Arda’nın İlk Aşkı
Büyük bir aşk ile evlenen Arda ile Emel, küçük yuvalarında çok mutluymuş. Bir gün Arda işte iken Emel eşinin çalışma odasını temizlemeye başlamış. Bu sırada evrakların arasında minik yeşil bir ajanda bulmuş Emel. Çok merak eden Emel ne olduğunu öğrenmek için ajandayı açmış ve okumuş. Ajanda da eşi Arda’nın yaşadığı bir aşkına karşılık yazdığı şiirleri bulmuş. Eşi akşam eve geldiğinde ilk işi şaka ile karışık;
“Söyle bakalım Arda Bey, kim bu kadın.” demek olmuş.
Arda, Emel’in elindeki ajandayı görmediği için ilk başta anlayamamış sonrasında ize yüzünde tatlı bir gülümseme ile başlamış anlatmaya.
O kadın benim ilk aşkım, canım öğretmenim, Meliha. İlk okul birinci sınıftaydım ve okula hiç gitmek istemezdim. Her gün okula gitmemek için türlü bahaneler ile annemin karşısına geçerdim. Ta ki öğretmenime aşık olana kadar. Nasıl aşık olmayayım ki? Ne sorsam biliyor, ne zaman bir arkadaşım ile kavga etsem barıştırıyor, bir derdim olsa hemen ilgileniyordu. Ona aşık olduğumu ilk annem fark etti. Artık her gün okula gitmek için erkenden kalkıp hazırlanıyor okuldan gelir gelmez derslerime başlıyordum. Bir gece annem ve babam uyuduktan sonra gizlice evden çıkmıştım. Hiç unutmam, bir hafta boyunca aç kalıp biriktirdiğim paralarım ile öğretmenimin en sevdiği çiçekler olan pembe kasımpatılardan almıştım. Anne ve babamdan gizleyip odaya saklamış gece de öğretmenimin evinin önüne bırakmıştım. Annem geceleri beni sürekli kontrol ederdi. Beni yatağımda göremeyince mahalleyi ayağa kaldırmış ve beni görünce çok kızmıştı. Öğretmenim hemen annemin yanına gelip bir şeyler söylemiş, annem o zaman daha yumuşayarak beni yanağımdan öpmüştü.
Ertesi gün akşam yemeği sonrasında anne ve babam neler olduğunu öğrenmek için benimle konuşmuş öğretmenime aşık olmadığımı sadece çok sevdiğim için öyle sandığımı söylemişlerdi. Onlara o zaman bu ajandayı göstermiş öğretmenim için yazdığım şiirleri okumuştum. Meliha Hocam annemlerin dediğine göre şu yakındaki huzur evindeymiş, ziyaret etsek mi ne dersin?
Emel, eşinin bu isteğine çok sevinmiş ve hemen o hafta sonu Meliha Hoca’yı ziyarete gitmişler. Meliha Hoca Arda’ya defterlerin arasından kurumuş bir demet kasımpatı çıkarıp “Bunu hatırlıyor musun?” diye sormuş. Arda yıllar önce öğretmeninin evinin önüne bıraktığı kasımpatıları sakladığını görünce çok duygusallaşmış. Her zaman öğretmeninin yanına gideceğine söz vermiş. O günden sonra her bayramda haftasonunda Arda ve Emel Meliha Hıca’yı ziyarete gitmiş. Mutlu ve eğlenceli günler yaşamış kendilerine çok şey katan öğretmenlerini hiç yanlız bırakmamışlar.}
ÇARESİZ HIRSIZ
Eşref Ağa bir türlü küreğini yerinde bulamamış. “Hanım, hanım benim kürek nerede gördün mü?” diye eşine seslenmiş.
Eşi; “Her zamanki yerindedir Bey, daha dün oradaydı.”
“Yok hanım, yok. Ne yerinde ne de yakınında değil.”
“O zaman çocuklar almıştır. Salih, Yusuf, Ece gelin biraz yanıma çocuklar.”
Boy boy 3 tane çocuk annelerinin yanına koşarak gelmiş ve “Buyur anne, ne oldu?” diye sormuş. Anneleri;
“Dün ya da bugün oyun oynarken hiç kürekle oynadığınız mı?”
“Hayır anne.”
“Peki hiç gördünüz mü?”
“Görmedik anne.”
Anneleri kendi kendine konuşmaya başlamış. “O zaman nerede bu kürek, kimse gelmedi ki eve elıp gitsin.”
Çocukların en büyüğü olan Yusuf annesinin yanına gelip “Bir terslik mi var anneciğim.” diye sormuş.
“Babanızın küreği kayıp oğlum ama çiftliğimize bizden başka kimse gelmedi, nereye gitmiş olabilir.”
“Hırsız girmiştir anneciğim.”
Bahçenin diğer kenarında çiçekler ile uğraşan babası hırsız lafını duyunca, söze karışmış.
“Hiç öyle şey olur mı? Ne hırsızı? Küçük bir yer burası.” demiş.
“Evet küçük bir yer ancak bunun başka açıklaması yok babacığım. Birisi hem de tandığımız birisi bizim küreğimizi çalmış. Köyden biri olmalı ki köpekler ona bağırmamış. Hemen bu gece nöbete başlıyorum.”
Yusuf’un sözleri hem annesine hem de babasına mantıklı gelmiş ve gece nöbet tutmasına izin vermişler. Yusuf gece her yeri rahatlıkla görebileceği bir yere saklanmış. Aradan çok geçmeden bir gölge bahçeye girmiş ve bir şeyler aramaya başlamış. En son kenardaki gümüş tabağı almış. Tam gidecekken Yusuf karşısına çıkmış. Bahçeye giren hırsız yan komşuları olan Avni amcaymış. Avni Amca Yusuf’u görünce şaşırmış ve gözleri dolarak bahçeden uzaklaşmış.
Yusuf ertesi gün ailesine bir şey söylemeden doğruca komşularına gitmiş. Kapıyı en yakın arkadaşlarından olan Mehmet açmış. “Baban nerede Mehmet?” diye sormuş Yusuf.
“Şehire gitti.”
“Neden?”
“Bir gümüş tabak emanete verecek.”
Yusuf bu söze çok sinirlenmiş tam senin baban hırsız diyecekken son bir soru sormak gelmiş aklına.
“Ne yapacak o paralarla?”
“Anneme ilaç alacak.”
“Annene mi? İlaç mı?”
“Evet Yusuf, gelsene içeri annem çok hasta.”
Yusuf Mehmet’in dinleyip içeri girmiş. Yatakta halsiz yatan Emine teyzeyi görmüş.
“Babam bir yerden ödünç aldığı kürek ile anneme ilaç getirdi. Annem az iyi oldu ama şimdi daha fazla ilaç getirmesi lazım. Yoksa ölecek annem. Gümüş tabak ile daha fazla ilaç getirecek ve annem iyileşecek.” demiş.
Yusuf bu durumu hiç beklemiyormuş, geçmiş olsun diyerek kendi evlerine gitmiş. Çok üzülen Yusuf durumu ailesine anlatmamış. Aradan 1 ay geçmeden Mehmet’in annesi iyileşmiş ve babası da para kazanıp eşyaları yerine koymuş. Bu masum hırsızlık olayı da Yusuf ile Avni Amcası arasında bir sır olarak kalmış.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Küçük Kurdun İntikamı
Baba koç o gün çok sinirliydi. Çoban Efe bunu görünce dayanamayıp sormuş, “Hayırdır baba koç, ne oldu, neden bu kadar sinirlisin.” Baba koç çobanın yanına oturarak “Nasıl sinirli olmayayım. Dereye su içmeye indiğimde küçük bir kurt yavrusu gördüm. Tam yakaladım öldürecektim, beni oyalayıp birden kaçtı. O biraz büyüdüğünde benim karıma, çocuklarıma, torunlarıma saldırabilirdi oysa.” Çoban koçun üzüntüsünü insan olduğu için tam olarak anlayamasa da onu teselli etmeye çalışmış.
Bu olayın üzerinden iki yıl geçmiş. Son 1 yıldır etrafta nam salan kızıl başlı kurt ve sürüsü, çevrede neredeyse hiç koyun sürüsü bırakmamış. Çoban kızıl kurtun korkusundan dışarı çıkmak istemeyen sürüsünü zorla 1 2 saatliğine dışarı çıkarmış. “Korkmayın, köpeklerimiz bizi korur. Sürekli ağılda kalamazsınız açlıktan öleceksiniz.” demiş. Hayvanlar önce biraz ürkse de alışıp otlamaya başlamış. Tam bu sırada kızıl kurt ve ordusu saldırmak için hazırmış. Kızıl kurt, “Civardaki son sürü bu. Şimdi inip onları da talan edeceğiz. Ancak sadece baba koçu bırakın bana. Beni küçükken koavalyıp korkutmuştu, şimdi de o korksun bakalım.” demiş.
Kurt sürüsü hep birlikte ilk önce çoban köpeklerine saldırmış. Biraz direnen köpekler, sayıları fazla olan kurtlara yenik düşmüş. Köpekleri geçen kurtlar koçlara, koyunlara ve en son olarak da kuzulara girişmişler. Ne kadar karşı koymaya çalışsalar da koyunlar başarılı olamamış ve yenik düşmüşler. Etraftaki tüm köpek, koç, koyun ve kuzular öldürülmüş. Bir tek baba koç hariç… Kızıl kurt dağlardan inmiş ve baba koçun yanına gelmiş. “Hey gidi günler hey…” demiş. Koç kurdu tanımış.
“Hatırlıyor musun ihtiyar, bundan tam 2 yıl önceydi yine karşılaşmıştık. Yine birimiz titriyordu korkudan diğerimiz gülüyordu. Ama şimdi işler biraz değişti, bu sefer gülen sen değil, benim.” Baba koç 2 yıl öce elinden kaçırdığı kurdun intikam için yöredeki tüm sürüleri yok etmesine çok şaşırmış. Ve tabi kendisini öldürmemesine de.
“Ben 2 yıl önce kendi aklımla elinden kurtuldum. Sende şimdi aklını kullanabilirsen kurtulabilirsin elimizden. Seninle teke tek savaşacağım, eğer beni yenersen ordum sana bir şey yapmayacak.”
Baba koçun bunu kabul etmektan başka çaresi yoktu. Bacakları korkudan ve yorgunluktan titrese de kurda sonuna kadar direnmiş. Kurdun güçlü dişlerinden aldığı darbeler öldürücü değilmiş daha ancak çok can yakıcıymış. Birden aklına kurtların narin mideleri ve kendilerinin güçlü boynukları gelmiş. Tüm gücü ile kurdun midesine bir darbe vurmuş ve kurt cansız bir şekilde yere yığılmış. Komutanlarının yerde ölü yattığını gören diğer kurtlar korkudan dağa kaçmış ve baba koç hayatta kalmış. Olan biteni ağaç üzerinden izleyen çoban, “Hey gidi eski dostum, hey. Sen neymişsin ya.” demiş ve koçu sırtına alarak köye doğru yol almış.
Prenses ile Sütçü Kız Masalı
Sevgi o gün erkenden uyanmıştı. Çok heyecanlı ve bir o kadar da sevinçliydi. Nasıl heyecanlı olmasın ki. Kendisini bildiğinden beri odasının camından baktığında uzakta gördüğü saraya bugün girecek, nasıl bir yer olduğunu öğrenecekti. Sevgi koşar adımlar ile mutfağa kahvaltıya gitti. Annesine yemek için yardım etti ve hep birlikte sevinç içinde yemeklerini yediler. Kahvaltıdan sonra babası ile birlikte sütleri saraya götürmek için yola koyuldular.
Sevgi’nin babası saray sütçülerinden biriydi. Her sabah sağdığı sütleri saraya götürür, geçimini bundan sağlardı. Sevgi, 10 yaşına geldiği için artık saraya babası ile gelebiliyordu. Saray kapısından avluya geçer geçmez, Sevgi hayretler içinde kaldı. “Ne kadarda büyük.” dedi. Babası saray görevlilerinden bir kadına rica ederek Sevgi’yi sarayda gezidrmesini rica etti. Sevgi kadın ile birlikte saraya girdiğinde gözleri kamaştı. Çok parlak ve büyük taşlar ile süslenmiş saray koridorlarında gezmeye başladı. Bu sırada Sevgi ile aynı yaşta olan Prenses Zeynep’te nedimeleri ile birlikte saray koridrounda geziyordu. Sevgi’yi görünce yanına yaklaştı ve ona bakarak. “E, kalfa bu misafrimiz kim?” ” Sütçünün kızıymış efendim, sarayı merak etmiş bende gezdiriyorum.”
Zeynep Sevgi’ye yaklaşarak elini uzatmış. “Merhaba ben Zeynep, sarayımıza hoşgeldiniz, nasıl beğendiniz mi?”
Sevgi, kendi yaşıtı güzeller güzeli prensesi çok sevmiş. “Evet çok beğendim efendim, çok büyük ve parlak bir eviniz var. Benim evimde güzel ama sizin ki daha çok daha büyük.” demiş.
Prenses Zeynep de Sevgi’yi çok sevmiş ve kendisini odasına davet etmiş. İki kız prensesin odasında uzun süre muhabbet edip dertleşmişler. Öğlen yemeği vakti Prenses Zeynep babası ile yemek yemek için Sevgi’nin yanından ayrılmış ve ertesi gün buluşmak için sözlemişmler. Sevgi buna çok sevinip babasına her şeyi anlatmış.
Bu sırada öğle yemeğinin sonuna gelen kral ve kızı sohbet ediyormuş. Kral kızına kendisinin bir prenses olduğunu ve köylü kızları ile arkadaşlık etmemesi gerektiğini söylemiş. Zeynep buna çok üzülmüş ama babasına da karşı gelememiş. Ertesi gün Sevgi avluda prensesi beklemiş ama Zeynep gelmemiş. Sevgi de buna çok üzülmüş ve bir daha saraya uğramamış.
Prenses Zeynep, Sevgi’yi çok özlemiş ve günden güne hastalamış. Babası kızının bu haline dayanamayıp Sevgi’yi saraya kabul etmiş. Zeynep Sevgi’nin sesini duyunca hastalığından eser kalmamış ve iki kız hayatları boyunca arkadaş olarak kalmışlar.
Avcı Ali
Her attığını vuran usta bir avcı olan Ali o gün de tüfeğini kaptığı gibi ormana gitmişti. Acaba bu gün ne avlasam diye düşünürken gözüne hızlıca koşan bir tavşan ilişti. Akşam yemeği için tavşan yahnisi de çok güzel olur diye düşünerek tüfeğini tavşana doğru yöneltti. Yıllardır hep aynı silahı kullanır ve attığını da mutlaka vururdu. Bu eski tüfek nesilden nesile geçen bir aile yadigarıydı. Her attığını vurmasını sağladığı için avcı Ali bu tüfeği çok severdi. Fakat tüfek yıllardır can almaktan yorolmuştu. Hiç kimseye zararı olmayan masum hayvanları öldürmek istemiyordu. Her gece Ali’nin başka bir tüfek alması ve artık kendisini ava götürmemesi için dua ediyordu. Ama işte yine Ali kurşunu doldurmuş bir tavşanı hedef alıyordu. Bu tavşan kim bilir niçin koşuşturup duruyordu. Belki evinde bekleyen yavruları içindi bu koşuşturmacası. Yaşlı tüfeğin gözünün önüne birden öksüz kalan minik tavşan yavruları geldi ve gözleri doldu. Hayır bu tavşanı vurmayacaktı, ona kurşun sıkılmasına engel olmalıydı. Hemen kararını verdi ve avcı Ali tam tetiği çekecekken kendini geri teptirdi. Kurşun namludan çıkmıştı ama tüfek sabit durmadığı için boşluğa gitmişti. Silah sesini duyan tavşan hemen durumu anlamış ve çalıların arasına saklanıp canını kurtarmıştı. Bu duruma çok sinirlenen avcı, bu tüfek artık iş görmüyor diyerek onu çalıların arasına atıp gitti. Yaşlı tüfek orada öylece bir başına kalmıştı. Tüm bu olanları çalıların arkasından gören bir sincap bu durumu ormandaki tüm hayvanlara tek tek anlattı. Ormandaki hayvanlarda bu davranışı nedeniyle tüfeğe teşekkür ettiler ve ona kendileriyle yaşamasını teklif ettiler. Yaşlı tüfek bu teklifi kabul etti ve ormandaki tüm hayvanlar tarafından sevilen bir dost oldu. Yaptığı iyiliğin karşılığında hayatının geri kalanını yemyeşil bir ormanda güzel canlıların arasında geçirdi.
Tilkinin Kurnazlığı
Yeşil Orman’ın kralı aslan, bir gün sarayında davet vermek istemiş. Yeni sarayını tüm hayvanlara gösterip fikirlerini alma düşüncesindeymiş. Davete ilk olarak gergedan gelmiş. Aslan sarayının kokusunu beğenmemiş, “Off bu ne koku böyle, ben böyle bir saray görmedim, bir dakika bile kalamam burada.” demiş. Aslan bu sözlere çok kızmış ve anında gergedanın başını vurdurmuş.
Gergedanın başına gelenleri gören şebek saraya girer girmez, “Ohh mis gibi, çok güzel kokuyor sarayınız kralım, çok da şahane.” demiş. Aslan kral, şebeğin bu sözlerini çok abartılı ve yalan olarak nitelendirmiş ve onunda başını vurdurmuş. Olan biten her şeyi uzaktan izleyen ve kurnazlığı ile bilinen tilki, aslanın sarayına girer girmez ses etmeden aslanı selamlamış ve yerine oturmuş. Aslan bir süre sonra tilkinin görüşünü merak etmiş.
” Eee tilki sarayım nasıl?”
” Güzel kralım.”
” Peki ya kokusu.”
” Kokusu mu? Ben bu konuda bir şey söyleyemeyeceğim kralım, 1 haftadır nezleyim ve bundan dolayı koku alamıyorum.” demiş.
Aslan bu söz üzerine tilkinin ne kadar kurnaz olduğunu düşünmüş ve canını bağışlamış. O günden sonra da tüm tilkiler kurnazlıkları ile anılmaya başlamış.d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
KÜÇÜK ÇOCUKTAN DÜRÜSTLÜK DERSİ!
Bir varmış bir yokmuş… Bundan asırlar önce, insanların ilim-irfan öğrenmek için çok çalıştıkları ve tüm güçlüklere göğüs gerdikleri zamanlarmış. Çocuklar daha küçük yaşlarda ailelerinin yanından ve köylerinden ayrılmak zorunda kalırlarmış. Yıllarca köyden ve aileden uzak, gurbette yaşarlarmış.
Bu zamanların birinde, küçük bir kasabada akıllı mı akıllı, bilgili mi bilgili bir çocuk yaşarmış. Bu çocuğun adı Ahmet’miş ve Ahmet küçük yaşından itibaren ilime çok meraklı bir çocukmuş. Daha küçük yaşta içine düşen öğrenme merakına engel olamayan Ahmet, dayanamamış ve uzak diyarlara gitme kararından bir gün annesine bahsetmiş:
Ahmet: ‘Anne, ben ilim öğrenmek için ilimlerin diyarı, âlimlerin şehri olan Bağdat’a gitmek istiyorum. Bana izin ver gideyim, içime düşen öğrenme aşkını bir nebze de olsa dindireyim.’
Annesinin gözleri dolsa da çocuğunun içindeki öğrenme aşkına engel olmak istememiş:
Anne: ‘Senden gurbette yaşamaya gönlüm hiç razı değil oğul! Ancak bilirim senin içindeki öğrenme aşkını. Varsın Allah seni korusun, git dindir içindeki öğrenme aşkını. Ama benden sana bir nasihat: sakın ama sakın yalan söyleme. Bana söz ver!’
Ahmet ne olursa olsun, ne kadar zor durumda kalırsa kalsın yalan söylemeyeceğine dair annesine söz vermiş. Anası da küçük yaştaki çocuğunu güzelce hazırlamış, eşyalarını bohçaya bağlamış. Son olarak da evdeki kırk adet altını çocuğunun yanına koymuş:
Anne: ‘Ahmet, bak oğlum! Hırkanın içine bir kese içerisinde kırk adet altın koydum. Onlar senin zor zamanda harcayacağın paran.’
Ahmet annesine teşekkür etmiş. Elini öperek helallik istemiş ve kervanla birlikte Bağdat’a karşı yola koyulmuş.
Kervan Bağdat’a giderken, yolda eşkıyalar kervanın yolunu kesmiş. Acıması olmayan bu eşkıyalar kervandakilerin malını, altınını, her şeyini almış. Eşkıyalardan biri en son Ahmet’in yanına gelmiş. Üstünden başından bu çocuğun çok fakir olduğunu anlayan eşkıya dalga geçmek amaçlı sormuş küçük çocuğa:
Eşkıya: ‘Söyle bakalım küçük çocuk, senin üzerinde ne gibi kıymetli eşyalar var?’
Ahmet eşkıyaya hiç düşünmeden cevap vermiş:
Ahmet: ‘Kırk tane altınım var.’
Eşkıya şaşırmış. Küçük çocuğun lafına bir de kocaman kahkaha atmış:
Eşkıya: ‘Sen de ne arar kırk altın!’
Ahmet diğer eşkıyalar da başına gelince onlara da aynı cevabı vermiş. Son olarak eşkıyaların başı yaklaşmış Ahmet’in yanına:
Baş eşkıya: ‘Nerede peki bu kırk altın?’
Ahmet hırkasının içindeki keseyi göstermiş. Eşkıyalar hemen sökmüşler keseyi hırkadan. Bakmışlar ki gerçek! Küçük çocuğun kırk tane altını var gerçekten. Baş eşkıya çok şaşırmış:
Eşkıya : ‘Sen neden altının olduğunu bize söyledin? Neden saklamadın?’
Ahmet: ‘Ben yola çıkmadan anneme söz verdim. Ne olursa olsun, ne kadar zor durumda kalarsam kalayım yalan söylemeyeceğim dedi. Bu sebeple üzerimde olan altınları size söylemek zorunda kaldım. Anneme verdiğim sözden kırk altın için döneceğimi mi sandınız?’
Eşkıyaların hepsi küçük çocuğun bu sözlerine şaşırmış kalmış. Hepsi derin düşüncelere dalmış. En sonunda baş eşkıya konuşmuş:
Baş Eşkıya: ‘Bu küçük çocuğa helal olsun! Verdiği sözden dönmeyen adam gibi adam olacak bu çocuk! YA biz? Kaç kere tövbe ettik ama yine de Allah’ın onaylamadığı, günah dediği işleri yapar olduk. Ne sözümüzü tutabildik, ne de tövbemizi! Bundan böyle bu çocuk benim miladımdır. Yaptığımız bütün kötü işlere ve insanların eşyalarına el koymaya tövbe! Bir daha böyle işlere ne bulaşacağız ne de yapacağız!’
Diğer eşkıyalar da baş eşkıyanın sözünden çıkmadıkları için hep bir ağızdan tekrar etmişler:
‘Sen hangi yolda yürürsen biz de seninleyiz. Hepimiz yaptıklarımızdan bin pişmanız. Tövbeler olsun tüm yaptıklarımıza!’
Küçük çocuk yaptığı dürüst hareketle ve yalan söylememesi ile eşkıyaların doğru insan olmasına sebep olmuş. Küçük çocuk aynı zamanda ilim-irfan sahibi olup büyük bir alim de olmuş.
Sevgili çocuklar! Siz hiç tek kanatlının masalını dinlediniz mi? Dinlemediyseniz tek kanatlı bir arının size anlatacağı, birlikten kuvvetin doğduğunu dinleyeceğiniz güzel bir masala ne dersiniz? İşte Hz. İbrahim’in nesilden nesile geçecek ve öğüt niteliğinde yaşadıklarını anlatan tek kanatlı arı…
Merhaba sevgili çocuklar, benim adım tek kanatlı arı. Görevim herkese birlikten kuvvet doğacağını anlatmak. Bu iş için HZ. İbrahim tarafından görevlendirildim. Zamanında onun başına gelenleri herkese anlatmayı ve herkesin bu masaldan kendine öğüt çıkarmasını görev bildim. Peki, nedir bu hikâye? Buyurun dinlemeye…
Eski ama çok eski zamanların birinde, Hz. İbrahim’in çocukluk döneminde, Nemrut adında bir hükümdar yaşarmış. Nemrut, öyle bir hükümdarmış ki; suratı her zaman asık, sesi her zaman gür, kızgın, sinirli, ünü yedi dağları aşan, acımasız bir hükümdar… Nemrut’un kimi zaman Tanrı olduğu bile söylenir, insanlar ondan çok ama çok korkarmış.
Günlerden bir gün Nemrut adlı hükümdarın kötü bir rüya gördüğü yayılmış tüm ülkeye. Nemrut rüyasında; yeni doğan bir erkek çocuğunu görmüş. Bu erkek çocuk büyümüş ve kendisini öldürmüş. Nemrut uyandığı gibi ülkenin en iyi büyücülerini çağırmış yanına. Gördüklerini heyecan ile anlatmış. Büyücüler doğan çocuklardan birinin onu öldüreceğini söylemiş.
Nemrut o günün ertesi sabahında bütün görevlilere emirler yağdırmış:
Nemrut: ‘Hepiniz ülkeyi tek bir kapı bırakmadan gezin. Yeni doğan bütün erkek çocuklarını öldürün!’
Nemrut’un bu emri üzerine ülkeye dağılan askerler, annelerin feryatları ve gözyaşları içerisinde tüm erkek çocuklarını kılıçtan geçirmiş. Ülkede tek bir erkek bebek kalmayana kadar bunu devam ettireceklermiş.
İşte o gün mağaranı içinde dinlenirken bir annenin mağaraya geldiğini gördüm. Kadın ağlaya sızlaya, elindeki yavrusunu öpe koklaya mağaraya bırakıp gitmek zorunda kaldı. Bebek erkek oğlandı, onu öldürmesinler diye annesi buraya saklamıştı. Bebeğe baktım, o sırada o da gözlerini açıp bana baktı. İşte o an kaderimizin o bebekle birleştiğini anladım. Mağaraya gelen bir geyik sütünü bebeğe verdi ve bebek geyiğin sütü sayesinde büyüdü.
Bebek büyüdü ve kocaman erkek oğlan oldu. Onun adı ‘Bilge’ olurken bana da ‘tek kanatlı’ ismini takmıştı. İkimiz birlikte aileden de öte olmuştuk. Fakat Bilge bir gün kaderini değiştirecek büyük bir olay yapacaktı!
Günlerden bir gün ikimiz yol üzerinde denk geldiğimiz bir mağaraya girdik. Mağaranın içi putlarla doluydu. Bilge öfkeyle baktı mağaranın içindeki putlara:
Bilge: ‘Bu putlara taptıklarına inanabiliyor musun tek kanatlı? Onları yaratan kişinin bu putlar olduğuna inanmışlar.’
Bilge eline bir balta aldığı gibi etrafında gördüğü tüm putları yıktı, geçti. Ben o sırada olanlardan çok korktuğum için arkamı dönmüştüm Bilge’ye. İşte o sırada olanlar oldu! Nemrut ve askerleri mağaranın içine girdi. Hepsi birden yerle bir olmuş putları görünce sinirden deliye döndü. Nemrut adeta kükredi:
Nemrut: ‘Kim yaptı bunu hemen söylesin!’
Bilge Nemrut’un karşısında hiç korkmadan dikildi:
Bilge: ‘Balta kimin elinde, kimin boynunda ise o yapmıştır.’
Nemrut daha da sinirlenir:
Nemrut: ‘O bir put, bunu nasıl yapabilir densiz!’
Bilge yine korkmadan cevap verir Nemrut’a:
Bilge: ‘Onları sizi yarattığınıza inanıyorsunuz da bunu yapabileceğine neden inanmıyorsun?’
Nemrut, Bilge’nin zekâsı ile başa çıkamayacağını anlayınca deliye döndü. Hemen askerlerinden kocaman bir ateş yakmalarını emretti. Bilgeyi iki kolundan tutan askerleri görünce korkum daha da büyüdü. Hemen gidip Bilge’nin omzuna kondum. Bilge ve ben zindana kapatıldık.
Bir gün sonra Bilge’yi tekrar Nemrut’un karşısına çıkardılar. Ben de hala omzundaydım. Nemrut Bilge’ye haykırdı:
Nemrut: ‘Ey küçük oğlan! Tövbe et, putları onar, seni affedeyim!’
Bilge sakin bir ses ile cevap verdi:
Bilge: ‘İnanmadığım hiçbir şeyi yapmam. Ateşinizden de korkmuyorum.’
Nemrut öfkeyle emri verdi:
Nemrut: ‘Yakın!’
O sırada ateş daha da büyüdü. Askerler Bilge’yi yukardan sarkıtarak ateşin içine atacaktı. Bilge omzundan ayrılmamı istedi. Çaresizce ona son kez bakarak omzundan ayrıldım. Arkamı dönüp baktığımda bir de ne göreyim! Ateş kalmamış, her yer yemyeşil ağaç olmuş, kuşlar, böcekler etrafta uçuşuyormuş!
Hemen Bilge’nin omzuna geri kondum:
Tek kanatlı Arı: ‘Bu bir mucize, bu ateş nasıl yok oldu?’
Bilge ise birlik olup Nemrut’un diğer oyunlarına karşı da savaşmayı planlıyordu. O sırada ateşin yok olduğunu fark eden Nemrut ise sinirden deliye döndü ve Bilge’yi tekrar hapsetti. Nemrut öfkeyle:
Nemrut: ‘Bu ahlaksız yarın ordum ile savaşacak. Ordum onu paramparça edecek’ dedi.
Bu sırda ben ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Nemrut ordusunu Bilge’nin üzerine salarsa Bilge ölürdü. Aklıma o anda bir fikir geldi. Bilge ne demişti: ‘Birlik olmalıyız!’
Hemen arılar ordusunun yanına uçtum. Arıların en başına durumdan bahsettim. Arılar ordusu planlarını yaptı ve bir birlik olarak hücuma geçtik. Ordunun ve Nemrut’un bulunduğu alana uçtuk tüm arı ordusu olarak. Nemrut’u atın üstünde gördüğüm gibi tüm arılara hücum emrini verdim.
Arılar orduya saldırınca neye uğradığını anlayamayan Nemrut kaçmaya başladı. Onu kaçırmamalıydım. Takip ettim ve onun boş bulunduğu bir anda ona yapabileceğim en büyük kötülüğü yaptım. Burun deliğinden kafasının içine girdim ve kafasının içinde uçmaya başladım. Nemrut deliye dönmüştü, kafasını bir oraya bir buraya vurmaya başladı. Beni çıkaramayınca askerlerini çağırdı tokmakla kafasına vurdurdu! Yine çıkaramayınca tüm askerler Nemrut’un kafasını kesip yeni bir kafa takmakta karar kıldılar. Başı kesilen Nemrut ölmüştü. Halk da bu acımasız hükümdardan kurtulduğu için bayram etmişti.
Ben hemen Nemrut’un kafasından kurtuldum ve Bilge’yi buldum. Bilge halkın sevgisini kazanmıştı. Bana döndü:
Bilge: ‘Tek kanatlı, dert ortağım, can yoldaşım! Sen şimdi uçabildiğin yere kadar uç, yeni diyarlara git. Acımasız Nemrut’un masalını herkese anlat! Anlat ki bilsinler, birlikten kuvvet doğar desinler. Zalimin sonu ancak birlik olmakla gelir desinler!’
Ercan, iş çıkışı kardeşinin kendisine aldığı hediye arabayı görünce çok şaşırmış. “Ben bile bu kadarını düşünmüyordum.” demiş. Gerçekten de kardeşi kendisinde bile olmayan, en son model ve konforlu arabalardan birini almış. Ercan’ın gözü arabanın hemen yanıda duran küçük çocuğa takılmış. “Ne oldu, neden bakıyorsun öyle arabaya?”
“Hiç sadece çok beğendim, sizin mi?”
“Evet benim, kardeşim doğum günüm için almış ve bu süper arabayı.”
“Ne kadar güzel, inşallah ben…”
“Tamam anladıki inşallah benim de böyle bir kardelim olur da bana bu kadar güzel araba alır.” diyeceksin.
“Hayır efendim, ben inşallah bende ileride kardeşime böyle bir araba alabilirim diyecektim.” demiş çocuk.
Ercan beklemediği bu cevap karşısında şaşırmış ve çocuğa adını sormuş.
“Ali, benim adım Ali efendim. Rica etsem araba ile beni bizim sokağa götürür müsünüz?”
Ercan çok işi olmasına rağmen bu küçük çocuğu kırmamış, akrabalarına, mahalledeki arkadaşlarına araba ile hava atacak diye düşünmüş. Sokaklarına geldiklerinde çocuk bir evi göstererek ” Burada durup 5 dakika bekler misiniz?” demiş.
Ercan şimdi mahalle arkadaşlarına seslenecek diye beklerken Ali, arabadan inip eve girmiş ve 5 dakika sonra geri dönmüş. Yanında ayağı aksayan bir kız çocuğu varmış. ” Bak Lale, işte sana bahsettiğim araba. Bende büyüyünce çok çalışıp sana bu arabadan alacağım.” demiş.
Ercan küçük kız çocuğu ve abisine bakarak ne kadar büyük bir ders aldığını düşünmüş. Hayalleri büyük ama kendi küçük olan bu çocuklardan bir kaç saat içinde çok şey öğrenmişti.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);