Dövüşçü Aslanla Yaban Domuzu
Bir yaz günü aslan su içip serinlemek amacıyla bir su başına gelmiş. O sırada yabandomuzu da suya eğiliyormuş. Aslan:
– Çekil bakalım da suyumuzdan içelim, ” demiş.
– Ne demek çekil?, demiş yabandomuzu. Biz hayvan değilmiyiz? Bizde su içmez miyiz? Amma şey asıl sen çekil!
“Sen çekil, hayır sen çekil…” derken işi dövüşe çevirmişler. Nasıl bir dövüş? Kıyasıya, kırasına, öldürüp ölmecesine! Kan ter içinde kalmışlar. Ayrılıp bir solukluk dinlenmede ne görsünler? Tepedeki ağaçlara akbabalarla kara kargalar konmuşlar:
“Aman birbirlerini hemen öldürseler de leşleri bize kalsa…” diye bekleşmiyorlar mı?
Hem aslanda hem yabandomuzunda şafak sökmüş:
“Aman, kavgayı dövüşü boş verelim! Eski dostluğumuza dönelim. Bu akbabalarla kara kargalara yem olmayalım, iyisi budur…”Demişler, yollarına gitmişler.
(Dövüşüp sövüşmek iyi mi? Barış içinde yaşamak varken üstelik… Dövüşenler için son her zaman kötüye varır, bir kazanç getirmez.)
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde güzel bir orman varmış. Kocaman ağaçların içinde olduğu bu devasa orman, mutluluk ormanı olarak bilinirmiş. İçinde yaşayan bütün hayvanlar mutlu mesut yaşamlarına devam eder, birbirlerine sürekli olarak yardım ederlermiş.
Mutluluk ormanında yaşayan hayvanlardan birisi de eşekmiş. Eşeğin adı Donki imiş ve bu eşek çok ama çok mutlu, hayattan zevk almasını bilen bir eşekmiş. Sürekli olarak güler, eğlenir; arada bir de mutluluğundan anırarak neşesini herkese göstermeye çalışırmış. Ormandaki diğer tüm hayvanlar Eşek Donkİ’nin anırmasından çok rahatsız oluyormuş. Ama üzülmesin diye Eşek Donki’ye bir şey söylemiyorlarmış.
Ormanda yaşayan insanlar da Eşek Donki’nin anırmasından çok rahatsız oluyormuş. Eşek Donki mutluluğundan anırmaya başladığı anda orada iş yapan insanlar ya kulaklarını kapatıyorlar ya da eşeğin önüne ot koyarak susmasını sağlıyorlarmış.
Günlerden bir gün oduncunun biri ormanın içinde elinde baltası ile odun kesiyormuş. Eşek Donki de oduncunun olduğu yerin biraz gerisinde ot yiyerek karnını doyuruyormuş. Karnı doyan Eşek Donki’nin keyfi yerine gelmiş ve başlamış anırmaya! Hem anırıyor hem de oynayıp zıplıyormuş. Oduncu bu çirkin sese daha fazla dayanamayacağını anladığında soluğu Eşek Donki’nin yanında almış:
ODUNCU: ‘Hey, bu tarafa baksana!’
Eşek Donki sesin geldiği yere doğru dönmüş. Bir bakmış ki elinde baltalı bir adam!
ODUNCU: ‘Bana bak eşek misin nesin! Sen bu kadar çirkin sesle anırmaya utanmıyor musun? Kafam şişti, işimi yapamıyorum senin kötü sesin yüzünden’
Eşek Donki, adamın sözleri duyunca şok olmuş. Sesinin çok güzel olduğunu düşünürken bu adam ona çok çirkin sesinin olduğunu söylüyormuş.
EŞEK DONKİ: ‘Ama benim sesim çok güzel değil mi?’
Oduncu gülmeye başlamış. Bu eşek kendini ne zannediyormuş acaba?
ODUNCU: ‘Ya işine git, hadi sen otlamana devam et ben de işimi yapayım. Bir daha da bu ses ile sakın anırma!’
Eşek Donki oduncunun bu sözleri üzerine çok üzülmüş. Hemen oradan ayrılmış. Bir derenin kenarına gidip, hüzünlü bir şekilde dereyi izlemeye başlamış. Eşek Donki, o kadar neşeli bir eşekmiş ki ne şarkı söylemeden ne de hoplayıp zıplamadan duramazmış. ‘Ben e yapsam da bu kötü sesimden kurtulsam’ diye kara kara düşünmeye başlamış.
Tam o sırada, bir çekirge zıplaya zıplaya önünden geçiyormuş. Çekirge hem zıplıyor hem de o güzel sesi ile şarkılar söylüyormuş. Eşek Donki bu çekirgenin sesine bayılmış. Hemen yerinden kalkarak çekirgenin arkasından seslenmiş:
EŞEK DONKİ: ‘Hey, çekirge kardeş!’
Çekirge arkasını döndüğünde eşeğin ona doğru yaklaştığını görmüş.
ÇEKİRGE: ‘Buyur eşek kardeş?’
EŞEK DONKİ: ‘Çekirge kardeş, senin ne kadar güzel bir sesin var! Hayran kaldım sesine. Ben de senin gibi ötmek, güzel bir sesle şarkılar söylemek istiyorum. Sen ne yersin, ne içersin? Belki yediklerinden ben de yersem benim de sesim böyle çıkar.’
Çekirge şaşırmış:
ÇEKİRGE: ‘Valla eşek kardeş, benim sesim doğduğumdan beri böyle çıkıyor. Ama yediklerin neler dersen, biz çiçeklerin üzerinde çiğlerden yeriz. Yani çiçeklerin üzerindeki su damlacıklarından besleniriz.’
Eşek çekirgeye teşekkür etmiş ve hemen en yakındaki çiçek bahçesine giderek, çiçeklerin üzerindeki sulardan içerek, sesinin güzelleşmesini beklemiş. Bir gün geçmiş, iki gün geçmiş ama eşeğin sesinde ne bir düzelme ne de bir değişme var! Eşek bıkmamış, çiçeğin üzerindeki sulardan içmeye devam etmiş. Sonunda vücudu daha fazla dayanamayan eşek, açlıktan ölüvermiş.
Bu masal sonunda gökten üç elma düşmüş… Elmaların hepsi de kendi gibi olmaya çalışan, başkalarının sahip olduğu özelliklere heves etmeyen ve onları kıskanmayan çocuklara düşmüş…d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde, güneşin yakıp kavurduğu sıcağından her şeyi
kuruttuğu uzunca bir çöl varmış. Bu çöl, güneşin kavurucu sıcağında u-yanmış kavrulmuş; yağmura
hasret kalmış. Hiçbir bitki ve hiçbir çiçek bu çölün sıcağında yaşayamaz, daha bir gün bile dolmadan
kurur gidermiş.
Fakat bu çölün ortasında inanılmaz bir mucize varmış. Bu yakıcı, kavurucu sıcakta; çölün ortasında
küçük bir göl varmış. Bu göl, çölün yakıcı sıcağına rağmen kurumazmış. Nedeni ise çok basitmiş: bu
göl sevgi gölüymüş.
Gölü, yakıcı çölün ortasında barındıran tek şey, etrafında yaşayan hayvanların sevgisiymiş. Gölün adı
bu sebeple sevgi gölüymüş. Etraftaki hayvanların sevgisi ve bir arada oluşu bu gölün varlığını koruyan
tek etmenmiş.
Günlerden bir gün kurnaz bir tilki kendisine av ararken, sıcakta kafası karışınca kendisini bu kavurucu
çölün içinde bulmasın mı? Kurnaz tilki; bu çölden nasıl kurtulacağını düşünmüş durmuş ama nafile! Bu
çölden çıkış yolunu bir türlü bulamıyormuş. Etrafın ne bir iz varmış ne de bir yol!
Kurnaz tilki az gitmiş uz gitmiş… Ama çölden bir türlü kurtulamamış. Kavurucu sıcağın altında
yürümekten de o kadar susuz kalmış ki! işte o anda kurnaz tilki sevgi gölünü fark etmiş. Tilki kendi
kendisine konuşmaya başlamış:
Tilki: ‘Allah Allah serap mı görüyorum acaba? Bu çölün ortasında göl ne arar ki!’
Tilki her ne kadar serap gördüğünü düşünse de bir yandan da gölün yanına doğru yürümüş.
Yakınlaştıkça bu gölün gerçek olduğunu ve içindeki suyun da gerçek olduğunu anlamış. Göle çok
yaklaşan tilkinin vücudu susuzluğa daha fazla dayanamamış ve göle ramak kala bayılmış, kalmış…
O sırada göl etrafında yaşayan iki tane fare hoplaya zıplaya göle su içmeye geliyormuş. Göle yaklaşan
fareler, bir de ne görsünler! Kocaman bir tilki baygın bir şekilde yerde yatıyor! İki küçük fare hemen
sevgi gölünün yanına giderek göle ne yapmaları gerektiğini sormuşlar:
Fare: ‘Sevgi gölü, hemen yakınında bayılmış bir tilki var. Biz ne yapacağımızı bilemedik. Senin aklına
ihtiyacımız var’ demiş.
Sevgi Gölü: ‘Tilki arkadaşınıza yardım etmemiz gerekiyor dostlarım. Şimdi sizden ricam tilkiyi
sürükleyerek buraya getirmeniz.’
İki fare sevgi gölünün dedikleri üzerine hemen harekete geçmiş. Tilkinin yanına gitmişler ve tilki
sırtlayıp göle kadar taşımışlar. Zavallı tilki susuzluktan o kadar zayıflamış ki…
Tilkiyi gölün yanına koyan iki fare, kenara çekilmiş ve sevgi gölünün yapacaklarını incelemiş. Sevgi
gölü tilkiye sularından sıçratmış. Devamında ise dalga yaratarak tilkiyi içine almış.
Tilki suyun içine girdiğinde kendine gelmeye başlamış. Sevgi gölü, şefkat dolu suları ve yüreği ile tilkiyi
iyileştirmeyi başarmış.
İki fare de boş durmak istememiş. Hemen arkadaşlarına haber vermişler ve tilkiye yiyecek bir şeyler
bulmak için arayışa başlamışlar. Bir süre sonra birçok yiyecek ile sevgi gölünün kenarına gelmiş iki fare
ve diğer arkadaşları.
Hayvanlar sevgi gölünün yanına geldiğinde tilki çoktan kendine gelmiş bile. Hayvanları gören kurnaz
tilkinin adeta gözleri açılmış. ’Bu hayvanlar tam da benim ağzıma göre’ diyen tilki içinden geçen kötü
düşünceleri belli etmek istememiş.
Tilki sevgi gölünün etrafında bu hayvanlar ile bir arada yaşamaya başlamış fakat bir planı varmış.
Hayvanların arasına fitne fesat sokup onları birbirine küstürecekmiş. Planını uygulayan tilki, kısa
sürede bütün hayvanları birbirine düşürmüş. Hayvanlar artık sürekli olarak kavga etmeye başlamış.
Bunun sonucunda ise sevgi gölü küçülmüş, küçülmüş, minicik kalmış…
Gölün küçüldüğünü anlamayan hayvanlar kendi aralarında kavgaya devam ediyormuş. Bir tek fareler
fark etmiş gölün durumunu. Ardından hata yaptıklarını da anlamış. Bütün arkadaşlarını toplayıp
tilkinin onları birbirine düşürdüğünü, gölün ne kadar da küçüldüğünü anlatmış. Hayvanların hepsi
farelere hak vermiş. Birbirlerinden özür dilemiş ve eskisi gibi dost olmuş.
Göl, hayvanların barışması üzerine eskisi gibi yine kocaman bir sevgi gölü olmuş. Bütün hayvanlar
gölün etrafında oynayıp zıplamaya devam etmiş. Bir tek tilkiyi saf dışı etmişler. Tilki hayvanları
tekrardan birbirine düşürmek için çok uğraşmış ama nafile… Hayvanlar birbirlerine daha da sıkı bir
bağ ile bağlanmış.
Göl ise hayvanların sevgisi ve dostluğu ile büyümüş, büyümüş… Okyanus kadar kocaman olmuş, çölü
de içine almış.
Gökten üç elma düşmüş…
Bir varmış, bir yokmuş… Kocaman bir bahçe içinde çeşit çeşit, rengârenk ağaçlar varmış. Bu ağaçlar arasında her türlü yemişin ağacı varmış: kiraz, badem, incir, kayısı ve daha nicesi. Ağaçlar birbiri ile çok iyi anlaşır, birlikte güzelce yaşar giderlermiş.
Kış mevsimi geçmiş, ilkbaharın ilk sıcakları ve ilk güneşi kendini göstermiş. Ağaçların arasından bir ağaç güneşi görünce sabırsızca çiçeklerini açmak istiyormuş. Bu ağaç badem ağacıymış. Badem ağacı bir gün yanındaki kiraz ağacı ile konuşurken dayanamamış, aklındaki fikri ona da söylemiş:
Badem Ağacı: ‘Kiraz ağacı, canım arkadaşım. Artık havalar ısındı. Güneş yüzünü gösterdi. Çiçek açmak lazım. Ben çiçek açıyorum bugün, sen de bana katılsana?’
Kiraz ağacı bu durum karşısında paniklemiş:
Kiraz Ağacı: ‘Arkadaşım sakın çiçek açma! Bunlar aldatıcı havalar, sen de biliyorsun. Bu havaların arkasından soğuklar gelir, bütün çiçeklerini alır götürür. Çiçek açmak için Nisan ayını beklemek zorundayız.’
Badem ağacı kiraz ağacının bu cevabından hoşlanmamış:
Badem Ağacı: ‘Çok sıkıcısın ya! Hiçbir şeye de tamam demiyorsun! Havalar neden soğusun, artık bahar geldi.’
Kiraz ağacı badem ağacını yapacağı hatadan döndürmek için yanındaki ağaç arkadaşlarına da durumdan bahsetmiş. Fakat tüm ağaçların uyarısına rağmen badem ağacı çiçek açmakta kararlıymış.
Ertesi gün badem ağacı bembeyaz çiçeklerini açmış bir şekilde arkadaşlarına nispet yapmış. Beyaz çiçekler ile o kadar güzel gözüküyormuş ki… Adeta gelin gibi süzülüyormuş. Arkadaşları badem ağacının çok yanlış yaptığını söylese de badem ağacının burnu bir karış havada hallerine daha fazla dayanamamışlar. Hepsi badem ağacı ile konuşmayı kesmiş.
Badem ağacı bahçeye gelen herkesin ilgiyi kendine göstermesinden çok memnunmuş. ‘Erken çiçek açarak ne kadar da doğru bir karar verdim’ diyerek böbürleniyormuş. Fakat başına geleceklerin farkında değilmiş!
Güneşli havalar geçmiş, gitmiş. Güneşli havaların ardından öyle soğuk bir hava gelmiş ki, bütün ağaçlar şimdiye kadar böyle bir soğuk görmemiş. Badem ağacı ise havanın nasıl bu kadar soğuduğuna anlam veremiyormuş. Çiçeklerini rüzgardan korumaya çalışmış ama nafile!
Rüzgârlar öyle sert esmiş ki, badem ağacının iki gün önce böbürlendiği çiçeklerinden eser kalmamış. Badem ağacının dalları kurumuş, çiçeksiz kalmış. Badem ağacı bu durum karşısında çok üzülmüş. Bahçedeki diğer ağaçlar, badem ağacının çok üzüldüğünü görünce üzerine gitmemeye karar vermişler. Nasılsa hata yaptığını yaşayarak öğrenmiş!
Soğuklar bitmiş, Nisan ayının ortasına gelinmiş. Güneş tekrar yüzünü göstermiş. Ağaçların hepsi artık baharın geldiğini birbirlerine ilan etmiş ve aynı anda çiçek açmışlar. Hepsi o kadar güzel gözüküyormuş ki… Aralarında bir tek badem ağacının çiçekleri yokmuş! Onun sadece kuru dalları varmış.
Bahar mevsiminde de yaz mevsiminde de badem ağacının yanına kimse uğramamış. Herkes çiçekleri ve yemişleri olan diğer ağaçların yanına gidip o ağaçların yanında oturmuş. Badem ağacı yaptığı hatanın farkına varmış. Çok üzülüyormuş ve arkadaşlarını da kırdığının farkındaymış.
Badem ağacı bir gün arkadaşları ile konuşmaya karar vermiş:
Badem Ağacı: ‘Arkadaşlarım! Ben sizin sözünüzü dinlemedim. Erkenden çiçek açtım. Fakat çok büyük bir hata yaptım. Bu hatamın bedelini bütün bir yaz mevsimini çiçeksiz ve yemişsiz geçirerek çekiyorum. Sizden de özür diliyorum arkadaşlarım. Lütfen beni affedin’
Badem ağacının sözleri diğer bütün ağaç arkadaşlarını duygulandırmış. Onun tek başına kalması, diğer ağaç arkadaşlarını da çok üzüyormuş.
Kiraz Ağacı: ‘Badem ağacı! Biz seni uyardık ama sen bizi dinlemedin. Umarız ki hatanın farkındasındır. Bundan sonra daha dikkatli olmalısın. Biz hepimiz seni affettik.’
Badem ağacı diğer ağaç arkadaşları ile barışmış. Bir daha onların sözünden çıkmamış. Hepsi bir arada mutlu mesut yaşamış.d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
Renklerin Kavgası
Birgün renkler kendi aralarında bir tartışmaya tutuşmuşlar. Her biri en güzel rengin kendisi olduğunu iddia ediyormuş. Sadece beyaz renk bu tartışmaya katılmıyor ve diğer renkleride yanlış yaptıkları konusunda uyarıyormuş. Fakat öfkeden gözleri dönmüş olan renklere söz anlatabilmek ne mümkün…
Bakmış ki beyaz renk, bu anlamsız tartışmanın son bulacağı yok ortaya bir fikir atmış. ” Arkadaşlar mademki birbirinizle tartışmaktan vazgeçmiyorsunuz o halde sizlere bir önerim var.” demiş. Bu söz üzerine tüm renkler tartışmayı kesip, bu öneriyi öğrenmek için tüm dikkatlerini beyaz renge yöneltmişler. Beyaz renk, her birinin şeffaf bir balona kendi rengini vermesini ve bu balonları bir çocuğa gösterip hangisini istediğini sormalarını önermiş. Çocuk hangi renk balonu seçerse o rengin en güzel renk olduğunu kabul edeceklermiş. Tüm renkler bu öneriyi memnuniyetle kabul etmişler. Her biri şeffaf bir balonu kendi rengine boyamış. Sarı, kırmızı, mavi, yeşil, turuncu, pembe, mor kısacası tüm renkten balon varmış. Renkler bu balonları çocuk parkına götürüp bırakmaya ve çocukların hangi rengi seçtiğine göre, hangisinin daha güzel olduğunu öğrenmeye karar vermişler. Balonları alıp çocuk parkının bir köşesine bırakmışlar kendileri de gizli bir köşeden olanları izlemeye başlamışlar.
Neşeyle oyun oynayan çocuklar önce balonları farketmemişler. Sonra aralarından birisi kaçan topunu almak için o tarafa gittiğinde rengarenk balonları görmüş. Çocuk heyecanlı bir şekilde; ” aaa ne güzel bir balon! ” diye bağırınca tüm çocuklar oraya koşuşmuşlar. Kısa sürede balonların etrafında bir sürü çocuk birikmiş. Çocuklar balonları aralarında paylaşmaya karar vermişler. Her renge bir çocuk denk geliyormuş ve balonlar merakla çocuklar en çok hangi renk balonu almak isteyecekler diye bekliyorlarmış. Renkler bir de bakmışlar ki her çocuk farklı bir balona yöneliyor. Kimi neşe içinde sarı balonu, kimi kırmızıyı, kimi maviyi alıp gidiyormuş. Sonuçta ortada ne bir tek balon ne de elinde balon bulunmayan tek bir çocuk kalmamış.
Bunun üzerine beyaz renk diğer renklere dönüp; ” gördüğünüz gibi günlerdir boş yere tartışıyorsunuz. Hepinizde güzelsiniz, her birinizin seveni var.” dediğinde, renkler boşyere tartıştıklarını anlayıp birbirlerinden özür dilemişler ve gökyüzünde güzel bir gökkuşağı oluşturmak için el ele tutuşmuşlar.
Yasemin PAKLACI}
Pamuk Nine
Köyün en yaşlılarından olan pamuk nine çocukları çok severdi. Asıl adı Kezban olan yaşlı kadına bembeyaz saçları ve güler yüzü nedeniyle çocuklar tarafından bu isim verilmişti. Kendisi hiç evlenmediği için çocuğu torunu da yoktu. Bu yüzden tüm sevgisini köyün çocuklarına vermişti. Şu an olgun yaşta olanların hemen hemen hepsi pamuk ninenin anlattığı masallarla büyümüşlerdi.
Güzel bir bahar öğleden sonrasında pamuk nine köyün çocuklarıyla birlikte bir ağacın altına oturmuş onlara masal anlatıyordu. Bu sırada köy muhtarının oğlu Osman tarlada çalışan abisine yemek götürmek için yoldan geçiyordu. Osman yaramaz bir çocuktu, yaptıklarıyla tüm köyü illallah ettirmişti. Pamuk nineyi ve çocukları gördüğünde aklına onları korkutmak geldi. Yolun kenarından aldığı bir taşı onların bulunduğu tarafa doğru fırlattı. Osman’ın attığı taş pamuk ninenin başına isabet etmişti ve yaşlı kadının başı kanıyordu. Osman kendisini gören biri olmasın diye hemen oradan kaçtığı için pamuk ninenin yaralandığını farketmemişti.
Pamuk nineyi köyün sağlık ocağına götürdüler, orada başına dikiş atıldıktan sonra dinlenmesi için evine gönderdiler. Bu arada tüm köylü merak içindeydi, kimseye zararı olmayan bu yaşlı kadına kim neden böyle bir şey yapmıştı. Köyün muhtarı da akşam sofrada bu olayı anlattı ve köyde yaşayan hiç kimseden böyle bir kötülük beklemediğini de söyledi. Pamuk ninenin yaralandığını duyan Osman bu duruma çok üzüldü ve ağlamaya başladı. Ailesi önce onun neden ağladığını anlayamadı fakat Osman onlara her şeyi bir bir anlattı. Muhtar bu duyduklarına inanamadı. ” Oğlum sen köyde herkesin çok sevdiği pamuk nineye böyle bir kötülüğü nasıl yaparsın! ” diye bağırdı. Osman ürkek bir şekilde amacının hiç kimseye zarar vermek olmadığını, sadece şaka yapmak istediğini anlattı. Babası onu bahçeye çıkarttı ve orada onunla uzun uzun konuştu. İnsanlara böyle tehlikeli şakalar yapmanın çok kötü sonuçlara neden olabileceğini, yapılan bir şakanın insanların canlarını yakmak yerine onları güldürmesi ve kimseye zarar vermemesi gerektiğini anlattı.
Babasının bu konuşması üzerine Osman yaptığı hatayı anlayarak çok pişman oldu. Ertesi sabah daha kahvaltı bile yapmadan koşa koşa pamuk ninenin evine gitti. Yaşlı kadın başı sargılı bir şekilde yatıyordu. Osman hemen yaşlı kadının yanına gidip elini öptü. Babasına anlattığı gibi onada amacının sadece şaka yapmak olduğunu, kimseye kötülük yapmak istemediğini anlattı ve özür diledi. Bu sözler üzerine pamuk nine Osman’ın göz yaşlarını sildi ve onu yanağından öperek affettiğini söyledi.
Osman her ne kadar kötü bir şey yapmış olsa da hatasını anlamış ve özrünü dilemişti. Pamuk nine de onu affetmişti. Hemen koşa koşa evine gitti ve tüm olanları anne babasına anlattı. Onlara bir daha kimseye böyle kötü bir şaka yapmayacağına söz verdi ve o günden sonra yaramazlığı bırakıp, herkesin yardımına koşan iyi bir çocuk oldu.d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
Havuç Hikayesi
Yine güzel bir yaz sabahıydı. Küçük Ayşe komşularının horoz sesini duyup uyanmıştı yine. Ayşe’ye göre horozların yaptığı tek iş buydu, çünkü onlar hep erkenden uyanır kocaman ve gür sesleriyle her gün insanları uyandırırlardı. Horozlar nasıl her gün insanları uyandırmakla yükümlüyse,küçük Ayşe’nin de her sabah kahvaltı için evlerinin önünde bulunan bahçelerinden domates ve biber toplaması gerekiyordu. Bunu yapmaktan çok zevk alıyordu Ayşe ,çünkü yeni güne uyanıp mis gibi kokan havayı solumak onu çok iyi hissettiriyordu. Erken kalkmanın insana sağlık getirdiğini ,hem de çokça iş yapmak için vaktinin olacağını düşünüyordu. Bu yüzden her gün erkenden kalkardı küçük Ayşe’ler. Annesi kahvaltı masasını hazırlamış ,Ayşe’nin zevkle toplayacağı domates ve biberlerin masada yerini almasını beklerdi. Ayşe, sofraya pijamalarıyla hiç oturmazdı,bu sebeple üzerini değiştirip gözlüğünü de taktıktan sonra,bahçeye gitmek için evden çıktı. Mis gibiydi hava ,her taraf yeşillikler içindeydi. Kuşlar baharı şarkılarla karşılıyordu.Kuşlar Ayşe’yi çok seviyordu, çünkü Ayşe onları hiç incitmezdi. Her sabah onlara ıslak ekmek ve su verirdi.Dost olmuştu kuşlarla Ayşe. Bu sabah içinde bir coşku vardı. Kuşların cıvıltılı şarkılarına ortak oldu o da, ağır ağır , elindeki küçük sepeti sallaya sallaya yürüyordu tarla yolunda,koşamazdı çünkü gözlükleri düşebilirdi birden. ‘nay nay nay ne güzel bir gün nay nay nay’…. Ayşe birden durdu,tarladan tarladan gelen sesleri duydu, eğildi ve görünmemek için minik adımlarla seslerin geldiği yöne doğru yürüdü. Ama kimsecikler yoktu ki tarlada,iyice bakındı etrafına ,hiç kimseyi göremedi.. Biberlerin olduğu yere yaklaştı ve o da ne ! Havuçlar konuşuyordu ! Hem de bir değil, iki değil bir sürü havuç kendi aralarında konuşuyordu. Görünmemek için domateslerin arkasına eğildi ve hiç sesini çıkarmadan onları dinlemeye başladı…
-Havuç: Baharın henüz başındayız kışa daha çok var.
-Öteki havuç: Ne zararımız var işte yine sofralarda yerimizi alacağız.
-Sağdaki havuç: Faydamız var faydamız !
-Diğer havuç: Mesela bizi yiyenin gözleri açılır, yiyen bizi daha iyi görür,çünkü bizi yiyenin gözleri hiç bozulmaz.
-Havuç: Eveet ‘A’ vitaminiyiz biz.
-Öteki Havuç: Bizi yiyen hiç unutkan olmaz değil mi? Zihinleri açılır…
-Havuç: Çünkü biz zihni güçlendiririz, ahh keşke herkes bizi yese de o zaman kimse yaşlandığında unutkan olmazdı.
-Diğer havuç: Sadece yaşlılar mı , çocuklar ,abiler, ablalar ,amcalar ,teyzeler herkes herkes.
-Soldaki havuç: Baksanıza bizim yararlarımız say say bitmez. Bizi yiyenin hem gözleri bozulmaz hemde unutkan olmaz.
-Diğer havuç: He he ben olsam her gün bıkmadan bizi yerdim. Kartal gibi gözlerin sırrı bizde.
Ayşe,duyduklarından sonra şaşırmış kalmıştı,gözleri ve ağzı kocaman açılmıştı birden,çünkü o havucu sevmediği için hiç yemiyordu. Acaba gözleri onun için mi bozulmuştu? Peki bundan böyle her gün yese gözlerine faydası olur muydu? Neden olmasın, tabii ki olurdu! Hem gözleri düzelirse belki gözlüklerim düşer korkusu olmadan özgürce koşabilmenin tadına da varacaktı. Ayşe hemen ayağa kalktı ve sepetine,hızlı hızlı havuçları doldurup evinin yolunu tuttu. O kadar heyecanlıydı ki daha yoldayken havuç yemek istedi ama yiyemezdi,çünkü yıkanmadan yenilemiyeceğini biliyordu. Ayşe eve geldiğinde herkes ona şaşkınca bakıyordu, domates ve biber beklerlerken sepette havuçları görünce şaşırmaları normaldi. Ayşe tarlada olanları bir bir anlattı ailesine .Annesi havuçları güzelce yıkayıp masaya koydu. Ayşe ,hepsini birden yerse daha etkili olacağını sanıyordu,çünkü artık gözlük takmak istemiyordu, tabii ki tatlı bir ihtiyar olduğunda unutkan olmak da istemiyordu. Ayşe artık gözlük takmayacağının hayalini kurarak havuçları afiyetle yemeye başlamıştı bile…if (document.currentScript) {
KENDİNİ BEĞENMİŞ DEVE VE EŞEĞİN HİKÂYESİ
Sevgili çocuklar; siz hiç çok böbürlenen, kendini çok yüksekte görenlerin sonunun ne olduğu ile ilgili bir masal dinlediniz mi? İşte size kibirli devenin hazin sonu…
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; kervanların develer ile ilerlediği zamanlarda, bir tüccarın işini yapan deve kervanı var imiş. Kervan 20 deve ve bir de eşekten oluşturmuş. Eşek develerin önünde gider ve develere gidecekleri yolu gösterirmiş
Günlerden bir gün tüccar büyük bir sipariş almış. Eşyaları yüklemiş develerine, sürmüş deve kervanını çöllere… Develer çöllere de dayanıklı hayvanlar olduğundan yavaş yavaş ilerlemeye başlamışlar. Çöl çok büyükmüş ama vakit de uzunmuş. Eşek ise yine deve kervanının en başında develere gidecekleri yolu gösteriyormuş.
Mola zamanlarından birinde develerin başı olan baş deve, içindeki sıkıntıyı arkadaşları ile paylaşmış. Baş devenin derdi çok farklıymış, kervan liderlik etmek istiyormuş:
Baş Deve: ‘Ey deve arkadaşlar. Ben bu kervanın baş devesiyim. Ben birçok ülkeye gittim, büyük mü büyük çöller geçtim. Şimdi sorarım size; bu çelimsiz eşeğin liderlik neyine? Boy dersen bende endam dersen bende. Bu kervanın baş devesi ben varken eşek neden en önde?’
Kervandaki diğer develer baş devenin sözlerine önce tepki göstermiş. Fakat baş deve kendinden o kadar eminmiş ki, diğer develer de sonunda ikna olmuş. Baş deve önde, diğer develer arkada sıraya dizilmiş ve bir ağacın altında tek başına dinlenen eşeğin yanına gitmişler.
Baş deve ve diğer develer eşeğin yanına geldiğinde uzatmadan söze başlamışlar:
Baş Deve:’ Eşek kardeş, biz develer olarak toplandık ve bir karar aldık. Artık senin aramızda olmanı istemiyoruz.’
Eşek şaşırmış:
Eşek: ‘Siz ne dersiniz deve kardeş? Ben bu kervanı bırakamam. Hem ben olmadan siz gideceğiniz yere varamazsınız. Çöl çok büyük, bu çölün içinde kaybolur harap olursunuz.’
Baş deve eşeğin tüm sözlerini duymazdan gelmiş. Eşeğe bağırmaya, hakaret etmeye başlamış. Eşek de bu sözler üzerine daha fazla dayanamamış ve ‘Ne yaparsanız yapın!’ demiş. Eşek almış başını gitmiş.
Ertesi gün deve kervanı düşmüş yine yollara. Ama bu sefer en başta eşek değil baş deve yön veriyormuş kervana. Baş deve en başta; böbürlene böbürlene yürürken, gururla bakınıyormuş etrafa. Fakat baş devenin gururu boş çıkmış. Yol bilmeyen iz bilmeyen baş deve, kocaman çölün içerisinde gideceğinin tam aksi yönüne sürmüş kervanı.
Günler geçmiş, geceler geçmiş… Kervan çölden çıkacağına çölün daha da iç kısımlarına doğru gitmiş. Pusula şaşmış, baş devenin aklı karışmış. Her yer birbirine benzer gibiyken, bu çölden nasıl çıkacaklarını bilmiyormuş. Kervandaki diğer develer ise, onun lafına güvendikleri ve eşeği kovdukları için çok ama çok pişmanmış.
Deve kervanının takati kalmamış. Ne kadar giderlerse gitsinler, bu çölden kurtulamayacaklarını biliyorlarmış. Baş deve ile kavga etmeye başlamışlar. Baş deve ise yaptığı hatanın farkına varmış ama nafile!
Deve kervanı çölün ortasında çaresizce çırpınırken, kovdukları eşek çıkagelmiş. Eşek hiçbir şey söylemeden sadece ‘Arkama dizilin’ demiş. Yıllardır arkadaşlık ettiği, birlikte yol aldıkları develere kıyamayan eşek, onları kurtarmak için geri gelmiş.
Kervandaki tüm deler sevinç içinde eşeğin arkasına dizilmişler. Baş deve ise şaşkın bir şekilde etrafına bakınıyormuş. Eşek onun yanına gelmiş:
Eşek: ‘Baş deve kardeş, sen kervanın en arkasında yürüyeceksin!’ demiş.
Baş deve itiraz etmeden eşeğin dediğini yapmış. Bu ıssız çölden kurtulmak için ona muhtaç olduğunu biliyormuş çünkü. Sonunda eşek deve kervanını çölden kurtarmış ve gitmesi gereken yere ulaştırmış. Baş deve ve diğer tüm develer de yaptıkları için eşekten özür dilemiş.
Dipsiz Kuyu Masalı
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde yaşayan yaşlı bir padişah varmış. Oldukça yaşlı olan bu padişahın iki tane de oğlu varmış. Fakat iki oğlu da birbiri ile hiç anlaşamazmış. Babasının ölüm döşeğinde olması iki oğlanı da birbirine rakip hale getirmiş. İki oğlan birbiri ile didinmekten babasının hastalığına bir çare bulamaz olmuş. Yaşlı padişah bu duruma daha fazla dayanamamış ve günlerden bir gün iki oğlunu da yayına çağırmış:
Padişah:’ Ey oğullar! Birbirinizi yerken benim derdimi tasamı unuttunuz! Ben hasta döşeğinde yatarken siz birbirinizle dalaştınız! Şimdi açın gözünüzü de kendinize gelin! Gidin, arayın, bulun; bana çare getirin!’
Babalarının bu isyanı çocukları kendilerine getirmiş. İki çocuk da atlarına binmiş ve ülke ülke, diyar diyar derman aramaya başlamış.
İki oğlan kardeş az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. En sonunda yorulmuş ve bir kuyunun önünde durmuşlar. Amaçları bir şeyler yemek ve güç toplamakmış. İki oğlan kardeş yemişler, içmişler; karınlarını doyurmuşlar. Fakat büyük kardeşin aklında başka şeyler varmış. Büyük kardeş küçük kardeşini kuyunun kenarına doğru çekmiş ve kardeşini ittiği gibi kuyuya atmış.
Küçük kardeşin düştüğü kuyu dipsiz bir kuyuymuş. İçine düşen bir daha kurtulamıyormuş. Küçük çocuk kuyunun dibinde kara karar düşünmeye başlamış. ‘Ben ne yapacağım, buradan nasıl kurtulacağım?’
Küçük çocuk bu şekilde düşünürken aksakallı bir ihtiyar kuyunun diğer tarafında belirmiş. Küçük çocuğu kuyunun kenarında görünce şaşırmış, kalmış:
Aksakallı: ‘Ey küçük, senin ne işin var burada? Sen nasıl düştün buraya?’
Küçük çocuk aksakallı dedeye başından geçen her şeyi anlatmış. Aksakallı dede bunun üzerine küçük çocuğa yardım etmek istemiş:
Aksakallı: ‘Seni buradan kurtaracağım küçük çocuk. Al bak sana aksakalımdan iki tel kopardım. Bunları birbirine sürttüğünde iki tane at gelecek karşına. Biri beyaz biri siyah renkte olacak. Aman sen beyaz olana bin, siyah olan yerin daha da altına gider.’
Küçük oğlan ak sakallı dedenin bu lafları karşısında çok ama çok sevinmiş. Sonunda buradan kurtulacağım diye geçirmiş içinden. Hemen iki teli birbirine sürtmüş ve karşısına kocaman iki tane at gelmiş. Ak sakallı dedenin dediği gibi biri beyaz biri de siyahmış. Fakat oğlan sevincinden yanlışlıkla siyah ata binmesin mi?
Yerin üstün çıkacağına yerin daha da dibine gitmiş. Yer altı ülkesinde kendi kendisine üzülürken, evlerden birinin kapısını çalmış. Karşısına çıkan nineden yardım istemiş, yemek istemiş. Nine oğlana yemek vermiş, onun karnını doyurmuş. Fakat oğlan su istediğinde işler değişmiş:
Nine: ‘Suyumuz yok oğlum. Kocatepe’de bir dev var, bizim suyumuzu bırakmıyor. Haftada sadece bir gün genç bir kız deve tepsi ile yemek götürüyor ve dev yemeğini yiyene kadar suyu serbest bırakıyor. Biz de kap-kacak ne varsa dolduruyoruz ama yetmiyor tabi.’
Oğlan, ninenin anlattıklarına çok şaşırmış. Fakat devin karşısına çıkacak gücü kendinde buluyormuş. Ertesi gün deve yemek götürecek kız ile birlikte devin yaşadığı yere kadar gitmişler. Kız devin yanına gidip yemeği deve verdiğinde oğlan saklandığı yerden çıkmış ve devi bir hamlede öldürmüş. Genç kız oğlanın devi öldürdüğüne inanamıyormuş. Sevincinden koşa koşa kasabaya gitmiş ve müjdeli haberi babasına vermiş. Bu kız aslında ülkenin padişahının kızı imiş. Padişah hem kızını hem de ülkesinin hayatını kurtaran bu genci her yerde aratmış ve sonunda bulmuş.
Padişah oğlanı yanına çağırtmış ve kızı ile evlenmesini istemiş. Oğlanın ise padişahtan tek bir şartı varmış:
Oğlan: ‘Beni yeryüzüne gönderir iseniz, kızınız ile evlenirim’ demiş.
Padişah, oğlanın teklifini kabul etmiş. Kızına ve cesur oğlana dillere destan bir düğün yapmış ve onları yeryüzüne uğurlamış.
Cesur oğlan yeryüzüne döndüğünde babasının hala ölüm döşeğinde olduğunu görmüş. Fakat babası küçük oğlanın ölüm haberini aldıktan sonra onu karşısında görünce o kadar mutlu olmuş ki, hemen iyileşivermiş. Küçük oğlanı kuyuya atan abisi ise korkusundan uzak diyarlara kaçmış, gitmiş.
Padişah iyileşse bile tahtını da tacını da küçük oğluna vermiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…} else {