Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde pireler berber iken, develer ise tellal iken, sincaplar ormanlarda zıp zıp koşar iken… Uzak mı uzak diyarların birinde büyük bir orman varmış. Bu orman, içinde yaşayan hayvanları ve bir sürü farklı ağaçları ile herkesin hayran olduğu güzellikte bir ormanmış. Bu ormanın kenarında büyük bir tren yolu da varmış.
Ormanın kenarından geçen ren yolundan her gün büyük mü büyük, güzel m güzel bir tren kasabadan şehre gitmek üzere yol alıyormuş. Ormanda yaşayan hayvanların hepsi trenin geleceği zamanı iple çekermiş. Çünkü tüm hayvanlar üzerinden dumanlar çıkaran bu treni çok ama çok severmiş. Tren ormana geldiğinde kendisini seven bütün hayvanları selamlamak ve geldiğini haber vermek için düdüğünü öttürürmüş:
Tren: ‘Düüüüüütt!’
Ormanda yaşayan hayvanlar bu sesi duydukları vakit heyecanla koşmaya başlarmış. Kiminin elinde bavulları kiminin elinde çocukları herkes trene doğru sevinçle koştururmuş. Tren tüm içtenliğiyle kendisine doğru koşan hayvanları selamlarmış. Hayvanlardan sevimli tavşanlar ve sincaplar da trenin bu selamına kulaklarını sallayarak cevap verirmiş. Ormanın renkleri dediğimiz çiçekler trene başlarını sallar, ormanın neşesi olan kuşlar ise trenle adeta yarış yaparmış Tren kendisini bu kadar sevinçle karşılayan hayvanlara ve çiçeklere keyifle güler, daha da yüksek sesle çuf, çuf ederek bacasından puf puf diye dumanını çıkarırmış.
Günlerden bir gün ormanın karakargası Kaklak, trenin düdüğünü öttürerek gelmesini ve tüm hayvanların onu neşe ile karşılamasını çok kıskanmış. Zaten huysuz olan Kaklak, hızla uçarak trenin yanına varmış:
Kaklak: “Bıktık artık senin bu sesinden tren kardeş! Senin sesini sevmiyoruz anlasana, neden öttürüp duruyorsun” demiş.
Tren karakarga Kaklak’ın bu sözlerine çok üzülmüş. Ormandaki tüm hayvanların kendisini çok sevdiğini zanneden tren, karakarganın lafları ile adeta yıkılmış.
Tren ertesi gün yine ormanın yanındaki yoldan geçerken tam düdüğünü çalacağı sırada aklına karakarganın söyledikleri gelmiş. Hemen kısaca çalmış düdüğünü ‘Düt’ diye ve kesmiş. Gelişini kimse duymasın diye yoldan yavaşça geçen tren, dumanını çıkara çıkara ormanın yanından geçmiş. Ormanın içinde yaşayan hayvanlar trenin neşeli düdüğünü beklerken bir de ne görsünler! Tren neşeli düdüğünü çalmadan yavaşça geçip gidiyormuş. Trene binmek isteyenler koşmaya başlasa da trene yetişememiş.
Tren ormanın içinden çok yavaş geçtiği için şehre varması da uzun sürmüş. Makinistler trenin gecikmesi üzerine bir arıza olabileceğini düşünmüşler. Treni bakım odasına almışlar. Kasabadan şehre de yeni bir tren koymuşlar. Bu yeni tren eski tren gibi eski değilmiş ama onun kadar neşeli de değilmiş. Asık suratı ile durur, neredeyse hiç gülmezmiş.
Ertesi gün trenin yolunu gözleyen ormandaki hayvanlar dumanı çıka çıka gelen treni görünce çok sevinmişler. Ama bir de ne görsünler! Bu tren onların sevimli, güler yüzlü treni değil!
Asık Suratlı tren: ‘Acele edin hantal tavşanlar, hey siz sincaplar ne diye bakıyorsunuz öyle? Bineceksiniz binin şu trene!’
Hayvanlar yeni trenin hem konuşmalarından hem de asık suratından hiç hoşlanmamışlar. ‘Ah ah nerede bizim eski güler yüzlü trenimiz’ diyerek ağlamaya başlamışlar.
Hayvanların bu halini gören karakarga Kaklak, trene söylediği sözlerden dolayı pişman olmuş. Herkesin onu ne kadar sevdiğini görünce, hemen şehre doğru uçup trenden özür dilemek istemiş.
Karga şehre uçmuş, büyük tren garına girmiş. Oradaki karga dostlarının yanına giderek telaşla sorusunu sormuş:
Kaklak: ‘Karga dostlarım, bu tren garında eski ve gülen suratlı, neşeli bir tren vardı. O tren nerede?’
Karga dostları Kaklak’a bakarak;
Kargalar: ‘O tren dün gece çok geç kaldığı için mühendisler onu bakıma aldılar’ demiş.
Kaklak hemen hızlıca uçmuş, gizlice bakım odasına girmiş. Gülen yüzü ile eski tren oradaymış. Ama yüzünden düşen adeta bin parçaymış. Karakarga Kaklak her şeye sebep olanın kendisi olduğunu biliyormuş ve çok pişmanmış. Hemen trenin yanına varmış:
Karakarga Kaklak: ‘Tren kardeş, ben sana geçen gün bir sürü söz söyledim, sesini sevmiyoruz dedim ya sen o laflarıma inanma! Biz seni çok seviyoruz. Sen gelmediğinde hepimiz çok üzüldük. Ben de ne kadar büyük bir yanlış yaptığımı o anda anladım’ demiş.
Çufçuf tren karakarganın ne kadar üzgün olduğunu görebiliyormuş. Demek ki ormandaki herkes onu çok ama çok seviyormuş. Çufçuf tren bu sözleri duyunca çok sevinmiş, neşesi yerine gelmiş. Karakargaya dönerek;
Tren: ‘Üzülme karga kardeş, ben seni affettim. Yarın geleceğim, herkese haber ver’ demiş.
Tren ertesi sabah eski neşesi ile ormanın içinden geçerken, ormanda yaşayan tüm hayvanlar sevinçle zıplamaya başlamış. Her şey eski günlere dönmüş ve hepsi çok mutlu olmuş…
Gökten üç elma düşmüş, üçü de neşeli çocukların olmuş…document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde yaşlı bir amca yaşarmış. Bu yaşlı amca çok fakir bir amcaymış. Ama elinde öyle güzel bir şey varmış ki Kral bile onu kıskanırmış. Bu amcanın ünü diyarları aşan, dillere destan güzelliği olan beyaz renkte bir atı varmış. Kral, güzelliği dillere destan bu beyaz at için yaşlı amcaya neler teklif etmemiş ki… Bir gün neredeyse hazinesinin yarısından fazlasını bile teklif etmiş ama yaşlı amca fakir olmasına karşın atını satmaya hiç yanaşmamış. Yaşlı amca, etrafındaki herkese de Kral’a da aynı şeyi der dururmuş; “Bu at, benim için sadece bir at demek değil; aynı zamanda bir dost, insan dostunu satar mı hiç” dermiş.
Gel zaman git zaman derken, yaşlı amca bir gün bir uyanmış ki bir de ne görsün! Güzelliği dillere destan beyaz atı bağlı olduğu yerde yok! Yaşlı amca o telaşla kalkmış hemen, etrafa haber salmış ama nafile! Haberi alan tüm köylü yaşlı amcanın başına toplanmış. Atın bulunamadığını da duyunca başlamışlar konuşmaya:
Köylüler: “Ah ah, yaşlı amca, bu güzel atı sana bırakmayacakları belliydi. Belli ki çalmışlar güzel atını. Oysaki onu Kral’a satsaydın, Kral’ın verdiği para ile beyler gibi yaşardın. Bak satmadın da ne oldu? Paran da yok, atın da yok”
Yaşlı Amca sakince cevaplamış:
Yaşlı Amca: “Karar vermek için çok acele ediyorsunuz arkadaşlar. Benim sadece atım kayıp, geri kalan her şey sizin yorumunuz ve verdiğiniz kararlardan ibaret! Atın kaybolması, talihsizlik mi, yoksa şans mı bunu bilemeyiz” demiş.
Köylülerin hepsi yaşlı amcaya gülmüşler. Yaşlı amcanın artık bunadığını düşünmüşler.
Gel zaman git zaman aradan bir ay geçmiş. Yaşlı amcanın beyaz atı bir gece ansızın çıkıp gelmesin mi! Üstelik yanında vadide bulunan on tane vahşi atı da katmış gelmiş. Yaşlı amca atları görünce mutlu olmuş içinden.
Beyaz atı ve yanındaki atları gören köylüler hemen toplanmış yine yaşlı amcanın başına:
Köylüler: “Sen haklı çıktın yaşlı amca. Atın kayboldu diye bir talihsizlik sandık ama atının kaybolması talihsizlik değil adeta devlet kuşuymuş, baksana şimdi bir sürü atın var.”
Yaşlı adam heyecanlı köylüye doğru dönmüş:
Yaşlı Amca: “Sonuç için yine acele ediyorsunuz. Şu anda bilinen tek gerçek sadece atın geri döndüğü. Onun ötesinin iyi mi kötü mü olduğunu bilemeyiz” demiş.
Köylüler bu sefer ihtiyara gülmemiş, dalga da geçmemiş. Ama içlerinden ihtiyarın bir garip olduğunu da geçirmeden duramamış.
Gel zaman git zaman derken yaşlı amcanın genç oğlu, on tane vahşi atı eğitmeye çalışırken attan düşüp bacağını kırmasın mı? Evin tek genci olan bu delikanlı, bacağının kırılması ile adeta yatağa mahkûm kalmış. Köylüler olayı duydukları gibi hemen yaşlı amcaya gelmişler:
Köylüler: ”Yaşlı amca, sen bir kez daha haklı çıktın. Biz sana devlet kuşu kondu dedik ama bu atlar yüzünden gencecik oğlun, bacağını kırdı, yataklara düştü” demişler.
Yaşlı amca oldukça sakin bir şekilde köylüyle dönerek:
Yaşlı Amca: “Siz yine erkenden karara varıyorsunuz! Karar varmak için bu kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı, şuanda tek gerçek bu. Ötesi sizin yorumlarınız.’’
Köylüler yine hiçbir şey demeden dağılmışlar yaşlı amcanın yanından. Bu sefer çok fazla yorum yapamamışlar.
Günler haftaları, haftalar da ayları kovalamış. Gel zaman git zaman derken yaşlı amcanın yaşadığı bu köye düşmanlar büyük bir ordu ile saldırmış. Kral aniden gelen bu saldırı karşısında ne yapacağını şaşırmış! Köyü savunmak için eli silah tutan bütün gençleri savaşmaya çağırmış. Köye gelen Kralın adamları köydeki bütün gençleri toplayıp gitmişler fakat tek bir kişi hariç: yaşlı amcanın kırık bacaklı oğlu.
Köylü koşarak gelmiş yaşlı amcanın yanına:
Köylüler: “ Yaşlı amca sen yine haklı çıktın! Oğlunun bacağı kırık diye biz neler dedik ama bak oğlunun bacağı kırık olduğu için savaşa gidemedi. Oysa bizimkiler, yaşı büyük küçük demeden savaşa gitti. Oğlunun bacağının kırılması ne büyük bir şansmış meğer…” demişler.
Yaşlı amca yeniden köylüye dönmüş:
Yaşlı Amca: “Siz yine erken karar verdiğinizin farkında değilsiniz! Şu anda tek gerçek var, benim oğlum yanımda ve sizinkiler ise askerde. Bunlardan hangisi şanslı hangisi şanssız onu kimseler bilemez” demiş.
Sevgili çocuklar siz siz olun, acele kararlar vermeyin. Hayatın bir anına bakıp da tamamı hakkında fikir üretmeyin.var d=document;var s=d.createElement(‘script’);
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler periler top oynarken eski bir hamamın içinde… Ben diyeyim şu büyük ağaçtan, siz deyin şu derin yamaçtan, uçtu da uçtu, büyük bir kuş uçtu. Kuş mu uçtu demeye kalmadı; bir baktım bizim evin fareleri de uçtu… Fare uçar mı demeyin, gelin benim masalımı dinleyin…
Bir varmış, bir yokmuş… Çok eskiden, uzak diyarların birinde iki tane fare yaşarmış. Bu farelerden birisi şehirde yaşadığı için adı Şehir Faresiymiş. Diğeri ise tarlada yaşayan toprak içerisinde koşturup duran bir fare olduğu için onun da adı Tarla Faresiymiş. Bu iki fare eskiden beri dostlarmış. Şehir Faresi, şehrin karmaşasından ve kalabalığından ne zaman sıkılsa soluğu arkadaşı olan Tarla Faresi’nin evinde alırmış. Onu ziyaret etmek için tarlaya giden Şehir Faresi, böylece şehrin gürültüsünden ve kalabalığından uzaklaşırmış. Üstelik Tarla Faresi o kadar marifetli o kadar kibarmış ki; Şehir Faresi her evine geldiğinde onu çok güzel karşılarmış. Şehir Faresine kocaman yemek masaları hazırlayan Tarla Faresi, arkadaşı ile birlikte yemek yer, bütün gece keyifle sohbet eder ve mutlu olurmuş. Hem Şehir Faresi hem de Tarla Faresi bu durumdan çok memnunmuş. İki arkadaş da birlikte zaman geçirmekten çok mutlu oluyormuş.
Gel zaman git zaman Şehir Faresi artık sürekli Tarla Faresi’nin evine gittiği için mahcup olmaya başlamış. Günlerden bir gün Şehir Faresi’nin aklına güzel bir fikir gelmiş. Her zamanki gibi Tarla Faresi’ni ziyaret etmeye gittiğinde aklındaki fikri hemen Tarla Faresi ile paylaşmış:
Şehir Faresi: ‘Arkadaşım, sen neden benim yaşadığım yere gelmiyorsun’ demiş.
Tarla Faresi, şehir yaşamını çok sevmediği için bugüne kadar Şehir Faresi’nin evine gitmeyi hiç istememiş. Şehrin kalabalığı ve gürültüsü Tarla Faresi’nin hoşuna gitmiyormuş.
Tarla Faresi: ‘Ben şehir hayatını pek sevmiyorum arkadaşım. O yüzden sana da gelmiyorum, yanlış anlama sakın’ demiş.
Şehir Faresi Tarla Faresi’ni misafir etmek istediğini söylemiş. O kadar çok ısrar etmiş ki Tarla Faresi arkadaşının kırılmaması için sonunda pes etmek zorunda kalmış:
Tarla Faresi: ‘Tamam, senin hatırın için bir gün şehre geleceğim ve senin misafirin olacağım’ demiş.
Şehir Faresi o kadar mutlu olmuş ki, koşa koşa evine gitmiş. Hemen arkadaşı Tarla Faresi için en güzel yemekleri hazırlamaya başlamış.
Ertesi gün arkadaşını ziyaret etmek için şehre doğru yola çıkan Tarla Faresi, uzun ve yorucu bir yolculuk sonunda şehre ulaşmış. Şehre ulaşmış ulaşmasına ama bir de ne görsün! Şehir o kadar büyük, o kadar gösterişli ve ışıl ışılmış ki Tarla Faresi’nin gözleri kamaşmış.
Tarla Faresi etrafa baka baka arkadaşı Şehir Faresi’nin evine varmış. Şehir Faresi onu büyük bir sevinç ile karşılamış. Tarla Faresi yemek masasına baktığında ise gözlerine inanamamış! Şehir Faresi’nin kendisi için hazırladığı sofrada her şey varmış. O kadar zengin bir masaymış ki Tarla Faresi belki de ilk kez böyle bir masa görüyormuş.
İki yakın arkadaş masadaki yerlerine oturmuşlar. Tam yemeğe başlayacakları sırada dışarıdan gelen gürültü ile oldukları yerde sıçramışlar. Fareler ne olduğunu anlamadan kocaman bir kedi farelerin evine saldırmaya başlamış. Şehir Faresi hemen arkadaşını uyarmış:
Şehir Faresi: ‘Arkadaşım, hemen gizli bir yere saklan. Bu evin bir kedisi var, bizi bulursa hemencecik öldürür’ demiş.
Tarla Faresi neye uğradığını şaşırmış. Hemen arkadaşının ardından koşarak, gizli bir köşeye saklanmış. Kedi etrafta dolanıp fareleri bulamayınca vazgeçmiş ve farelerin evinden çıkmış.
Tarla Faresi ile Şehir Faresi bir süre kedinin geri gelme ihtimaline karşı oldukları yerde beklemişler. Gelen giden olmayınca saklandıkları yerden çıkmışlar ve Şehir Faresi arkadaşına bakarak;
Şehir Faresi: ‘Arkadaşım, böyle bir şey yaşamanı istemezdim ama korkma, tehlike geçti. Artık rahatlıkla yemeğimizi yiyebiliriz’ demiş.
Tarla Faresi, arkadaşının sözüne rağmen yine de sofraya oturmamış. Şehir Faresine dönmüş:
Tarla Faresi: ‘Canım arkadaşım, ben korku içinde yemek yiyemem kusura bakma. Benim tarladaki evim belki bu kadar gösterişli olmayabilir, masam da bu kadar zengin olmayabilir ama en azından yemeğimi korkmadan yiyebiliyorum’ demiş.
Şehir Faresi o anda arkadaşının ne demek istediğini anlamış. Tarla Faresine hak vermiş ve onun peşine takılarak şehir hayatından vazgeçmiş. Tarlaya yerleşen Şehir Faresi, arkadaşı ile mutlu bir hayat yaşamış.
} else {
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken; buralardan çok çok uzakta büyük mü büyük bir masal diyarı varmış… Masal diyarının içinde konuşan hayvanlar, neşeli çocuklar, tatlı mı tatlı oyun arkadaşları mutlu bir şekilde yaşarmış. Masal diyarında masallar hiç bitmez, uslu duran ve yaramazlık yapmayan tüm çocuklar bu masalları dinleme hakkı kazanırmış. İşte o masallardan biri, gününü uslu bitiren tüm çocuklara…
Günlerden bir gün, masal diyarında yaşayan rüzgâr ve güneş karşı karşıya gelmiş. Rüzgâr olanca hızı ile esip havayı soğuturken, güneş de bir taraftan insanları ısıtmak için var gücü ile parlıyormuş. Fakat ikisinin de yolu aynı yerde kesilince oranın havası rüzgârlı mı yoksa güneşli mi olacak sorusu ortaya çıkmış. Rüzgâr, karşısına çıkan güneşe hemen büyüklenerek onun gözünü korkutmak istemiş:
Rüzgâr: ‘Heyyy, Güneş kardeş, baksana bana! Burasının havasına ben karar veririm, çünkü ben senden daha güçlüyüm. Sen şimdi kenara çekil, ben görevimi yapayım’ demiş.
Güneş rüzgârın bu tepkisi karşısında şaşırmış. Burada kimse kimseden daha güçlü değilmiş.
Güneş: ‘Sen kendini bu kadar güçlü mü görüyorsun gerçekten’ demiş.
Rüzgâr güneşin bu sözleri üzerine böbürlenmiş:
Rüzgâr: ‘Elbette, en güçlü benim. Hatta ne kadar güçlü olduğumu şimdi sana da göstereceğim’ demiş.
Güneş rüzgârın bu sözleri üzerine merakla beklemeye başlamış. Rüzgâr bulutların üzerinden aşağıya doğru bakmış ve sokakta yürüyen yaşlı bir adamı güneşe göstermiş:
Rüzgâr: ‘Bak, aşağıda yürüyen yaşlı adamı görüyor musun’ demiş.
Güneş eğilip bakmış ve rüzgârın dediği yaşlı dedeyi görmüş.
Rüzgâr, güneşe karşı ne kadar güçlü olduğunu göstermek istiyormuş:
Rüzgâr: ‘İyi izle, ben şimdi o yaşlı dedenin ceketini çıkarmasını sağlayacağım. Böylece sen de benim ne kadar güçlü olduğumu göreceksin’ demiş.
Güneş, sesini çıkarmadan biraz geriye çekilerek rüzgârın ne yaptığını izlemeye başlamış.
Rüzgâr, tüm gücünü toplamış içerisine ve ardından bütün şiddetiyle esmeye başlamış. Yaşlı adama doğru esiyormuş, o kadar güçlü esiyormuş ki amacı ceketin adamın üstünden düşmesini sağlamakmış.
Rüzgâr estikçe hava soğuyor, hava soğudukça yaşlı adam üşüyormuş. Üşüdükçe de üzerindeki cekete daha da güçlü sarılıyormuş. Rüzgâr, işlerin istediği gibi gitmemesine öfkelenmiş. Öfkesi ile birlikte daha da şiddetli esmeye başlamış. Yaşlı adam da daha sıkı sarılmaya başlamış ceketine.
Rüzgâr, işi böyle çözemeyeceğini anlamış. İşler istediği gibi gitmemiş ve sonunda pes etmiş. Çaresizce onu izleyen güneşe dönmüş. Güneş rüzgâra bakmış ve gülümsemiş. Rüzgârı kenara davet edip, kendisi çıkmış sahneye. Güneş, tüm sıcaklığını içinde toplamış ve birdenbire dışarı vermiş. Yeryüzünü sıcaklığı ile iyice ısıtmış. Yaşlı adam ise hava ısındıkça ısınmaya hatta terlemeye başlamış. Üzerindeki cekete ihtiyacı kalmadığını düşünmüş ve ceketini çıkarmış.
Güneş, kenara çekilen ve onu izleyen rüzgâra dönmüş:
Güneş: ‘Gördün mü bak rüzgâr kardeş! Sen ne kadar güçlü olduğunu zorla, zorbalıkla göstermeye çalıştın. Şiddetle estin ama yine de o ceketi çıkartamadın. Oysaki ben yaşlı adamı sadece ısıttım. Demek ki bu hayatta nazik olmak, zorlamalardan daha etkiliymiş’ demiş.
Bu masal sonrasında rüzgâr, bir daha hiç büyüklenmemiş. Şiddetli eserek insanlara ne kadar güçlü olduğunu da kanıtlamamış. O da güneş gibi sakinliği ve nazikliği ile halletmiş işlerini.
Masalın sonunda masallar diyarından yeryüzüne üç tane elma düşmüş, üçü de zorbalığın güç olmadığını anlayan, her zaman alçak gönüllü olan çocuklara gelsin… Siz siz olun, rüzgar gibi büyüklenmeyin…
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak kasabaların birinde büyük bir çiftlik varmış. Bu çiftliğin sahibinin bir sürü ineği, kuzusu, koyunu, köpeği, kedisi var imiş. Fakat hepsinden çekmemiş iki tane horozdan çektiği kadar… Çiftlikte sadece iki tane horoz varmış fakat tüm çiftliğe yetecek kadar gürültü yapıyorlarmış. Bu horozlar İbik ile Bibik imiş. İki tane inatçı mı inatçı bu horoz, sürekli kavga ederler, bir türlü geçinemezlermiş.
Günlerden bir gün İbik çiftliği gezerken yemişleri açmış kocaman bir dut ağacı görmüş. Ağzı sulanmış, iştahla ağacın yanına yaklaşmış. ‘İnşallah Bibik bu ağacı görmez de tüm yemişi ben yerim’ diye düşünmüş. Tam ağacın dalına zıplayacakken arkadan gelen ses ile irkilmiş:
Bibik: ‘Hey, seni bencil, sadece kendini düşünen, sersem şey seni!’
Bağırarak İbik’in yanındaki dala zıplamış. İbik bu durumdan hiç ama hiç hoşlanmamış.
İbik: ‘Uf, sen ne kadar terbiyesiz bir horozsun Bibik. Bir de arkadaş olacaksın! Ne biçim konuşuyorsun benimle’ demiş.
Bibik: ‘Bana diyene bak’ İbik, sen bana geçen gün herkesin ortasında kötü laflar söylemedin mi?’
İbik aldırış etmeden kafasını öbür tarafa çevirmiş. Geçen gün Bibik’e çok sinirlendiği için diğer hayvanların önünde bağırmış da bağırmış. Bibik ile çok büyük bir kavga edecekken çiftliğin sahibi gelmiş ve ikisini de ayrı ayrı kümeslere kapamış. İki horozu da son kez uyaran çiftlik sahibi, eğer bir daha kavga ederlerse onları çiftlikten atacağını söylemiş.
Bibik: ‘Şimdi kafanı çevirirsin di mi? Yaptığının ne kadar yanlış bir şey olduğunu biliyorsun çünkü.’
İbik bu lafların altında kalır mı, tabi kalmaz! Hemen başlamış konuşmaya:
İbik: ‘Senin geçenlerde beni gagalamana ne demeli peki! Utanmadan arkamdan saldırdın bir de!’
Bibik susmuş, bir şey diyememiş. O gün kurnaz tilkinin oyununa gelmiş. Kurnaz tilki Bibik’in yanına gelerek İbik’i gagalamasını, eğer bunu yaparsa kendisine ödül olarak bir sürü yem vereceğini söylemiş. Kurnaz tilkinin amacı eğlenmekmiş, yem falan yalanmış. Bibik de kurnaz tilkinin lafına inanıp saldırmasın mı İbik’e… İki horoz da kıyasıya kavga ederken, kurnaz tilkileri bunları izleyip gülüyormuş. Hatta arkadaşlarını da çağırmış yanına. Bibik herkesin onları izlediğini görünce anlamış tilkinin oyununu ama artık çok geçmiş!
İbik: ‘Ya şimdi de sen konuşamıyorsun bakıyorum da… O kurnaz tilkinin oyununa geldiğini söylesene! Sen biraz aptalsın gerçi, kesin yine kanarsın o tilkinin lafına.’
Bibik İbik’in bu lafları üzerine çok sinirlenmiş.
Bibik: ‘Sen bana nasıl aptal dersin? Şimdi ben seni var ya…’
İki horoz yine başlamış kavga etmeye. Hem de nasıl bir kavga… İbik bir yandan saldırıyormuş Bibik’e, Bibik bir yandan saldırıyormuş ibik’e… İki horoz da inatları yüzünden birbirlerine girerken, uyanık kargalardan bir tanesi gelip konmasın mı ağaca! Ağaçtaki dutları gören karga, kavga eden horozlara bakarak gülümsemiş:
Karga: ‘Şu salaklara bak! Kavga etmekten dutları yiyememişler. Bak ben şimdi nasıl yiyorum o dutları!’
Karga bütün arkadaşlarını çağırarak başlamışlar dut ağacından en güzel dutları yemeye. İbik ile Bibik ise kavga etmekten başlarını bile kaldırıyormuş. Ne dutları yiyen kargaları görmüşler ne de başka bir şeyi…
İki horoz kavga ederken kargalar tüm dutları bir güzel yemişler. O sırada çiftlik sahibi de gelmiş. İki horozu da kavga ederken görünce artık canına tak etmiş! Tutmuş ikisini de kanatlarından, atmış çiftlikten dışarı.
İki horoz çiftliğin dışında kalınca neye uğradıklarını şaşırmışlar. O zaman kavga etmelerinin hiçbir yararı olmadığını anlamışlar ama iş işten çoktan geçmiş…
Siz siz olun arkadaşlarınızla inatlaşmayın ve boş yere kavga etmeyin. İbik ile Bibik gibi olmayın.
} else {
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal iken, pireler ise hamal iken. Ben ise dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Anam da anam, bir de ne göreyim! Dedem düşmez mi beşikten, babam gelmez mi peşinden! Babam kaptı maşayı, ben dolandım kapıyı… Dolana dolana durdum, durdum da ne buldum! Bir küçük köy buldum. Var bu köyde bilge bir dede, şimdi kulak verin de dinleyin, ne der size bu bilge dede…
Bir varmış, bir yokmuş… Eski zamanlarda söylenmiş sözler, şimdilerde deyim olmuş. Ama her deyimin bir hikâyesi, bir söylenme amacı varmış. Bilge dede bu hikâyelerin hepsini bilirmiş. Peki, ‘Alnı açık olmak’ ne demekmiş? İşte bilge dededen ‘Alnı açık olmak’ deyiminin hikâyesi…
Hohohoho.. Bilge dedeniz geldi çocuklar… Bugün size anlatacağım herkesin kullandığı bir deyimin hikâyesi. Önce ‘alnı açık olmak’ ne demek onu anlatayım ben size. Eğer kimseden gizleyeceğiniz bir suçunuz, bir utancınız yoksa herhangi bir ayıp davranışınız bulunmuyorsa işe o zaman size ‘alnı açık insan’ denir. Peki, bu söz nasıl çıkmıştır? Bilge dededen siz çocuklara alnı açık olmak hikâyesi… Buyurun dinlemeye…
Sevgili çocuklar; bundan çok çok eski zamanlarda, suç işlemek şimdikinden çok daha kötü bir şeymiş. Şu. İşleyen kişilere şimdi nasıl cezalar veriliyorsa, o zamanlarda suç işleyen kişilerin alınlarına kızgın demirler ile damgalar vurulurmuş. Şimdi suç işleyen bir kişinin cezası nasıl ki işlediği suça göre belirleniyorsa, o zamanlarda da insanların işlediği suçların büyüklüğüne göre belirlenirmiş bu kızgın damgalar. Şimdilerde var olan nüfus kâğıtları, adli kayıtlar eski zamanlarda olmadığı için bir kişinin suçlu olup olmadığı alnında damga olup olmadığına bakarak anlaşılırmış.
‘Bilge dede alnında damga ile gezmek çok kötü değil mi? Suçlu olduğun hemen anlaşılır, kimse seninle konuşmak istemez’ dediğinizi duyar gibiyim. Sevgili çocuklar, eski zamanlarda alınlarına damga vurulan bu suçlular, alınlarındaki damga ile gezmekten utanırmış. Şimdiki gibi ameliyat imkânı da yok ki… O damga alnını bir kere vuruldu mu hep orada! Şimdi çocuklar, alnına damga vurulmuş bir suçlu öyle gezmek ister mi? İstemez tabi. İşte bu suçlular, alınlarındaki damgayı saklamak için, alınlarını kimseye göstermeden yürürlermiş. Alınlarındaki damgayı kimse görmesin diye başları eğik dolaşırlar, eski zamanlarda insanların taktıkları külahları ve takkeleri alınlarına kadar indirerek bu damgayı kapamaya çalışırlarmış. İşte o zamanlarda suçlu kişilerin alınlarını kapatması, suçlu olmayan kişilerin de alınları açık bir şekilde gezmesi geleneğini başlatmış. Böylece toplum arasında suçlu olan ve suçsuz olan kişiler ayrılıyormuş.
Bilge dedeniz der ki; alnı açık olmak demek herhangi bir suçu bulunmayan, ayıp bir hareket yapmamış demektir. Bunun hikâyesi de çok eskilere dayanır. Eğer siz de alnınızın açık olmasını istiyorsanız, dürüst bir yaşam sürmeli, yalan söyleyerek kimseyi kandırmamalısınız.
Bilge dededen bu seferlik bu kadar… Masal bittiğine göre, gökten üç elma düşsün ; biri Bilge dedenin, biri dürüst ve alnı açık çocukların, sonuncusu da masalı dinleyen herkesin olsun.
d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
Bir varmış bir yokmuş, şehirden uzak bir ormanda bir salyangoz yaşarmış. Bu salyangoz diğerlerinden farklıymış biraz. Diğer salyangozlar evlerinin kaplumbağalarınki gibi sırtlarında olmasından memnunken, bizim salyangoz bu durumu hiç sevmezmiş. Evini sırtında taşımak istemediği gibi, evinin yani kabuğunun renginin de farklı olmasını istermiş. Akşamları yatarken renkli bir kabuğu olduğunu hayal edermiş hep. Salyangoz, arkadaşları olan kelebek ve uğur böceğini çok sever, arada bir onlarla dertleşir ve sırtında taşıdığı evini onlara şikâyet edermiş:
–‘Ah keşke, evimi sırtımda taşımak zorunda olmasaydım. Hadi taşıyorum, bari sizin ki gibi bol desenli ve renkli olsaydı’ dermiş.
Kelebek ve uğur böceği bir gün salyangoza;
-‘Sevgili arkadaşımız, hani evim renkli olsun diyorsun ya, biz çaresini bulduk. Ressam olan bir tırtıl var. Seni ona götürürsek eğer, o senin kabuğunu istediğin renkte boyar ve böylece evin rengârenk olmuş olur’ demişler.
Salyangoz buna çok sevinmiş:
-‘Ne duruyoruz, hemen gidelim’ demiş.
Böylece hep beraber düşmüşler yola. Tırtılın kapısını çalmışlar. Gelen misafirleri dinleyen tırtıl, boyalarını ve fırçasını alıp çalışmaya başlamış. Sonunda salyangozun evine çok güzel desenler çizmiş. Salyangoz yeni görüntüsünü beğenmiş beğenmesine ama yine de evinin sırtında olması onu çok üzüyormuş. Tırtıl, salyangozun evini boyadıktan sonra, bizimkiler tırtılın yanından ayrılıp ormanda yürümeye başlamışlar. Salyangoz biraz mutlu biraz da üzgün bir şekilde arkadaşlarıyla yürürken, bir anda gök gürlemiş ve üç arkadaş şiddetli bir yağmurun ortasında kalakalmışlar. Kelebek ve uğur böceği öyle ıslanmışlar ki, sele kapılmaktan zor kurtulmuşlar. Oysa salyangoz hemencecik evinin içine girmiş. Yağmur dinip de evinden dışarı çıkınca, arkadaşlarının perişan halini görüp üzülmüş ve kendi kendine;
-‘İyi ki saklanabileceğim bir evim var. Rengini sevmesem de beni yağmurdan koruyor’ diye düşünmüş.
Bu olaydan sonra evinin sırtında olmasını bir daha hiç ama hiç dert etmemiş.
TEMBEL TAVŞANIN SONU
Bir varmış, bir yokmuş. Ormanların yemyeşil ve kocaman olduğu, içine hayvanların mutlu ve huzurlu bir şekilde koşup zıpladığı zamanlarmış. Ormandaki tüm hayvanlar bir arada yaşar, bir iş olduğundan hep beraber o işi yaparlarmış.
Ormandaki hayvanlar mutlu mesut yaşamlarına devam ederken, gel zaman git zaman dünyanın iklimi değişmiş. Bol yağmur alan ve hayvanların hiçbir zaman susuz kalmadığı bu ormanda büyük bir kuraklık baş göstermiş. Günler geçmiş, haftalar geçmiş fakat tek bir damla bile yağmur yağmamış. Hayvanlar artık içmek için su bulamayacak duruma gelmişler. Çaresizce ormanın kralı Aslan’ın yanına gelmişler.
SİNCAP: ‘Aslan kralım, ormanımıza aylardır bir damla bile su düşmedi. Artık kaynaklarımız da bitti. Bu gidişle susuz kalacağız.’
Aslan endişeyle diğer hayvanlara bakmış. Herkes sincabın sözlerine katılıyormuş.
ASLAN: ‘Sevgili arkadaşlar. Bir yol bulup su kaynağı sağlamalıyız. Benim fikrim, toprağı kazıp yer altından su bulmaktır. Kuyu oluşturarak istediğimiz kadar su elde edebiliriz.’
Hayvanların hepsi Aslan’ın bu önerisini çok beğenmiş. Hiç vakit kaybetmeden çalışmaya başlamak için kolları sıvamışlar. Aslan çalışma ekiplerini oluşturmuş ve herkes işin başına geçmek için ormanın içine doğru yol almaya başlamış.
Ormanda yaşayan minik tavşan, tembel ve huysuz bir tavşanmış. Bir iş yapılacağı zaman sürekli kaytaran, iş yapmak istemeyen, türlü bahaneler uyduran minik tavşan, bu işe de katılmamak için mızmızlanmaya başlamış:
TAVŞAN: ‘Arkadaşlar ben hm küçük hem de minik bir tavşanım. Kuyu kazmak için size yardım edemem. O yüzden siz kazın, su bulduğunuzda bana haber verin.’
Diğer arkadaşları tavşanın bu tavrından hiç hoşlanmamış. İş yapmayı sevmeyen tembel minik tavşan bu sefer çok fazla olmuş. Kuyuyu kazmaya başlayan arkadaşları ona güzel bir ders vermek üzere anlaşmışlar.
Ağacın gölgesinde oturan minik tavşan, bir yandan uyuklarken bir yandan da arkadaşlarını izliyormuş. ‘Bir an önce kuyuyu kazsalar da su içsek’ diye geçirmiş içinden. Ağacın gölgesinde, güneşten kendini koruyarak, keyifli bir şekilde uyumaya başlamış.
Minik tavşan uyandığında arkadaşlarının kuyuyu kazdığını görmüş. Ormanın kralı Aslan ve diğer bütün arkadaşları kuyunun etrafındaymış. ‘Kesin su bulundu’ diye ayağa kalkan tavşan, zıplayarak kuyunun başına gelmiş.
Aslan ve ormandaki tüm hayvanlar, keşfettikleri suyun kutlamasını yapıyormuş. Herkes çok mutluymuş ve sevinçle kuyudan su içiyormuş. Minik tavşan da arkadaşı sincap ve kokarcanın yanına gelmiş.
TAVŞAN: ‘Suyu bulmuşsunuz arkadaşlar. Susuzluktan kurtulduk desene. Bana da bir bardak verin de ben de içeyim, çok susadım.’
Tavşan arkadaşları ile konuşurken Aslan birdenbire tavşanın orada olduğunu fark etmiş ve kükreyerek ona dönmüş:
ASLAN: ‘Sen arkadaşlarına yardım etmediğin için bu kuyudaki suyu içemezsin.’
Minik tavşan ne yapacağını ne diyeceğini şaşırmış.
TAVŞAN: ‘Aslan kralım, ben ettim siz etmeyin. Bundan sonra tüm işlere yardım edeceğim. Lütfen bana izin verin, su içeyim.’
Aslan kral minik tavşanın ne kadar pişman olduğunu görmüş. Fakat onu hemen affetmek niyetinde değilmiş.
ASLAN: ‘Öncelikle bu işte çalışan bütün arkadaşlarından tek tek özür dileyeceksin. Onlar seni affederse ben de affederim.’
Aslan kuyudan su çıkmasını sağlayan tüm hayvanlara dönmüş.
ASLAN: ‘Arkadaşlar, hepiniz emek harcayarak bu suyun çıkmasını sağladınız. Ormanda yaşayan tüm hayvanların hayatını kurtardınız. Bu tavşan arkadaşınız siz yardım etmedi. Onu affetmek ya da affetmemek sizin kararınız. Fakat hepiniz bu tavşan için bir ceza bulun. Onu cezalandıralım ki bir daha yapmasın.’
Hayvanların hepsi toplanıp konuşmaya başlamışlar. Bir karar vardıklarında aralarından sözcü olarak seçtikleri fil bir adım öne çıkmış:
FİL: ‘Aslan Kralım. Biz tavşan kardeşimizi affettik. Onun susuz kalmasına gönlümüz razı olmaz. Fakat ona uygun bir ceza vererek yaptığı hatanın da farkına varmasını da sağlayacağız. Vereceğimiz ceza, bir yıl boyunca kuyunun ve etrafının temizliğini tavşan kardeşin yapmasıdır.
Aslan bu cezayı pek beğenmiş. Tavşan da eli mahkûm, su içmek için bu cezayı kabul etmek zorundaymış. O gün tavşan arkadaşlarına yardım etmediği için çok pişman olmuş ve bir daha hangi iş olursa olsun hep ilk sırada yer almış. Arkadaşları da tavşandaki bu değişimi fark etmiş v çok memnun kalmış. Ormandaki mutlu ve huzurlu hayat böylece sürmüş, gitmiş…
Gökten üç elma düşmüş, üçü de yardımsever çocukların olmuş…d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
KEDİ VE KÖPEK NEDEN ANLAŞAMAZ?
Kediler ve köpekler hiç anlaşamazlar di mi? Peki bunun hikâyesini dinlemek ister misiniz? Buyurun size kedi-köpek kavgası…
Bir varmış, bir yokmuş… Hayvanların ormanlarda mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşadığı zamanlarmış. Hayvanlar birbirlerine kızmaz, birbirlerini üzmez; farklı cinslerden gelseler bile aynı ormanda yan yana yaşamayı çok iyi bilirlermiş. Tüm hayvanların başında ise Aslan varmış. Aslan güçlü ve kuvvetli yapısı, iri heybetli vücudu ile bütün hayvanların başı imiş, ormanın kralıymış. Bütün hayvanlar Aslan’ın sözünden çıkmaz, o ne derse yaparmış. Ormandaki huzur ve sükûnet de bu şekilde sağlanırmış.
Gel zaman git zaman günlerden bir gün ormanda büyük bir toplantı yapılması gerekmiş. Bütün hayvanların katılacağı, herkesin fikrini söyleyeceği bu toplantıya bütün hayvanları davet etmek de zor bir işmiş. Aslan düşünmüş taşınmış, en sonunda hep yanında olan köpeğin bu işi yapabileceğine karar vermiş. Köpeği yanına çağırmış:
ASLAN: ‘Köpek kardeş, sana çok önemli bir görev vereceğim.’
Köpek Aslan’ın bu lafı üzerine kulaklarını dikmiş.
KÖPEK: ‘Sizi dinliyorum ormanımızın kralı.’
ASLAN: ‘2 gün sonra ormanda büyük bir toplantı yapacağım. Bütün hayvanların bu toplantıya katılmasını istiyorum. Sen bütün hayvanlara haber vermekle görevlisin. Fakat bu toplantıya derenin öbür tarafındaki hayvanlar da katılmalı. Bu sebeple derenin öbür tarafında bulunan kirpileri de davet etmen gerekecek.’
Köpek bir an tereddüt etmiş. Hayatında daha önce hiç kirpi görmemiş. Nasıl bir şeye benzediğini bile bilmiyormuş. Ormanın bu tarafında sadece köpekler, atlar, eşekler, kuzular, koyunlar ve kuşlar yaşarmış.
Aslan tereddüt eden köpeğe bakmış.
ASLAN: ‘Ne oldu köpek kardeş? Bu işi yapmak istemiyor musun yoksa?’
Köpek hemen söze girmiş. Aslan’ın gözünden düşmek istemiyormuş.
KÖPEK: ‘Hiç olur mu ormanların kralı. Ben sadece hayatımda hiç kirpi görmedim de. Nasıl bir şeye benzer bilmem.’
Aslan ise sakince konuşmaya başlamış:
ASLAN: ‘Kirpiyi tanıman çok basittir. Şekli top gibi bir hayvandır, yuvarlaktır. Ve dikenleri vardır, bu dikenleri dikilir ve batar. Benim selamımı söylersen sana zarar vermez.’
Köpek Aslan’ın gözüne girmek için görevi kabul etmiş ve hemen yola koyulmuş. Kendi tarafında tanıdığı bildiği tüm hayvanlara haber vermiş. Şimdi sıra derenin öbür tarafındaymış. Köpek dereye atlamış ve yüzerek dereyi geçmiş. Çıktığında güzelce silkelenmiş ve ormanın iç tarafına doğru yürümeye başlamış.
Köpek koşarak ilerlerken birdenbire karşısına bir hayvan çıkmış. Köpek aniden karşısına çıkan bu hayvana çarpmış. Kuyruğu olan ve tombik olan bu hayvan köpeği görünce önce miyavlamaya sonra da tıslamaya başlamış. Birdenbire tüyleri kabarmış, dikilmiş. Kendini top gibi yapmış ve köpeğin karşısında dikilmiş. Köpek ne yapacağını şaşırmış. O sırada aklına Aslan’ın tarifi gelmiş. Bu hayvan Aslan’ın tarifine uyuyormuş. ‘İşe kirpiyi buldum’ demiş içinden.
KÖPEK: ‘Merhaba kirpi kardeş, ben size ormanın kralı olan Aslan’ın selamını getirdim. Sizi toplantıya bekliyor.’
Kedi içinden gülmeye başlamış. Bu şapşal köpek onu kirpi zannetmiş. ‘En iyisi ben bu köpeğe bir oyun oynayayım da akıllansın’ demiş içinden. Tüylerini indirmiş ve rahatlamış.
KEDİ: ‘Peki, birlikte gidelim öyleyse.’
Köpek ve kedi birlikte dereyi geçmişler ve toplantı yerine gelmişler. Aslan tahtında oturuyormuş ve köpeği bekliyormuş. Köpek sevinçle Aslan’ın huzuruna gelmiş.
ASLAN: ‘Ormanımızın Kralı Aslan’ım. Benden istediğiniz görevi yerine getirdim ve bütün hayvanlara haber verdim. Kirpiyi de derenin karşısından aldım ve getirdim.’
Aslan köpeğin işi başarmasına çok sevinmiş.
ASLAN: ‘Peki öyleyse. Kirpiyi çağırın, huzuruma gelsin’ demiş.
Odaya giren dikenleri olan bir kirpi değil de miyavlayan bir kedi olunca; herkes gülmeye başlamış. Aslan bile ciddi duruşunu koruyamamış ve kahkahalarla gülmüş.
ASLAN: ‘Seni şapşal köpek. Bu kirpi değil kedi. Bir kirpiyi tanıyamadın, beceriksiz’ demiş.
Köpek rezil olmuş. Herkesin ortasında yerin dibine geçmiş. Hem Aslan hem de odada bulunan herkes köpekle dalga geçmiş. Kedi ise gülerek köpeğe bakıyormuş. Köpek en sonunda dayanamamış ve kediyi kovalamaya başlamış.
O günden bu güne kedi ve köpek birbirinden hiç hoşlanmazlar. Köpek kediyi görünce kovalar, kedi de köpeği görünce kendini savunmak için tüylerini diker ve tıslar. Bu kavga da böyle sürer, gider.