Buralardan çok uzaklarda bir yerlerde bir lunapark varmış. Bu lunaparkın içinde bir tren varmış. Bu tren sihirli bir trenmiş. Bu trene binenler sihirli şehre açılan bir kapıdan geçerler ve bambaşka bir diyara geçerlermiş. Ama lunaparkta bu trene kimse binmek istemiyormuş çünkü dışarıdan bakıldığında o kadar eski duruyormuş ki insanlar bu trenin başına bir şey gelir diye trene binmiyorlarmış. Bizim zavallı tren de yıllardır kenarda öyle ona binecek birilerini bekler dururmuş.
Uzak diyarlarda bir de güzeller güzeli bir kız yaşarmış. Bu kızın adı Esra imiş. Esra çok çalışkan, çok meraklı, çok iyi niyetli, ailesini hiç üzmeyen bir kızmış. Esra kitap okumayı da çok severmiş. Bir gün yine kitap okurken kitapta lunaparkın resimlerini görmüş. Esra daha önce hiç lunaparka gitmemiş. Kitabı okudukça lunaparkın nasıl bir yer olduğunu iyice merak etmeye başlamış. Babasına gidip onu lunaparka götürmesini rica etmiş. Babası da Pazar günü onunla beraber lunaparka geleceğine söz vermiş. Günler geçiyor Esra çok heyecanlanıyormuş. Pazar günü Esra için sanki bir türlü gelmemiş. Cumartesi gecesi heyecandan tüm gece uyuyamamış. Pazar sabahı kalktığında ailede ilk önce o uyanmış hemen giyinmiş ve ailesi kalkana kadar onlara kahvaltı hazırlamış, çünkü daha fazla zaman kaybetmek istemiyormuş. Ailesi kalktığında köyün ilerisindeki büyük lunaparka doğru yola koyulmuşlar. Lunaparka geldiklerinde Esra gözlerine inanamamış. O kadar çok oyuncak varmış ki ! Ayrıca hepsi böyle ışıl ışıl parlıyormuş adeta. Esra’nın meraklı olduğunu söylemiştik. Tüm o ışıltının yanında kenarda bir tren varmış. Çok eski püskü, tozlu, üzerinde ne ışığı ne de yazısı varmış orada öylesine bekliyormuş. Esra merak etmiş ve bilet satılan yere gidip o trenin neden o şekilde olduğunu sormuş. Bilet kesen amca da Esra’ya, yıllardır o trene kimsenin binmediğini, o trenden insanların korktuğunu ve binmek istemediklerini söylemiş. Esra zavallı trene çok üzülmüş ve amcaya o trene binmek istediğini söylemiş. Amca da şaşıracak o treni çalıştırmış. Esra trene binmiş ve tren hareket etmeye başlamış. Tren bir tünele girmiş. Biraz tünelde gittikten sonra tünelin ucunda ışıl ışıl bir görüntüyle karşılamış. Tren birden durmuş. Esra da tren durunca inivermiş. Bir de ne görsün? Karşısında şu ana kadar gördüğü en güzel manzara varmış. Bambaşka bir diyara açılan bir kapıymış. Esra merak edip ormana doğru ilerlemiş. İleride gölün başında çok güzel giyimli bir çocuk göle doğru oturup düşünüyormuş. Esra bir derdi var herhalde diye düşünmüş ve yanına gidip usulca oturmuş. Esra’nın yanına geldiğini gören çocuk birden irkilmiş. Esra çocuğa derdini sormuş. Çocuk da bu diyarda her istedigim var ama hic sohbet edecek arkadasi olmadigini soylemis uzgun bir halde, ve babasinin bu durumu anlamadigindan yakinmis. Esra da çocuğa en iyi şeyin babasına doğruları söylemenin olduğunu söylemiş. Bir süre muhabbet ettikten sonra arkada tren homurdanmaya başlamış. Esra’nın gitme vakti gelmiş. Ama ikisi de ayrılmak istemiyorlarmış. Esra trene binip gitmiş. Bir sure gecmis uzerinden ama birbirlierini düşünüyorlarmis hep; ne de guzel konusup oynamislar o kisacik zamanda o guzel yerde. Bir türlü aklından çıkmıyormuş ikisinin de. Bir gün Esra’larin kapıları çalmış. Bir de bakmış ki o çocuk ve babası karşısında duruyorlarmış. Meğerse çocuk o diyarının Prensi imiş. Babasına Esra ile arkadaslik yapmak istedigini soyleyip doğruları söyleyip, babasıyla birlikte Esra’lara gezmeye gelmişler. O günden sonra da prens ve Esra ayni diyarda mutlu mesut arkadaslik yapmislar. Tren de eski ihtişamına devam edip iki dünya arasında gidip gelmeye devam etmiş.
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; ben diyeyim yıllar sen de asırlar önce, uzak mı uzak diyarların birinde güzelliği dillere destan bir kız varmış. Bu kızın adı Dora imiş. Dora, küçük ve güzel bir kasabada babası ile birlikte yaşar ve babasına tüm işlerde yardımcı olurmuş. Baba-kız mutlu bir hayat sürerlermiş.
Dora güzelliği ile olduğu kadar marifetli elleri ile de bilinirmiş. O ve babası kasabanın en güzel pastalarını birlikte yaparlarmış. Kimin bir doğum günü olsa, kimin bir kutlaması olsa soluğu Dora ve babasının yanında alırmış. Dora kısa zamanda hem lezzeti hem de görüntüsü harika pastalar yapmayı başarırmış. Dora’nın en büyük hayali içerisinde birbirinden güzel pastalar yapabileceği büyük bir pastane açmak ve babası ile birlikte bu pastanede birbirinden güzel pastalar yapmakmış.
Bir gece Dora uyumadan önce pencerenin yanına yaklaşarak gökyüzüne doğru bakmış. Yıldızlar tüm parlaklığı ile gökyüzünde adeta ona göz kırpıyormuş. Dora o sırada parlaklığı ve büyüklüğü ile kendisini belli eden Akşam Yıldızı’nı görmüş. Babasının ona anlattığı masala göre kim Akşam Yıldızı’nı görür ve ondan dilek dilerse diledikleri şeyler gerçek olurmuş. Dora heyecanla ellerini açmış ve Akşam Yıldızı’na bakarak;
Dora: ‘Sevgili Akşam Yıldızı! Lütfen beni duy ve dileğimi gerçek yap. Ben içerisinde güzel pastalar yapabileceğim bir pastanem olsun istiyorum’ demiş.
O gece Dora heyecandan bir sağa bir sola dönmüş yatağında. Bir türlü uyku tutmamış. Acaba dileği gerçek olacak mıymış?
Dora dileğini diledikten sonra her sabah uyandığında dileğinin gerçek olmasını beklemiş. Ama dileği bir türlü gerçek olmuyormuş. İyice ümidi kırılan Dora’nın morali de bozulmaya başlamış. Kızındaki bu durumu fark eden babası ise bir sabah kahvaltı masasında Dora’ya dönerek;
Baba: ‘Güzeller güzeli kızım senin neyin var? Son zamanlarda yüzün hep asık, hep mutsuzsun. Canını sıkan bir şey mi oldu?’ demiş.
Dora babasına her şeyi anlatmaya karar vermiş. Hem belki o dileğinin neden gerçek olmadığını bilebilirmiş.
Dora: ‘Babacığım ben bundan bir hafta önce odamın penceresinden gece yıldızları seyrederken senin bana masalını anlattığın Akşam Yıldızı’nı gördüm. Sen bana masalda demiştin ya Akşam Yıldızı’nı gören ve dilek dileyen herkesin dileği kabul olur diye. Ben de hemen bir pastanem olsun diye dilek diledim. Ama bir hafta geçmesine rağmen dileğim gerçek olmadı. Sence Akşam Yıldızı beni duymamış olabilir mi babacığım?’ Demiş.
Babası kızının neden üzgün olduğunu şimdi anlamış. Kızına dönerek minik yüzünü iki elinin arasına almış:
Baba: ‘Güzel kızım, Akşam Yıldızı’ndan sadece dilek dileyerek istediğin şeylerin olmasını beklemek olmaz. Senin bu dilediğin şey için çaba göstermen ve çok çalışman lazım. Akşam Yıldızı ancak o zaman senin dileklerini gerçekleştirir.’ Demiş.
Dora anlayamamış:
Dora: ‘Nasıl yani, sadece istemem yetmiyor mu?’ demiş.
Babası gülümseyerek:
Baba: ‘O zaman hiçbirimiz çalışmayalım ve sadece isteyelim. Evde oturarak tüm isteklerimizin gerçek olmasını bekleyelim. Sence bu doğru olur mu?’ demiş.
Dora babasının ne demek istediğini anlamış. Nasıl ki tarladan ürün toplamak için tarlayı ekip biçmeleri ve toprağa iyi bakmaları kısaca çalışmaları gerekiyorsa hayatta tüm dileklerin gerçek olması için de çok çabalamak ve çalışmak gerekliymiş.
Dora o günden sonra daha güzel pastalar yapmak ve kendisini geliştirmek için durmadan çalışmış. Başka kasabalardan gelen pastane sahipleri ile konuşarak değişik pastalar yapmanın püf noktalarını öğrenmiş. Öğrendiği birçok şeye rağmen durmayan Dora araştırarak yeni şeyler öğrenmeye ve böylece daha da güzel pastalar yapmaya başlamış.
Günlerden bir gün başka bir kasabadan gelen ve birçok pastanesi olan bir adam Dora ve babasının evini ziyaret etmiş. Adam Dora’nın ne kadar güzel pastalar yaptığını arkadaşlarından duymuş ve bu kızı tanımak istemiş. Pastane sahibi hem Dora’nın hem de babasının çalışkanlığını görünce bu durumu çok takdir etmiş. Dora’nın pastasından yediğinde ise bu kızın nasıl bu kadar güzel pasta yapabildiğine hayret etmiş. Sonunda evden çıkmadan Dora’ya kendi pastanesini açması için yardımcı olabileceğini söylemiş. Dora adamdan duyduğu bu haber karşısında o kadar sevinmiş ki hemen babasına sarılmış. Adamın teklifini kabul eden Dora, babası ile birlikte kasabanın en güzel ve en büyük pastanesinin sahibi olmuş.
E ne demiştik; çalışmadan, emek vermeden ne yemek olur ne de iş! Öyleyse dileklerin gerçek olması için hem çok istemek hem de çok çalışmak gerek di mi?
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, buradan çok ama çok uzak bir yerde kimsenin bilmediği bir şapka varmış. Bu şapkanın diğer şapkalardan farkı, eski zamanların bir cadının şapkası olmasıymış. Cadı bu şapkayı kullanarak görünmez olur, merak ettiği ve görmek istediği her yer gizlice girermiş. Şapkanın kerameti görünmez yapmasıymış ancak şapkayı bir kere takan ölünceye kadar o şapkanın sahibi olurmuş.
Gel zaman git zaman şapkanın sahibi olan cadı ölmüş. Şapka sahibi ölünce sahipsiz kalmış. Kimse şapkanın kerameti bilmediği için sihirli şapka cadının evinde bir köşede öylece kalakalmış.
Günlerden bir gün gökyüzü adeta delinmiş, bir yandan hiç durmadan yağmur yağıyor bir yandan da çıkan rüzgâr önüne gelen her şeyi yıkıp geçiyormuş. Bu fırtınada cadının evinin tüm pencereleri açılmış, rüzgâr evin içerisine girmiş. Rüzgâr o kadar şiddetli esiyormuş ki cadının evinde ne var ne yoksa yerle bir etmiş! Sihirli şapkayı da almış, pencereden dışarı uçuruvermiş…
Rüzgârın gücü ile dışarı uçan sihirli şapka uçmuş, uçmuş ve ormanın içerisinde bir köyün girişinde rüzgar durunca yere düşmüş. Bu köy son zamanlarda çok fazla hırsızlık olaylarının yaşandığı bir köymüş. Köylüler, tüm varlıklarını çalan hırsızlardan artık yaka silkiyormuş. ‘Bir mucize olsa da bizi şu hırsızların gazabından kurtarsa’ diye dua edip duruyorlarmış.
Bu köyde delikanlı mı delikanlı, yakışıklı mı yakışıklı genç bir çocuk da yaşarmış. Çocuk çalışmayı pek sevmez, nerede eğlence varsa oraya kaçarmış. Bu sebeple de köyde bir türlü iş tutturamıyor, hangi işe girse ikinci gün o işten kovuluyormuş. Zavallı annesi de oğlunun bu durumuna çok ama üzülüyormuş.
Günlerden bir gün bizim haylaz çocuk yine işten kovulmuş. Eve gidip annesinin üzgün suratını görmemek için köyün çıkışına ormana doğru gezintiye çıkmış. Dalgın dalgın yürürken birdenbire önüne çıkan şapkayı fark etmiş.
Bizim haylaz çocuk şapkayı kaldırmak istemiş ama ne mümkün! Şapka yerinden oynamıyormuş. Şaşırmış ve şapkaya doğru eğilmiş. O sırada şapka da konuşmaya başlamasın mı?
Sihirli Şapka: ‘Arkadaşım merhaba, benim adım Sihirli Şapka. Sen benim yeni sahibimsin olabilirsin. Her kim beni eline alırsa o benim sahibim olur’ demiş.
Çocuk şapkanın konuşmasına çok şaşırmış. Ancak neden sihirli şapka olduğunu da merak etmiş:
Çocuk: ‘Peki senin sihrin ne’ diye sormuş.
Sihirli şapka hemen cevaplamış:
Sihirli Şapka: ‘Her kim beni kafasına takarsa görünmez olur’ demiş.
Bizim haylaz çocuk bu duruma çok ama çok şaşırmış. Şapkayı almış eline başlamış uzun uzun sohbet etmeye… Sihirli şapkaya annesini, köyü, çalışmak zorunda olduğunu ancak iş bulamadığını anlatmış da anlatmış. Haylaz çocuğu dinleyen sihirli şapkanın aklına güzel bir fikir gelmiş:
Sihirli Şapka: ‘Arkadaşım gel seninle bir anlaşma yapalım. Sen beni geceleri tak, ben de seni görünmez yapayım. Sen geceleri köyünde olan biteni izle. Hem belki bu sayede köyündeki hırsızları da yakalayabilirsin’ demiş.
Bu fikir bizim haylaz çocuğun hoşuna gitmiş. Sihirli şapkayla birlikte başlamışlar geceyi beklemeye. Gün geceye dönmüş, ortalık kapkara olmuş. Haylaz çocuk ‘artık zamanı geldi’ diyerek şapkayı başına takmış. Taktığı anda görünmez olmuş. İlk başta gözlerine inanamayan çocuk bir süre sonra görünmez olmaya alışmış ve hemen köyüne doğru gitmiş.
Gecenin bir yarısı görünmez olan haylaz çocuk köyün içinde dolaşmaya başlamış. O sırada bir de ne görsün! Hırsızlar köydeki bakkalı soymuyorlar mı? Ne yapsam diye düşünen haylaz çocuk o sırada yerde gördüğü sopayı kapmış eline. Başlamış hırsızlara vurmaya… Hırsızlar çocuğu göremedikleri için kendilerine vuran sopayı gördüklerinde şaşkına dönmüşler. Bu nasıl olur diye birbirlerine sormuşlar. O sırada bizim haylaz çocuk da hırsızları yakalarından tuttuğu gibi soluğu köyün bekçi polisinin yanında almış. Bekçinin yanına gelmeden şapkasını çıkaran haylaz çocuk artık görünür olmuş.
Bekçi elinde hırsızlarla gelen haylaz çocuğu görünce çok şaşırmış. Haylaz çocuğu tebrik eden bekçi polisler, bundan sonra yanlarında çalışabileceğini söylemiş. Haylaz çocuğumuz sihirli şapka sayesinde artık polis bekçisi yardımcısı olmuş. Annesi de oğluyla gurur duymuş.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de başarılı çocukların olmuş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken eski hamam içinde… Uzak mı uzak diyarların birinde minik bir oğlan çocuğu yaşarmış. Bu oğlan çocuğunun adı Eser imiş. Eser, annesi, babası, babaannesi ve dedesi ile birlikte mutlu mesut yaşarmış. Eser’in ailesinin büyük çiftlikleri, birçok tarlaları, atları, inekleri, tavukları ve daha birçok hayvanları varmış. Eser her gün erkenden kalkar, dedesi ile birlikte atlara yem verir, tavuklara yem verip yumurtalarını toplar, dedesinin inekleri sağmasını izlermiş.
Günlerden bir gün çiftlikteki ineklerden biri yüksek sesle mölemeye başlamış. Eser ineğin sesini duyunca hemen oraya doğru koşmuş. Bir de bakmış ki ne görsün! Hamile olan inek yere yatmış, öylece kalakalmış. Bizim minik oğlan bunu görünce hemen koşup babasına ve dedesine haber vermiş. Vakit kaybetmeden ahıra gelen dede ve baba ineğin doğurmak üzere olduğunu görmüşler.
Babası hemen Eser’e dönerek:
Baba: ‘Eser oğlum, koş hemen veteriner amcaya haber ver’ demiş.
Bizim minik oğlanın yaşı küçükmüş ama elinden gelen işler büyükmüş. Hızlıca fırlamış evden ve kasabanın meydanındaki veteriner amcanın dükkânına atmış kendini.
Eser: ‘Veteriner amca yetiş, bizim ineğimiz doğurmak üzere!’
Veteriner apar topar dükkânını kapayarak düşmüş Eser’in peşine…
Veteriner ve Eser eve geldikleri gibi dedesi ve babası karşılamış onları. Üçü birlikte ahıra girerken Eser’i gelmemesi konusunda uyarmışlar.
Bizim minik oğlan dışarıda bekleyedursun, veteriner ahırda ineği sağlıkla doğurtmuş. Büyük bir sevinçle ahırdan çıkan üçlüyü gören Eser hemen koşarak ahıra doğru yaklaşmış:
Eser: ‘Babacığım, dedeciğim, ineğimiz doğdu mu?’ demiş.
Baba: ‘Evet oğlum, minik mi minik tatlı mı tatlı yavru bir ineğimiz oldu’ diye yanıt vermiş.
Eser çok heyecanlanmış. Hemen içeri girip minik yavruyu görmek istiyormuş. Ama dedesi karşı çıkmış:
Dede: ‘Dur oğlum, hele inek biraz dinlensin, ne bu acelen? Yarın gelir görürsün’ demiş.
Bizim minik oğlan dedesinin bu tavrı karşısında çok üzülmüş ancak bir şey dememiş.
Akşam olunca herkes yemek masasının etrafında toplanmış. Her akşam neşeli olan Eser’in bu akşamki durgun halleri annesinin hemen dikkatini çekmiş:
Anne: ‘Güzel oğlum neyin var senin? Neden yemek yemiyorsun?’ demiş.
Eser: ‘Anneciğim ben yeni doğan ineği görmek istiyorum ama dedem buna izin vermiyor. Yarın görürsün diyor. Oysa ben şimdi görmek istiyorum. O yavru ineği çok ama çok merak ediyorum.’ Diye yanıt vermiş.
Bunu duyan annesi oğlunun üzülmesine dayanamamış:
Anne: ‘Güzel oğlum sen şimdi yemeğini ye, yemekten sonra ben seni götüreceğim, tamam mı?’ demiş.
Eser o kadar mutlu olmuş ki sevincinden annesinin boynuna atlamış. Yemeğini hızlıca yemiş ve annesi ile birlikte ineğin yanına gitmişler. Ahır çok karanlık olduğu için, ışık da yetmediği için, Eser ineğin yavrusunu ancak uzaktan görebilmiş.
Bizim minik oğlan gece yatağa yatmış ama aklı da fikri de minik yavrudaymış. Onun ne kadar tatlı olduğunu düşünüverirken uyuyakalmış.
Sabah olduğunda erkenden uyanan Eser, heyecanla kahvaltısını etmiş ve dedesinin yanına koşmuş:
Eser: ‘Dedeciğim! Bugün bana minik ineği göstereceğine söz vermiştin. Haydi, kalk gidelim! Lütfen, lütfen !’ demiş.
Eser’in heyecanını gören dede gülümseyerek tamam demiş. İkisi de el ele tutuşup yavru ineğin yanına gitmişler. Sonunda yavru ineği tam olarak gören Eser çok mutlu olmuş.
Yavru ineğin yanına giden bizim küçük oğlan başlamış inekle konuşmaya:
Eser: ‘Korkma küçük tatlı inek. Ben senin arkadaşınım.’ Demiş.
Dedesi torununun bu ineği ne kadar çok sevdiğini görebiliyormuş.
Dede: ‘Eserciğim, bu tatlı ineğin adını sen koymak ister misin?’ demiş.
Bizim küçük oğlan bu duruma çok sevinmiş ve hemen isim düşünmeye başlamış. En sonunda:
Eser: ‘Buldum! Onun adı artık Sarıkız olsun.’ Demiş.
Eser artık her gün sabah erkenden kalkıp, Sarıkız’ın yanına gitmiş. Sarıkız’ın tüm bakımı ondan sorulur olmuş. Sarıkız da artık Eser’i tanıyormuş ve Eser’den hiç korkmuyormuş. Eser ve Sarıkız çok iyi anlaşmış ve hep birlikte büyümüş, hayat da böyle devam etmiş durmuş…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, çok uzak bir yerlerde Moku adında küçük beyaz bir fare yavrusu varmış. Moku etraftaki hayvanlarla oynamayı çok severmiş. Diğer hayvanlar da Moku’yu severler ve onunla oynarlarmış. Bir de Çiki adında sarı bir kedi yavrusu varmış. Ama onun Moku kadar arkadaşı yokmuş. Moku ne zaman Çiki’nin yanına gitse Çiki korkup kaçıyormuş. Moku Çiki’nin ondan korktuğunu fark etmiş ve bu duruma çok üzülmüş. Moku bir köşeye çekilmiş ve düşünmeye başlamış.
‘’ Acaba Çiki ile nasıl arkadaş olabilirim? Benden korkmamasını nasıl sağlayabilirim? ‘’
Birden Moku’nun aklına bir fikir gelmiş. Çiki’nin nasıl oynamayı sevdiğini öğrenirse onunla birlikte oyun oynayıp onunla arkadaş olabilirim diye düşünmüş. Ertesi gün Moku Çiki’nin olduğu bahçeye gitmiş ve Çiki’yi izlemeye başlamış. Çiki tek başına bahçenin bir köşesinde bir ip yumağıyla oynuyormuş. Tüm gün Çiki’yi izlemiş. Çiki ara sıra oynayıp ara sıra süt içiyor, biraz dinlendikten sonra da tekrardan iple oynuyormuş.
Ertesi gün Moku yine Çiki’nin bahçesine gitmiş. Bahçedeki büyük ağacın arkasına saklanmış. Çiki yine iple oynuyormuş. Çiki tam oynarken yanlışlıkla ip yumağı ağacın oraya kaçmış. Moku kendine doğru yuvarlanan ip yumağını görmüş. Birden aklına bir fikir gelmiş.
-‘’ Ben bu ipliği tutup Çiki’ye geri götürürsem belki benimle arkadaş olabilir ve birlikte oynayabiliriz. ‘’
Moku hemen ipi tutmuş ve ağacın arkasına saklanmış. İpin ağacın arkasına gittiğini gören Çiki ağaca doğru koşmuş. Ağacın yanına gittiğinde birden şaşırmış. Bir fare elinde Çiki’nin ip yumağını tutuyormuş. Çiki çekinmiş ve arkaya doğru bir iki adım atmış. Çiki’nin çekindiğini gören Moku hemen Çiki’ye seslenmiş.
-‘’ Hey! Merhaba! Benim adım Moku. Ben bir fareyim. Peki ya senin adın ne küçük sarı tatlı kedi? ‘’
Çiki Moku’nun onunla konuştuğunu görünce önce şaşırmış. Sonra biraz çekinerek cevap vermiş.
-‘’ Merhaba benim adım Çiki. Bende bir kediyim. ‘’
Moku Çiki’nin ona cevap vermesine çok sevinmiş hemen konuşmaya başlamış.
-‘’ Çiki benimle birlikte oyun oynamak ister misin? İstersen benimle birlikte diğer arkadaşlarımla da oyun oynayabilirsin. ‘’
Çiki biraz düşünmüş. Tek başına oyun oynarken canının sıkıldığı aklına gelmiş ve şöyle demiş.
‘’ Evet. Seninle bir oyun oynayabilirim Moku. ‘’
Moku Çiki’nin oyun teklifini kabul etmesine çok sevinmiş ve hemen ağacın arkasından çıkmış. Oyun oynamaya başlamışlar. Çiki ip yumağını patisiyle uzaklara atıyor, Moku da hemen koşup oradan ip yumağını alıp Çiki’ye geri getiriyormuş. Tüm gün boyunca bu şekilde oynamışlar.
Ertesi gün Moku yine Çiki’nin bahçesine gittiğinde Çiki’yi ağacın kenarında Moku’yu beklerken bulmuş. Çiki;
-‘’ Hoş geldin Moku. Ben de seni bekliyordum. İstersen bugün arkadaşlarını çağırabilirsin. Hep birlikte oyun oynarız. ‘’
Bunu duyan Moku hemen gidip diğer arkadaşlarını çağırmış. Bu sefer de Çiki, Moku’nun yediği yiyeceği gidip bir yerlere saklıyor, Moku da gidip yiyeceğini buluyormuş. Moku’nun arkadaşları geldiğinde ise hep birlikte önceki gün yaptıkları gibi ip yumağı fırlatma oyunu oynamışlar. Günün sonunda hepsi arkadaş oldukları için çok mutluymuş. Günün sonunda Moku ile Çiki yarın tekrar oynamak üzere sözleşmişler. Moku yolda evine giderken
‘’Aslında birisiyle arkadaş olmanın çok zor bir şey olmadığını, sadece karşısındakini daha iyi tanıyıp onun neyi sevip sevmediğini öğrendikten sonra arkadaş olmak ve oyun oynamanın çok kolay olduğunu ‘’ düşünmüş ve gülümseyerek yoluna devam etmiş.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bundan uzun uzun yıllar önce, develer tellal iken, pireler ise berber iken, ben küçükken ama dayımın da beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Herkes başlamış koşmaya, ben dönmüşüm şaşkına. ‘Nereye gidiyorsunuz böyle?’ Diye sordum birine, dedi ki ‘Masal dinlemeye’… Masalı çok severim ben, dinler dinler uyurum ben. Tam ‘Beni de götür’ diyecektim ki aldı bir kuş beni kanadına, uçurdu periler diyarına… Periler diyarı ki bütün periler masallar anlatır sana… İşte o masallardan birini anlatacağım ben de sana…
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok uzak diyarların birinde, büyük bir bahçe varmış. Bu bahçe bildiğimiz bahçeler gibiymiş ancak bir özelliği hariç. Bu bahçenin içinde şarkı söyleyen bir ağaç varmış. Bu ağacın ünü yakınlardaki tüm köylere yayılmış. Ağaç o kadar güzel şarkı söylüyormuş ki, köylülerin hepsi ağacın etrafında toplanıp eğlenceli vakit geçiriyormuş. Ağaç da kendisine gösterilen bu ilgiden memnun, marifetlerini gösterdikçe gösteriyormuş.
Günler haftaları haftalar da ayları bu şekilde kovalarken şarkı söyleyen ağacın methi taa ülkenin padişahının kulağına kadar gitmiş. Vezirlerinden birisi padişaha şarkı söyleyen ağaçtan bahsettiğinde padişah önce inanmamış. Hatta vezirine gülmüş, geçmiş. Ancak vezir çok ısrar edince ağacı gidip görmeye karar vermiş.
Günlerden bir gün padişah köylü bir adam gibi giyinerek halkın içine karışmış. Padişah böyle zamanlarda padişah olduğunu saklamak için hep köylü kılığına girerek girermiş köyün içine. Böylece kimse onun padişah olduğunu anlamaz, o da rahat rahat gezermiş tüm sokakları. O gün yine aynı şeyi yapan padişah vezirin öve öve bitiremediği şarkı söyleyen ağacı bulmak için uzun bir süre yürümüş. Ardından köyün dışına doğru olan büyük bahçenin içinde şarkı söyleyen ağacın sesini duymuş. Padişah kulaklarına inanamamış. Bu ağaç gerçekten şarkı söylüyormuş. Üstelik köylüler ağacın etrafında toplanarak kah eğleniyor, kah dans ediyor, kah gülüp oynuyorlarmış. Padişah köylülerin bu kadar mutlu olmasını hazmedememiş. Kendisi bu ülkenin padişahıymış ve en zengini imiş. Bu ağaç insanları mutlu ediyorsa bu mutluluk sadece ve sadece onun olmalıymış. Fakir köylüler ağacın eğlencesini yaşama hakkına sahip değilmiş.
Padişah gördüğü manzara karşısında duyduğu memnuniyetsizlik ve hatta kıskançlık ile sarayın yolunu tutmuş. Saraya girdiği gibi vezirini yanına çağırmış:
Padişah: ‘Yarın hemen o ağacı söküp sarayın bahçesine getiriyorsun. Benim odamın tam altına dikiyorsun. Bundan sonra o ağaç tüm şarkılarını sadece bana söyleyecek’ demiş.
Vezir padişahın talimatını yerine getirmek için hemen harekete geçmiş. Sabah olur olmaz yanına aldığı birkaç adam ve bahçıvan ile ağacı yerinden sökmek için yola koyulmuş.
Şarkı söyleyen ağaç, yeni bir günün sabahına yine çok mutlu başlamış. Güneş parladıkça neşesi yerine gelmiş ve güzel sesi ile şarkılarını söylemeye başlamış. O sırada tarlalarına giden köylüler de ağacın bu güzel sesi ile güne başlamanın keyfini çıkarmış.
Fakat o da ne! Padişahın veziri yanındakiler ile birlikte ağacı yerinden sökmesin mi? Köylüler ‘durun ne yapıyorsunuz?’ demeye kalmadan vezir hepsini kovmuş. ‘Padişahımızın emri, buna karşı mı geliyorsunuz’ diyerek bir de tehdit etmiş köylüleri. Zavallı insanlar susup kalmışlar, üzülerek ağacın sökülmesini izlemişler.
Şarkı söyleyen ağacı söken vezir ve adamları ağacı saraya getirmiş. Padişahın tam da istediği gibi odasının altına dikmiş. Beklemişler ki ağaç şarkılarını söylemeye devam etsin. Ancak ağaçta tık yokmuş! Vezir biraz daha bekleyelim demiş ancak ağaç yine ses vermemiş. Vezir en sonunda pes etmiş ve padişaha durumu bildirmiş. Padişah yine öfkeyle kükremiş:
Padişah: ‘O ağacın nasıl şarkı söylediğini ben duydum. Nasıl olur da burada ses çıkarmaz! Gerekirse birkaç gün hatta birkaç ay bekleyeceğiz, yine de o ağaçtan şarkı dinleyeceğiz’ demiş.
Günler, haftalar, aylar geçmiş ancak şarkı söyleyen ağaç sarayın bahçesinde değil şarkı söylemek sesini bile çıkarmamış. Padişah da artık boşuna beklediğini fark etmiş. Anlamış ki ağaç sadece kendi bahçesinde söylüyormuş o güzel şarkılarını.
Padişah yaptığının yanlış olduğunu anlamış. Ağacı sarayın bahçesinden söktürüp eski yerine diktirmiş. Ağaç daha bahçenin kökleri ile birleştiği anda o güzel sesi ile şarkılarını söylemeye başlamış. Hem padişah hem de köylüler bu duruma çok sevinmişler. Herkes bir arada ağacın şarkılarını dinleyerek, mutlu mesut yaşamışlar.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de uslu çocukların olmuş.
Sevgili çocuklar, hırsın ve elindeki ile yetinmemenin ne kadar kötü bir şey olduğunu biliyor musunuz? Hırslı insanlar daima mutsuz olmaya ve ellerindeki kaybetmeye mahkûmdur. Peki, hırsın sonunun ne kadar kötü olduğunu anlatan güzel bir masal dinlemeye ne dersiniz? İşte size hırslı köpek Nino’nun masalı…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak mı uzak ormanların birinde yaşayan büyük bir köpek varmış. Bu köpeğin adı Nino’ymuş. Nino, heybetli cüssesi ve parlak tüyleri ile her göreni kendisine hayran bırakırmış. Uzun beyaz parlak tüylere ve siyah kocaman gözlere sahip olan Nino, diğer köpeklerin en çok kıskandığı ve imrendiği köpekler arasındaymış. Kendisine çok güvenir, kendisinden daha heybetli ve güzel bir köpeğin daha olabileceğini hiç düşünmezmiş.
Gel zaman git zaman, günler günleri aylar da yılları kovalamış. Ama bizim gurur ve kibir yüklü köpek Nino ne kibrinden ne de gururundan hiçbir şey kaybetmemiş. Günlerden bir gün, kendisini çok seven bir tatlı kızın verdiği et parçası ile nehrin kenarına gelmiş. Ağzındaki et parçası o kadar büyük o kadar lezzetli gözüküyormuş ki, onu yemek için sabırsızlanıyormuş.
Köpek Nino sonunda nehirin kenarına gelebilmiş. Nehrin tam kenarına uzanmış güzelce. Çimenlerin yeşilliği, rengârenk çiçeklerin güzel kokusu köpeğin tüm keyfini yerine getirmiş. ‘Oh, ne kadar keyifli bir ortam. Bu ortamda ben şimdi bu güzel etimi nasıl afiyetle yerim ama’ diye geçirmiş içinden. O sırada Köpek Nino nehirde kendi yansımasını görmüş. Fakat Nino bu görüntünün nehirde kendi yansıması olduğunu bilmiyormuş. Görüntüdeki köpeği başka bir köpek zannetmiş. Nino önce kulaklarını dikmiş, göldeki köpeğin sesini dinlemek için. Bakmış ki nehirdeki köpek de aynısını yapıyor. İçinden biraz öfkelenmeye başlamış. Nehirin içindeki bu köpek kendisine kafa mı tutuyormuş?
Köpek Nino ağzındaki büyük et parçasını daha sıkı tutmuş. Ama o sırada bir de ne fark etsin; göldeki o köpeğin ağzında da aynı et parçasından yok muymuş? Köpek Nino kendi ağzındaki etin mi yoksa göldeki köpeğin ağzındaki etin mi daha büyük olduğuna takmış kafayı. Nasıl olur da bu ormanda onunla aynı cüssede ve aynı güzellikte bir köpek daha olabilirmiş! Üstelik bu köpeğin ağzında da en az kendisinin ağzındaki kadar büyük bir et parçası olması Köpek Nino’yu iyice kızdırmış.
Köpek Nino başka bir köpeğin kedisinden daha şanslı olmasını asla kabul edemezmiş! Bu hırsla harekete geçen Köpek Nino, göldeki köpeğin ağzındaki et parçasını kapmak için kendisini nehirdeki yansımasının üzerine atmış! Amacı hem göldeki köpeğin ağzındaki eti kapmak hem de bu ormanda kimin daha güçlü olduğunu ona göstermekmiş.
Fakat sonuç ne olmuş? Köpek Nino göle atlamış atlamasına, ama ortada köpek falan yokmuş. Ne köpek ne de et! Çünkü Köpek Nino, göle bakınca kendi yansımasını görüyormuş göldeki suyun üzerinde. Ağzında et parçası olduğu için yansımasında da et parçası gözüküyormuş tabii.
Köpek Nino eldekiyle yetinmediği ve hırslandığı için elindeki et parçasından da olmuş. Göle atladığında ağzındaki et parçası suyun akıntısına kapılıp sürüklenip gitmiş. Köpek Nino zar-zor çıkabilmiş nehirden. Üstü başı sırılsıklam olduğuna mı yansın, giden et parçasına mı?
O günden sonra Köpek Nino bir daha hiç aç gözlülük yapmamaya söz vermiş kendi kendine. Hırslı ve kibirli de olmayacakmış.
İşte sevgili çocuklar, elindekinin kıymetini bilmeyenlerin sonu böyle olur. Masal da burada son bulur.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler ise berber iken, ben küçükken ama dayımın da beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Herkes başlamış koşmaya, ben dönmüşüm şaşkına. ‘Nereye gidiyorsunuz böyle?’ Diye sordum birine, dedi ki ‘Masal dinlemeye’… ‘Beni de götür’ dememe kalmadan aldı bir kuş beni kanadına, uçurdu periler diyarına… Masal anlatır tüm periler burada bana… O masallardan birini anlatacağım şimdi ben de sana…
Çok ama çok eski zamanların birinde, zenginliği dillere destan olan ama cimriliği de bir o kadar meşhur olan bir tüccar yaşarmış. Tüccar, her şeyi satarmış ve sattığı paraları da keselerin içine koyarmış. Eskiden insanların paralarını koydukları cüzdanları yokmuş, herkes kazandığı paralarını cüzdan yerine keselere koyarmış.
Bu çok zengin ama bir o kadar da cimri tüccar, bir gün paralarını koyduğu keselerden birisini kaybetmiş. Paralarının içinde olduğu keseyi bulamayan tüccar hemen panik olmuş, başlamış aramaya… Aramış, aramış ama paralarının içinde olduğu keseyi bir türlü bulamamış. Tüccar çaresizce etrafına haber salmış. Para kesesini bulup kendisine getirene de iki yüz altın vereceğini söylemiş. Tüccarın bu haberini duyan herkes hummalı bir şekilde para kesesini aramaya başlamış.
Aradan üç gün geçmiş ve yaşlı bir köylü çıkagelmiş. Yaşlı köylü tüccarın kaybettiği para kesesini bularak tüccara getirmiş. Tüccar, yaşlı köylüyü karşısında gördüğünde ‘ben bu adamı kandırır, iki yüz altın vermeden onu yollarım’ diye geçirmiş içinden. Yaşlı adam ise her şeyden habersiz tüccara uzatmış elindeki para kesesini:
Yaşlı Köylü: “Buyurun efendim, para kesenizi buldum ve size getirdim’’ demiş.
Tüccar hemen para kesesini almış yaşlı köylünün elinden. İçindeki altınları da saymış. Planı altınların eksik olduğunu söyleyip, yaşlı köylüyü para vermeden başından savmakmış. Tüccar altınları saydıktan sonra:
Tüccar: ‘Burada tam iki yüz altın eksik yaşlı adam. Ben bu keseye tam bin altın koymuştum ama bu kesede sekiz yüz altın var. Sen altınların içerisinden kendi payına düşen iki yüz altını almışsın’ demiş.
Yaşlı adam şaşırmış. Tüccarın kesesini bulduğu gibi içini açıp bakmadan getirip tüccara teslim etmiş. Fakat tüccar kendisini hırsızlık ile suçluyormuş.
Yaşlı Adam: ‘Efendim siz ne diyorsunuz! Ben bu keseyi açmadım bile. İçinden tek bir altın bile almadım. Bulduğum gibi size getirdim’ demiş.
Tüccar yaşlı köylüyü korkutmak için biraz sesini yükseltmiş:
Tüccar: ‘Keseyi açıp içinden altınları almışsın be adam, şimdi benden bir daha altın mı istiyorsun!’ demiş.
Yaşlı köylü bu laf karşısında sinirlenmiş:
Yaşlı Adam: “Hem bana söz verdiğin ve hakkım olan altını vermiyorsun hem de hırsız diyorsun! Bu kadarı da çok fazla! Seni mahkemeye vereceğim” demiş ve soluğu mahkemede almış.
Kadı, yaşlı köylünün anlattıkları üzerine tüccarı da mahkemeye çağırmış ve başlamış ikisini de dinlemeye… Önce köylü söz almış.
Köylü Adam: “Kadı Bey, ben bu adamın kesesini buldum. Keseyi bulduğumda içini açmadım. Bulduğum gibi tüccara getirdim. Ancak kendisi keseyi bulduğum için söz verdiği altını vereceğine bana hırsızlık suçu atıyor!’ demiş.
Kadı köylüyü dinledikten sonra tüccarı dinlemiş. Tüccar da başlamış anlatmaya:
Tüccar: “Efendim, kese benim. İçine ne kadar altın koyduğumu da bilirim. Kesenin içinde bin altın vardı. Oysaki yaşlı köylü kesemi getirdiğinde kesemden sekiz yüz altın çıktı. İki yüz altını, keseyi getiren yaşlı köylü almış’ demiş.
Kadı biraz düşünmüş ve kararını vermiş:
Kadı: “Tüccar Bey, madem sen kesene bin altın koydun ve bundan eminsin, o zaman bulunan kese sana ait değildir’’ demiş.
Tüccar o anda ne yapacağını şaşırmış. Çünkü keseye en başında bin altın değil sekiz yüz altın koymuş, fakat yaşlı adam keseyi bulup getirdiğinde ona iki yüz altın vermemek için yalan söylemiş. Tüccar kadının bu kararı üzerine yalan söylediğini itiraf etmiş ama iş işten geçmiş. Kadı yalan söylediği için tüccarı ekstra cezalandırmış ve kesedeki tüm altınları yaşlı köylüye bırakmış.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de dürüst çocukların olmuş…
d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
ANNESİNİ DİNLEMEYEN DEFNE
Günlerden bir gün tatlı mı tatlı Defne camın önünde oturmuş ve dışarıda yağan karı izlemeye dalmış. Bir yandan da dışarı çıkmak, karların içinde koşup yuvarlanmak istiyormuş. Dışarıda gülüşen çocukların yanında olmak istiyormuş. Fakat hasta olduğu için annesi dışarı çıkmasına izin vermemiş. Bu sebeple camın arkasından dışarısını izlemek zorundaymış.
Annesi mutfaktaki işlerini bitirip odaya girdiğinde Defne’yi camın önünde üzgün bir şekilde dışarısını izlerken görmüş. Annesi kızının bu durumuna üzülmüş çünkü kızının da dışarı çıkıp kartopu oynamak istediğini biliyormuş. Kızının yanına oturmuş.
ANNE: ‘Defneciğim, kızım, neden üzgün bir şekilde dışarıyı izliyorsun?’
DEFNE: ‘Üzgünüm çünkü dışarıda kartopu oynayamıyorum. Arkadaşlarım dışarıda ne kadar da eğleniyorlar.’
ANNE: ‘Ama tatlım benim sen hastasın ve daha hastalığını atlatamadın.’
Defne yüzü asık bir şekilde dışarıyı izlemeye devam etmiş. Annesi Defne’nin üzülmesine dayanamamış.
ANNE: ‘Tamam üzülme canım kızım. Çok sıkı giyindiğin ve atkını-şapkanı taktığın sürece ve az kalmaya söz verdiğin sürece dışarı çıkabiliriz.’
Defne mutlu bir şekilde annesine dönmüş:
DEFNE: ‘Anneciğim, çok teşekkür ederim. Söz veriyorum, çok kalın giyineceğim ve dışarıda çok kalmayacağım.’
Defne ve annesi sımsıkı giyinmiş ve şapkaları ile atkılarını takarak dışarı çıkmışlar. Defne o kadar mutluymuş ki hemen eğilip elinle kocaman bir kartopu yapmış. Arkadaşları da Defne’yi görünce hemen yanına gelmişler. Oya ve Ece gülümseyerek:
-‘Defne, iyi ki dışarı çıktın. Baksana kar çok güzel’ demişler.
Defne de gülümseyerek karşılık vermiş arkadaşlarına. Hep beraber el ele verip güzel bir kardan adam yapmışlar. Annelerinin getirdiği havuç, eski şapkalar ve kömür ile de kardan adamı süslemişler. Çok ama çok güzel bir kardan adam olmuş.
Kardan adamın yapımı bittiğinde Defne’nin annesi Defne’nin yanına gelmiş:
ANNE: ‘Canım kızım hadi eve girelim artık. Bu kadar yeterli.’
Defne’nin canı içeri girmeyi hiç istemiyormuş. Arkadaşları ile daha kaymamışlar bile.
DEFNE: ‘Ama anne, arkadaşlarımla daha kaymadım bile.’
ANNE: ‘Ama kızım bana söz vermiştin. Kısa zaman kalıp içeri girecektik, çok bile kaldık.’
Defne annesine verdiği sözü hatırlıyormuş ama canı içeri girmek istemediği için mızıkçılık yapıyormuş.
ANNE:’Defne, kızım, bana söz vermiştin hatırlıyorsun dimi? Lütfen beni üzmeden içeri girer misin? Bak hastalığın daha geçmedi ve tekrar üşütürsen daha kötü hasta olacaksın.’
Defne annesinin dediklerini dinlemeden Oya ve Ece’nin yanına koşmaya başlamış. Annesi de arkasından hiçbir şey demeden kenarda onu beklemeye başlamış.
Defne saatlerce oynamış, koşmuş, karın üzerinde kaymış. Sonunda o kadar çok yorulmuş ki, herkes eve girdiğinde o da evine gelmiş. Annesi çok daha önceden Defne’yi orada bırakıp eve geldiği için tek başına eve girmiş.
DEFNE: ‘Anneciğim, ben geldim.’
Annesi hiç ses vermeden masayı hazırlıyormuş. Defne annesinin ona kızgın olduğunu anlamış. Verdiği sözü tutmadığı için annesi Defne ile konuşmuyormuş. Defne de hiçbir şey söylemeden odasına geçmiş ve akşam yemeği saatini bekleyene kadar biraz uyumaya karar vermiş.
Defne uykudan uyandığında çok üşüdüğünü hissetmiş. Üşümekten dişleri tıkırdıyormuş adeta. Üstelik üzeri de oldukça kalınmış. Ama üşümesi bir türlü geçmiyor hatta gittikçe artıyormuş. Hemen annesine seslenmiş. Annesi odaya girdiğinde kızının halini görmüş ve paniklemiş:
Defne: ‘Anne ben çok üşüyorum. İçim üşüyor sanki.’
Anne: ‘Ah Defne Ah! Ben sana demedim mi, hasta olacaksın diye.’
Annesi hemen Defne’nin ateşini ölçmüş. Ateşi 39.5 imiş. Hemen arabaya binip doktora gitmişler. Defne normalde doktora gitmeyi hiç sevmezmiş. Fakat şimdi suçlu kendisi olduğu için hiç sesini çıkarmamış.
Doktor Defne’ye iyileşmeden dışarı çıkıp kendine dikkat etmediği için çok kızmış ve ateşinin düşmesi için iğne yapmak zorunda kalmış. Defne ise annesinin sözünü dinlemediği için çok ama çok pişmanmış. Hem annesini üzmüş, hem de tam iyileşecekken tekrar hastalığın başına dönmüş. Annesini dinleseymiş ve onun dediği zamanda içeri girseymiş bunların hiçbiri olmayacakmış. Bir daha ne olura olsun annesinin sözünden çıkmamaya ve verdiği sözü tutmaya söz vermiş kendi kendine.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de verdiği sözleri tutan çocukların olmuş…
Kısa Boylu Akıllı Ayşe
İlkokul 1. sınıfa giden Ayşe isminde bir kız varmış. Çok akıllı ve sevimli olan bu kızın tek bir sorunu varmış, o da boyunun diğer yaşıtlarından kısa olmasıymış. Yani Ayşe cüceymiş. Annesi ve babası da cüce olduğu için küçük kız bu durumu pek yadırgamıyormuş. Fakat okula başlayıp da diğer yaşıtlarıyla bir arada olmaya başlayınca sorunun farkına varmış.
Öğretmeni Ayşe’yi çok seviyor ve ona çok iyi davranıyormuş fakat sınıf arkadaşları hep onu dışlıyor aralarına almıyorlarmış. Ayşe tenefüslerde hep yalnız başına sınıfta oturup, bahçedeki çocukların oyunlarını izleyerek sessizce ağlıyormuş. ” Ben onlara ne yaptım, neden beni aralarına almıyorlar, ben çok mu kötü bir insanım? ” diye sürekli kendine sorup duruyormuş. Arkadaşları her fırsatta onunla cüce kız diye alay ederlerken o sadece başını yere eğip ağlıyor, onlara hiçbir şey söylemiyormuş.
Bir gün okul çıkışında arkadaşları her zamanki gibi onun peşine takılıp, cüce kız diye bağırırlarken Ayşe onlardan kaçmak, o alaylarını duymamak için hızlıca koşmaya başlamış. O koşunca diğer çocuklarda peşinden koşmaya devam etmişler. Küçük kızın tek isteği bir an önce bu alay dolu seslerin kesilmesiymiş. Bu seslerden uzaklaşabilmek için olanca gücüyle koşuyormuş. Öylesine telaşlıymış ki yol ayrımına geldiğinde sağına soluna bakmayı bile düşünememiş. Hızlıca kendisini yola attığında acı bir fren sesi duyulmuş. Kendisine çarpan araba yüzünden Ayşe kanlar içinde yere yığılmış. Arkasından yetişen sınıf arkadaşları bu manzarayı gördüklerinde dehşet içinde kalmışlar. Arabanın şöförü hemen Ayşe’yi kucaklayarak hastaneye götürmüş. Çocuklar ertesi gün sınıfa geldiklerinde Ayşe’nin sırasını boş görmüşler. Öğretmenleri onlara Ayşe’nin uzun bir süre hastanede kalacağını ve belkide bir daha hiç okula gelemeyeceğini söylemiş. O zaman çocuklar bunun kendi suçları olduğunu anlayarak pişman olmuşlar. ” Biz Ayşe ile dalga geçip onun peşinden koşmasaydık, bugün o da burada olacaktı. Şimdi bizim yüzümüzden hastanede.” diyerek hatalarını kabullenmişler. Onların pişmanlığını gören öğretmenleri, onlara hastaneye Ayşe’yi ziyarete gitmeyi isteyip istemediklerini sormuş. Çocuklar hep bir ağızdan isteriz cevabını vermişler.
Ertesi gün Ayşe hastane odasına elinde çiçekler ve hediyelerle giren arkadaşlarını gördüğünde gözlerine inanamamış. Bütün arkadaşları teker teker ondan özür dilemişler. Ayşe o kadar iyi kalpli bir kızmış ki arkadaşlarını affetmiş. Arkadaşları her gün okul çıkışında onu ziyarete gelmişler, o gün derste neler işlediklerini anlatmışlar. Ayşe arkadaşlarından aldığı destek ve moral sonucunda kısa sürede okuluna geri dönmüş.
document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);