Çocuktum ufacıktım.
Top oynadım, acıktım.
Buldum yerde bir erik.
Kaptı bir Ala Geyik.
Geyik kaçtı ormana.
Bindim bir akdoğana.
Doğan yolu şaşırdı ,
Kaf Dağı’ndan aşırdı .
Attı beni bir göle,
Gölden çıktım bir çöle.
Çölde buldum izini.
Koştum tuttum dizini.
Geyik beni görünce,
Düştü büyük sevince.
Verdi bana bir elma.
Dedi;”dinlenme,durma.”
Dağdan yürü , kırdan git.
Altın köşke çabuk var.
Seni bekler ezeli,
Orda Dünya Güzeli.
Bin yıllık çile doldu.
Bunu dedi kayboldu.
Yedim sırlı elmayı ,
Gördüm gizli dünyayı .
Gündüz oldu geceler.
Ak sakallı cüceler.
Korkunç devler hortladı ,
Cinler cirit oynadı .
Kesik başlar yürüdü .
Saçlarını sürüdü .
Bir de baktım melekler.
Başlarında çiçekler.
Devlere el bağlıyor.
Gizli gizli ağlıyor.
Kılıcımı çıkardım,
Perileri kurtardım.
Kurtardığım periler,
Adım adım geriler.
Kanadını açardı .
Selam verir kaçardı .
Az, uz gittim dolaştım.
Altın Köşk”e ulaştım.
Bir kapısı açıktı ,
Ötekisi kapanıktı .
Kapalıyı açarak,
Açığa vurdum kapak.
At önünde et vardı ,
İt, ot yemez ağlardı .
Otu ata yedirdim,
Eti ite yedirdim.
Açtım bir elmas oda.
Devler şahı uykuda.
Gördüm, kestim başını ,
Dedim; “ey dev nerede?”
Nerde Dünya Güzeli?
Dedi, elimde eli.
Döndüm baktım bir Kırgız.
Elbiseli güzel kız.
Durmuş bakar yanımda.
Şimşek çaktı canımda.
Yaz mevsimi yaklaşırken, işte size yaz mevsimi ile ilgili güzel bir masal! Ağustos böceği ile karınca masalını bilenler biler, yaz mevsiminde çalışan karıncanın kış mevsimini nasıl da rahat geçirdiğini anlatan bir masaldır. Hadi şimdi bu masalı bir kez de bizim yazdığımız şekli ile okuyun. İşte haylaz ağustos böceği ve çalışkan karıncanın masalı…
Bir varmış, bir yokmuş… Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde; kocaman bir ormanın içinde yaşayan birbirinden güzel hayvanlar varmış. Bu hayvanlar ormanın içinde kardeşçe yaşar, hepsi birbirine saygı ve sevgi besler, her zaman da mutlu geçinirlermiş.
Gel zaman git zaman derken yaz mevsimi gelmiş çatmış. Havaların ısınması ile birlikte tüm hayvanlar kırlarda çayırlarda dolanmaya başlamış. Akarsu kenarlarında, ağaç gölgelerinde serinler; bol bol uyuyup dinlenirlermiş. Yaz mevsimini yatarak geçiren hayvanlardan birisi de ağustos böceği imiş.
Ağustos böceği ağacın dibindeki evinde sabah kalkar, çayırlarda karnını doyurduktan sonra eline sazını alır, şarkı söyleyip dans edermiş. Yorulduğunu hissettiğinde de kendine bir ağaç gölgesi bulur, yatar uyurmuş. Yazını şarkı söyleyerek, dans ederek ve uyuyarak geçirecekmiş.
Karınca ise çalışkanlığı ile bilinen bir hayvanmış. Diğer tüm hayvanların aksine, karınca yaz gelse de çalışmaktan vazgeçmezmiş. Kış mevsimi için hazırlıklarını şimdiden yapmaya başlamış. Tüm hayvanlar ağaç gölgelerinde yatıp uyurken, o sürekli olarak evine bir şeyler taşıyormuş.
Günlerden bir gün, karınca yine evine yiyecek taşırken ağustos böceği ile karşılaşmış. Karınca ve ağustos böceğinin evleri birbirine çok yakınmış. Bu sebeple komşu sayılırlarmış. Ağustos böceği karıncanın sıcağın altında bir şeyler taşıdığını görünce hemen ona laf atmış:
Ağustos Böceği: ‘ Hey karınca kardeş! Sen bu sıcakta ne diye bir şeyler taşıyıp duruyorsun evine?’
Karınca biraz soluklanmak için komşusunun evinin önünde durmuş:
Karınca: ‘Ağustos böceği arkadaşım. Yaz mevsimi güzeldir, her istediğimizi doğa bize verir. Ama kış mevsimi soğuktur, çetin geçer. Eğer kış mevsiminde a ç kalmak istemeyen, yaz mevsiminde çalışır ve erzak hazırlar. Sen de eğer kış mevsiminde aç kalmamak istiyorsan, evine biraz yiyecek taşımalısın.’
Ağustos böceği gülmüş karıncaya:
Ağustos Böceği: ‘Hiç işim kalmadı şimdiden kış için hazırlık mı yapacağım? Seninki de saçmalık valla karınca kardeş. Ben yaz olunca şarkı söylerim, dans ederim, yatar dinlenirim. Yaz mevsiminde çalışmam, bol bol eğlenirim.’
Karınca ne derse desin ağustos böceğinin kendisini anlamadığını görmüş. O yüzden konuşmayı çok uzatmadan işine geri dönmüş.
Yaz mevsimi geçmiş, kış mevsimi gelmiş. Havalar birdenbire çok soğumuş. Hatta hemen arkasından kar bile yağmış. Bütün yiyecekler karın altında kalmış.
Ağustos böceği ise evinde hem soğuktan hem de açlıktan tir tir titriyormuş. Karıncanın lafını dinlemediği için kendisine çok ama çok kızmış. Keşke biraz yiyecek koysaymış evine. Ama artık her şey için çok geçmiş. Kar yağdığından bütün yemişler karın altında kalmış.
Ağustos böceğinin aklına karıncanın evi gelmiş. Bütün yaz çalışan karınca, evine onlarca yemek depolamış. Ağustos böceği de onun komşusu değil miymiş? Gidip isterse elbet ki ona da biraz yemek verirmiş.
Ağustos böceği hemen karıncanın kapısına dayanmış. Karınca kapıyı açmış ve soğuktan titreyen ağustos böceğini içeri almış. Karıncanın evi sıcacıkmış, çok güzelmiş.
Ağustos Böceği: ‘Komşu karınca kardeşim. Çok açım, çok da üşüyorum. Sen bana yemeklerinden biraz verir misin?’
Karınca biraz düşünmüş:
Karınca: ‘Sen bütün yaz ne yaptın peki?’
Ağustos böceği utanarak cevaplamış:
Ağustos böceği: ‘Şeyy, şarkı söyledim, dans ettim, uyudum…’
Karınca hemen yanıtlamış:
Karınca: ‘Madem yaz mevsimde şarkı söyledin dans ettin, şimdi de dans et, şarkı söyle! Ben sana söylediğimde, sen beni dinlemedin. O yüzden sana yemek veremem kusura bakma’ demiş.
Ağustos böceği yaz mevsiminde çalışmadığı için ve karıncanın lafını dinlemediği için çok ama çok pişman olmuş. Bir daha yaz mevsiminde çok çalışacağına dair söz vermiş.
Evvel zamanda,
Fakirler handa,
Beyler de konağında yaşarmış.
Buna öfkelendim,
Bir hayli söylendim,
Aldım başımı çıktım dışarı.
Görmeyin gidişimi,
Bakmadan sağa sola,
Düştüm bir yola.
Az gittim, uz gittim,
Dere tepe düz gittim,
Çayır çimen geçerek,
Arpa buğday biçerek,
Soğuk sular içerek,
Altı ay bir güz gittim.
Yürüdüm, yürüdüm,
Vardım bir bağa,
Daldım bir konağa,
Vay sen misin dalan,
Kimi kolumdan tuttu,
Kimi bacağımdan,
Attılar beni bir dağa,
Zoruma gitti.
Başladım ağlamağa.
Karşıma çıktı bir derviş,
Derviş amca dedim:
Bu ne iş?
Kuru idim ıslandım;
Sel beni neyler?
Bulut oldum uslandım,
Yel beni neyler?
Vay gidi dünya,
Kimi güler, kimi söyler.
Kulak verin bu masala,
Keloğlan ne iş tutar, ne eyler.
Aslan, kurt ve tilki kankalar birlikte sözleşip ava gitmişler. Av epey bereketli ve verimli geçmiş. Günün sonunda, bir öküz, bir keçi ve iri bir de tavşan avlayan kafadarlar avlarını bir mağaraya sürüklemişler. Aslan kurda dönerek “Hadi bakalım kurt dostum, şu hayvanları paylaştır da karnımızı doyuralım artık işimize bakalım.” Demiş.
Kurt ezile büzüle: “Ey büyük sultanım.” Demiş. “Şu öküzü siz buyurun, keçi benim, tavşanda tilki kardeşin olsun müsadenizle.” Demiş.
Aslan birden çok kızmış. Ve “Bre küstah!” demiş. Sen kim oluyorsun da böyle öneride bulunuyorsun ha! Ben varken payları dağıtmak sana mı düştü?” Üzerine bir de pençe darbesiyle kurdu yere sermiş. Bu kez tilkiye dönüp “Öyle aval aval bakma bakayım zaten sinirliyim, haydi paylaştır şu avları bakalım.” Demiş.
Tilki “Pay etmek haddim değil ama madem emir buyurdunuz söyleyeyim. Sabah kahvaltıda tavşan ağzınıza layık olur, öküz öğle yemeğinde iyi gider akşama kadar eritip gece iyi uyursunuz. Keçiyi de akşam yutarsınız afiyetle.” Demiş.
Aslan bu paylaştırmadan çok hoşlanmış ve tilkiye, bu kadar adil bir paylaştırmayı nereden öğrendiğini sormuş. Tilki de: “Yüce efendim!” demiş. “Şu haddini bilmez kurdun halinden öğrendim.” Demiş.
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; bundan yıllar önce, güzel mi güzel bir kasaba varmış. Fakat bu kasabanın kötü bir özelliği de varmış. Bu kasabada kışlar çok uzun sürermiş. Öyle uzun sürermiş ki, insanlar soğuk havadan bıkarmış. İlkbahar gelsin, ağaçlar çiçek açsın, kırlarda oynasınlar diye dört gözle beklerlermiş. Bir an önce bu soğuk havalardan kurtulmak için gece gündüz dua ederlermiş.
Günler günleri kovalamış ve bu kasabanın kış mevsiminde sona gelinmiş. Kasabada yaşayanlar bir sabah uyandıklarına güneş açtığını görmüş ve çok mutlu olmuş. Güneşin yüzünü göstermesi ile kasabada yaşayan herkes, kendini dışarı atmış. Kimi kırlara gezintiye çıkmış, kimi çoluğu çocuğu ile yemyeşil çimlerde piknik yapmış. Çocuklar soğuk havalarda evde oturmaktan o kadar sıkılırlarmış ki, güneşli havaların gelmesi ile sabahtan akşama kadar dışarıda oyun oynar, güneşin ve sıcak havanın keyfini çıkarırlarmış.
Kışın soğuk havasında donan nehirler, yaz mevsiminin gelmesi ile çözülür, gürül gürül akarmış. Bir yandan da kış soğuğunda boynu bükük kalan ağaçlar rengârenk çiçeklerini açarmış. Mis kokulu çiçekler de cömertçe kokularını yayarmış etrafa…
Yine güneşli bir günde, üç yakın arkadaş sözleşmiş ve yemyeşil ormanın içinde yürüyüşe çıkmış. Amaçları açan bütün çiçekleri görmek, etraftaki yemişleri keşfetmekmiş. Hem ormanda gezen arkadaşlar hem de birbirileri ile muhabbet ederek, doğanın keyfini çıkarıyormuş.
Üç yakın arkadaş muhabbet ederken ne kadar yürüdüklerinin farkına varmamışlar. Az gitmişler, uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. Bir de bakmışlar ki kasabadan çok uzaklaşmışlar. Hemen kendilerine bir ağaç gölgesi bulup dinlenmek için kendilerini çimlerin üzerine atmışlar.
Üç arkadaş bir yandan dinlenip bir yandan da nehirin akan sesi ile huzur bulurken, arkadaşlardan birinin eline çivi gibi bir şey batmış. Adam olduğu yerde irkilmiş, eline bakan şeyin ne olduğunu merak etmiş. Toprağı eşeleyip eline batan şeyi bulmak istemiş ama karşısına demir kapaklı bir şey çıkmış. Adam arkadaşlarına dönerek:
‘Hey, ben burada bir şey buldum’ demiş.
Arkadaşları adamın ne bulduğuna bakmak için demiri yerinden oynatmışlar. Bir de ne görsünler! Demir açılmış ve karşılarına bir tünel çıkmış. Hepsinin içinde korku olsa da tünelin sonunda ne olduğunu merak ettiklerinden içeri girmeye karar vermişler.
Üç arkadaş tünelde karanlıkta biraz yürüdükten sonra bir kapı ile karşılaşmışlar. Zar-zor kapıyı açtıklarında bir de ne görsünler! Oda gibi bir yer, parıl parıl parlıyor! Parlamasının sebebi ise odanın içindeki çil çil altınlar, mücevherler, daha neler neler. Üç arkadaş ‘zengin olduk’ diye sevinip birbirine sarılmış ve en az bir saat sevinmiş.
Sevinçleri bittiğinde oturmuş, düşünmüşler. ‘Bu altınları buradan nasıl çıkaracağız’ derdine düşmüşler. İçlerinden bir tanesi fırlamış öne doğru:
Arkadaş: ‘Ben buldum. Ben kasabaya gidip atları alayım. Bu altınları da atlara yükleyelim.’
Hepsi bu fikre ‘tamam’ demiş ve arkadaşlardan biri kasabaya doğru yola koyulmuş. Kasabaya giderken adamın aklına kötü fikirler gelmeye başlamış. ‘Ben neden bu altınları üç kişi paylaşayım ki! Onları öldürürüm hepsi benim olur’ demiş içinden.
Kasabaya gittiğinde eşine bir sürü yemek hazırlatmış. Bu yemeklerin içine de en etkili zehirden koymuş. Amacı arkadaşlarına bu yemeği yedirmek ve onları öldürmekmiş. Atları da bulan adam tekrar arkadaşlarının yanına doğru yola koyulmuş.
Bu sırada altınların olduğu mağarada arkadaşlarını bekleyen iki adam da kendi aralarında kötü planlar yapmaya başlamış. ‘Biz neden bu altınları üç kişi paylaşalım ki?’ demiş içlerinden biri. ‘Geldiğinde onu öldürelim. Bütün altınlar bizim olsun.’ İki arkadaş diğer arkadaşlarını öldürmek için anlaşmışlar.
Arkadaşları elinde yemek tencereleri ile mağaraya girdiğinde iki arkadaş da kapının sağından ve solundan adamın üzerine doğru atlamış ve arkadaşlarını oracıkta öldürmüş. Artık altınların sadece ikisinin olduğuna sevinen arkadaşlar, karınları çok aç olduğundan hemen tenceredeki yemekleri yemeye başlamış. Yemekler zehirli olduğundan çok geçmeden bu iki arkadaş da ölmüş.
Böylece bir mağara dolusu altın, aç gözlülükleri yüzünden üç arkadaştan hiçbirine nasip olmamış!} else {
Uyuyan Güzel
Bir varmış bir yokmuş.
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Keçiler berber iken,
Develer tellal, mandalar hamal,
Horozlar imam iken..
Ben dedemin beşiğini,
Tıngır mıngır sallar iken.
Anam kaptı yarmayı,
Ben kavradım sarmayı
Anam dedi bırak sarmayı..
Ben ana dedim, sen de bırak yarmayı.
Anam bıraktı yarmayı..
Fırladım kaçtım anahtar deliğinden.
Gittim, gittim.. Tam altı ay yürüdüm..
Arkama bir baktım ki ne göreyim?
Bir karış yol gitmişim.
Neyse tekrar başladım yürümeye,
Bu kez, bir altı ay daha gittim.
Bir kulak verdim ki, tellallar bağırıyor.
Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu kim yiyecek? diye.
Hemen eve gittim.
Bir kavak ağacı vardı,
Kırk kişi tuttum yontturdum;
Kırk kişi tuttum oydurdum.
Bir kepçe yaptırdım.
Omuzladım kaldırdım,
Dizlerimi daldırdım..
Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu,
O kepçeye aldırdım öyle bir yuttum ki,
Dudaklarımın bile haberi olmadı..
Neyse ayrıldım oradan.
Gittim gittim, bir memlekete vardım.
Bir kahveye girdim.
Baktım hepsinin gözleri parlıyor.
Gözleriniz neden parlıyor öyle? dedim.
Evlendik de ondan, dediler.
Beni de evlendirin dedim, olur dediler.
Aldılar bana bir kız.
Boyunu sorsan minare kadar,
Gözleri lokma tavası,
Memeleri un çuvalı kadar.
Sümükleri sarkar, görenler korkar..
Aman Allahım yandım dedim beni kurtar..
Kaç bakalım, kaçmaz mısın?..
Git bakalım gitmez misin?
İndim sarayın bahçesine.
Baktım ki çiçekçiler çiçek, gülcüler gül aşılıyor.
Haşlamacılar haşlama haşlıyor..
Susun! Masalcı masala başlıyor.
Bundan yıllar yıllar önce, güzel mi güzel bir kasaba varmış. Fakat bu kasabanın kötü bir özelliği de varmış. Bu kasabada kışlar çok uzun sürermiş. Öyle uzun sürermiş ki, insanlar soğuk havadan bıkarmış. İlkbahar gelsin, ağaçlar çiçek açsın, kırlarda oynasınlar diye dört gözle beklerlermiş. Bir an önce bu soğuk havalardan kurtulmak için gece gündüz dua ederlermiş.
Günler günleri kovalamış ve bu kasabanın kış mevsiminde sona gelinmiş. Kasabada yaşayanlar bir sabah uyandıklarına güneş açtığını görmüş ve çok mutlu olmuş. Güneşin yüzünü göstermesi ile kasabada yaşayan herkes, kendini dışarı atmış. Kimi kırlara gezintiye çıkmış, kimi çoluğu çocuğu ile yemyeşil çimlerde piknik yapmış. Çocuklar soğuk havalarda evde oturmaktan o kadar sıkılırlarmış ki, güneşli havaların gelmesi ile sabahtan akşama kadar dışarıda oyun oynar, güneşin ve sıcak havanın keyfini çıkarırlarmış.
Kışın soğuk havasında donan nehirler, yaz mevsiminin gelmesi ile çözülür, gürül gürül akarmış. Bir yandan da kış soğuğunda boynu bükük kalan ağaçlar rengârenk çiçeklerini açarmış. Mis kokulu çiçekler de cömertçe kokularını yayarmış etrafa…
Yine güneşli bir günde, üç yakın arkadaş sözleşmiş ve yemyeşil ormanın içinde yürüyüşe çıkmış. Amaçları açan bütün çiçekleri görmek, etraftaki yemişleri keşfetmekmiş. Hem ormanda gezen arkadaşlar hem de birbirileri ile muhabbet ederek, doğanın keyfini çıkarıyormuş.
Üç yakın arkadaş muhabbet ederken ne kadar yürüdüklerinin farkına varmamışlar. Az gitmişler, uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. Bir de bakmışlar ki kasabadan çok uzaklaşmışlar. Hemen kendilerine bir ağaç gölgesi bulup dinlenmek için kendilerini çimlerin üzerine atmışlar.
Üç arkadaş bir yandan dinlenip bir yandan da nehirin akan sesi ile huzur bulurken, arkadaşlardan birinin eline çivi gibi bir şey batmış. Adam olduğu yerde irkilmiş, eline bakan şeyin ne olduğunu merak etmiş. Toprağı eşeleyip eline batan şeyi bulmak istemiş ama karşısına demir kapaklı bir şey çıkmış. Adam arkadaşlarına dönerek:
‘Hey, ben burada bir şey buldum’ demiş.
Arkadaşları adamın ne bulduğuna bakmak için demiri yerinden oynatmışlar. Bir de ne görsünler! Demir açılmış ve karşılarına bir tünel çıkmış. Hepsinin içinde korku olsa da tünelin sonunda ne olduğunu merak ettiklerinden içeri girmeye karar vermişler.
Üç arkadaş tünelde karanlıkta biraz yürüdükten sonra bir kapı ile karşılaşmışlar. Zar-zor kapıyı açtıklarında bir de ne görsünler! Oda gibi bir yer, parıl parıl parlıyor! Parlamasının sebebi ise odanın içindeki çil çil altınlar, mücevherler, daha neler neler. Üç arkadaş ‘zengin olduk’ diye sevinip birbirine sarılmış ve en az bir saat sevinmiş.
Sevinçleri bittiğinde oturmuş, düşünmüşler. ‘Bu altınları buradan nasıl çıkaracağız’ derdine düşmüşler. İçlerinden bir tanesi fırlamış öne doğru:
Arkadaş: ‘Ben buldum. Ben kasabaya gidip atları alayım. Bu altınları da atlara yükleyelim.’
Hepsi bu fikre ‘tamam’ demiş ve arkadaşlardan biri kasabaya doğru yola koyulmuş. Kasabaya giderken adamın aklına kötü fikirler gelmeye başlamış. ‘Ben neden bu altınları üç kişi paylaşayım ki! Onları öldürürüm hepsi benim olur’ demiş içinden.
Kasabaya gittiğinde eşine bir sürü yemek hazırlatmış. Bu yemeklerin içine de en etkili zehirden koymuş. Amacı arkadaşlarına bu yemeği yedirmek ve onları öldürmekmiş. Atları da bulan adam tekrar arkadaşlarının yanına doğru yola koyulmuş.
Bu sırada altınların olduğu mağarada arkadaşlarını bekleyen iki adam da kendi aralarında kötü planlar yapmaya başlamış. ‘Biz neden bu altınları üç kişi paylaşalım ki?’ demiş içlerinden biri. ‘Geldiğinde onu öldürelim. Bütün altınlar bizim olsun.’ İki arkadaş diğer arkadaşlarını öldürmek için anlaşmışlar.
Arkadaşları elinde yemek tencereleri ile mağaraya girdiğinde iki arkadaş da kapının sağından ve solundan adamın üzerine doğru atlamış ve arkadaşlarını oracıkta öldürmüş. Artık altınların sadece ikisinin olduğuna sevinen arkadaşlar, karınları çok aç olduğundan hemen tenceredeki yemekleri yemeye başlamış. Yemekler zehirli olduğundan çok geçmeden bu iki arkadaş da ölmüş.
Böylece bir mağara dolusu altın, aç gözlülükleri yüzünden üç arkadaştan hiçbirine nasip olmamış!
For foradan sür süreden,
Manisa’dan Tire’den,
Yenice çıktım buradan,
Konaraktan göçerekten,
Lale, sümbül biçerekten,
Kahve, tütün içerekten.
Sulu yerde peynir ekmek,
Susuz yerde kavun, karpuz yiyerekten,
Az gittim, uz gittim,
Birde arkama baktım,
Bir arpa boyu yol gitmişim.
Eve vardım, ekmek yedim,
Hoca”ya vardım değnek yedim,
Babam bana darı verdi,
Ben darıyı kuşa verdim.
Kuş bana kanat verdi,
Ben kanadı havaya verdim,
Hava bana yağmur verdi,
Ben yağmuru yere verdim.
Yer bana çimen verdi,
Ben çimeni koyuna verdim.
Koyun bana kuzu verdi,
Ben kuzuyu bey’e verdim,
Bey bana katır verdi.
Bindim katırın beline,
Gittim urum eline,
Katır beni düşürdü,
Elimi yüzümü şişirdi.
Kızlar geldi bakmaya,
Kıyamadım öpmeye.
Ninem geldi almaya,
Yollarıma bakmaya.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; ormanın içinde upuzun boyu ile yaşayan bir zürafa varmış. Bu zürafanın adı Mıstık’mış. Mıstık, boyunun uzun olmasının avantajını kullanıp, en yüksekteki ağaçların dallarına bile ulaşabiliyormuş. Bu nedenle Mıstık’ın karnı hiç ama hiç aç kalmıyormuş. İstediği zaman istediği ağacın yapraklarını kolayca yiyebiliyormuş.
Bir gün Mıstık’ın karnı yine çok acıkmış. Önüne çıkan kocaman ağacın yapraklarını hiç düşünmeden şapur-şupur yemeye başlamış. Derken ağacın içinden gelen bir ses Mıstık’ın olduğu yerde sıçramasına neden olmuş:
Kuş: ‘Hey! Sen ne yaptığını sanıyorsun? Canavar mısın sen? Uzak dur yuvamdan da evimden de!’
Zürafa Mıstık neye uğradığını şaşırmış! Sesin geldiği yere baktığında minik bir kuşun kendisine kafa tuttuğunu görmüş:
Zürafa Mıstık: ‘Ben canavar değilim ki! Ben sadece karnımı doyurmak istiyordum. Burada senin evin olduğunu da bilmiyordum. Özür dilerim.’
Minik kuş bakmış ki bu zürafa gerçekten çok iyi bir zürafa. Öyleyse ben de ona yardım edeyim diye geçirmiş içinden.
Minik Kuş: ‘Zürafa kardeş, ben seni çok sevdim. İstersen şöyle yapalım. Ben uçayım, sana yuva olmayan ağaçları göstereyim. Sen de o ağaçlardan yemek ye. Böylece kimseye zarar vermiş olmazsın.’
Zürafa, kuşun bu teklifi karşısında çok mutlu olmuş. O günden sonra ikisi de birbiri ile çok iyi arkadaş olmuşlar. Kuş Zürafa Mıstık’a yemek yiyeceği ağacı gösterirken; Zürafa Mıstık’ ta bulduğu tırtılları minik kuş ile paylaşıyormuş.
Günlerden bir gün Zürafa Mıstık yine ağaçtan yemek yerken ayağının altından gelen bir ses ile irkilmiş:
Tavşan: ‘Hey! Az daha beni ayağınla eziyordun!’
Zürafa sesin geldiği yere bakmış ki ayağının dibinde küçük bir tavşan!
Zürafa: ‘Kusura bakma tavşan kardeş, yanlışlıkla oldu. Ağaçların tepesinde kuş ile birlikte yemek ararken seni görmedim.’
Tavşan zürafanın uzun boyuna çok imrenmiş. Onun gibi uzun boylu olup da ağaçlara yüksekten bakmayı çok istermiş. Bu isteğini zürafaya söylediğinde ise, zürafa ‘bundan kolay ne var’ diyerek bindirmiş tavşanı tepesine. Böylece Zürafa Mıstık, kendisine iki tane çok iyi arkadaş bulmuş.
Tavşan, minik kuş ve Zürafa Mıstık bütün gün oyunlar oynamış. Ormanın yeşilliklerinde koşmuş, oynamış; hoplamış, zıplamış. Derken hava kararmaya başlamış. Minik kuş hemen arkadaşlarını uyarmış:
Kuş: ‘Arkadaşlar, hava kararmadan evlere geri dönmeliyiz.’
Zürafanın ise eve geri dönmeye hiç niyeti yokmuş.
Zürafa: ‘Arkadaşlar, neden eve geri döneceğiz ki! Bütün gece oyun oynamaya devam edelim işte.’
Zürafanın dedikleri tavşan ve kuşun aklına yatsa da hava kararınca ikisi de korkmuş ve hızlıca evlerine gitmiş. Zürafa tek başına kalsa da evine gitmemeye inat etmiş. Zaten uykuyu da çok sevmiyormuş. Eve gitmesinin bir anlamı yokmuş.
Gecenin karanlığında tek başına ormanın içinde gezinen zürafanın bir vakitten sonra canı sıkılmaya başlamış. Çünkü oyun oynayacağı bir arkadaşı kalmamış ve karanlık da iyice artmıştı. Zürafa en sonunda eve gitmeye karar verdi fakat gecenin karanlığında evinin yolunu da bulamadı.
Zürafa Mıstık en sonunda uykusuna yenik düşerek olduğu yerde uyumak için ıslak çimlerin üzerine yattı. Bütün gece orada uyudu.
Ertesi sabah olduğunda Zürafa Mıstık uyanmıştı ama yerinden kalkamıyordu. Çünkü bütün gece soğukta yattığı için her yeri tutulmuştu. Üstelik üşütmüştü ve soğuktan da tir tir titriyordu.
O geceden sonra zürafa iyice hastalanmış, yataklara düşmüş. Yatakta olduğu için arkadaşları ile oyun da oynayamamış. O anda yaptığı hatanın farkına varmış ama iki hafta yatakta hasta yatmaktan da kurtulamamış.
Zürafa iyileştikten sonra bir daha gece karanlığı çökmeden arkadaşlarını uyarıyor, hepsi evinin yolunu tutuyormuş. Zürafa artık uykuyu da çok seviyor; yatağından başka yerde uyumuyormuş.