DAĞINIK EMRE
Emre, 10 yaşında ilk okula giden çalışkan ancak çok dağınık bir çocukmuş. Kıyafetlerini her gün yere atıp okuluna ya da dışarıya oyun oynamaya gidiyormuş. Bir gün yine tüm eşyalarını ortalıkta bırakıp dışarı çıkmış. Emre’nin gitmesinin ardından yerde duran eşyalardan biri yanındaki eşyaya, “Sen bu gün okulda değil misin?” diye sormuş. Yerde sere serpe yatan kitap “Gidecektim ama Emre dağınıklıkta beni bulamadı.” demiş. Sohbete koltuğun altından tek siyah çorap da katılmış “Hele ben. Ne zamandır buradayım bilmiyorum sıkıştım ve tek eşim de yok. ” diye dert yanmış. Odanın diğer köşesinden grileşmiş gömleğin sesi gelmiş. ” Beni bir gün giymek için dolaptan aldı sonra siyah tişörtünü giyip beni yere attı. Tertemizdim ama şimdi kirlendim.” demiş.
Emre’nin odasındaki neredeyse tüm eşyalar aynı durumdan şikayetçiymiş. Ceket birden bire bağırarak; “Arkadaşlar Emre benim cebimde otobüs kartını unutmuş. Gelin haydi gezelim.” demiş. Bu fikir tüm eşyaların hoşuna gitmiş. Hep birlikte otobüsten otobüse binip bilmedikleri, görmedikleri yerlere gitmişler. Bütün gün gezip zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişler. En son hava kararmaya başlarken eve dönmüşler. Çok eğlenmiş ancak yorulmuşlar, üstelik olduklarından daha da fazla kirlenmişler. Emre dönmeden hepsi unutuldukları yere geri dönmüşler.
Emre eve gelip eşyalarının halini görünce çok üzülmüş. En sevdiği kıyafetleri, kitapları ve oyuncakları kir içinde kalmıştı. Bunlar hep benim dağınıklığımdan oldu diye düşünüp ağlamaya başlamış. Bu sırada kapının önünden geçen annesi Emre’nin sesini duymuş. Annesi ile Emre tüm yerdeki eşyaları toplayıp temizlemişler. Emre bir daha eşyalarının zarar görmemesi hiç dağınık bırakmamış. Hem eşyalar hem de Emre artık daha mutluymuş.
ÇAM AĞACININ YAPRAKLARI
Çam ağacının dikenli yaprakları ve kokusunun tüm ormanı saracak kadar güzel olduğunu bilirsiniz. Peki, çam ağacının iğneli yaprakları ve güzel kokusunu elde edene kadar başına gelen masalı bilir misiniz? İşte çam ağacının masalı…
Eski zamanların birinde, kocaman bir orman içinde, yemyeşil rengi ile büyük mü büyük bir çam ağacı yaşarmış. Yeşil yapraklarına rağmen bu ağaç halinden hiç ama hiç memnun değilmiş. Neden mi? Çam ağacı, diğer ağaçların yapraklarına bakar ve o yapraklardan kendisinde de olsun istermiş.
Çam ağacı, yine böyle günlerden birinde içinden şu cümleleri geçirmiş:
Çam Ağacı: ‘Öteki ağaçların ne kadar güzel kocaman ve yeşil yaprakları var. Benim neden diken gibi yapraklarım var? Kuşlar bile konmaya çekiniyor benim yapraklarıma! Keşke benim diğer ağaçlardan farklı olacak, fark edilecek yapraklarım olsa…’
Çam ağacı içinden bu cümleleri geçirirken karşısına Orman Perisi çıkmış. Orman Perisi çam ağacının içinden geçen cümleleri duymuş ve onun isteğini yerine getirmek için gelmiş:
Orman Perisi: ‘Çam ağacı, söyle bana nasıl yapraklar istersin üzerinde?’
Çam ağacı Orman Perisi’ni görünce çok ama çok mutlu olmuş. Sonunda dileği kabul olacakmış.
Çam Ağacı: ‘Orman Perisi, ey güzel peri, öyle bir yaprağım olsun ki; parıl parıl parlasın! Cam gibi olsun, uzaktan bile fark edilsin!’
Orman Perisi gülümsemiş ve elindeki değneği oynatması ile çam ağacı parıl parıl parlamaya başlamış. Çam ağacının yaprakları kristaldenmiş ve taa uzaktan bile fark edilmiş.
Çam ağacı kristal yaprakları ile gururla kendisini sergilemeye başlamış. Gelen geçen herkes çam ağacına hayran bakışlar ile bakıyormuş. Ağacın keyfine ve neşesine diyecek yokmuş. Fakat kışın gelmesi ile bu neşe uzun sürmemiş.
Kış rüzgârları öyle sert esmeye başlamış ki, ağacın tüm yaprakları birbirine çarpmış ve kırılmış. Ağaç, daha ilk rüzgârda yapraklarını dökmüş ve yapraksız kalmış. Bütün kış mevsimini yapraksız geçiren çam ağacı bu olaya çok üzülmüş.
Ertesi yıl geldiğinde; Orman Perisi yine gelmiş çam ağacının yanına. Çam ağacı yalvarmış Orman Perisine:
Çam Ağacı: ‘Güzeller güzeli Orman Perisi, benim bütün yapraklarım döküldü. Sen bana yine parlayan fakat kırılmayan yapraklar yapar mısın?’ demiş.
Orman Perisi değneğini oynatmış ve çam ağacının her bir dalı gümüşten yapraklar ile donatılmış. Çam ağacı yine parlamaya, herkesin ilgi odağı olmaya başlamış. Çam ağacının keyfine yine diyecek yokmuş. Fakat bu keyif de uzun sürmemiş. Yaprakların gümüşten olduğunu öğrenen hırsızlar, bir gecede çam ağacının bütün yapraklarını koparmış ve ağaç yine yapraksız bir şekilde kış mevsimini tamamlamış.
Ertesi yıl olduğunda Orman Perisi yine gelmiş. Çam ağacı bu kez akıllanmış. Ne gösteriş ne de ilgi hiçbir şey istemiyormuş. Eski yaprakları olsun ona yetermiş. Orman Perisine yine yalvarmış:
Çam Ağacı: ‘Güzeller güzeli Orman Perisi, ben gösteriş isteyerek hata ettim. Yine bütün kış mevsimini yapraksız geçirdim. Sen bana eski yapraklarımı geri ver. Dikenli olsun, ama sürekli benim üzerinde olsun.’
Orman Perisi yine gülümsemiş ve değneğini oynatarak çam ağacını eski dikenli yapraklarına kavuşturmuş. Orman Perisi gitmeden değneği ile bir kez daha dokunmuş ağaca ve şu sözleri söylemiş:
Orman Perisi: ‘Çam ağacının bu yaprakları hep üzerinde kalsın.’
Orman Perisi’nin yaptığı bu son hareket ile çam ağacının yaprakları bir daha hiç dökülmemiş.
O gün bugündür çam ağaçları yapraklarını dökmezmiş. Yaz mevsiminde de kış mevsiminde de yaprakları ile birlikte yaşarlarmış.
Gökten üç elma düşmüş… Üçü de çam ağacını etrafında görüp tanıyanların olmuş…}
GÜZEL SESLİ PAPAĞAN VE YARAMAZ YAVRULARI
Bir varmış bir yokmuş… Uzak diyarların birinde, çok akıllı ve çok güzel bir papağan yaşarmış. Bu papağan, yavruları ile birlikte büyük bir ağacın üzerinde yaşarmış. Yuvalarında mutlu bir şekilde yaşayan bu papağan ailesinin ağacının alt tarafında ise bir çakal ve çakalın yavruları yaşarmış. Papağanın yavruları, çakal ava gittiği zaman ağacın alt tarafına inip, çakalın yavruları ile oynamayı çok seviyormuş. Ağacın kavuğunda toplanan papağan ve çakal yavruları burada mutlu mesut oyunlar oynuyormuş.
Anne papağan, yavrularının çakal yavruları ile oyun oynamasından hiç memnun değilmiş. Günlerden bir gün yavrularını etrafına toparlamış ve onlara öğütler vermiş:
Anne Papağan: ‘Küçük yavrularım benim, siz çakal yavruları ile oynuyorsunuz ama oynamayın. Sadece kendi cinsinizden olanlar ile arkadaşlık edin. Çakal yavruları veya anneleri size her an zarar verebilirler. Kendinizi korumak için onlarla oyun oynamaktan vazgeçin!’
Papağan yavruları annelerinin sözünü dinlermiş gibi gözükse de çakal yavruları ile oyun oynamaya devam etmiş. Günlerden bir gün büyük çakal anne, avlanmak için ormanın iç taraflarına doğru gitti. Yavruları papağanları beklerken ormanın köşesinde pusu kuran kurt, çakal yavrularına saldırarak onları yedi. Anne çakal, geldiğinde yavrularını bulamadı ve adeta deliye döndü! Hemen papağanların annesine seslendi:
Anne Çakal: ‘Senin yavrularının çıkardığı sesler yüzünden kurt yuvamızın yerini öğrendi. Bütün yavrularımı yedi. Hepsi senin papağan yavruların yüzünden oldu. Bunun intikamını alacağım, senin yavrularını da mahvedeceğim’ dedi.
O sırada anne çakalın sesine kulak veren tilki, kurnaz bir fikir ile anne çakala yol gösterdi:
Tilki: ‘Çakal kardeş, sen şimdi papağanlara çok güzel bir oyun onayacaksın. Sen kendini yaralı gösterip bir avcı bulacaksın. Avcıyı peşine kadar takıp ağacın altına getireceksin. Avcı senin peşinden buraya kadar gelince hemen ortadan kaybolacaksın. Seni bulamayan avcı ağacın üzerindeki papağanları görecektir ve onları avlayacaktır’ der.
Çakal tilkinin dediği her şey harfi harfine uygular. Avcı tilkinin dediği gibi papağanları fark etmiştir. Çantasından bir ağ çıkardığı gibi papağan yuvasına atar. Ağa yakalanan papağan ve yavruları telaşla çığlık atmaya başlamıştır.
Anne papağan: ‘İşte söz dinlememenin sonu budur. Ben sizi uyarmıştım ama siz beni dinlemediniz. Bize bu kötülüğü yapan çakal yavrularının annesi oldu. Artık olan oldu, şimdi buradan kurtulmanın yollarını düşünmeliyiz.’
Anne papağanın aklına dâhice bir fikir gelir. Hemen yavrularına tembihler:
Anne Papağan: ‘Hepiniz ölmüş gibi yapın. Hareketsiz durun. Ağdan kurtulduğunuz gibi uçup kaçın.’
Yavrular annelerinin sözlerini dinlemiş. Avcı onların öldüğüne ikna olup ağı saldığında hepsi bir anda uçup kaçmış. Avcı bunun üzerine çok ama çok sinirlenmiş. Anne papağını kendisine esir alarak onu şehre götürmüş.
Anne papağan yavrularından ayrı kaldığı için çok üzülüyormuş. Avcı onun ne kadar akıllı bir papağan olduğunu kısa zamanda keşfetmiş ve ona şarkılar söyletip oyunlar oynatmaya başlatmış. Tüm kasaba şarkı söyleyen bu papağanın ününü duymuş ve izlemeye gelmiş.
Akıllı papağanın ünü ülkenin padişahına kadar gitmiş. Padişah anlatılanlar karşısında merak etmiş ve emir vermiş:
Padişah: ‘O papağanı bulun ve getirin. Bir de ben dinleyeyim bakalım sesini.’
Padişahın emri hemen yerine getirilmiş. Papağan saraya getirilmiş. Padişah papağanın hem güzel sesine hem de güzelliğine hayran olmuş. Bol kese altın vererek avcıdan bu papağanı satın almış.
Anne papağanın aklı ise hala yavrularındaymış. Bu sebeple yüzü hiç gülmez, sesi de hep hüzünlü çıkarmış. Günlerden bir gün padişah dayanamamış ve papağana sormuş:
Padişah: ‘Papağan senin derdin nedir, bana bir anlat bakalım.’
Papağan da padişaha derdini bir bir anlatmış. Padişahın gönlü bu güzel papağanı yavrularından ayırmaya razı gelmemiş:
Padişah: ‘Ben seni özgür bırakıyorum. Uç uçabildiğin yere, bul yavrularının hepsini.’
Papağan çok mutlu olmuş. Padişaha çok teşekkür etmiş. Hemen yavrularını bulmak için ormana doğru uçmaya başlamış.
Masalın sonunda ise papağan ve yavruları yeniden mutlu mesut yaşamaya başlamış.
CANI SIKILAN KÜÇÜK FİL VE BİSİKLETLİ ADAM
Ormanların en büyük hayvanlarından birisidir fil. Kocaman vücudu, upuzun hortumu ile hem büyük hem de sevimli hayvanlardan birisidir. Peki, siz hiç canı sıkılan bir fil yavrusunun masalını dinlediniz mi? İşte size tatlı mı tatlı canı sıkılan fil masalı…
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak ormanların birinde küçük bir fil yavrusu yaşarmış. Bu fil yavrusu, çok sevimli bir o kadar da şekermiş. Fakat ormanda oynayacak pek bir arkadaşı olmayan küçük fil, can sıkıntısından ne yapacağını bilemiyormuş. Ormanın içinde gezip dursa da can sıkıntısını bir türlü geçiremiyormuş.
Günlerden bir gün canı sıkılan küçük fil ormanın dışına çıkmaya karar vermiş. Bunun tehlikeli bir adım olacağının farkındaymış ama can sıkıntısını bu orman içinde geçiremeyeceğini de anlamış. Yavaş yavaş yürüyerek ormanın bitişine doğru gelmiş.
Ormanın bitişinde kocaman bir yol çıkmış karşısına. Yolun kenarında durarak gelen geçen arabaları izlemeye başlamış. Arabalar o kadar farklı geliyormuş ki küçük file… Bazıları büyük bazıları çok küçük arabalara bakakalmış. ‘Küçük arabalara ben nasıl sığarım ki’ diye geçirmiş bile içinden. Bazı arabalar küçük fili görünce arabalarını yol kenarında durdurup küçük fili sevmek için arabadan iniyormuş. Küçük fil kendisine gösterilen ilgiden memnun, gelen geçenleri izlemeye devam etmiş.
Küçük fil arabaları izlerken yolun en kenarından giden bir adam görmüş. Adam bir şeyin üzerine binmiş ve onu direksiyon ile yöneterek hareket ettiriyormuş. Küçük fil gördüğü karşısında çok şaşırmış. ’Acaba adamın kullandığı bu tekerlekli aracın adı ne’ diye geçirmiş içinden. Hemen adama bağırmış:
Küçük Fil: ‘Hey, baksana! Hey insan bakar mısın?’
Bisikletli adam yolun kenarında kendisine seslenen küçük fili fark edince durmuş:
Bisikletli adam: ‘Söyle bakalım küçük sevimli fil. Senin ne işin var burada? Neden ormanda değilsin?’
Küçük fil adama cevap vermiş:
Küçük Fil: ‘Ormanda canım çok sıkıldı. Yapacak bir şey ararken buraya kadar yürüdüm. Senin bindiğin bu şeyin adı ne?’
Bisikletli adam küçük file gülümsemiş:
Bisikletli adam: ‘ Bunun adı bisiklet. Canın sıkıldıysa sen de bisiklete binebilirsin’ demiş.
Küçük fil şaşkınlıkla sormaya devam etmiş:
Küçük FİL:’ İyi de ben o bisiklete sığmam ki…’
Bisikletli Adam: ‘O zaman kendine göre büyük bir bisiklet bul’ demiş.
Küçük FİL: ‘İyi de büyük bisikleti nereden bulacağım?’
Bisikletli adam: ‘ E onu da sen ara bul, hadi benim gitmem lazım işim var’ demiş.
Bisikletli adam uzaklaşırken filin aklına bir soru daha gelmiş. Hemen adamın arkasından koşmuş ve ona yetişmiş:
Küçük FİL: ‘Hey, baksana! Sen de canın sıkıldığı için mi bisiklete biniyorsun?’
Bisikletli adam: ‘Sen ne kadar meraklı bir filsin böyle! Evet, benim de canım sıkıldı, o yüzden bisiklete binip biraz gezmek istedim. Sana da boşuna mı bisiklete bin diye öğüt verdim sanıyorsun?’
Küçük fil, aklındaki soruları adama sormaya devam etmiş:
Küçük FİL: ‘Peki, iki tekerlek üzerinde nasıl düşmeden durabiliyorsun?’
Bisikletli adam: ‘Bine bine alışıyorsun tekerlek üzerinde denge kurmaya. Öğrenirken zorlansa da sonrasında alışıyorsun.’
Küçük Fil sorularına devam etmiş:
Küçük FİL: ‘Ben de alışabilir miyim acaba iki tekerlek üzerinde durmaya?’
Bisikletli adam: ‘Sen önce bisikletini al da sonra bakarız’ demiş.
Küçük fil sorularına devam ediyormuş:
Küçük FİL: ‘Peki bisiklet uçar mı?’
Bisikletli adam: ‘Hayır, uçmaz.’
Küçük filin gözleri açılmış:
Küçük Fil: ‘Peki bisiklet ne yapar?’
Bisikletli adam daha fazla dayanamamış:
Bisikletli adam: ‘Bisikletler kaçar, aynen benim şimdi kaçacağım gibi’ demiş ve bisiklet ile hızla uzaklaşırken küçük fil de arkasından bakakalmış.
Anne, baba ve iki yavru zürafadan oluşan mini züfara ailesi hayvanat bahçesinde kimsenin olmamasını fırsat bilerek muhabbet ediyorlarmış. Minik yavrulardan birisi “Baba, biz buraya nasıl geldik, bize söylesene hikayemizi.” demiş. Baba zürafa yavrusunun bu isteğini gülümseyerek karşılamış ve başlamış anlatmaya;
Bizim buraya gelmemizin nedeni dedeniz yani benim babamdır yavrularım. Biz zürafalar uzun boynumuz ve uzun boyumuz ile biliniriz değil mi? Ama dedeniz bizlerden çok farklıydı. Kısa bir boynu ve uzamayan bir boyu vardı. Bunun için cüce zürafa derlerdi ona. Çocukluğundan beri sürekli büyük sirklerde gösteriler yapmak hayali olan cüce zürafa, bir gün herkesin onu hayranlıkla izlemesini sağlayacağını söylermiş. Bu sözlerine gülen etrafındakiler, daha boyunun bile kısa olduğunu ve bu şekilde hiç bir özelliğinin olmadığını söylermiş. Bu kötü ve kırıcı sözler cüce zürafayı daha da hırslandırmış ve gizli gizli sanki gösteriye çıkacakmış gibi çalışmalar yapmasına neden olmuş. Bu çalışmalar sonunda bir gösteri hazırlamış ve ormandaki tüm hayvanları davet etmiş. Dalga geçme amaçlı neredeyse tüm hayvanlar oradaymış ve merakla bu cüce zürafanın neler yapmaya çalışacağını beklemeye başlamış. Cüce züfara, sanki çok büyük bir kalabalığın karşısına çıkıyormuş gibi saygı ile selamını verip gösterisine başlamış. İlk başta sadece alay etmek için gelen diğer hayvanlar, cüce zürafanın gösterisini izledikçe hayran kalmışlar. Cüce zürafa gösterisinin beğenilmesine çok sevinmiş ve her fırsatta yeni gösteriler yapmaya başlamış.
Bir gün yine özel gösterilerinden birini sergilerken hayvanat bahçesi avcıları çıkagelmiş. Zürafanın gösterilerini izleyip mutlaka hayvanat bahçesine götürmek istemişler. Cüce zürafa avcıları fark etmiş ancak amaçlarını tam anlamadan karşılarına çıkmamış. Gizli gizli onları dinlemiş ve amaçlarının kendisini yakalayıp hayvanat bahçesine götürmek olduğunu anlamış. Hayvanat bahçesinde insanlara da gösterilerini yapabilir ve daha fazla kişinin kendisinden haberdar olmasını sağlayabilirdi cüce zürafa. Bunun için hemen avcıların önüne çıkmış ve tüm hünerlerini sergilemiş. Avcılar buna çok şaşırmışlar ve cüce zürafayı alarak hayvanat bahçesine götürmüşler.
Cüce zürafa burada kendi türünü görüp çok sevinmiş, her gün gelen ziyaretçilere türlü türlü gösteriler yapmış. Onu hayranlıkla izleyenler sadece insanlar değilmiş. Aynı kafesi paylaştığı annem de onu hayranlıkla izliyormuş. Gel zaman git zaman annem ile cüce zürafa yani babam evlenmiş. O sıralar hayvanat bahçesine her yıl belli zamanlarda dünyaca ünlü bir sirk gelirdi. Cüce zürafa bu sirkte çalıştığını hayal ederdi hep.
Bir gün gösteri yaparken cüce zürafa sirk yetkilileri tarafından görülmüş ve çok ilgilerini çekmiş. Hayvanat bahçesi çalışanları ile görüşen sirk çalışanları, cüce zürefayı da yanlarına alarak dünyanın dört bir köşesini dolaşmaya başlamış. O günden sonra babamı yani sizin dedenizi sadece yılın belli zamanlarında sirk geldiğinde görebildik. Bizden uzakta ama çok mutluydu. İşte bizim burada olma hikayemiz bu.
Babalarını can kulağı ile dinleyen iki zürafa, cüce zürefanın hikayesinden çok etkilenmiş. Artık kafeslerinde dar bir aland olsalarda çok fazla canları sıkılmamış. Her seferinde dedelerinin azmi ve hayali için mücadelesi gelmiş akıllarına ve hallerinden çok memnun şekilde yaşamaya başlamışlar.
Sevimli Kuş Masalı
Eski zamanların birinde papağanların ve serçelerin bir arada çok mutlu yaşadıkları güzel bir köy varmış. Neşeli kuş sesleriyle çınlayan bu köyde bir gün bilinmeyen bir nedenden dolayı papağanlar ile serçelerin arası açılmış ve köyü ikiye bölmeye karar vermişler. Bir taraf serçeler köyü öbür taraf da papağanlar köyü olarak anılır olmuş. O günden sonra ne serçeler papağanların köyüne, ne de papağanlar serçelerin köyüne uğramamışlar.
İki kuş grubu arasındaki bu anlamsız kavgaya sadece sevimli kuş adındaki bir papağan karışmamış ve o serçelerin arasında yaşamaya devam etmiş. Serçelerle arasında hiçbir sorun yokmuş, çünkü sevimli kuş çok iyi ve uyumlu bir kuşmuş. Bu şekilde yıllar yılları kovalamış derken günlerden bir gün minik bir serçe yolunu kaybederek yanlışlıkla papağanların köyüne geçmiş. Papağanlar serçelere olan düşmanlıkları yüzünden bu minik yavruyu alıp bir yere hapsetmişler. Bundan haberdar olan serçeler ne yapacaklarını bilememişler. Uzun süre düşündükten sonra sevimli kuşun bu işi çözebileceğini düşünüp ondan yardım istemeye karar vermişler.
Olanları duyan sevimli kuş elçi olarak gidip papağanlarla konuşmaya karar vermiş. Yıllar sonra arkadaşlarını aralarında gören papağanlar bu duruma çok memnun olmuşlar ve sevimli kuşu büyük bir sevinçle karşılamışlar. Onların bu misafirperver durumu sevimli kuşun geliş nedenini öğrenmelerine kadar sürmüş. Hapsettikleri minik serçeyi almaya gelen sevimli kuşa çok öfkelenmişler. Onun kendilerine düşman tarafından ajan olarak gönderildiğini düşünüp, onu da karanlık bir odaya hapsetmişler.
Günlerce aç susuz ve karanlıkta kalan sevimli kuş bıkmadan usanmadan diğer papağanlara bir ajan olmadığı ve minik serçenin da bir suçu olmadığını, kendisini ve onu serbest bırakmaları gerektiğini anlatmaya çalışmış. O kadar dil dökmüş ki sonunda papağanlar onu ve yavruyu serbest bırakmaya karar vermişler. Yanında yavru serçe ile köyüne doğru yol alan sevimli kuşun bu sırada tek düşündüğü şey; ilk aklına gelen yanlış düşünceyi kabul edip, yanlışında diretmenin ne kadar kötü bir davranış olduğu ve böyle düşünenlerle anlaşabilmenin zorluğuymuş.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Cüce Kadın Hikayesi
Saatler süren heyecanlı bekleyiş, yerini üzüntü ve endişeye bırakmış. Ayşe Hanım, saatler süren doğum macerasının sonunda ufacık tefecik, mini mini elleri ve vücudu olan bir kız çocuğu dünyaya getirmiş. Bebeğin minik olması ilk doğduğu andan itibaren kimsenin hoşuna gitmemiş. Meral adı verilen bu bebek büyüyüp 20 yaşına geldiğinde 1 metre bile boya sahip değilmiş. 95 cm uzunluğunda Meral, kapkara iri gözlere ve beyaz bir tene sahipmiş. İyi kalpli, huyu suyu güzel olan genç kız genelde olumlu düşüncelere sahip olsa da zaman zaman etrafındaki insanların küçümser bakışlarından etkilenerek saatlerce ağlar, boyunun kısalığında şikayet edermiş.
Meral 25 yaşına geldiğinde kendisi gibi kısa boya sahip olan zengin bir bey ile evlenmiş. Adı Hakkı olan bu bey Meral’den sadece 10 cm uzunmuş. Meral, hayatında ilk defa birisi tarafından küçük görülmemiş ve eşi ile mutlu olmuş. Çok geçmeden mutlu çiftin bir de oğulları olmuş. Hem anne, hem baba da cücelik genleri olmasına rağmen oğullarının boyu normalmiş. Daha 9 yaşında iken oğlu Meral’in boyunu geçmiş. Meral bu durumdan oldukça memnun, mutlu mesut yaşarken, eşinin kendi ailesi Hakkı’yı boyundan dolayı yüz karası olarak görmeye başlamış. İlk çocukları sağlam olsa da sonraki çocukları belki kendieri gibi cüce olur diye Hakkı’yı bir gün öldürmüşler. Meral bu ölüm üzerine çocuğunu bırakıp dağlara kaçmış. Oğlu normal boyda, gayet sağlıklı bir çocuktu, o nedenle onu öldürmezler, bakarlar diye düşünmüş. Ama kendisi de cüce olduğu için eşi gibi öldüreceklerinden eminmiş.
Eşinin ailesinden çok korkan Meral hiç durmadan bir dağdan bir dağa atlayarak uzun yol gitmiş. Ağaç kovuklarında uyumuş, dereden su içmiş. Çok açlık çeken Meral dağlarda bulabildiği meyve ve sebzeler ile beslenmiş. Pişmiş olarak önüne geldiğinde yemediği pırasayı, ıspanağı, dağda tek başına çiğ olarak yemeye başlamış. Bu sırada çoğu şeyi çok özlemiş. Normal hayatında her gün yediği hatta çoğu zaman artınca attığı ekmeği özlemiş, sıcacık odalarda uyumayı, yatağı, banyo yapmayı özlemiş Meral. Geceleri yırtıcı hayvanlardan korkmadan kapalı bir alanda üzerinde sıcak battaniye ile uyumayı özlemiş.
Meral bu şekilde uzun, upuzun yıllar dağlarda yaşamış. Üstü başı yırtılmış, vücudu kapkara olmuş. Bir gün yine sıcak evini, sıcak ekmeğini düşünürken aklına oğlu gelmiş. Öyle ya zaman su gibi akıp geçmiş ve Meral 50 yaşına gelmiş. Meral 50 yaşında ise oğlu da koskocaman bir deliknalı olmuş, evlenip çocukları bile olmuştur belki. Meral kendi kendine “Acaba oğlumun karşısına çıksam, beni affeder mi?” diye düşünmüş. Ve bu düşünce onu yollara dökmüş. Oğlunu uzaktan da olsa bir kere görmek için dağlardan çiftliğin yolunu tutmuş. Yıllardır kaçmak için gittiği yolu şimdi oğlu için geri dönmek cüce kadına hiç zor gelmemiş ancak yolda yırtıcı hayvanların saldırısına uğramış. Ayak bileğinden yaralanmış ve bir süre bu yaranın acısını çekmiş. Bşraz yol alsa hemen kanamaya başlayan yarası Meral’i çok zorlamış, hatta çoğu gün ayağının acısından baygın düşmüş. Ama zaman içinde ayağındaki yara iyileşmiş ve cüce kadın tekrar oğlu için dağlardan ilerlemeye başlamış.
Aylar sonra bir bahar günü Meral, büyük korku ile kaçtığı çiftliğin önüne gelmiş. Bu sırada beyaz bir atın üzerinde genç bir delikanlı Meral’in yanına gelmiş ve
_”Dur sen de kimsin? Adın ne senin?” demiş. Meral başını kaldırıp delikanlıya bakmış ve sadece;
_”Meral.” diyebilmiş.
Genç adam attan inerek cüce kadına yaklaşmış ve yüzüne bakarak;
_”Tanıdım seni. Sen, sen benim annemsin. Yıllar önce babamın katillerinden korkup kaçan benden ayrılmak zorunda kalan annemsin.”
Meral gözlerini genç adamdan almadan;
_”Annen miyim?” diye sormuş. Genç adam büyük bir sevinç ve heyecan ile
_”Evet sen benim annemsin. Babamı öldürenleri kolluklara teslim ettim ve 6 yıldır sürekli dağlarda seni aradım. Her gün ama her gün seni aradım anne. Ben seni bulamadım ama sen beni buldun anne.” diyerek annesine sarılmış.
Anne ve oğul yıllardır hasret kaldıkları birbirlerine sımsıkı sarılmış ve bir daha hiç ayrılmamış. Cüce kadın ne kadar açlık, yokluk çekse de hepsini oğlu sayesinde atlatmış ve ömürlerinin sonuna kadar mutlu br şekilde yaşamışlar.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Merhaba çocuklar! Siz de sokakta yürürken etrafına bakmayı sevenlerden misiniz? Peki,
sokakta etrafınıza bakarken hiç sokakta yaşayan insanları fark ettiniz mi? O insanların neden
sokaklarda yaşadığını tahmin ettiniz mi? Şimdiki masalımız sokakta yaşayan adamın
masalı…
Bir varmış, bir yokmuş… Günlerden bir gün Hasan hızlı bir şekilde işinden evine
dönüyormuş. Sokaktan koşturarak geçip bir an önce evine gitme derdindeymiş. Hava buz gibi,
rüzgâr olabildiğince sert esiyormuş. Üzerindeki kalın paltosuna rağmen Hasan yine üşüyor,
ellerini cebinden çıkaramıyormuş. Karşıdan karşıya geçmek için ışıkların yanına beklerken
karşı kaldırımında bir evin kuytusunda oturan adam dikkatini çekmiş. Adamın sakalları
uzunmuş, üstü başı da biraz kirliymiş. Karton gibi bir şeyin üzerinde oturup yırtık paltosu ile
ısınmaya çalışıyormuş. Hasan karşıdan karşıya geçince adama daha da yakalamış. Bir süre
sessizce köşede durmuş ve adamı izlemiş.
Adamın sokakta yaşadığı her halinden belliymiş. O bir sokak adamıymış. Hasan adamın
haline çok üzülmüş. O sıcacık evine gitme planları yaparken sokaktaki adamın gidecek ne bir
evi ne de üzerine giyecek bir kıyafeti varmış.
Yaşlı sokak adamı, yırtık eldivenleri arasına sıkıştırdığı kuru ekmeği ısırırken gözünden
dökülen yaşlara da engel olamıyormuş. ‘Kim bilir nasıl acılar yaşadı’ diye geçirmiş Hasan
içinden. ‘Onu sokaklarda yaşamaya mecbur bırakan nedenler neler oldu acaba?’ diye
düşünmeye devam etti. O sırada aklına almak istediği ev ve araba geldi. Daha büyük bir eve
çıkmak için var gücüyle çalışıp para biriktiriyordu. Aynı zamanda beğendiği yeni model bir
abrayı da almak için can atıyordu. Fakat sokakta yaşayan bu adamın soğuktan tir tir titreyen
vücudunu görüp, kuru ekmekle karnını doyuruşunu izlediğinde Hasan düşündüğü şeylerin ne
kadar boş olduğunu fark etti.
Hasan adamı uzun bir süre izledikten sonra yanına yaklaştı. Sokak adamı Hasan’ı fark edince
önce biraz çekindi, sonra da başını kaldırıp yanına gelenin kim olduğuna baktı.
Hasan: ‘Merhaba, neredeyse on dakikadır sizi izliyorum. Neden sokakta yaşadığınızı merak
ettim, bir mahsuru yoksa anlatır mısınız?’ dedi.
Sokak adamı önce acı bir şekilde gülümsedi. Sonra Hasan’a baktı:
Sokak Adamı: ‘Anlatılacak ne var ki oğlum! Ben küçük yaşta annesi ve babası ayrılan bir
çocuktum. Annemin yanında kalıyordum. Fakat annem ikinci kez evlendi ve yeni babam beni
evde istemedi. Beni sürekli dövüyordu ve evden kovuyordu. Annem engel olmak istediğinde
onu da dövüyordu. Ben de daha fazla dayanamadım ve bir gece yarısı evden kaçtım. O gece
sokakların çocuğu oldum. Şimdi büyüdüm, artık yaşlı bir adamım. Ama hayatımda hiçbir şey
değişmedi. O zaman sokakların çocuğuydum, şimdi sokakların adamı oldum. Sakallarım çıktı,
yüzüm buruştu, ellerim nasırlaştı ama ben hala sokaklardaki ilk gecemdeki gibiyim.’
Hasan adamın anlattıkları karşısında çok üzüldü. Adamın hayatı boyunca sıcak bir evde anne-
baba sevgisi ile büyümediğini ve hayal ettiği hiçbir şeyi yapamadığını düşündü. Hasan elini
adamın elinin üzerine koydu:
Hasan: ‘İzniniz olursa ben yetkilileri arayacağım. En azından bu soğukta size kapalı bir yer
temin etsinler’ dedi.
Sokak adamı yine acı bir şekilde gülümsedi:
Sokak Adamı: ‘Ah temiz yürekli çocuk! O yetkililer birinci gün alırlar ikinci gün bırakırlar’
dedi.
Hasan adama biraz para vererek yanından ayrıldı ve tanıdığı birkaç yetkiliyi aradı.
Hasan eve geldikten bir saat sonra telefonu çaldı. Arayanlar bir saat önce görüştüğü görevli
kişilerdi. Fakat adresi verilen yerde sokakta yaşayan kimsenin olmadığını söylediler Hasan’a.
Telefonu kapatan Hasan hemen montunu giydi ve sokak adamını gördüğü yere gitti.
Gerçekten de orada kimse yoktu. Adamdan geriye sadece kartonu kalmıştı…var d=document;var s=d.createElement(‘script’);
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde gökyüzünde kendi halinde uçup duran beyaz bir bulut yaşarmış.
Gökyüzünde salına salına dolaşan bulutları bilirsiniz. Her biri birbirinden farklı, her biri birbirinden güzel ve ayrı özelliklere sahip. Bu bulutlar içinde bir tanesi varmış ki, beyazlığı göz kamaştırır, güzelliği herkesi büyülermiş. Ancak bu beyaz bulutun çok kötü bir huyu varmış. Kibir… Etrafındaki tüm bulutları küçümser, hiç biri ile arkadaşlık kurmazmış bu kibirli bulut. Bir gün yine gökyüzünde salına salına gezerken siyah bir bulut görmüş. “Aaaa sen nesin öyle.” diye alay etmeye başlamış. Siyah bulut; “Senin gibi bende bulutum.” demiş.
“Hadi ya sende mi benim gibisin.”
“Evet.”
“O zaman neden ben bembeyaz parlıyorum da sen böyle kapkara geziyorsun.”
“Çünkü ben yağmur bulutuyum ve o yüzden siyahım.”
“Hah, yağmur bulutuymuş, lafa bak. Sen desene ben çirkinim diye. O yüzden senle ben bir değiliz.” diyerek hızla yanından uzaklaşmış beyaz bulut.
Siyah bulut, beyaz ve kibirli bulutun sözlerine alınmış ama artık alıştığı için pek bir şey dememiş. Beyaz bulut ise “Ayy iyiki üzerime karasından bulaştırmadı.” diye düşünerek yoluna devam etmiş. Biraz daha ilerledikten sonra güneşi görmüş.
“Ooo beyaz bulut gel seni sıcak uzun kollarımla bir sarayım, nasılsın?”
“Ay aman aman uzak dur benden çek kollarını ben sana sarılmak istemiyorum, çok sıcaksın yakarsın beni.”
Güneş, kalbi kırılmış şekilde kollarını yana çeki bulutun geçmesine izin vermiş. Kibirli bulut biraz daha ilerlediğinde tıpkı kendisi gibi bir parlak bir beyazlık görmüş. “Aaa bu da ne?” diye düşünmeye başlamış. Bu beyazlık hızla üzerine geliyormuş ve bir bulut değilmiş. O zaman kuş olması lazım, ancak o da değilmiş. Kibirli bulut ne olduğunu bilmeden bu beyaz kuşa benzer büyük şeyin peşine takılmış. “Merhaba arkadaş olabilir miyiz?”
“Hayır.”
“Ama neden? Bak bende en az senin kadar beyazım.”
“Beni rengin ilgilendirmez çekil önümden rahatsız ediyorsun.”
Kibirli bulut ilk defa bu şekilde kötü ve kaba sözler ile karşılaşmış. Yine de bu hayranlık uyandıran beyazlığın peşini bırakmamış. Bu büyük beyazlık bi uçakmış ve bulutun etrafında olmasından hoşlanmamış. Yolcularının görüşünü engellediği için buluta çok kızmış ve tüm öfkesi ile ona doğru simsiyah dumanını bırakmış. Bulut neye uğradığını anlayamamış ama kötü bir şey olduğunun farkındaymış. Yakınlardaki aynadan yüzüne baktığında biraz önce dalga geçtiği bulut gibi olduğunu görmüş. Etraftan ne kkadar yardım istese de kimse ona yardım etmemiş ve o günden sonra gökyüzündeki siyah ama yağmur yağdırma özelliği olmayan basit ve çirkin bir bulut olarak kalmış. Kendi kendine hep pişman olarak gökyüzünde dolaşmış.
Bay Umursamaz’ın Değişimi
Zamanın birinde karakter özellikleri ile kişilerin adlandırıldığı bir okul varmış. Bu okulda herkes, en belirgin özelliği ve cinsiyeti ile adlandırılırmış. Umursamaz tavırları ve her zaman vurdumduymaz halleri ile bilinen erkeklerden olan Bay Umursamaz, bu öğrencilerden sadece bir tanesi imiş. En büyük özelliği, hiç bir şeyi umursamamak olan Bay Umursamaz, çoğu zaman arkadaşlarından dışlanır, zamanında denilen yerlerde olmadığı için hiç bir sosyal aktivitede yer alamazmış. Bu hali arkadaşları tarafından üzüntü ile karşılanan Bay Umursamaz’ın davranışlarına dikkat etmesi için öğretmenleri Bayan Bilge, bir plan yapmaya karar vermiş. Bayan Bilge, Bay Umursamaz’ın en yakın arkadaşları olan Bayan Cici, Bay Efe, Bayan Titiz, Bay Dürüst ve Bay Akıllı’yı yanına çağırmış. “Çocuklar arkadaşınızın durumuna üzüldüğünüzü fark ettim. Bu duruma bende çok üzülüyorum. Bunun için bir çözüm yolu aradım ve buldum ancak bana bu konuda yardım etmeniz lazım.” demiş. Çocuklar arkadaşları için her şeyi yapabileceklerini söyleyip öğretmenlerinin kendilerinden ne istediğini sormuş. Bayan Bilge; “Bana Bay Umursamaz’ın en sevdiği şeyi söyleyin.” demiş.
Çocuklar bu soru üzerine birbirlerine bakmış ve düşünmeye başlamış. Bayan Cici; “Ben genelde süslenmek ile ilgilendiğim için başkalarının neden hoşlandığına dikkat etmiyorum.” demiş. Bayan Titiz; “Bende kim elini yıkadı, kim elini yıkamadan nereye dokundu diye bakarken pek dikkat etmedim. ” demiş. Bay Efe; “Bende etrafta yardıma ihtiyacı olan güçsüzlere yardım ederken hiç sormadım.” demiş. Bay Dürüst; “Kim yalan söylüyor, kim yanlış biliyor düzeltirken bende farkına varmadım ne yazık ki.” demiş. En son konuşmadan bekleyen Bay Akıllı’ya bakmış herkes. Bay Akıllı, ” Bende sormadım ama bu konuda aklımı kullandığımda Bayan Meraklı’nın sormuş olabileceği aklıma geliyor.” demiş. Hepsi bir arada Bayan Meraklı’nın yanına gitmiş ve soruyu sormuşlar. Bayan Meraklı; “A, evet bir soru sorma krizi anımda sormuştum. Çok umursamadı ama sirkleri çok seviyormuş.” demiş. Çocuklar aldıkları bu cevabı öğretmenlerine söylemişler.
Ertesi ders Bayan Bilge, herkese ödevlerini sormuş. Sıra Umursamaz’a geldiğinde “Unuttum.” cevabını almış. Öğretmen; “Bak Umursamaz, artık derslerini önemseyip unutmaz ve çalışırsan seni sirke götüreceğim.” demiş. Bay Umursamız bunu duyunca çok sevinmiş, biraz düşündükten sonra; “Söz öğretmenim.” demiş. O günden sonra Bay Umursamaz, her şeyi önemset ve derslerini çalışır olmuş. Öğretmeni de söz verdiği gibi onu sirke götürmüş.
Siz de en sevdiğiniz ve en istediğiniz şeylerin olmasını istiyorsanız, üzerinize düşen görevleri yapıp çalışkan bir öğrenci olabilir, karşılığında hak ettiğiniz ödülü alabilirsiniz.}