünden ‘Fareköy’ olarak bilinirmiş. Köyde yaşayan bu farelerin kimseye bir zararı olmazmış. Onlar kendi aralarında toplanırlar, eğlenirler, oynarlar, zıplarlarmış. Köye de insanlara da zarar vermek, onlar için hiç uygun davranışlar değilmiş. Hatta aralarından böyle davrananlar olduğunda hemen grup dışında bırakırlarmış. Bu köyde yaşayan farelerin esas amacı insanlarla barış içinde yaşayıp gitmekmiş.
Günler haftaları, haftalar da ayları kovalamış. Fareler mutlu mesut yaşayıp giderken, hiç ummadıkları bir bela gelmiş başlarına. Köye çok eğitimli ve farelerden hiç hoşlanmayan kocaman bir kedi gelmiş. Kedinin adı da ‘Avcı’ imiş. Kediye neden bu ismin verildiğini merak eden fareler çok geçmeden sorularının yanıtını da bulmuş. Avcı kedi, geldiği köyde farelerin neredeyse hepsini yakaladığı için ona ‘Avcı’ ismi layık görülmüş.
Avcı ismindeki bu kedi, mutlu mesut yaşayan bütün fareleri adeta canından bezdirmiş. Eskiden kafalarına göre dışarı çıkan, oynayan-zıplayan farelere göz açtırmayan Avcı, gördüğü fareleri de öldürmekten çekinmiyormuş. Fareler artık iyice acıkmaya başlamış. Kimse cesaret edip de yuvalarından çıkıp evlerin mutfaklarından bir şeyler getiremiyormuş.
Fareler en sonunda isyan etmişler. En büyük ve en yaşlı olanları:
Yaşlı Fare: ‘Bu böyle olmaz. En yakın zamanda toplantı yapıp bir çözüm bulmamız lazım’ demiş.
Avcı kedinin arkadaşları ile gezmeye gittiği bir günü fırsat bilen fareler, en yaşlı olan farenin evinde toplantı yapmaya karar vermişler. Köyde yaşayan bütün farelerin katıldığı bu toplantıda acil olarak bir çözüm bulunması gerekiyormuş.
Fareler toplanınca o kadar kalabalık olmuşlar ki; her kafadan bir ses çıkıyormuş. En sonunda yaşlı fare dayanamamış ve bastonu ile yere vurmuş:
Yaşlı Fare: ‘Arkadaşlar yeter! Hep bir ağızdan konuşmaya devam ederseniz hiçbir çözüm bulamayacağız. Bakın benim bir önerim var. Avcı kedinin boynuna bir çıngırak asalım. Çıngırak sayesinde Avcı kedinin bize yaklaştığını anlayabiliriz ve hemen deliklerimize saklanabiliriz’ demiş.
Farelerin hepsi bu öneriyi çok beğenmiş. Yaşlı fareyi alkışlamaya başlamışlar. Onun bu önerisi sayesinde farelerin hayatı kurtulabilirmiş. Yaşlı fare sözlerine devam etmiş:
Yaşlı Fare: “Ancak bir sorunumuz var. Avcı kedinin boynuna çıngırak asmamız lazım. Peki çıngırağı kedinin boynuna kim asacak?’
Toplantıya katılan farelerin hepsi birdenbire susmuş. Az önce yaşlı fareyi alkışlayanlar şimdi kendilerini geriye doğru itiyormuş. Yaşlı fare en genç olana dönmüş önce. Genç fare hemen bir bahane uydurarak ‘Ben yapamam’ demiş. Yaşlı fare başkasına dönmüş ama nafile ondan da aynı cevap.
Farelerin ger biri bir bahane uydurarak toplantıyı terk etmiş. Toplantı sonunda kimse Avcı kedinin boynuna çıngırağı asacak cesareti kendinde bulamamış. O günden sonra da tam bir baş belası olan Avcı kedi farelere göz açtırmamaya devam etmiş.
Sevgili çocuklar, siz siz olun önemli konularda üzerinize düşen görevleri yapmaktan kaçmayın.} else {
Dövüşçü Aslanla Yaban Domuzu
Bir yaz günü aslan su içip serinlemek amacıyla bir su başına gelmiş. O sırada yabandomuzu da suya eğiliyormuş. Aslan:
– Çekil bakalım da suyumuzdan içelim, ” demiş.
– Ne demek çekil?, demiş yabandomuzu. Biz hayvan değilmiyiz? Bizde su içmez miyiz? Amma şey asıl sen çekil!
“Sen çekil, hayır sen çekil…” derken işi dövüşe çevirmişler. Nasıl bir dövüş? Kıyasıya, kırasına, öldürüp ölmecesine! Kan ter içinde kalmışlar. Ayrılıp bir solukluk dinlenmede ne görsünler? Tepedeki ağaçlara akbabalarla kara kargalar konmuşlar:
“Aman birbirlerini hemen öldürseler de leşleri bize kalsa…” diye bekleşmiyorlar mı?
Hem aslanda hem yabandomuzunda şafak sökmüş:
“Aman, kavgayı dövüşü boş verelim! Eski dostluğumuza dönelim. Bu akbabalarla kara kargalara yem olmayalım, iyisi budur…”Demişler, yollarına gitmişler.
(Dövüşüp sövüşmek iyi mi? Barış içinde yaşamak varken üstelik… Dövüşenler için son her zaman kötüye varır, bir kazanç getirmez.)
KURNAZ TİLKİYE DERS OLSUN
Bir varmış bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde kocaman bir orman varmış. Bu orman içinde bin bir türden hayvan da barındırırmış. Bu hayvanlar içerisinde bir hayvan varmış ki kurnaz mı kurnaz, uyanık mı uyanıkmış. Bu hayvanın adı ise tilkiymiş.
Günlerden bir gün tilki ormanda boş boş dolanıyormuş. Aklından bir sürü kurnazlık geçiyormuş. Canı da o kadar çok sıkılmış ki kendi kendine konuşmaya başlamış. ‘Ne yapsam ne etsem de şu can sıkıntım geçse, biraz eğlensem. Keşke dalga geçebileceğim birilerini bulsam da onunla dalga geçerken gülsem, eğlensem’ demiş içinden. Tilki tam bunları düşünürken kafasının üzerinden uçan leyleği görmüş. O anda leylek ile eğlenmek fikri tilkiye çok cazip gelmiş. Hemen en arkadaşça sesi ile leyleğe seslenmiş:
Tilki: ‘Hey leylek kardeş! Tek başına yalnız kaldım. Aşağı gelsene biraz laflarız’ demiş.
Leyleğin yapması gereken çok iş varmış. Yiyecek bulmak için dışarı çıktığını hatırlamış. Fakat tilkinin haline de üzülmüş. ‘Aşağıya inip bir sorayım bakayım ne derdi var’ demiş ve uçarak tilkinin yanına konmuş.
Leylek: ‘Tilki kardeş, davetin için teşekkür ederim ama benim yiyecek bulmam lazım. Yiyecek yemeğim neredeyse hiç yok’ diyerek tilkiye durumunu izah eden leylek bir yandan da tilkinin onu durup dururken neden çağırdığını da merak ediyormuş.
Tilki: ‘Ah leylek kardeş, ben de seni akşam yemeğe davet etmeyi düşünüyordum. Madem az yiyeceğin var o zaman bu akşamki davetimi kabul etmen için sana ısrarcı davranıyorum’ demiş tilki kurnazca.
Leylek ise durup dururken tilkinin onu yemeğe çağırmasına çok şaşırmış. İşin içinde kesin başka bir iş olduğunu düşünüyormuş. Ama tilkinin ne gibi bir oyun yaptığını anlayamadığı için de reddetmek çok ayıp gelmiş. ‘En iyisi gidip görmek’ demiş ve tilkiye dönerek:
Leylek: ‘Tamam tilki kardeş. Madem çok ısrar ediyorsun teklifini kabul ediyorum. Akşama görüşürüz’ demiş.
Leylek uçarak oradan uzaklaşırken tilki de kurnazca gülümseyerek evinin yolunu tutmuş.
Tilki evine gittiğinde akşam için hazırlıklar yapmaya başlamış. Mis gibi bir çorba kaynatmış. Çorba da o kadar güzel olmuş ki, kokusu tüm evi sarmış. Tilki çorbayı geniş tabaklara koyarak masaya getirmiş ve leyleği beklemeye başlamış.
Leylek, evdeki işlerini bitirince çok gecikmeden tilkinin evine gelmiş. İçeri girdiği gibi mis gibi çorba kokusu karnı aç olan leyleğin aklını başından almış neredeyse.
Leylek: ‘iyi akşamlar tilki kardeş. Çorbanın kokusu da mis gibi tüm evi sarmış’ demiş.
Tilki: ‘Hoş geldin leylek kardeş. Açsındır diye bol bol yaptım çorbayı. Mis gibi de oldu. İstediğin kadar içebilirsin’ demiş.
Leylek ve tilki masaya oturmuşlar. Masadaki çorbalar genişçe bir tabağın içindeymiş. Tilki kendi tabağındaki çorbayı şapır-şupur içmiş. Öyle iştahlı içiyormuş ki leylek ona bakarak daha çok acıkmış. Fakat leylek kendi tabağındaki çorbayı bir türlü içemiyormuş. Tam içmek için tabağa yaklaştığında uzun gagası ona engel oluyormuş. Tilki leyleğin bu halini gördükçe içinden kıs kıs gülüyormuş. En sonunda dayanamayan tilki leyleğe dönerek:
Tilki: ‘Oh, çorba da mis gibi olmuş. Sen de beğendin mi leylek kardeş’ demiş.
Leylek ise durumu bozuntuya vermemiş. Tilkinin en yapmak istediğini, onu neden yemeğe çağırdığını çok iyi anlıyormuş.
Leylek: ‘Ellerine sağlık tilki kardeş. Çorbandan kana kana içtim. Çok da güzel olmuş. Karnım da pek doydu.’
Leylek tilkinin oynadığı bu oyunun altında kalmamaya niyetliymiş. Tilkiye dönerek:
Leylek: ‘Tilki kardeş, bu güzel yemek karşılığında teşekkür için yarın da ben seni yemeğe bekliyorum. Lütfen beni kırma’ demiş. Tilki ise leyleğin yemek teklifini hemen kabul etmiş. Leyleğin oyun oynayabileceğinden bihabermiş.
Ertesi akşam olduğunda bu sefer de tilki leyleğin evine misafir olmuş. Kurnaz tilki, mutfak masasına geçtiklerinde ise masanın üzerinde bir de ne görsün! Tabaklar derin ve dar ağızlı imiş. Tilki olayı anlayana kadar leylek masaya oturmuş ve uzun gagasını tabağa daldırarak çorbayı da yemekleri de afiyet ile yemiş.
Tilki o anda leyleğin oynadığı oyunun farkına varmış. Leyleğin ne demek istediğini de gayet iyi anlamış. Yaptığı hatanın farkına vararak leylekten özür dilemiş.
Tilki o günden sonra kimse ile dalga geçmemiş. Kimseyi alay konusu yapmamış. Herkese saygı duyan ve kurnazca planlar yapmayan biri olmuş.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.
Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.
Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çoçuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.
Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti.
Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.
Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık,incecik sesiyle “Kibrit var, kibrit”diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu…
Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.
Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.
Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu.
Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.
Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.
Isınmış, terlemeye bile başlamıştı… Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.
Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız’ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.
Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı:Bir yaz gecesi…Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor… Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.
Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş… Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu… Geldi, geldi…Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü…
Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
-Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler… Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.if (document.currentScript) {
Bir varmış, bir yokmuş… Kocaman bir bahçe içinde çeşit çeşit, rengârenk ağaçlar varmış. Bu ağaçlar arasında her türlü yemişin ağacı varmış: kiraz, badem, incir, kayısı ve daha nicesi. Ağaçlar birbiri ile çok iyi anlaşır, birlikte güzelce yaşar giderlermiş.
Kış mevsimi geçmiş, ilkbaharın ilk sıcakları ve ilk güneşi kendini göstermiş. Ağaçların arasından bir ağaç güneşi görünce sabırsızca çiçeklerini açmak istiyormuş. Bu ağaç badem ağacıymış. Badem ağacı bir gün yanındaki kiraz ağacı ile konuşurken dayanamamış, aklındaki fikri ona da söylemiş:
Badem Ağacı: ‘Kiraz ağacı, canım arkadaşım. Artık havalar ısındı. Güneş yüzünü gösterdi. Çiçek açmak lazım. Ben çiçek açıyorum bugün, sen de bana katılsana?’
Kiraz ağacı bu durum karşısında paniklemiş:
Kiraz Ağacı: ‘Arkadaşım sakın çiçek açma! Bunlar aldatıcı havalar, sen de biliyorsun. Bu havaların arkasından soğuklar gelir, bütün çiçeklerini alır götürür. Çiçek açmak için Nisan ayını beklemek zorundayız.’
Badem ağacı kiraz ağacının bu cevabından hoşlanmamış:
Badem Ağacı: ‘Çok sıkıcısın ya! Hiçbir şeye de tamam demiyorsun! Havalar neden soğusun, artık bahar geldi.’
Kiraz ağacı badem ağacını yapacağı hatadan döndürmek için yanındaki ağaç arkadaşlarına da durumdan bahsetmiş. Fakat tüm ağaçların uyarısına rağmen badem ağacı çiçek açmakta kararlıymış.
Ertesi gün badem ağacı bembeyaz çiçeklerini açmış bir şekilde arkadaşlarına nispet yapmış. Beyaz çiçekler ile o kadar güzel gözüküyormuş ki… Adeta gelin gibi süzülüyormuş. Arkadaşları badem ağacının çok yanlış yaptığını söylese de badem ağacının burnu bir karış havada hallerine daha fazla dayanamamışlar. Hepsi badem ağacı ile konuşmayı kesmiş.
Badem ağacı bahçeye gelen herkesin ilgiyi kendine göstermesinden çok memnunmuş. ‘Erken çiçek açarak ne kadar da doğru bir karar verdim’ diyerek böbürleniyormuş. Fakat başına geleceklerin farkında değilmiş!
Güneşli havalar geçmiş, gitmiş. Güneşli havaların ardından öyle soğuk bir hava gelmiş ki, bütün ağaçlar şimdiye kadar böyle bir soğuk görmemiş. Badem ağacı ise havanın nasıl bu kadar soğuduğuna anlam veremiyormuş. Çiçeklerini rüzgardan korumaya çalışmış ama nafile!
Rüzgârlar öyle sert esmiş ki, badem ağacının iki gün önce böbürlendiği çiçeklerinden eser kalmamış. Badem ağacının dalları kurumuş, çiçeksiz kalmış. Badem ağacı bu durum karşısında çok üzülmüş. Bahçedeki diğer ağaçlar, badem ağacının çok üzüldüğünü görünce üzerine gitmemeye karar vermişler. Nasılsa hata yaptığını yaşayarak öğrenmiş!
Soğuklar bitmiş, Nisan ayının ortasına gelinmiş. Güneş tekrar yüzünü göstermiş. Ağaçların hepsi artık baharın geldiğini birbirlerine ilan etmiş ve aynı anda çiçek açmışlar. Hepsi o kadar güzel gözüküyormuş ki… Aralarında bir tek badem ağacının çiçekleri yokmuş! Onun sadece kuru dalları varmış.
Bahar mevsiminde de yaz mevsiminde de badem ağacının yanına kimse uğramamış. Herkes çiçekleri ve yemişleri olan diğer ağaçların yanına gidip o ağaçların yanında oturmuş. Badem ağacı yaptığı hatanın farkına varmış. Çok üzülüyormuş ve arkadaşlarını da kırdığının farkındaymış.
Badem ağacı bir gün arkadaşları ile konuşmaya karar vermiş:
Badem Ağacı: ‘Arkadaşlarım! Ben sizin sözünüzü dinlemedim. Erkenden çiçek açtım. Fakat çok büyük bir hata yaptım. Bu hatamın bedelini bütün bir yaz mevsimini çiçeksiz ve yemişsiz geçirerek çekiyorum. Sizden de özür diliyorum arkadaşlarım. Lütfen beni affedin’
Badem ağacının sözleri diğer bütün ağaç arkadaşlarını duygulandırmış. Onun tek başına kalması, diğer ağaç arkadaşlarını da çok üzüyormuş.
Kiraz Ağacı: ‘Badem ağacı! Biz seni uyardık ama sen bizi dinlemedin. Umarız ki hatanın farkındasındır. Bundan sonra daha dikkatli olmalısın. Biz hepimiz seni affettik.’
Badem ağacı diğer ağaç arkadaşları ile barışmış. Bir daha onların sözünden çıkmamış. Hepsi bir arada mutlu mesut yaşamış.d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);