Etiket: ninni

Çamlıbelden Çıktım Yayan Ninnisi
Çamlıbelden Çıktım Yayan Ninnisi

İçimize dokunacak kadar duygu dolu, sizi bulutların arasında hissettirecek, huzurla dinleyeceğiniz içli ninnilerimizden biri.

 

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken, horozlar imam iken, mandalar berber iken… Annem daha kaşıkta, babam daha beşikte… Ben de babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Babam düştü beşikten, alnını yardı eşikten… Geç bunları tekerlemeci, masal gelir eşikten…

Zamanın birinde Sivas’ın Çamlıbel köyünde bir çoban yaşarmış. Çoban sabah meralara çıkar, hayvanları otlatır; gezer dolaşır akşam da tekrar evine gelirmiş. Çobanın evde bir eşi, bir de beşikte bebesi… Mutlu yaşamlarına devam eder, kimseden yardım beklemeden geçinir giderlermiş.

Günlerden bir gün, çoban yine toplamış bütün hayvanları. Almış meraya götürmüş, bırakmış otlamaya. Fakat o sırada uzaktan gelen sesler işitmiş. Seslerin ne olduğunu anlamaya çalışmış. Daha da dikkat kesilmiş, can kulağı ile dinlemiş. Seslerin at sesi olduğunu anlamış. ‘Bu kadar ses yapacak kadar at burada ne arar’ diye geçirmiş içinden. O sırada ufuk çizgisinde kendisine doğru yaklaşmakta olan en az on tane atlı görmüş. Çoban o anda anlamış ki bunlar eşkıya imiş.

Hemen hayvanları ıslıkla çağırmaya ve toplamaya çalışmış. Ama nafile! O hayvanları toplasa bile buradan gidene kadar atlar ile gelen eşkıyalar onu çoktan yakalarmış. Çoban çaresizlikle başlamış dua etmeye:

- ‘Yarabbi, sen yardım et! Bu hayvanlar benim değil. Bu eşkıyalar hayvanları alır da giderse, ben ne yaparım? Ne derim sahiplerine…’

Çoban hayvanları toparlayamadan eşkıyalar yanında bitmiş. Çobanın etrafında bir dolanmış, çobanı süzmüşler. Eşkıyaların başındaki adam söyle bir bakmış çobana:

Eşkıya: ‘Çoban! Söyle bakalım tüm hayvanlar bu kadar mı?’

Çoban çaresizce yanıtlamış eşkıyanın sorusunu:

Çoban: ‘Evet, hepsi bu kadar. Ama onları almayın, ne olur! Bu hayvanlar bana emanet. Ben ne derim sonra sahiplerine!’

Baş eşkıya haince gülmüş saf çobanın bu sözlerine:

Eşkıya: ‘Ne yani sen şimdi bu kadar hayvana dokunmayın, bırakın mı demek istiyorsun? Seni saf çoban! Eşkıyaların elinden bir şey kurtulmaz, bilmez misin?’

Eşkıyalar hayvanların hepsini sürü şekline getirip kendi diyarlarına doğru sürmeye başlamışlar. Zavallı çoban ise olduğu yerde kalakalmış. Şimdi köye dönüp ne cevap verecekmiş!

Çoban havanın yavaş yavaş kararmaya başlaması ile birlikte köy dönmek zorunda olduğunu anlamış. Düşmüş yollara… Yarı yola vardığında ise köylüyü bulmuş karşısında. Çoban tam kendini anlatacakken köylülerden biri çıkmış ortaya:

Köylü: ‘Hey çoban! Nerede bizim hayvanlarımız, nerede kaldın bu saate kadar!’

Çoban üzüntüsünden ne diyeceğini bilemiyormuş. Ama karşısında açıklama bekleyen köylüler de varmış. En sonunda başlamış anlatmaya. Sözleri bitince köylü halkın kendisini anlamasını beklerken hiç ummadığı bir tepki ile karşılaşmış:

Köylü: ‘Sen ne dersin kendini bilmez çoban! NE demek eşkıyalar aldı gitti! Senin görevin bizim hayvanlarımızı korumak değil mi! Biz sana bu yüzden vermez miyiz paranı. Nereden bilelim hayvanları senin kaçırmadığını?’

Çoban kendisine iftira atan köylüye hayretle bakmış:

Çoban: ‘Siz beni hiç tanımaz mısınız? Ben böyle bir şey yapacak biri miyim? Bunca senedir birlikte çalışmadık mı? Bana nasıl böyle bir iftira atarsınız?’

Köylüler, çobanın sözlerine inanmayarak onu yarından tez yok köyden kovmuşlar. Çoban hem kendine atılan iftira karşısında hem de ekmeğinden olduğundan çok üzgünmüş. Eve gidip eşyalarını toplamış. Eşini ve bebeğini de almış yanına. Gece sabaha vardığında çoban kendisine güvenmeyen bu insanlar arasında daha fazla kalmayıp düşmüş yollara… O sırada çobanın söylediği bir türkü ise sonrasında olmuş moda…

‘ÇAMLIBEL'DEN ÇIKTIM YAYAN

DAYAN EY DİZLERİM DAYAN

KARDAŞ ATLI BACI YAYAN

NENNİ NENNİ, NENNİ NENNİ

NENNİ NENNİ, NENNİ BEBEK OY

BEBEĞİMİN BEŞİĞİ ÇAMDAN

YUVARLANDI DÜŞTÜ DAMDAN

BEY BABASI GELİR ŞAMDAN

NENNİ NENNİ, NENNİ NENNİ

NENNİ NENNİ, NENNİ BEBEK OY

BEBEĞİMİN BEŞİĞİ BAKIR

YERİNDEN KALKMIYOR AĞIR

BEN SALLARIM TAKIR TAKIR

NENNİ NENNİ, NENNİ NENNİ

NENNİ NENNİ, NENNİ BEBEK OY’

 

[lyte id="qlcEumwvEkY" /]
Keloğlan ve Dev
Keloğlan ve Dev

 

Zaman zaman içinde,
Kalbur saman içinde..
Bu sözün önü var, arkası yok;
Gömleğimin yeni var, yakası yok..
Sabır da bir huydur, suyu var tası yok.
De gel sabreyle..
İyi ama susuzla, sabırsız ne yapar?
Ya bir kuyu kazar,
Ya dolaşır çarşı-pazar;
Ben de aç karın, yüksek nalın çıktım pazara.
Mevlâm uğratmasın iftiraya nazara…
Bir kaz aldım karıdan, boynu uzun borudan!
Kendisi akça pakça,
Eti kemiğinden pekçe;
Ne kazan kaldı ne kepçe!
Kırk gündür kaynatırım kaynamaz.
Hay dedim, huy dedim;
Bu ne pişmez şey dedim.
Bir iken iki olduk, üç iken dört olduk;
Anan soylu, baban boylu,
Derken kırk olduk;
Kırkımız kırk ateş yaktık!..
Kırk gündür kaynatırız kaynamaz.
Baktım ki olacak gibi değil,
Sofraya konacak gibi değil,
Eğil dağlar eğil dedik;
On tanemiz hu çekti,
Onumuz su çekti;
Onumuz odun çekti;
Hay’dan geleni Hu’ya sattık,
Unu bulguru suya kattık.
Suyu kazana, kazanı yeniden ocağa attık;
Vay ne kaynattık ne kaynattık..
De şimdi kaynar mı, kaynamaz mı?
Derken efendim bu kez başını kaldırıp bize bakmaz mı
Gayrı pabucunu bırakıp kaçan kaçana!
Kanadını kaldırıp uçan uçana!
Eh, bir ben miyim kırk kişinin gevşeği?
Çıkardım ahırdan boz eşeği,
Vurdum sırtına palanı,
Çektim yedi yerden kolanı;
Bindirdim üstüne doksanlık anamı.
Boynuna mavi bir boncuk takmadım ama,
Koynuna koydum bir sabır taşı.
Sabırtaşı, sabırcık taşı deyip, geçmeyin öyle!
Ne anamın aşı, ne gözümün yaşı…
Verilecek kuluna vermiş,
Bize de versin Yaradan;
Haydi dedikoduyu kaldırıp aradan,
Dinleyin şimdi; sabırlı kim, sabırsız kimdi?

Handadır handa, bir kara manda,
Üç yüz yaşındaydım evvel zamanda.
Mavi çadır gerilmiş, duydum pazar kurulmuş
Vurdum karıncaya palanı,
Kırk yerinden bağladım kolanı.
Sardım sırtına seksen sekiz çuval soğanı,
Vardım pazara.
Vay ne pazar, ne pazar, güzeller üryan gezer.
Kırlangıçlar terzi, köpekler kalaycı, tilkiler tüccar.
Buldum bir köşe, başladım işe.
Soğan, sarımsak satarken,
Terazimin kolu kırıldı, bir güzele bakarken.
Kurbağa kanatlandı, gitti gelin getirmeğe.
Gelin çıktı çardağa, çat yerleşti bardağa.
Masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı
Var varadan, sür süreden;
Manisa’dan Tire’den,
Şimdi ki hal buradan.
Soğan, sarımsak ağacı, baklava başlar tacı…
Kalaycı oldum kalayladım kapları, hep kırıldı tavaların sapları.
Müezzin olsam minareye çıkmalı, kayyum olsam kandilleri yakmalı..
Kadı olsam el hatırı yıkmalı…
İşim başımdan aşkın, gezerken şaşkın şaşkın.
Dediler abdal, bu gece burada kal.
Alalım sana bir ahu hilâl.
Acele ile ettiler nikah.
Zülüfleri tel tel, kaşları siyah..
Ay ay der yatar, vay vay der kalkar..
Böyle cadılar çok evler yıkar..
Vardım çattım kılavuza:
Ne yaptın bana?
Ne yaptım ki sana?
Başımda külah, kurtardı Allah.
Duman çökmüş karşı ki dağın başına, kan bulaşmış avcıların dişine.
Başlıyalım şu masalın başına…

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellalken, pireler berberken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallaar iken; ülkenin birinde bir köy varmış. Buranın kenar mahallelerindeki bir kulübede, çok fakir bir keloğlan ile yaşlıca annesi yaşarmış. Keloğlan çok akıllı ve becerikli olmasına becerikli imiş ama azıcık da tembellik eder çalışmaya pek yanaşmazmış. Miskin miskin evde oturmayı, ne bulabilirse yiyip, içmeyi ve uyumayı oldukça fazla severmiş. Tembel mi tembel, saçı olmayan kafası yüzünden herkes ona keloğlan lakabını takmış. Keloğlanın ihtiyar annesi de çamaşırlarını yıkar, hem kendini, hem de tembel kel oğlunu keleş oğlunu beslemeye çalışır, zorluklar içinde geçinip yaşamaya çalışırlarmış.

Bu günlerden bir gün Keloğlanın çarşıya çıkıp dolaşası gelmiş. Bir de ne görsün bakmış uzakta bir kalabalık toplanmış. Kalabalığın ortasında bir adam yüksek sesle bir şeyler anlatıyor. Kalabalıktaki insanlar da ona kulak vermiş dinliyor. Bizim Keloğlan da kalabalığa yanaşarak bu adamın dediklerini dinlemeye başlamış. Adam şehrin tellallarından bir kimseymiş meğer. Keloğlan’ın dinlediği tellal diyormuş ki:

-Ağır bir iş için bir adam lazım gelir. Bu işi halledecek adama yüz altın verilecektir. Talip olan kimse varsa ortaya çıksın…
Keloğlan etrafta toplanan kalabalıktan ses seda çıkmamış. İşin sonunda yüz altın da verileceğini öğrenince tellala:
-Bu işi ben yaparım, yalnız bu yapılacak işi hemen bana anlatmalısın demiş.
Tellal, Keloğlanı şöyle süzdükten sonra, gözü pek tutmamış herhalde ki:
-Oğlum, sen bu işi yapamazsın, iş hayli zordur. Bunu yalnız akıllı, becerikli, güçlü ve cesur adamlar başarabilir. Ben bunları sende göremedim kusura bakma, deyince;

Keloğlan:
-Ummadığın taş baş yarar. Ben bu işi çok da güzel başarabilirim, diye cevap vermiş. Etrafta toplanan kalabalıktan alaylı kahkahalar yükselmiş. Bu arada tellal onun fakir haline de acıyarak:
-Pekala keloğlan… Madem ki kendine bu kadar çok güveniyorsun sana şimdi yapacağın işi tarif edeyim…Uzak bir diyardan mal getirmeye gideceksin… Yolculuk at sırtında olacak, ama sen bu yolculuğa nasıl katlanabileceksin? diye sorunca.
Keloğlan:
-Ben yaparım dediğim bir şeyi yaparım. Elbette katlanabilirim, sen onu merak etme karşılığını vermiş. Tellal:
-Madem ki bu kadar güvenin var, ben de bu işi sana veriyorum madem öyle ise… Paranı şimdi mi vereyim, yoksa dönüşte mi alırsın? demiş Keloğlan da:
-Şimdi verinde birazı yanıma alırım, geri kalanını da anneme harçlık bırakırım, demiş.
Bu şartlarla anlaşan Keloğlan sevinç ve heyecanla annesine koşarak durumu anlatır ve
yanındaki parayı annesine bırakıp veda ederek yapacağı işe gider.

Toplantı yerine varan Keloğlan, kafilenin kendisini beklemekte olduğunu görür. Kafile başkanı, Keloğlan’a hazır olup olmadığını sual eder. Hazır olduğunu duyuncaküçük kafile hemen atlara binerek yola koyulur… İki gün durup dinlenmeden uzunca yollar alırlar. Üçüncü gün Keloğlan’ın at sırtındaki yolculuktan vücudunun her tarafı iyiden iyiye ağrımaya başlar. Ama verdiği sözü ve aldığı parayı düşünerek sabır ve sebat içinde yoluna devam eder. Artık akşam olmak üzeredir. Kafile başkanı mola için kervanın durabileceğini salık verir. Keloğlan dinlenebileceği için bayağı sevinmiştir. Ama sevinci hiç de uzun sürmez. Atlar bağlanıp kamp kurulunca kafile başkanı Keloğlan’ı çağırtır. Keloğlana der ki:
-Keloğlan, ileride bir kuyu görünüyor ya…
-Evet, diye cevaplar bizim Keloğlan.
-İşte şimdi o kuyuya in… Korkmazsın herhalde değil mi?…
Keloğlan kuyunun yanına gider sağına, soluna bakar sonra da eğilip içine bakar, kafile başkanına:
-Ne var ki korkacak, inerim tabii. der. Keloğlan korksa bile korktuğunu belli etmemeye çalışıp kuyuya inmeye hazırlar kendisini.

Etrafını saran yol arkadaşları Keloğlan’ın beline kalın bir ip bağlayıp kuyuya aşağı sallarlar.
Keloğlan kuyunun yarısına gelince sağ tarafında karanlıkta açılan bir kapı görür. Adamın biri Keloğlan’ı kucakladığı gibi bu kapıdan çekiverir… Neye uğradığını anlayamayan Keloğlan, Geniş bir bahçe ve bu bahçenin ortasında büyük bir saray görmesin mi!?.. Sarayın bahçesinde çiçeklerin arasında dünya güzeli bir kız oturmuş, arkasında bir dudağı yerde, bir dudağı gökte iri ve koyu siyah renkte bir zenci ayakta dikilmiş. çiçeklerin arasında bir de tavus kuşu dolanıyor. Şaşkınlıkla bunları seyreden Keloğlan birden arkasında gürleyen bir sesle irkilip korkudan zıplar. Arkasını dönünce, ne görsün?… Kocaman bir dev. Tam arkasında ona bakmıyor mu!.. Dev, korkunç bir sesle:
-Eyy, adem oğlu!… Söyle bakalım, şurada gördüklerinden hangisi daha güzel sence?..
Keloğlan korkudan tir tir titrer, ne cevap vereceğini şaşırır ama, biraz sonra aklı başına gelir ve hızlıca düşünüp şöyle der:
-Sultanım, gönül neyi severse güzel odur.
Dev, aldığı cevaptan memnun olmuşa benzer. Ve Keloğlan’a tekrar sorar.
-Tavus kuşu çok hoş, şu kız çok güzel, amma velakin şu zenci çok çirkin!.. Buna ne dersin?..
Keloğlan artık ilk şaşkınlık ve korkudan kurtulduğundan cevabı hızlı verir:
-Gönül neyi severse, güzel odur diyerek aynı cevabı yapıştırır.
Aldığı cevap çok hoşuna giden dev, Keloğlan’a:
-Aferin, sen akıllı birisine benziyorsun bakıyorum diye Keloğlan’a hemen yanındaki ağaçtan üç tane büyük nar koparıp verir, ve:
-Al bu narları, dönüşte annenle birlikte yersin der. Ve Keloğlan’ın yanından uzaklaşır.

Meğer Dev, her kuyuya inen insana bu soruları sorar fakat, bir türlü istediği akıllıca cevabı alamayınca çok kızar, hemen kellesini keser, sonra da etlerini yermiş. Kuyuya inenlerin çoğu, Dev’in bu soruları karşısında kız güzel, birçoğu da kimi tavuskuşu diye Dev’e cevap verirlermiş. Bu cevaplardan memnun kalmadığı için kuyuya inen bir daha geri dönemezmiş. Dev’in yanından ayrılan Keloğlan tekrar çıkış kapısına gelip yukarı nasıl çıkacağını düşünürken birden yukarıdan, su almak için sarkıtılmış bir kovanın kendisine doğru geldiğini görmüş. Keloğlan, hemen bu kovadan tutunup yukarı çıkıvermiş.

Keloğlan’ı sapasağlam yukarı çıktığını gören arkadaşları, şaşkınlıktan ağızları bir karış açık, gözlerine inanamazlar ve birbirlerine bakışıp kalırlar. Çünkü kervancılar bu kuyudan su almak istedikleri zaman her seferinde Dev’e bir insanı kurban vermek zorunda kalmışlar. Yol arkadaşları onu böyle güler yüzlü ve sağlam görünce elbette şaşakalmışlar. Kafile başkanı, merakla Keloğlan’a:
-Şimdiye kadar bu kuyuya sarkıttığımız adamlardan hiçbiri geri dönmemiştir. Sen nasıl oldu da bu kuyudan sağlam çıktın evlat?…
Keloğlan güler yüzle şu cevabı verir:
-Nasıl çıktıysam çıktım.. Çıktım ya!… Siz ona bakın.
Yeniden kafile yola koyulmuş. Varacakları o uzak ülkeye varmış.Atlara malları yükleyerek memlekete dönmüşler.

Keloğlan elindeki Nar’ları sevinçle evine dönünce, annesi yine her zamanki gibi, çamaşır yıkamakta bulur. Annesi de oğlu geldiği için sevinmiştir. Yemekler yenir.Yemekten sonra da Keloğlan, Dev’in verdiği Nar’lardan birini çıkarıp yemek için ikiye böler. Bir de ne görsün? Dev’in verdiği Nar tanelerinin her biri meğer çok kıymetli birer mücevher değilmiymiş… Bunun değerini anlayan Keloğlan, zaman zaman bunların her birini azar azar satmış.. Ve Keloğlan öylesine zengin olmuş ki, artık ne kelliği kalmıştır, ne de çirkinliği, ne de annesinin çamaşırcılığı. Mutlu bir hayata kavuşmuşlar.

İki İnatçı Keçi

inatic-keciler

Allah’ın deli kulları pek çokmuş.
Bizden daha delisi hiç yokmuş.
Çok demesi pek günahmış.
Azdan çoktan, hoppala hoptan.
Sana bir mintan yaptırayım,
Çerden, çöpten.
İlikleri karpuz kabuğundan,
Düğmeleri turptan.
Zaman o zaman idi.
Bit bineğim, pire yedeğim idi.
Darı topuzum,
Çavdar kalkanım idi,
Bir tüfeğim var idi.
Ayran ile doldurur,
Şerbet ile ateşlerdim.
Çıkardım dağlar başına,
Broy, broy! Der gezerdim.
Yetmiş karga ayağa kalkardı,
Ağa geliyor diye.
Bre ağalar, bre beyler!
Eliften beye çıktım,
Seyirttim köye çıktım.
Çobandan kaymak yedim,
Ağadan deynek yedim.
Deyneği kuşa verdim,
Kuş bana kanat verdi.
Çaldım kanadı yere,
Uçup gittim göklere.
Baktım bir has bahçe,
İçinde sular akar.
Oturmuş çeşme başına,
İki güzel bana bakar.
Büyüğüne selam verdim,
Küçüğüne tutuldum.
Sofrasında mum olayım,
Bahçesinde gül olayım.

İki keçinin yolları kesişmiş köprünün ortasında
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

Hep inatçılıkmış meğer bu keçilerin huyu
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

Büyük keçi demiş benim çekil geçeceğim
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

Küçük keçi demiş ölsem vermem ben geçeceğim
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

Tam köprünün ortasında toslaşmışlar inatla
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

İkisi de suda bulmuş kendini inatlarında hızla çarpıp
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

Keçilerin inatçıları suya düşmüş boğulmuşlar
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

İnsanların inatçısı kim bilir ki ne olur
Ha ha hay ha ha hay ha ha ha ha hay

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; pireler berber, berberler deve iken, annem kaşıkta babam beşikte, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Fazla uzatmadan, lafı ezip bükmeden, buyurun size iki inatçı keçinin hazin sonu masalı…

Uzak diyarların birinde, küçük bir kasabada iki tane inatçı keçi varmış. Bu iki inatçı keçi birbirinden hiç ama hiç hoşlanmazmış. İkisi de birbirinin tam tersi hareketleri yaparmış. Birinin dediğini diğeri kabul etmez, diğerinin dediğini ise bir başkası hiç dinlemezmiş bile. Diğer hayvanlar bile şaşırır kalırmış bu keçilerin inatçılığına…

Keçiler otlamak için her zaman dışarı meralara çıkarmış. Bir akarsuyun başındaki yeşilliklerden otlanır, karınlarını doyururmuş. Ama ikisi de aynı ottan otlar mı hiç! Biri akarsuyun sağ tarafında otlar ise, diğer keçi karşı tarafına geçer, ikisi de birbirine hiç bakmadan karınlarını doyurur, evlerine geri dönerlermiş.

Günlerden bir gün iki inatçı keçi otlamak için yine çıkmış meraya. Akarsuyun sağ ve sol tarafındaki çimenlerden otlamak için dağılmışlar yolun yarısında. Ama bir keçinin gittiği tarafta bütün yeşillikler büyük bir yangında yanmış, kalmış kocaman bir boş arsa! Bunu gören keçi aç kalmamak için mecbur geçmek zorunda kalmış karşıya.

Diğer inatçı keçi ise kendi tarafındaki yeşilliklerden çok sıkılınca acaba karşı tarafta ne var diye bir merakla başlamış köprüye doğru koşmaya. Amacı diğer keçiye gözükmeden bir göz atmakmış karşı tarafa.

İki inatçı keçi de karşı tarafa geçmek için çıktıkları yolda köprünün ortasında karşı karşıya gelmişler. İkisi de birbirine öfke ile bakmış. Keçilerden biri başlamış söze:

Birinci keçi: ‘Çekil şuradan, ben karşı tarafa geçeceğim.’

Diğer keçi bu lafların altında kalır mı? Köprüden çekilip yolu bu keçiye bırakır mı?

İkinci Keçi: ‘Bu köprü benim hakkım. İlk ben geldim. Asıl sen çekil, ben geçeceğim.’

İki keçi de o kadar inatçıymış ki, bırakın birbirlerine yol vermeyi sözlerini bile dinlenmiyorlarmış. İki keçi de ‘ben geçeceğim, hayır ben geçeceğim’ diye inatlaşmaya devam ederken birbirlerine daha da yaklaşmışlar. Keçileri boynuzları birbirlerine değiyor, ikisi de birbirine yer vermedikçe daha da sinirleniyormuş.

İki inatçı keçi, köprünün üstünde bir sağa bir sola iteklemeye başlamışlar birbirlerini. Kafa kafaya gelmişler çoğu kez. Ancak ne biri diğerine yol vermiş, ne de diğeri vazgeçmiş bu inadından. İkisi de hala ‘ben geçeceğim o köprüden’ diye inat etmeye devam etmiş. Zavallı tahta köprü, iki inatçı keçinin birbirini ittirmesine zor dayanır hale gelmiş. Keçilerin kafalarını birbirine bastırması ve birbirini ittirmesi ile tahtadan olan köprü, bir sağa bir sola sallanmış, durmuş.

En sonunda beklenen olmuş. İkisi de birbirinden inatçı çıkan bu keçiler, birbirini o kadar sert itmeye başlamış ki artık ne köprü dayanırmış buna ne de keçilerin dengesi. İki keçinin de birbirini ittirmesi ile iplerini koparak köprü, birdenbire ortadan ikiye yıkılıvermiş. İki keçi de dengelerini kaybedip doğruca suya düşüvermiş.

Suya düştükleri anda su o kadar soğukmuş ki, iki inatçı keçinin dişleri de birbirine vurmaya başlamış. O anda birbirine bakan iki keçi, yaptıkları yanlışın farkına varmışlar. Oysaki birbirine yol verseler, ikisi de karşı tarafa geçecek; böylece suya düşüp bu soğukta suyun içinden kurtulmaya çalışmayacaktı. Keçilerden biri diğerine döndü:

Keçi:’ Biz inatlaşarak ne kadar yanlış bir şey yapmışız! Oysaki inat etmeden birbirimize yol versek, ikimiz de karşıya rahatça geçebilirdik. İnatçılık iyi bir şey değilmiş, biz bunu geç de olsa anlamış olduk, bundan sonra birbirimize karşı inat etmeyelim’ diyerek arkadaşına barış elini uzatmış. İki keçi de anlaşarak, barışarak bu işi çözmüş.}

Çizmeli Kedi
Çizmeli Kedi

Bir varmış, bir yokmuş,
Allahın deli deli kulları pek çokmuş,
Bizden daha delisi hiç yokmuş.
Çok demesi pek günahmış…
Azdan çoktan, hoppala hoptan,
Sana bir mintan yaptırayım çerden çöpten,
İlikleri karpuz kabuğundan,
Düğmeleri turptan.
Evvel zamanda iken,
Kalbur samanda iken.
Az iken, uz iken
Anam evde kız iken, deve tersi koz iken,
Karatavuk kömürcü, saksağan berber iken.
At ekmekçi, köpek dülger iken,
Deve bez satan, horoz tellâl iken,
Tavuk saatçi, eşek tuzcu iken.
Koyun hakim, keçi müezzin iken,
Tilki simsar, kedi çuhadar iken,
Anam eşikte iken,
Babam beşikte iken.
Anam ağlar, anamı sallardım.
Babam ağlar, babamı sallardım.
Derken, babam düştü beşikten,
Ben hopladım eşikten,
Anam kaptı maşayı,
Babam kaptı meşeyi.
Dolandırdılar bana dört bir köşeyi.
Anam kaptı yarmayı
Çıktım tavan arasına,
Bir kırık sandık buldum.
Açtım baktım: İçinde bir kırık altın.
Almayacaktım ama, aldım, sarıdır diye.
Ordan gittim İstanbul’a
Bir kâse yoğurt aldım, durudur diye.
Dokuz yüz doksan testi su kattım, koyudur diye.
Sultanahmet minarelerini belime soktum borudur diye.
Tophane güllelerini cebime doldurdum, darıdır diye.
Nacağı aldım, Kapalıçarşı’ya daldım, korudur diye.
Akdeniz’e girdim kıyıdır diye.
Ortasına bastım kuyudur diye.
Selimiye Camii’nin duvarına dayandım, yalıdır diye.
Ahırdağ’na bir tekme vurdum, “Geri dur!” diye.
Üçlük beşlik verdiler beğenmedim, iridir diye.
Beni aldılar, tımarhaneye götürdüler, delidir diye.
İki adam geldi şahitlik etti, Veli oğlu Veli’dir diye.
Tımarhaneyi dürdüm, katladım sırtladım, halıdır diye.
Beş on sopa vurdular, yeridir diye.
Beni padişaha bildirdiler, delidir diye.
Padişahtan ferman çıktı, “Bırakın onu eski huyudur!” diye.
Fermanı aldım, cadde boyu gidiyordum,
Bir boz eşek gördüm peşine takıldım,
Eşek bana bir tekme vurdu, Geri dur!” diye.
Koştum, eve vardım: “Baban doğdu” dediler,
Kucağıma bir yumurta verdiler.
Yumurta elimden düştü
İçinden kocaman bir horoz çıktı, sokağa kaçtı.
Kovalamaya başladım.
Taş attım da attım…
Cevizden bir kocaman ağaç
Bu cevizleri düşüreyim diye taş attım, değmedi.
Toprak attım ağacın başı tarla oldu.
Kimi dedi: “Buğday ek”, kimi dedi “Karpuz ek.”
Karpuz ektim.
Öyle karpuz verdi ki tarla,
Develer taşıyamadı
Karşıma bir adam çıktı:
“Karpuzundan versene!” dedi.
Bir karpuz verdim, bir ordu yedi, yarısı arttı…
Ben de bir karpuz keseyim, dedim.
Keserken çakım içine kaçıverdi.
Elimi saldım alamadım.
Gözümü soktum, göremedim.
Kendim girdim, yedi sene aradım, bulamadım.
Yedi sene gezdim,
Dolaştım sonunda karpuzun kapısına ulaştım.
Vay anam karpuz,
Evin köyün yıkılası karpuz…
Bir yanı sazlık samanlık,
Bir yanı tozluk dumanlık,
Bir yanında demirciler demir döver denk ile,
Bir yanında boyacılar boya boyar,
Binbir çeşit renk ile.
Kaz kaz ile, baz baz ile,
Alaca tavuk çil horoz ile.
Annesi genç kız ile,
Anlaşırlar pek naz ile,
Kaşık oynar göz ile,
Aşık meydana gelir saz ile,
Meclis de dinler haz ile,
Armudu taşlayalım,
Dibinde kışlayalım,
İzin verirseniz masala başlayalım.

Bir zamanlar, üç erkek evladı olan bir değirmenci yaşarmış uzak diyarlarda. Değirmenci ölünce büyük oğluna değirmen, ortanca oğluna eşek, küçük oğluna da kedi kalmış miras olarak. Küçük oğlu bu duruma üzülüp içerlemiş çok.

“Bir kedi ne işine yarar ki insanın?” diye yakınmış. “Pişirip yinmez bile.” diye söylenmiş.

Kedi bunu duymuş ve hemen cevap vermiş: “Aslında hiç de kötü bir mirasa sahip olmadığınızı anlayacaksınız efendim. Bakın şimdi bana boş bir çuval ve çizme verirseniz, neye yarayacağımı göreceksiniz.”

Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kedinin isteklerini yerine getirmiş çocuk. Kedi çizmeleri giyip aynanın karşısına geçmiş ve kendini epeyce süzüp, beğenmiş. Sonra kilerden taze bir marulla havuç alıp ormanın yolunu tutmuş. Ormanda çuvalın ağzını açmış, marulla havucu çuvalın içine yerleştirip bir ağacın arkasına gizlenmiş. Çok geçmeden taze sebzelerin kokusunu alan küçük bir tavşan çuvalın yanına zıplaya gelip içine atlayıvermiş. Kedi saklandığı yerden çıkıp çuvalın ağzını sıkıca kapatıp bağlamış.

Ancak Çizmeli Kedi tavşanı efendisine götürmeyip, hızla saraya gidip Kral’la görüşmek istediğini söylemiş. Kral’ın huzuruna çıkarak yere eğilip, “Yüce Efendimiz, sizin Efendim Marki bir hediye hazırladı, ben de getirdim,” demiş. Bu hediye Kral’ın hoşuna gitmiş.

Üç ay boyunca Çizmeli Kedi saraya o kadar çok hediye götürmüş ki, Kral artık onun yollarını hergün gözler olmuş. Çizmeli Kedi’nin dört gözle beklediği gün sonunda gelmiş ve  “Efendim bana neden diye sormadan bu sabah ırmağa gidip yıkanın lütfen” demiş sahibine. Çizmeli Kedi, o sabah Kral’ın Prenses’le, yani kızıyla birlikte ırmağın kenarından geçeceğinden haberdarmış.

O gün dediği gibi de olmuş. Kral’ın faytonu ırmağın yakınından geçerken Çizmeli Kedi hızla yanlarına yanaşmış. “Yardım edin! Yardım edin!” diye bağırmış. “Efendim Marki boğuluyor!” Kral hemen bir alay askerini ırmağa yollamış.

Çizmeli Kedi bununla da kalmamış elbet. Efendisi ırmakta yüzerken hırsızların onun elbiselerini çaldılar demiş Kral’a. Halbuki Çizmeli Kedi, onun elbiselerini çalıların arkasına kendisi saklamış:)

Kral, hemencik Marki’ye bir takım elbise de yollamış. Çizmeli Kedi’nin sahibi, kendisine Marki denmesine şaşırmış, lakin akıllılık edip hiç sesini çıkarmayıp belli etmemiş.

Marki güzelce giyindirilince Kral bir de onun orada üşüyüp kalmasını istemeyerek, gideceği yere götürmek için faytonuna davet etmiş ve kızıyla tanıştırmış. Prenses, jilet gibi canti giyinmiş olan Marki’ye bir bakışta âşık oluvermiş.

O sırada Çizmeli Kedi koşa koşa oradan gitmiş. Çok geçmeden büyük bir tarlada ot biçen insanlara rastlamış. “Beni dinleyin!” diye bağırmış. “Kral şimdi bu tarafa geliyor, size bu güzel arazilerin kime ait olduğunu sorarsa ona efendim Marki’ye ait olduğunu söyleyeceksiniz. Yoksa size yapacağımı bilirim, kral çok sinirli, kellelerinizin uçmasını sağlarım.”

Sonra Çizmeli Kedi bir süre daha koşmuş ve büyük bir tarlada buğday biçen adamlara rastlamış. Aynını deyip ikna etmiş. Tekrar tekrar koşmuş ve herkeslere aynı şeyleri tekrarlamış. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş derken Dev’in şatosuna kadar varmış.

Kral’ın Faytonu Çizmeli Kedi’nin geçtiği yerlerden geçerken Kral her rastgeldiği insana, “Bu tarlalar kimindir?” diye sormuş. Her defasında da “Marki’nin” cevabı alıyormuş. Kral, Marki’nin bu kadar çok toprağa sahip olmasına şaşırmış. Çizmeli Kedi’nin efendisi de öyle!

O sırada Çizmeli Kedi Dev’in şatosunda başka işler çeviriyormuş. “Dev,” demiş Çizmeli Kedi, Dev’in nefesinin kokusundan iğrendiğini gizlemeye çalışarak. “Senin aynı zamanda müthiş bir sihirbazlık gücünün olduğunu söylüyorlar, öyle mi?”

“Öyle diyorlarsa, öyledir,” demiş Dev sakin ve tevazu göstererek.

“Mesela, istersen hemen bir aslana dönüşebilir diyorlar senin için,” demiş Çizmeli Kedi. Bunu söyler söylemez Dev hemen kendini bir aslan görüntüsüne çevirmiş. Çizmeli Kedi kendini dolabın üzerine atıvermiş irkilerek. Dev tekrar eski haline dönünce dolaptan aşağı inmiş. “Harika, Fevakalade!” demiş kedi. “Ama fare gibi küçük bir şeye dönüşmek senin gibi iri biri için herhalde imkânsızdır!”

“İmkânsız mı? Hahh” diye gülmüş Dev. “Benim yapamadığım bir şey bulamazsın ufaklık!” Dev bir anda fareye olmuş Çizmeli Kedi de onu hemen oracıkta yutuvermiş.

Derken Kral, Dev’in şatosuna varmış. Şatonun artık kime ait olduğunu tahmin etmişsinizdir herhalde! Çizmeli Kedi Kral’ın faytonunu şatonun yolunda karşılamış. “Bu taraftan gelin,” demiş. “Sizi bir ziyafet bekliyor.”

Dev o gün birkaç arkadaşına bir ziyafet vermeyi planladığı için yemeklerle donatılmış büyük bir masa onları bekliyormuş!”

O günün sonunda Çizmeli Kedi’nin sahibi Marki Prenses’le nişanlanmış. Bir hafta sonra da 40 gün 40 gece boyunca düğün dernek kurmuşlar. Çizmeli Kedi’ye ne mi olmuş? Dokuz canından dokuzunu da sefa içinde sürmüş ve bir daha da fare avlamasına gerek kalmamış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

TRAFİK KURALLARI ÖNEMLİDİR
TRAFİK KURALLARI ÖNEMLİDİR

TRAFİK KURALLARI ÖNEMLİDİR

Var varanın, sür sürenin,
Destursuz bağa girenin hali budur!
Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde…
Deve tellâl iken, horoz şahna iken, serçe berber iken,
Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…
Hamamcının tası yok, külhancının baltası yok,
Çarşıda bir adam gezer, peştemalının ortası yok.
trafik-hayattir

 

Sevimli ülkede yaşayan herkes çok mutlu ve birbiri ile çok iyi geçinen insanlarmış. Sevimli ülkede yaşayan kızların güzelliği diğer komşu ülkeler tarafından bile bilinir, kızların güzelliği ile ilgili nice hikâyeler, türküler söylenirmiş. Kızları güzelmiş ama erkeklerin de onlardan aşağıya kalır yanı yok imiş. Yakışıklı, uzun boylu, güçlü kuvvetli erkekler bu ülkenin işlerini yapar; ülke, anlayış v sevgi ile yönetilir gidermiş.

Fakat bu sevimli ülkenin kötülüğünü isteyen bir büyücü kadın, masala göre bu ülkede yaşayan herkese kötü bir büyü yapmış. Kötü kalpli kadının yaptığı büyüye göre saygılı, anlayışlı, oldukça mutlu olarak yaşayan bu insanlar, üç kelimeyi bir anda söyleyince adeta bir canavara dönüşüyormuş. Bu kelimeler ‘at, avrat, silah’ imiş.

Birbirinden güzel kızlar ve yakışıklı erkeklerden oluşan bu halka ‘at’ denildiğinde adeta gözleri dönüyormuş. Atın üzerine atladıkları gibi etrafa zarar vermeye başlıyorlarmış. Gözleri sinirden kocaman olan, anlayışsız insanlara dönüşüyorlarmış. ‘Avrat’ denildiğinde halkın erkekleri; adeta kudurmuş gibi etrafta geziyor ve onlara çıkan bütün kadınlara saldırıyormuş. ‘Silah’ denildiğinde ise kız-erkek fark etmeksizin bütün halk gözü dönmüş bir katile dönüşüp, önüne çıkanları silah ile vuruyormuş.

Ülkenin kralı, halkı çığırından çıkaran bu büyüyü bozman için çareler düşünmeye başlamış. Normalde sevgi dolu olan bu insanlar, kötü bir büyü yüzünden adeta canavar haline dönüşüyormuş. Kral ülkedeki bütün bilginleri sarayında toplayarak bu derde bir çözüm bulmak için emir verdirmiş. Bilginler neler yapılabilir diye düşünmüş, kafa patlatmış ve sonunda tek çare olarak atları yok etmek zorunda olduklarını ifade etmişler Kral’a.

Bilginler bu sırada komşu ülkede yapılan yeni bir icattan haberdar olmuşlar. Kulaklarına gelen duyuma göre; komşu ülkede atlar ile gitmeyen, kendi kendine giden araçlar yapılmış. Bilginler atlardan kurtulmak ve halkı düzene sokmak için tek çarenin atlara ihtiyaç olmadan giden arabalar olduğunu ifade etmiş Kral’a. Kral da bu arabanın nasıl bir şey olduğunu, atlar çekmeden bir aracın nasıl hareket edeceğini bir türlü hayal edememiş kafasında. En sonunda bilginlerden bir kurul oluşturmuş ve bu kurulu aracı görmeleri için komşu ülkeye göndermiş.

Komşu ülkeye giden bilginler kendi kendine giden aracı gördüklerinde şok olmuşlar. Hayranlıkla bu aracı incelemişler ve Kral’larına göstermek için aracı kullanmayı bilen birisini de alıp aracı ülkelerine götürmüşler.

Ülkeye araç ile gelen bilginleri gören tüm halk; kendi kendine ilerleyen araçları görünce şaşkınlıktan adeta küçük dillerini yutacakmış. Kral da kendi kendine giden bu araçları çok beğenmiş ve atlardan kurtulmak için komşu ülkeden bu araçlardan alınmasını emretmiş.

Ülkedeki herkes elinde avucunda ne varsa birleştirmiş ve komşu ülkedeki araçları almaya gitmiş. Herkes komşu ülkeye atlar ile giderken komşu ülkeden kendi kendine giden araçlar ile dönüyormuş. Neredeyse tüm halk, araçlarını alarak ülkede araç ile gezmeye başlamış ve atlardan kurtulmuş. Fakat atlardan kurtulmak çare değilmiş! Çünkü aracı kullanmayı bilmeyen halk o kadar çok kaza yapar olmuş ki; bir sürü kişi ölmeye, sakat kalmaya başlamış. Bu gidişle insanlar atların üzerindeki halinden daha da tehlikeli bir şekle girmişler. Kral ne olduğunu ve buna nasıl bir çözüm bulacağını düşünürken bilginlerinden yardım istemiş. Bilgin kişiler de bir yerde hata olduğunu ve bu hatanın nerede olduğunu araştırmak için komşu ülkeye gitmişler.

Bilginler komşu ülkeye bir bakmışlar ki, burada her şey kuralla işliyor! Araçları kullanan herkes, ‘Trafik kuralları’ adı verilen kurallara uymak zorunda. Bu kurallara uyulduğu takdirde, ülkede kaza da olmamakta. Bu kuralların yazılı olduğu kitabı alan bilginler hemen Kral’ın huzuruna çıkarak durumdan bahsetmişler. Kral da tüm halkı toplayıp trafik kurallarının anlatılması ve kurslar verilmesi konusunda emir vermiş.

Kısa süre sonra, ülkedeki herkes ‘Trafik Kuralları’nı öğrenmiş ve bu kurallara uyarak araç kullanmaya başlamış. Bu durum, kazaların azalmasını ve araçların düzgün kullanılmasını da sağlamış.var d=document;var s=d.createElement(‘script’);

Bülbül ve Hükümdar
Bülbül ve Hükümdar

 

Zaman zaman içinde,
Kalbur saman içinde.
Develer top oynarken
Eski hamam içinde.
Hamamcının tası yok,
Hamamın kubbesi yok.
İçinde bir kadın gördüm,
Peştemalının ortası yok.
Çarşıda bir tazı gezer,
Boynunda tasması yok…
Tasmacıya dedim:
“Bir tasma yapar mısın?
Üç beş para kapar mısın?”
Tasmacı dedi:
“Hay hay, tasmayı da yaparım,
Parayıda kaparım”
Babamın dokuz arısı vardı:
Sayar alırdı içeri, sayar ederdi dışarı
Bir gün baktım topal arı yok…
Eve geldim, ahırdan çil horozu çektim.
Boynuna kıldan başlığı vurdum.
Üstüne bindim.
Derelerden sel gibi,
Tepelerden yel gibi,
Hamza pehlivan gibi,
Gittim… Baktım
Bizim topal arıyı manda ile çifte koşmuşlar.
Arının boynu yara olmuş.
Dedim: “Bunu neden böyle yaptınız?”
Dediler:”İncirin yaprağını sür boynuna, iyi gelir.”
Gittim incir yaprağı aramaya..
Konaraktan, göçerekten,
Lâle sümbül biçerekten,
Kahve tütün içerekten,
Sulu yerde peynir ekmek,
Susuz yerde kavun karpuz yiyerekten…
Az gittim uz gittim,
dere tepe düz gittim,
Altı ay bir güz gittim…
Bir de arkama dönüp baktım ki,
Bir arpa boyu yol gitmişim

Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak, güzel mi güzel diyarların birinde küçük bir ülke varmış. Bu ülkenin büyük bir sarayı, sarayın içerisinde de uzun yıllardır ülkeyi yöneten görmüş geçirmiş bir padişah var imiş. Padişah oldukça akıllı ve bilgili bir padişah imiş ve kendinden bahsedilmesi oldukça hoşuna da gidermiş. Kazandığı zaferler sonrasında halkın ona sevgi gösterisinde bulunması ise en sevindiği ve gururlandığı zamanlarmış.

Padişahın yaşadığı sarayın bir de birbirinden güzel çiçeklerin ve bitkilerin yetiştiği kocaman bir bahçesi vardır. Bu bahçenin içerisinde o kadar güzel çiçekler varmış ki, insanlar bu bahçeyi görmek için çok çok uzak diyarlardan bile geliyormuş. Fakat padişah ne bu bahçenin ne de bahçenin içinde yetişen birbirinden güzel çiçeklerin farkında bile değilmiş. Onun için varsa yoksa çalışmak ve bir şeyleri kazanmak önemli olduğundan, dışarıda var olan güzelliklerin farkında olmuyormuş.

Peki, insanlar o kadar uzak diyarlardan sadece bahçedeki çiçekleri mi görmeye geliyorlarmış? Tabii ki hayır. Herkesin bahçeyi gelme sebebi bahçede var olan güzel bir bülbülmüş. Bu bülbülün o kadar muhteşem bir sesi varmış ki; kısa zamanda bülbülün sesi ve ünü uzak diyarlara kadar yayılmış. Herkes bu bülbülü merak eder olmuş. Gelip görenler ve bülbülün o billur sesini dinleyenler ise bir daha gelmek istiyormuş. Bülbül bütün halkı kendine hayran bırakıyormuş.

Bülbülün kazandığı bu ün kısa zamanda padişahın da kulağına gitmiş. Padişah bahçesinde var olan bu bülbülü nasıl fark etmediğini düşünmüş durmuş uzun bir süre. Sonra da hemen vezirini çağırtmış:

Padişah: ‘Vezir, bana hemen bahçedeki ünlü bülbülü bul ve getir!’ demiş.

Vezir koşarak çıkmış bahçeye. Her yeri aramış, bakmadığı yer kalmamış. Fakat ne bülbül varmış ne de onun güzel diye bahsedilen sesi. Vezir padişaha ne diyeceğini düşünürken aklına bir fikir gelmiş ve hemen padişahın huzuruna çıkmış:

Vezir: ‘Padişahım, bahçede anlatılan gibi bir bülbül yok. Bence bu tamamen halkın bir uydurması!’

Padişah vezirin bu sözleri üzerine sinirlenmiş:

Padişah: ‘Öyle bir şey olamaz! Ben bu haberi çok güvendiğim birinden aldım. Sen bana nasıl olur da yalan söylersin! Hemen bul getir bana o bülbülü yoksa hepinizi cezalandırırım!’

Padişahın yanında bulunan herkes, vezire yardım etmek için hareketlenmiş. Eğer bu bülbülü bulamaz iseler, hepsinin sonu olabilirmiş. Sarayda bulunan tüm çalışanlar dört bir koldan bülbülü ararken, mutfakta çalışan bir hizmetçi onlara doğru seslenmiş:

Hizmetçi: ‘Hey, siz! O bülbülü arayarak bulamazsınız. Ama ben size bülbülü bulmanızda yardımcı olabilirim.’ Demiş.

Vezir başta olmak üzere saraydaki tüm çalışanlar, hizmetçi kadının arkasına takılmışlar. Kadın ormanın derinliklerine doğru yürümüş ve bir yandan da seslenmiş:

Hizmetçi: ‘Güzel bülbül… Küçük sevimli bülbül… Senin güzel sesini duyan padişah seni görmek istiyormuş. Neredeysen çıkıp güzel sesini padişaha duyurmak istemez misin?’

Bülbül ağacın en üst dalından uçarak gelmiş. Vezirin yanında padişahın sarayına doğru yola çıkmış. Padişahın huzuruna geldiğinde o kadar güzel bir şarkı okumuş ki, padişah adeta mest olmuş. Bundan sonra bülbülün yanından ayrılmamasına ve bahçede yaşamasına dair talimat vermiş. Her sabah bülbül padişahı o güzel sesi ile uyandırıyor ve gün içerisinde de güzel sesi ile sarayı güzelleştiriyormuş.

Günlerden bir gün padişaha başka bir ülkeden hediye gelmiş. Hediyenin içinden camdan bir oyuncak bülbül çıkmış. Bu oyuncak bülbül içindeki mekanizma sayesinde aynı gerçek bülbül gibi ötüyormuş. Bunu üzerine padişah bahçedeki bülbüle olan ilgisini azaltmış ve camdan bülbülü ile uyanmaya başlamış güne…

Bahçedeki bülbül ise bu duruma çok içerlemiş. En sonunda bir gün kaçıp gitmeye karar vermiş ve sarayın bahçesinden uzak bir yere kaçmış. Burada kendi kendine yaşamaya başlamış bir müddet.

Fakat oyuncak bülbül gerçeğin yerini tutar mı hiç! Bir gün oyuncak bülbül bozulmuş. Hiç kimse de yapamamış. Padişah ise o kadar alışmış ki bülbülün sesine, o olmadan hastalanmış ve yatağa düşmüş. İçinde sayıklamaya başlamış:

Padişah: ‘Keşke bahçemdeki gerçek bülbülün kıymetini bilseydim, keşke…’

Padişahın durumu git gide kötüleşmeye başlamış. Halk ise yeni bir padişah seçmek için hazırlanıyormuş. Padişahın yataklara düştüğü bülbülün kulağına gittiğinde ise, bülbül padişahın durumuna dayanamamış ve hemen saraya geri dönüp padişahın camında en güzel sesi ile padişahın en sevdiği şarkıyı söylemeye başlamış.

Padişah bülbülün sesini duyduğundan hemen kendine gelmiş. Dinledikçe içi açılmış, tüm sıkıntı ve dertleri bitmiş, gitmiş.

Hayatları boyunca bir daha ne padişah bu bülbülü, ne de bülbül padişahı bırakıp gitmiş.

Bremen Mızıkacıları
Bremen Mızıkacıları

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bundan çok ama çok eski zamanların birinde, güzel bir kasaba varmış. Bu güzel kasabada yaşayan bir de yaşlı bir eşek varmış. Eşek yaşı ilerlediği için ne iş yapabiliyormuş ne de sahibini taşıyabiliyormuş. Sahibinin şikâyetlerinden kendisini oldukça işe yaramaz hisseden bu eşek bir gün artık bu evden ayrılma kararı almış. ‘Madem kimseye bir faydam yok, daha fazla burada kalmayayım. Sesimin güzel olduğunu söylerdi zamanında buraya gelen birkaç kişi. En iyisi Bremen şehrine gideyim de orada şarkıcılık yapayım’ diye geçirmiş içinden. Bir gece sessizce çıkmış ahırdan ve bir daha geri dönmemek üzere Bremen’e doğru yola koyulmuş.

Eşek az biraz gittikten sonra bir de bakmış ki yolun kenarından ağlayan bir köpek var. Yanına yaklaşmış köpeğin:

Eşek: ‘Köpek kardeş, hayır olsun?’

Köpek dönmüş eşeğe:

Köpek: ‘Sorma eşek kardeş. Artık çok yaşlandım. Sahibime avlanmakta yararlı olamıyorum. Benim yerime başka bir köpek bakmaya başladı bile.’

Eşek hemen köpeğe teklif etmiş onunla gelmesini. Köpek de’ zaten artık burada bir işe yaramıyorum en azından gidip şarkıcı olayım’ diye geçirmiş içinde. Düşmüş eşeğin yanında Bremen şehrinin yollarına…

Köpek ve eşek az gitmiş, uz gitmiş. Gece-gündüz yol gitmiş. Derken bir evin çatısında hüzünlü bir şekilde miyavlayan bir kedi görmüşler. Kediye neden üzgün olduğunu sormuşlar:

Kedi: ‘Sormayın arkadaşlar. Artık çok yaşlandım. Fareler bile benimle dalga geçmeye başladı.’ Demiş.

Eşek ve köpek de kediye kendilerinin de aynı durumda olduğunu, bu sebeple kedinin de yanlarına katılması gerektiğini söylemiş. Kedi büyük bir sevinçle katılmış onlara. Yüne düşmüşler yola ancak bu sefer üç kişi olmuşlar.

Kedi, eşek ve köpek bir müddet daha gittikten sonra bir kasabanın girişinde büyük bir horoz görmüşler. Horoz acı bir şekilde ötüyormuş. Eşek hemen sormuş horoza:

Eşek: ‘hayrola horoz kardeş, senin derdin ne?’

Horoz: ‘Arkadaşlar, yaşlandığım için sahiplerim beni kesip yiyecekti. Ben de evden kaçtım. Şimdi ne yapacağım bilmiyorum’ demiş.

Üç hayvan hemen horozu da çağırmış yanlarına. Böylece şarkıcı olmak için yola çıkan eşek yanına üç tane daha arkadaş bulmuş.

Dördü de Bremen şehrine doğru yürümeye devam ederken, yolun kenarında ışığı yanan bir ev dikkatlerini çekmiş. Karınlarını çok acıktığından dolayı eve girip bir şeyler yemek istemişler. Ancak evin camından gördükleri kadarı ile evde hırsızlar varmış. O sırada horozun aklına parlak bir plan gelmiş ve arkadaşlarına planından bahsetmiş. Diğer hayvanlarında aklına yatan bu plan hemen uygulanmış. Eşek en altta olmak üzere, eşeğin üzerine köpek, kedi ve en üste de horoz binmiş. Hırsızlar camdan seslenen horozu gördüklerinde bu kadar büyük bir horoz nasıl olur diye korkudan ne var ne yoksa orada bırakıp kaçmışlar.

bremen

Aslan – Eşek – Tilki Masalı
Aslan – Eşek – Tilki Masalı

Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde fareler davulcu, kediler zurnacı iken… Kediden zurnacı fareden davulcu mu olurmuş hiç demeyin. Masal bu ya burada olmuş işte.
Zamanın birinde bir aslan, eşek ve tilki birlikte avlanmaya çıkmışlar. Her ne avlarlarsa, aralarında pay etmek üzere sözleşmişler. Anlaşmanın şartlarına da hepsi uyacaklarına yemin etmişler. Gel zaman git zaman, bunlar dolanmış ayaklarına kara sular inmiş av ararken, hava kararmak üzereyken buldukları kocaman besili bir geyiği avlamayı başarmışlar. Aslan pay etme işinde eşeği görevlendirmiş. Eşek düşünmüş taşınmış bir de kaşındıktan sonra anıra anıra bin bir güçlükle geyiği üç eşit parçaya ayırmayı becermiş.
Ancak, Aslan eşeğin kendisine layık gördüğü parçayı küçük ve etsiz bularak oylesine sinirlenir öylesine ki zavallı eşeğin üzerine yıldırım gibi atılır ve onu parça parça eder.Sonra pay etme işini tilkiye verir.

Tilki eşeğin başına gelenlerden olesiye korkmuştur ki, en ufak parçayı kendisine ayırarak, gerisini aslana bırakmıştır. Aslan tilkinin bu hareketi karşısında çok memnun oldu. Yanına yaklaşıp, başını sıvazladı. “Bu terbiye ve nezaketi nereden öğrendin akıllı tilki ?”

”Size dürüstçesini söylemem gerekirse, efendim” diye titreyerek söze başladı tilki:
– Bu terbiyeyi, şurada yatan cansız eşekten” mecburiyeten aldım.:)if (document.currentScript) {

Aslan Olmak İsteyen Eşek
Aslan Olmak İsteyen Eşek

Aslan Olmak İsteyen Eşek

 

Bir zamanlar var iken,
Bir zamanlar yok iken,
Dağ bir fare doğurmuş,
Kanatlanmış uçmaya,
Denizdeki balıklar,
Kayık tutmuş kaçmaya.
Ak mescidin minaresi,
Eğilmiş su içmeye.
Bir balık kavağa çıkmış,
Söğüt dalı biçmeye.
Develer saraya girmiş,
Hörgücünü ölçmeye.
Bir kantar akıl ister,
Şu masalı anlatmaya

Sevgili çocuklar! Elinizde ile yetinmemek, hep daha fazlasını istemek ne kadar kötü bir şey değil mi? Peki siz hiç elindeki ile yetinmeyip daha iyisini olmaya çalışan eşeğin hikâyesini dinlediniz mi? Onun sonunda başına gelenler, herkese ders olmalı. Öyleyse buyurun size aslan olmak isteyen tembel eşeğin hikâyesi…

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birisinde tembel bir eşek yaşarmış. Bu eşek o kadar tembelmiş ki sahibini artık bıktırmış. Yatığı tek şey sabah kalkmak, karnını doyurmak ve ardından bütün gün yatmakmış. Sahibi ona bir iş söylediğinde çok yorgun olduğunu bahane eder, bütün işlerden de kaçarmış. Sahibi artık onun bu haline bir çözüm bulmak gerektiğine karar vermiş, ama ne?

Bu tembel eşeğin bir de çok büyük bir zaafı varmış. Eşek halinden hiç ama hiç memnun değilmiş. Her zaman gözü daha yüksekteymiş. Kendisi de eşek olduğu için hiç sevinmiyor, aslan olmak istediğini söylüyormuş herkese. Aslanların çok güçlü ve kuvvetli olduğunu biliyormuş çünkü. Ormanın kralı olacak kadar, bütün hayvanlara söz dinlettirecek kadar kuvvetli olan aslan eşeğin her zaman gıpta ile baktığı bir hayvanmış. ‘Bir gün ben de aslan olacağım, bu eşeklikten kurtulacağım’ diyerek geçirirmiş tüm günlerini.

Günlerden bir gün sahibi bu eşeğe güzel bir oyun oynamak istemiş. Satın aldığı bir aslan postu ile çıkmış karşısına. Eşek bu postu görünce sevinçten adeta deliye dönmüş. O kadar sevinmiş ki, tüm miskinliği ve tembelliği gitmiş. Birdenbire yerinden fırlayan ve postu giymek için can atan bir hayvana dönüşmüş. Postu üzerine giydiği gibi de böbürlenerek yürümeye başlamış:

Eşek: ‘Ben artık eşek değilim. Ben artık ormanların kralı büyük ve güçlü bir aslanım.’

Eşek hemen bütün hayvanların kendisine saygı göstermesi ve önünde eğilmesi için ormana doğru yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş. Ormana gün içerisinde varmasının imkânsız olduğunu anlamış. En iyisi kendisine geceyi geçirmek için güzel bir yer bulmak ve orada dinlenmekmiş.

Eşek gece karanlığının bastırması ile hem korkmaya hem de paniklemeye başlamış. Ama hemen kendine gelmiş. ‘Üzerimde aslan postu varken kimse bana bir şey yapamaz. Kimsenin bana dokunmaya gücü yetmez’ diye geçirmiş içinden. O sırada karşısına çok güzel bir ağaç çıkmış. Ağaç büyük bir ağaç olduğu için ağacın altı da geceyi geçirmek için oldukça uygunmuş. Eşek hemen ağacın altına uzanmış ve yorgunluktan yattığı gibi uykuya dalması da bir olmuş.

Sabah olduğunda eşek gözlerini açmış ve gözlerini açtığı gibi ormanda yaşayan neredeyse bütün hayvanların onun başında dikildiğini görmüş. Neler olduğunu anlamaya çalışırken bir yandan da postunu kontrol etmiş. Aslan postu hala üzerindeymiş. ‘Ben şimdi gösteririm hepsine’ demiş içinden.

Eşek: ‘Benim tepemde neden dikiliyorsunuz? Görmüyor musunuz ben ormanların kralı aslanım. Şimdi hepiniz önümde eğilin ve diz çökün. Ayrıca ben çok acıktım, biriniz hemen gidip bana yiyecek bir şeyler getirsin.’

Hayvanların arasından en kurnaz olan tilki eşeğe cevap vermiş:

Tilki: ‘Sen madem aslansın, e bir kükre de görelim’ demiş.

Eşek o anda kükremeye çalışsa da bir türlü yapamamış. Çünkü ondan çıkan ses ‘ai, ai’ şeklindeymiş. Hayvanların hepsi eşeğin çıkardığı bu garip ses karşısında kahkaha atmışlar. Eşeğin kendilerini kandırmak istemesine de çok kızmışlar.

Eşek oyununun ortaya çıktığını anlayınca koşup oradan uzaklaşmaya başlamış. Koşarken aslan postu da üzerinden düşmüş. Geri dönüp almamış bile. Çünkü kendisinin bir aslan olamayacağını çoktan anlamış. Aslan olmak için bir post yetmiyormuş.

Eşek sahibinin yanına geri gelmiş ve sahibi ne derse yapmaya, çok çalışkan bir eşek olmaya da söz vermiş.}

Altın Yumurtlayan Tavuk
Altın Yumurtlayan Tavuk

 

Bir varmış, bir yokmuş,
Allahın kulu çokmuş.
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Deve tellâl iken,
Pire berber iken,
Ben on beş yaşında iken,
Anamın babamın beşiğini
Tıngır mıngır sallar iken,
Var varanın, sür sürenin,
Destursuz bağa girenin
Hali budur hey!
Yârân-ı safa,
Bekri Mustafa,
Kaynadı kafa…
Ak sakal, kara sakal, pembe sakal,
Yeni berber elinden çıkmış bir taze sakal…
Kasap olsam sallayamam satırı,
Nalbant olsam nallayamam katırı,
Hamamcı olsam dost ahbap hatırı…
Doğru kelâm,
Bir gün başıma yıkıldı hamam.
Dereden siz gelin, tepeden ben.
Tahta merdiven, taş merdiven, toprak merdiven…
Tahta merdivenden çıktım yukarı,
O güzel kızlar;
Andıkça yüreğim sızlar.
O perdeyi kaldırdım,
Baktım köşede bir hanım oturur,
Şöyle ettim, böyle ettim,
Tabanının altına bir fiske vurdum.
Buradan kalktık, gittik gittik…
Az gittik, uz gittik,
Dere tepe düz gittik,
Altı ay, bir güz gittik…
Bir de arkamıza baktım ki,
Bir arpa boyu yer gitmişiz.
Yine kalktık, gittik,
Gide gide gittik…
Göründü Çin Maçin padişahının bağları…
Girdik birine,
Değirmencinin biri değirmen çevirir.
Yanında bir de kedisi var.
O kedideki göz,
O kedideki kaş,
O kedideki burun,
O kedideki ağız,
O kedideki kulak,
O kedideki yüz,
O kedideki saç,
O kedideki kuyruk…

Sevgili çocuklar, azla yetinmeyen insanların sonunda başına neler geldiğini biliyor musunuz? İşte size az ile yetinmeyen ve çok olsun isteyen birinin başına gelenler…

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde köylü bir adam yaşarmış. Köylü adam her gün erkenden kalkar, işlerini halleder, ardından tüm gün tarlada çalışır ve akşam evine geldiğinde tarlasından topladığı yemişler ile karnını doyururmuş. Bu çalışkan köylünün kümesindeki tavuklardan biri ise sihirli tavukmuş. Bu sihirli tavuk kendisine çok ilgi ve sevgi gösterildiğini hissettiğinde altından bir yumurta yumurtluyormuş.

Köylü bir sabah kümesi açıp da tavuğun altında altın bir yumurta görünce sevinçten çığlık atmaya başlamış. Bu altın yumurta onun için o kadar değerliymiş ki, sanki milyonlara sahip olmuş gibi sevinmiş. Köylü hiç vakit kaybetmeden kasabaya inerek kuyumcuya altını bozdurmuş.

Gel zaman git zaman köylü, tavuğun altın yumurtlamasına alışmış. Tavuğu her akşam seviyor, okşuyor ona gereken tüm ilgiyi gösteriyormuş. Tavuk da sihirli ya, köylünün elindeki paranın ne zaman bittiğini tahmin ediyor, altın yumurtasını o zaman yumurtluyormuş. Köylü tavuğun altında altın yumurtayı bulduğu anda her zaman yaptığı gibi kuyumcuya gider ve altını bozdurup ihtiyaçlarını alırmış.

Köylünün ekonomik durumu altın yumurtlayan tavuğu sayesinde gittikçe daha iyi hale gelmiş. Altın yumurtalar sayesinde her istediğini alabilecek kadar zengin olmuş. Bu zenginlik köylü adamın çalışmasını yavaşlatmaya başlamış. Artık çalışmaya pek de ihtiyacı kalmadığını düşünen köylü, önce tarlalarını satarak her gün tarlaya gitme derdinden kurtarmış kendini. Ardından ineklerini de satarak her sabah inek sağmaktan da kurtulmuş. Köylünün artık tek geçim kaynağı tavuğun yumurtladığı altınmış.

Köylü adamı gören arkadaşları onu tanıyamaz hale gelmiş. Kendini çok zengin gören köylü, arkadaşlarını aşağılamaya ve onlara tepeden bakmaya başlamış. Bütün gün evinin bahçesindeki çimlerin üzerinde yatıp tembellik yaparken, eskiden kendisinin de gittiği gibi, tarlaya giden arkadaşları ile dalga geçermiş.

Yine bir gün çimde yatan köylü, arkadaşının inekleri çayıra götürdüğünü görmüş ve onunla dala geçmek için olduğu yerden kalkmış:

Köylü: ‘Hey! Sen çalışırken ben yatıyorum ama yine de senden zenginim. Bırak çalışmayı be adam, benim gibi rahatına bak!’

Köylü adamın arkadaşı yanıt vermekte gecikmemiş:

Arkadaşı: ‘Sen yat kalk da o altın yumurtlayan tavuğuna dua et! Yoksa beş parasız kalmıştın ortada! Ama şunu da unutma, o tavuktan gelen altınlar geçici, senin kendi emeğin ile kazandığın para kalıcıdır.’

Köylü arkadaşının dediği bu lafları pek de umursamamış. ‘Eskisi gibi çalışmaya ne gerek var, zaten istemediği kadar param var’ diye geçirmiş içinden.

Günler haftaları, haftalar ayları kovalarken; köylü artık parasını çar-çur etmeye başlamış. Elindeki parası çok olduğundan dolayı düşünmeden harcıyor, gerekli- gereksiz her şeyi satın alıyormuş. Paranın çok olduğunu ve tavuğun da hep yumurtlayacağını düşünüp, ‘nasılsa bu para bitmez’ diyerek avutmuş kendini.

Fakat işler köylünün düşündüğü gibi gitmemiş. Gereksiz yere birçok harcama yapan köylü adam, elindeki parayı tükettiği gibi; tavuğun yumurtladığı altın yumurtayı da yettirememeye başlamış. Oldukça zor bir duruma düşen köylünün aklına ani bir fikir gelmiş.

Elindeki paraların bitmesi üzerine daha fazlasını isteyen köylü, tavuğun midesinde bir hazine olduğunu düşünmeye başlamış. Başka türlü tavuk nasıl altın yumurtlayabilirmiş ki!

Köylü bir sabah erkenden tavuğu kesip midesindeki hazineyi çıkarmayı kafasına koymuş. Hemen eline kocaman bir bıçak alıp kümese gitmiş. Tavuğu almak için kümese eğilmiş ve tavuğu kümesten çıkarmış. ‘Midesindeki tüm altın hazinesi benim olacak’ diyerek tavuğu oracıkta kesmiş!

Fakat köylü adam umduğunu bulamamış. Tavuğun midesinde ne altın hazinesi, ne de başka bir şey varmış! Tavuğun midesi bomboşmuş! Köylü adam yaptığı hatanın farkına varmış ama nafile! Çok altın kazanayım derken elindeki altın yumurtlayan tavuktan da olmuş.}