Etiket: masal oku

SİHİRLİ TREN
SİHİRLİ TREN

 

Buralardan çok uzaklarda bir yerlerde bir lunapark varmış. Bu lunaparkın içinde bir tren varmış. Bu tren sihirli bir trenmiş. Bu trene binenler sihirli şehre açılan bir kapıdan geçerler ve bambaşka bir diyara geçerlermiş. Ama lunaparkta bu trene kimse binmek istemiyormuş çünkü dışarıdan bakıldığında o kadar eski duruyormuş ki insanlar bu trenin başına bir şey gelir diye trene binmiyorlarmış. Bizim zavallı tren de yıllardır kenarda öyle ona binecek birilerini bekler dururmuş.

Uzak diyarlarda bir de güzeller güzeli bir kız yaşarmış. Bu kızın adı Esra imiş. Esra çok çalışkan, çok meraklı, çok iyi niyetli, ailesini hiç üzmeyen bir kızmış. Esra kitap okumayı da çok severmiş. Bir gün yine kitap okurken kitapta lunaparkın resimlerini görmüş. Esra daha önce hiç lunaparka gitmemiş. Kitabı okudukça lunaparkın nasıl bir yer olduğunu iyice merak etmeye başlamış. Babasına gidip onu lunaparka götürmesini rica etmiş. Babası da Pazar günü onunla beraber lunaparka geleceğine söz vermiş. Günler geçiyor Esra çok heyecanlanıyormuş. Pazar günü Esra için sanki bir türlü gelmemiş. Cumartesi gecesi heyecandan tüm gece uyuyamamış. Pazar sabahı kalktığında ailede ilk önce o uyanmış hemen giyinmiş ve ailesi kalkana kadar onlara kahvaltı hazırlamış, çünkü daha fazla zaman kaybetmek istemiyormuş. Ailesi kalktığında köyün ilerisindeki büyük lunaparka doğru yola koyulmuşlar. Lunaparka geldiklerinde Esra gözlerine inanamamış. O kadar çok oyuncak varmış ki ! Ayrıca hepsi böyle ışıl ışıl parlıyormuş adeta. Esra’nın meraklı olduğunu söylemiştik. Tüm o ışıltının yanında kenarda bir tren varmış. Çok eski püskü, tozlu, üzerinde ne ışığı ne de yazısı varmış orada öylesine bekliyormuş. Esra merak etmiş ve bilet satılan yere gidip o trenin neden o şekilde olduğunu sormuş. Bilet kesen amca da Esra’ya, yıllardır o trene kimsenin binmediğini, o trenden insanların korktuğunu ve binmek istemediklerini söylemiş. Esra zavallı trene çok üzülmüş ve amcaya o trene binmek istediğini söylemiş. Amca da şaşıracak o treni çalıştırmış. Esra trene binmiş ve tren hareket etmeye başlamış. Tren bir tünele girmiş. Biraz tünelde gittikten sonra tünelin ucunda ışıl ışıl bir görüntüyle karşılamış. Tren birden durmuş. Esra da tren durunca inivermiş. Bir de ne görsün? Karşısında şu ana kadar gördüğü en güzel manzara varmış. Bambaşka bir diyara açılan bir kapıymış. Esra merak edip ormana doğru ilerlemiş. İleride gölün başında çok güzel giyimli bir çocuk göle doğru oturup düşünüyormuş. Esra bir derdi var herhalde diye düşünmüş ve yanına gidip usulca oturmuş. Esra’nın yanına geldiğini gören çocuk birden irkilmiş. Esra çocuğa derdini sormuş. Çocuk da bu diyarda her istedigim var ama hic sohbet edecek arkadasi olmadigini soylemis uzgun bir halde, ve babasinin bu durumu anlamadigindan yakinmis. Esra da çocuğa en iyi şeyin babasına doğruları söylemenin olduğunu söylemiş. Bir süre muhabbet ettikten sonra arkada tren homurdanmaya başlamış. Esra’nın gitme vakti gelmiş. Ama ikisi de ayrılmak istemiyorlarmış. Esra trene binip gitmiş. Bir sure gecmis uzerinden ama birbirlierini düşünüyorlarmis hep; ne de guzel konusup oynamislar o kisacik zamanda o guzel yerde. Bir türlü aklından çıkmıyormuş ikisinin de. Bir gün Esra’larin kapıları çalmış. Bir de bakmış ki o çocuk ve babası karşısında duruyorlarmış. Meğerse çocuk o diyarının Prensi imiş. Babasına Esra ile arkadaslik yapmak istedigini soyleyip doğruları söyleyip, babasıyla birlikte Esra’lara gezmeye gelmişler. O günden sonra da prens ve Esra ayni diyarda mutlu mesut arkadaslik yapmislar. Tren de eski ihtişamına devam edip iki dünya arasında gidip gelmeye devam etmiş.

UÇMAK İSTEYEN ÖMER
UÇMAK İSTEYEN ÖMER

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Dereden geldim, tepeden geldim, koştum koştum ama bir arpa boyu yol gittim. Oturdum bir ağaç altına, daldı gözlerim uykuya. Uykumda bir peri, hem de güzeller güzeli. Oturdu yanıma, başladı anlatmaya… Ne mi anlattı? O da masalımızda…

Bir varmış bir yokmuş… Eski zamanların birinde, küçük bir köyde yaşayan zeki mi zeki, çalışkan mı çalışkan bir çocuk varmış. Bu çocuğun adı da Ömer’miş. Ömer hem çok çalışkan hem de çok meraklıymış. Aklına takılan her şeyi öğretmenlerine sorar, araştırır durur ama sonunda muhakkak bulurmuş.

Ömer’in küçük yaşından itibaren kuşlara karşı özel gör ilgisi varmış. Ne zaman boş kalsa kendisini bahçeye atar, kuşların nasıl uçtuğunu izler dururmuş. Hatta çoğu zaman gözlem yapmak için köyün bile dışına çıkar, kendisine bir tepe bulup onun üzerine çıkarak kuşları daha yakından izlermiş. Ömer’in annesi ve babası çocuklarının kuşlara karşı neden bu kadar ilgili olduğu merak eder dururmuş. Ömer ise her seferinde kuşların nasıl uçabildiğini bir gün keşfedeceğini söyleyerek anne ve babasını şaşırtmış.

Ömer’in kuşlarla bu kadar yakından ilgilenmesinin tek bir nedeni varmış aslında… Ömer de tıpkı kuşlar gibi gökyüzünde süzüle süzüle uçmak istiyormuş. Dünyanın dört bir yanını dolaşmak ve dünyayı yukarıdan izlemek en büyük hayaliymiş. Bu hayalinden kimselere bahsetmeyen Ömer, kuşları izlerken bir gün kendisinin de uçacağı günleri hayal edip duruyormuş. Günler geçmiş, Ömer büyümüş ama hayalleri hiç değişmemiş.

Günlerden bir gün Ömer’in öğretmeninin erkek kardeşi olan Selim Bey Ömer’lerin okuluna gelmiş. Herkes Selim Bey’in pilot olduğu konuşurken normalde arkadaşlarının sohbetlerine pek dahil olmayan Ömer hemen yerinden sıçrayarak:

Ömer: ‘Selim Bey pilot muymuş?’

Arkadaşları: ‘Evet, hem de uzun zamandır pilotluk yapıyormuş’ demiş.

Ömer heyecanla sınıftan çıkmış ve hemen Selim Bey’i bulmak için öğretmenler odasına gitmiş. Selim Bey, ablası ve diğer öğretmenler ile birlikte oturuyor, sohbet ediyormuş. Öğretmeni Ömer’in geldiğini görünce ona dönmüş:

Öğretmen: ‘Ömer, gel bakalım, bir şey mi diyeceksin?’

Ömer: ‘Sohbetinizi böldüğüm için özür dilerim ama ben Selim Bey ile konuşmak istiyorum’ demiş.

Selim Bey kendisine meraklı gözlerle bakan çocuğa dönerek:

Selim Bey: ‘Sevgili Ömer, ne konuşacaksın bakalım benimle?’

Ömer heyecanla girmiş söze:

Ömer: ‘Şey, ben sizin pilot olduğunuzu duydum. Ben de küçüklüğümden beri uçmak isteyen, kuşlara bakıp uçma hayalleri kuran biriyim. Sizinle tanışmak istiyorum’ demiş.

Selim Bey Ömer’e yanındaki koltuğa oturması için kafasıyla işaret vermiş. Ömer ve Selim Bey neredeyse üç saate yakın sohbet etmişler. Ömer aklındaki tüm soruları sormuş, Selim Bey de cevaplamış.

Ömer artık hayali için ne yapması gerektiğini çok iyi biliyormuş. Bütün okul hayatı boyunca düzenli, sorumluluk sahibi ve çalışkan bir çocuk olmaya devam etmiş. Yıllar geçmiş, Ömer büyümüş ve üniversite sınavına girmiş. Sınav sonuçları açıklandığında, Ömer hayali için gerekli olan ilk adımı atmanın sevinci içerisindeymiş. İstediği üniversite ve istediği bölümü kazanmış.

Ömer çok çalışmaya devam ederek başarılı bir pilot adayı olarak mezun olmuş.. İlk uçağı uçurduğunda yaşadığı mutluluk ise tarifsizmiş.

Yıllardan sonra Ömer ülkenin en başarılı pilotlarından birisi olarak gösterilmiş. Tıpkı eğitim hayatında olduğu gibi iş hayatında da çok çalışkan ve azimli biriymiş. Bu özellikleri ile Ömer artık ülkenin en iyi pilotları arasında yer almış.

Ömer her uçuşunda uçağı ile birlikte gökyüzünde süzülürken kuşlara bakıp gülümsüyormuş. Kuşlar sayesinde keşfettiği uçma hevesi şimdi hayatında en mutlu olduğu işi yapmasına sebep olmuş. Ömer, havada iken özgürlüğünün tadını çıkarıyor; uçuşunun olmadığı günlerde de küçük kasabalara giderek okulları ziyaret ediyormuş. Burada pilot olmak isteyen çocuklara yardımcı oluyormuş. Tıpkı zamanında Selim Bey’in ona yaptığı gibi…

E çocuklar ne demişler; çalışan her zaman kazanır. İşleyen demir hep ışıldar.

 

ERDEM VE CADI
ERDEM VE CADI

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal pireler berber iken, ben dayımın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, uzaklarda bir yerlerde koca koca çam ağaçlarının arkasında küçük bir köy varmış. Bu köy büyük dağların arasında kaldığı için pek kimse yerini bilmezmiş. O yüzden bu köyde yaşayanlar birbirlerinden başka çok bir insan tanımazlarmış. Bir de bu köyün bir özelliği varmış. Bu köyde yaşayan herkesin boyu küçücükmüş. Yani dışarıdan bakıldığında hepsi birer cüce gibi gözüküyorlarmış. Gel zaman git zaman bu köyde bir çocuk doğmuş. Ama bu çocuk köydeki hiç kimse gibi kısa değilmiş. Hatta tam tersi yıllar geçiyor çocuk uzadıkça uzuyor, hatta boyu iki metreye yaklaşıyormuş. Yanında kalan annesi ve babası çocuğun yanında adeta küçük bir nokta gibi duruyormuş. Çocuğun adı da Erdemmiş. Erdem neden boyu bu kadar uzun diye düşünmeden edemiyormuş. Hatta kendini çok kötü hissediyor, hep yalnız başına takılıyor, arkadaşları onunla kimseye benzemediği için alay ediyor, dalga geçiyorlarmış.

Erdem durumuna üzüle dursun, köyün bir iki kilometre ilerisinde bir cadının kulübesi varmış. Ama bu cadı kötü bir cadı değilmiş. Diğer cadıların aksine bu cadı insanlara yardım eder, köyde yaşayanların toprakları bereketli olsun, daha çok ve daha güzel meyveleri sebzeleri olsun diye her sene iksir yapar, tüm köylüye dağıtırmış. Köylüler de bu cadıyı çok severler, sürekli evlerine sofralarına konuk ederlermiş.

Bir gün Erdem yine haline üzüle üzüle yürümeye başlamış. Ama Erdem o kadar dalgınmış ki, ne kadar yürüdüğünü fark etmemiş. Birden etrafına dikkatlice bakınca köyünden epey uzaklaştığını fark etmiş. Tam karşısında küçük, mor bir kulübe duruyormuş. Erdem gece olduğu ve hava karardığı için geriye gitmeye cesaret edememiş ve hemen karşısında duran mor kulübenin kapısını çalmaya karar vermiş.

Erdem usulca çok ses çıkarmadan kulübeye doğru gitmiş ve kapısını çalmış. Kapıyı açanı görünce çok şaşırmış. Karşısında gencecik bir kız duruyormuş. Kızın başında da kocaman mor bir şapka varmış. Erdem daha önce böyle bir şapka görmemiş. Hemen kıza sormuş;’’ Merhaba. Ben kayboldum. Gece olduğu için de geri gidemiyorum. Rica etsem sizin evinizde bu gece kalabilir miyim?’’ demiş. Cadı kız da ‘’Tabii ki!’’ demiş ve Erdem’i içeri almış. Erdeme yemek ikram ettikten sonra Erdem yine merak etmiş ve sormuş.’’Başındaki şapka ne şapkası? Daha önce hayatımda böyle bir şapka görmedim’’. Cadı da gülerek cevap vermiş. ‘’Demek ki hayatında daha önce hiç cadı görmedin!’’ demiş. Cadı kelimesini duyunca Erdem korkmuş. Cadı da Erdem’in korktuğunu anlamış.’’Merak etme ben öyle masallardaki gibi korkulu bir cadı değilim. Ben insanlara yardım ederim. İnsanların dertlerini daha onlar söylemeden anlarım. Senin de derdin boyunun çok uzun olmasıyla değil mi?’’ demiş. Cadı böyle sorunca Erdem şaşırmış ve anlatmaya başlamış. Erdem anlattıkça cadı Erdem’in ne kadar üzüldüğünü görmüş ve ona bir iksir hazırlamaya karar vermiş. Erdeme uzun boylu olmasının kafasına takılacak bir şey olmadığını anlatmış ama Erdem yine de istemiyormuş. Biraz daha sohbet edip yataklarına yatmışlar. Cadı yatmadan önce Erdem’in bardağındaki suyun içine iksiri dökmüş. Erdem gece suyu içip yatmış. Sabah uyandıklarında Erdem diğer arkadaşları gibi kısa boyluymuş. Kendine aynada bakınca gözlerine inanamamış. Cadıya defalarca teşekkür etmiş ve köyüne doğru yola koyulmuş. O günden sonra da cadıyla çok iyi arkadaş olmuşlar. Herkes mutlu mesut yaşamış.

ERDEM VE CADI
MİNİK ESER’İN MİNİK İNEĞİ

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken eski hamam içinde… Uzak mı uzak diyarların birinde minik bir oğlan çocuğu yaşarmış. Bu oğlan çocuğunun adı Eser imiş. Eser, annesi, babası, babaannesi ve dedesi ile birlikte mutlu mesut yaşarmış. Eser’in ailesinin büyük çiftlikleri, birçok tarlaları, atları, inekleri, tavukları ve daha birçok hayvanları varmış. Eser her gün erkenden kalkar, dedesi ile birlikte atlara yem verir, tavuklara yem verip yumurtalarını toplar, dedesinin inekleri sağmasını izlermiş.

Günlerden bir gün çiftlikteki ineklerden biri yüksek sesle mölemeye başlamış. Eser ineğin sesini duyunca hemen oraya doğru koşmuş. Bir de bakmış ki ne görsün! Hamile olan inek yere yatmış, öylece kalakalmış. Bizim minik oğlan bunu görünce hemen koşup babasına ve dedesine haber vermiş. Vakit kaybetmeden ahıra gelen dede ve baba ineğin doğurmak üzere olduğunu görmüşler.

Babası hemen Eser’e dönerek:

Baba: ‘Eser oğlum, koş hemen veteriner amcaya haber ver’ demiş.

Bizim minik oğlanın yaşı küçükmüş ama elinden gelen işler büyükmüş. Hızlıca fırlamış evden ve kasabanın meydanındaki veteriner amcanın dükkânına atmış kendini.

Eser: ‘Veteriner amca yetiş, bizim ineğimiz doğurmak üzere!’

Veteriner apar topar dükkânını kapayarak düşmüş Eser’in peşine…

Veteriner ve Eser eve geldikleri gibi dedesi ve babası karşılamış onları. Üçü birlikte ahıra girerken Eser’i gelmemesi konusunda uyarmışlar.

Bizim minik oğlan dışarıda bekleyedursun, veteriner ahırda ineği sağlıkla doğurtmuş. Büyük bir sevinçle ahırdan çıkan üçlüyü gören Eser hemen koşarak ahıra doğru yaklaşmış:

Eser: ‘Babacığım, dedeciğim, ineğimiz doğdu mu?’ demiş.

Baba: ‘Evet oğlum, minik mi minik tatlı mı tatlı yavru bir ineğimiz oldu’ diye yanıt vermiş.

Eser çok heyecanlanmış. Hemen içeri girip minik yavruyu görmek istiyormuş. Ama dedesi karşı çıkmış:

Dede: ‘Dur oğlum, hele inek biraz dinlensin, ne bu acelen?  Yarın gelir görürsün’ demiş.

Bizim minik oğlan dedesinin bu tavrı karşısında çok üzülmüş ancak bir şey dememiş.

Akşam olunca herkes yemek masasının etrafında toplanmış. Her akşam neşeli olan Eser’in bu akşamki durgun halleri annesinin hemen dikkatini çekmiş:

Anne: ‘Güzel oğlum neyin var senin? Neden yemek yemiyorsun?’ demiş.

Eser: ‘Anneciğim ben yeni doğan ineği görmek istiyorum ama dedem buna izin vermiyor. Yarın görürsün diyor. Oysa ben şimdi görmek istiyorum. O yavru ineği çok ama çok merak ediyorum.’ Diye yanıt vermiş.

Bunu duyan annesi oğlunun üzülmesine dayanamamış:

Anne: ‘Güzel oğlum sen şimdi yemeğini ye, yemekten sonra ben seni götüreceğim, tamam mı?’ demiş.

Eser o kadar mutlu olmuş ki sevincinden annesinin boynuna atlamış. Yemeğini hızlıca yemiş ve annesi ile birlikte ineğin yanına gitmişler. Ahır çok karanlık olduğu için, ışık da yetmediği için, Eser ineğin yavrusunu ancak uzaktan görebilmiş.

Bizim minik oğlan gece yatağa yatmış ama aklı da fikri de minik yavrudaymış. Onun ne kadar tatlı olduğunu düşünüverirken uyuyakalmış.

Sabah olduğunda erkenden uyanan Eser, heyecanla kahvaltısını etmiş ve dedesinin yanına koşmuş:

Eser: ‘Dedeciğim! Bugün bana minik ineği göstereceğine söz vermiştin. Haydi, kalk gidelim! Lütfen, lütfen !’ demiş.

Eser’in heyecanını gören dede gülümseyerek tamam demiş. İkisi de el ele tutuşup yavru ineğin yanına gitmişler. Sonunda yavru ineği tam olarak gören Eser çok mutlu olmuş.

Yavru ineğin yanına giden bizim küçük oğlan başlamış inekle konuşmaya:

Eser: ‘Korkma küçük tatlı inek. Ben senin arkadaşınım.’ Demiş.

Dedesi torununun bu ineği ne kadar çok sevdiğini görebiliyormuş.

Dede: ‘Eserciğim, bu tatlı ineğin adını sen koymak ister misin?’ demiş.

Bizim küçük oğlan bu duruma çok sevinmiş ve hemen isim düşünmeye başlamış. En sonunda:

Eser: ‘Buldum! Onun adı artık Sarıkız olsun.’ Demiş.

Eser artık her gün sabah erkenden kalkıp, Sarıkız’ın yanına gitmiş. Sarıkız’ın tüm bakımı ondan sorulur olmuş. Sarıkız da artık Eser’i tanıyormuş ve Eser’den hiç korkmuyormuş. Eser ve Sarıkız çok iyi anlaşmış ve hep birlikte büyümüş, hayat da böyle devam etmiş durmuş…

DERTLİ FARE MOKU
DERTLİ FARE MOKU

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, çok uzak bir yerlerde Moku adında küçük beyaz bir fare yavrusu varmış. Moku etraftaki hayvanlarla oynamayı çok severmiş. Diğer hayvanlar da Moku’yu severler ve onunla oynarlarmış. Bir de Çiki adında sarı bir kedi yavrusu varmış. Ama onun Moku kadar arkadaşı yokmuş. Moku ne zaman Çiki’nin yanına gitse Çiki korkup kaçıyormuş. Moku Çiki’nin ondan korktuğunu fark etmiş ve bu duruma çok üzülmüş. Moku bir köşeye çekilmiş ve düşünmeye başlamış.

‘’ Acaba Çiki ile nasıl arkadaş olabilirim? Benden korkmamasını nasıl sağlayabilirim? ‘’

Birden Moku’nun aklına bir fikir gelmiş. Çiki’nin nasıl oynamayı sevdiğini öğrenirse onunla birlikte oyun oynayıp onunla arkadaş olabilirim diye düşünmüş. Ertesi gün Moku Çiki’nin olduğu bahçeye gitmiş ve Çiki’yi izlemeye başlamış. Çiki tek başına bahçenin bir köşesinde bir ip yumağıyla oynuyormuş. Tüm gün Çiki’yi izlemiş. Çiki ara sıra oynayıp ara sıra süt içiyor, biraz dinlendikten sonra da tekrardan iple oynuyormuş.

Ertesi gün Moku yine Çiki’nin bahçesine gitmiş. Bahçedeki büyük ağacın arkasına saklanmış. Çiki yine iple oynuyormuş. Çiki tam oynarken yanlışlıkla ip yumağı ağacın oraya kaçmış. Moku kendine doğru yuvarlanan ip yumağını görmüş. Birden aklına bir fikir gelmiş.

-‘’ Ben bu ipliği tutup Çiki’ye geri götürürsem belki benimle arkadaş olabilir ve birlikte oynayabiliriz. ‘’

Moku hemen ipi tutmuş ve ağacın arkasına saklanmış. İpin ağacın arkasına gittiğini gören Çiki ağaca doğru koşmuş. Ağacın yanına gittiğinde birden şaşırmış. Bir fare elinde Çiki’nin ip yumağını tutuyormuş. Çiki çekinmiş ve arkaya doğru bir iki adım atmış. Çiki’nin çekindiğini gören Moku hemen Çiki’ye seslenmiş.

-‘’ Hey! Merhaba! Benim adım Moku. Ben bir fareyim. Peki ya senin adın ne küçük sarı tatlı kedi? ‘’

Çiki Moku’nun onunla konuştuğunu görünce önce şaşırmış. Sonra biraz çekinerek cevap vermiş.

-‘’ Merhaba benim adım Çiki. Bende bir kediyim. ‘’

Moku Çiki’nin ona cevap vermesine çok sevinmiş hemen konuşmaya başlamış.

-‘’ Çiki benimle birlikte oyun oynamak ister misin? İstersen benimle birlikte diğer arkadaşlarımla da oyun oynayabilirsin. ‘’

Çiki biraz düşünmüş. Tek başına oyun oynarken canının sıkıldığı aklına gelmiş ve şöyle demiş.

‘’ Evet. Seninle bir oyun oynayabilirim Moku. ‘’

Moku Çiki’nin oyun teklifini kabul etmesine çok sevinmiş ve hemen ağacın arkasından çıkmış. Oyun oynamaya başlamışlar. Çiki ip yumağını patisiyle uzaklara atıyor, Moku da hemen koşup oradan ip yumağını alıp Çiki’ye geri getiriyormuş. Tüm gün boyunca bu şekilde oynamışlar.

Ertesi gün Moku yine Çiki’nin bahçesine gittiğinde Çiki’yi ağacın kenarında Moku’yu beklerken bulmuş. Çiki;

-‘’ Hoş geldin Moku. Ben de seni bekliyordum. İstersen bugün arkadaşlarını çağırabilirsin. Hep birlikte oyun oynarız. ‘’

Bunu duyan Moku hemen gidip diğer arkadaşlarını çağırmış. Bu sefer de Çiki, Moku’nun yediği yiyeceği gidip bir yerlere saklıyor, Moku da gidip yiyeceğini buluyormuş. Moku’nun arkadaşları geldiğinde ise hep birlikte önceki gün yaptıkları gibi ip yumağı fırlatma oyunu oynamışlar. Günün sonunda hepsi arkadaş oldukları için çok mutluymuş. Günün sonunda Moku ile Çiki yarın tekrar oynamak üzere sözleşmişler. Moku yolda evine giderken

‘’Aslında birisiyle arkadaş olmanın çok zor bir şey olmadığını, sadece karşısındakini daha iyi tanıyıp onun neyi sevip sevmediğini öğrendikten sonra arkadaş olmak ve oyun oynamanın çok kolay olduğunu ‘’ düşünmüş ve gülümseyerek yoluna devam etmiş.

ALYA VE BEYAZ TAVŞAN
ALYA VE BEYAZ TAVŞAN

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber,  develer tellal iken uzak diyarların birinde ufacık bir köylü kızı yaşarmış. Bu köylü kızının ismi Alya imiş. Alya tıpkı prensesler kadar güzelmiş. Ailesi Alya’yı çok seviyormuş ve Alya’nın her istediğini yapıyorlarmış.

Alya bir gün bahçelerinde oyun oynarken bir tavşan görmüş. Tavşan bembeyaz ve çok güzel bir tavşanmış. Alya tavşanı sevmek için ona doğru koştukça tavşan kaçıyormuş. Alya tavşanı yakalamaya çalışırken bir de bakmış ki tavşan ormanda parlayan bir ışığın içine doğru girmiş. Alya baştan o ışıktan korkmuş ama sonra cesaret edip ışığa doğru ilerlemiş. Işık kocaman altın sarısı bir kapıdan geliyormuş. Alya kapının arkasında ne olduğunu çok merak etmiş ama girmeye korkmuş hemen ailesinin yanına dönüp ailesine haber vermek istemiş. Eve doğru koşmuş. Eve gittiğinde ailesine anlatmış;

-‘’Ben bugün bir tavşan gördüm onu takip ettim. Tavşan ormana doğru koşunca onun peşinden gittim. Tavşan çok büyük bir kapıdan içeri girdi kayboldu. Kapı parlıyordu! Hep birlikte gidelim o kapıyı bulalım arkasında ne olduğunu çok merak ediyorum.’’ demiş.

Ailesi de Alya’ya artık gece olduğunu yarın sabah uyandıklarında hep birlikte gidip o kapıyı bulacaklarına dair söz vermişler. Alya da sözü alınca hemen uyumuş ki sabah olsun. Sabah uyandığında Alya çok heyecanlıymış. Kapının arkasında ne olduğunu çok merak ediyormuş. Alya’nın ailesi uyandığında hep birlikte kahvaltı edip, yanlarına yemek için bir sepet hazırlayıp ormana doğru yol almışlar. Tam ormana girecekleri sırada Alya yine dün gördüğü tavşanı görmüş.

-‘’ İşte orada! Dün gördüğüm tavşan orada! ‘’ diye seslenip tavşana doğru koşmuş.

Tavşan yine Alya’dan kaçmış ve dün girdiği kapıya doğru gitmiş. Alya ve ailesi tavşanı takip etmişler. Kapıya vardıklarında kapı aynı şekilde parlamaya devam ediyormuş. Hep birlikte kapıdan içeri girmişler. Kapıdan girdiklerinde çok şaşırmışlar. Kapı kocaman bir şatoya açılıyormuş. Şatonun her yeri parıl parıl parıldıyormuş. Çok güzel giyimli uşaklar, aşçılar, askerler, insanlar şatonun bahçesinde dolaşıyormuş. Şatonun etrafındaki çiçekler Alya’nın ve ailesinin ilk defa gördükleri çiçeklermiş ve mis gibi kokuyorlarmış. Alya sonra tavşanı görmüş. Tavşan bir ağacın kenarında duruyormuş ama o ağaçtan ileri gitmiyormuş. Alya ve ailesi ona doğru yaklaştıklarında tavşanın yanındaki ağaçta tavşanın resmini görmüşler. Alya’nın gördüğü beyaz tavşan şatonun sahibi prensesinmiş ve tavşanı kaybolduğu için çok üzülüyormuş. Alya ve ailesi hemen tavşanı alıp şatoya doğru ilerlemişler. Ailesinin elinde tavşanı gören uşaklar hemen krala haber vermişler. Kral hemen onları görmek istemiş. Alya ve ailesi kocaman bir salona doğru yol almışlar. Salonun sonunda kralın tahtı varmış. Salona girdiklerinde kral ayağa kalkıp:

-‘’Kızımın tavşanını bulup getirdiğiniz için size çok teşekkür ederim. Tavşanı kaybolduğu için günlerdir ağlıyordu. Çok üzülmüştü. Size karşı borcumu nasıl ödeyebilirim? ‘’ diye sormuş. Alya da cevap vermiş:

-‘’ Ben o beyaz tavşanı çok sevdim. Onunla birlikte kalmak istiyorum.’’ Demiş.

Kral da şöyle demiş:

-‘’ Madem o tavşanı bu kadar çok sevdin, benim kızımla birlikte burada kalıp tavşanı birlikte büyütebilirsiniz. Ama bir şartla ailen de buraya taşınacak bundan sonra burada hep birlikte yaşayacağız.’’

Alya bunu duyunca çok sevinmiş, ailesi de Alya’nın ve kralın bu isteğini geri çevirmemişler ve oraya, kralın sarayına yardımcı olarak taşınmışlar.

Alya ve Prenses tavşana birlikte bakmışlar. Onunla birlikte büyümüşler. Alya başka birinin tavşanını kendisi almayıp geri götürmenin çok güzel bir şey olduğunu, paylaşmanın da mutluluk verdiğini anlamış. Tavşan da Alya’ya kısa sürede alışmış ve mutlu mesut yaşamışlar.

YALAN YALANI DOĞURUR
YALAN YALANI DOĞURUR

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde birbirleri ile barış içinde yaşayan hayvanların olduğu kocaman bir orman varmış. Bu ormanda hangi hayvan yokmuş ki… Fareler, sincaplar, kediler, kuşlar, böcekler, tavşanlar, kaplumbağalar… Kısacası görüp görebileceğiniz tüm hayvanlar bu ormanda yaşarmış.

Gel zaman git zaman günlerden bir gün ormanda yaşayan sincap Mino, bir iş karşılığında kazandığı peyniri bir arkadaşına emanet etmek zorunda kalmış. Mino düşünmüş taşınmış, aklına hemen en yakında oturan arkadaşlarından Fare Mini gelmiş. Mini Mino’nun en iyi arkadaşlarından birisiymiş. Hemen Mini’nin evine giden Mino, heyecanla kapıyı çalmış. Kapıyı açan Mini daha hoş geldin bile diyemeden Mino konuşmaya başlamış:

Mino: “Canım dostum Mini, senden bir şey rica edeceğim: Ben gelene kadar peynirime bakar mısın? Başına bir şey gelmesini istemiyorum’’ demiş.

Fare Mini hemen kabul etti dostunun bu ricasını. Peyniri Mino’dan alarak evine koydu.

Sincap Mino evden ayrılınca Fare Mini peynirden bir an olsun gözünü ayırmadı. Arkadaşının güvenini boşa çıkarmak istemiyordu. Ama fare bu sonuçta, peynir de en dayanamadığı yemek. Karnı da aç olan Mini, çok dayansa da en sonunda pes etti ve peyniri afiyetle yedi.

Fare Mini peyniri tamamen midesine indirdikten sonra yaptığı şeyin farkına vardı. O an çok pişman oldu ama nafile! Ne diyecekti şimdi Mino’ya? Fare Mini diyeceklerini kafasında tasarlarken kapı çalmasın mı? Mino işini hızlıca bitirmiş ve peynirini almak için gelmişti bile.

Fare Mini arkadaşına kapıyı açtı. Mino hemen lafa girdi:

Mino: ‘Canım arkadaşım benim. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Ben peynirimi alayım da geç olmadan gideyim.’

Fare Mini çaresizce yalan söylemek zorunda kaldı:

Fare Mini: ‘Mino senin peynirin yok. Tavşan Kiko geldi ve senin peynirini aldı benden.’

Sincap Mino şaşırmış:

Sincap Mino: ‘İyi de tavşan ne yapacak benim peynirimi?’

Fare Mini yalan söylediği için yine yalan söylemek zorunda kalmış:

Fare Mini: ‘Şey, benim ona borcum vardı. O yüzden aldı.’

Sincap Mino devam etti sorularına:

Sincap Munu: ‘Ne borcun vardı senin tavşan Kiko’ya?’

Fare Mini her soruya yalanla cevap vermek zorunda kalıyormuş. Çünkü en başında yalan söylemiş:

Fare Mini: ‘Şey, ben ondan havuç almıştım ama geri veremedim.’

Sincap Mino anlayamamış:

Sincap Mino: ‘Neden geri veremedin peki?’

Fare Mini yalanları ile gitgide köşeye sıkışıyormuş:

Fare Mini: ‘Ben çalışıp kazanamadım ve havucunu ona geri veremedim.’

Sincap Mino arkadaşının neden çalışmadığını merak etmiş:

Sincap Mino: ‘ Niçin çalışamadın peki Mini?’

Fare Mini artık yalanla yalanı idare etmekten bıkmış ama bir kere yalana bulaştığı için doğruyu da söyleyemiyormuş:

Fare Mini: ‘Şey, bu yıl çok sıcak geçti, ben de çalışamadım.’

Sincap Mino biraz sinirlenmiş:

Sincap Mino: ‘Sen benim peynirimi nasıl çalışıp ödeyeceksin peki?’

Fare Mini bakmış ki bu iş böyle olmuyor. Ne kadar yalan söylerse bir o kadar da geriden geliyor. Yalanlarını ancak başka bir yalanla idare edebiliyor. Üstelik arkadaşı Sincap Mino’yu da kızdırıyor. Fare Mini en sonunda pes etmiş:
Fare Mini: ‘Canım arkadaşım ben sana en başında yalan söyledim. Affet beni. Ben peyniri dayanamayıp yedim. Çok açtım ve peynirin kokusu da burnuma çok güzel geldi. Dayanmaya çalıştım ama olmadı. Sen çok kızarsın diye de yalan söyledim, tavşan aldı dedim. Ama baktım ki yalan yalanı doğuruyor, artık bir son vermeliyim bu yalana dedim.’

Sincap Mino arkadaşına ilk baştan yalan söylediği için kızmış ama ardından doğruyu söylediği için de Fare Mini’yi affetmiş. Fare Mini de bir daha yalan söylemeyeceğine dair söz vermiş. Böylece iki arkadaş birbirlerine sarılmışlar ve arkadaşlıklarına devam etmişler.

Sevgili çocuklar, bu masalda da gördüğünüz gibi insanlar bir kere yalan söylemeye başladı mı o yalanın ardı arkası kesilmez. Çünkü söylenen bir yalan diğer söylenecek yalanların da habercidir. Siz siz olun yalan söylemeden önce bir kez daha düşünün. Çünkü bir kere yalan söylemek demek bir daha hep yalan söylemek zorunda kalmaktır.

KURNAZ TİLKİ İLE KURT
KURNAZ TİLKİ İLE KURT

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Masal diyarından bir peri gelmiş yanıma, başlamış anlatmaya… Anlatmış da anlatmış, uzun bir masal anlatmış. İşte o masal…

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak mı uzak diyarların birinde, büyük bir orman varmış. Bu ormanda büyük bir kurt yaşıyormuş. Kurt o kadar büyük, o kadar gösterişli bir kurtmuş ki; uludu mu dağı taşı inleten, ormandaki tüm hayvanları korkutan bir hayvanmış. Ama yıllar bu büyük bu güçlü kurdu yaşlandırmış. Gün geçtikçe kurt gücünü kaybetmeye ve yaşlanmaya başlamış. Artık eskisi gibi çevik değilmiş, bir ulumasında av bulamıyormuş. Kurt aç kalmaya başladığında tehlikenin farkına varmış ve yanına kurnaz bir hayvanı arkadaş olarak alması gerektiğini anlamış.

Kurt düşünmüş taşınmış, aklına ilk gelen tilki olmuş. Tilki tüm ormanda kurnazlığı ile bilinen bir hayvanmış. Kurt eğer tilki ile birlikte hareket ederse, onun aklı ile istediği kadar hayvan avlayabileceğini düşünmüş. Hemen kalkmış ve tilkiyi aramaya başlamış. Kurt tilkinin yanına gelip düşündüklerini onunla paylaşmış ve tilkiye ortaklık sunmuş. Tilki düşünmüş, taşınmış; ardından kurdun teklifini kabul etmiş:

Tilki: ‘Tamam kurt kardeş, seninle ortaklığa varım. Ama avladığın avın yarısı benim olacak tamam m’ demiş.

Kurt, üzerinde hiç düşünmeden “tamam” deyivermiş hemen tilkiye. Kurdun sözü üzerine harekete geçen tilki, hemen kurnaz planlar düşünmeye başlamış. Tilki bu, aklı hep kurnazlığa çalışırmış. Biraz düşündükten sonra aklına gelen planı hemen kurt ile paylaşmış:

Tilki: ‘Kurt kardeş bak şimdi; hemen bir çukur kazalım şuraya. Sonra sen de çukurun içine gir. Ben senin üzerini çalı, çırpı ve biraz da toprakla örteceğim. Yalnızca dişlerin dışarıda kalacak, toprağın üzerinde. Ben ise ormandaki hayvanları toplayıp buraya getireceğim. Sana ‘Şimdi çık’ dediğimde çıkacaksın ve bütün avlar hemen yanında olacak’ demiş.

Kurt bu planı çok beğenmiş. Tilki ile ikisi hemen harekete geçmiş. İşin sonunda kurdun her yeri toprağa gömülüymüş, sadece dişleri toprak üzerinde kalmış.

Tilki kurdu hazırlayınca, hemen ormanların içindeki hayvanların arasına koşmuş. Meydana gelince bütün hayvanları toplamış ve başlamış konuşmaya:

Kurt: ‘Ormandaki tüm hayvanlar, söyleyin bakalım dişler nereden çıkar?’

Bütün hayvanlar kurda bakarak aynı anda cevaplamışlar. ‘Ağızdan çıkar tabii’ demişler.

Tilki durur mu,  hemen yapıştırmış cevabı, “Başka nereden çıkar?” demiş.

Hayvanlar düşünmeye başlamış ama diş başka nereden çıkabilirmiş ki! Tilki ise istediği ortamı yarattığına oldukça memnun bir şekilde cevaplamış kendi sorusunu:

Tilki: ‘Başka nereden çıkacak, tabii ki topraktan çıkar’ demiş.

Hayvanların hepsi aynı anda başlamışlar itiraz etmeye. Topraktan diş çıkar mıymış hiç! Kurnaz tilki arkadaşlarının şaşkınlığından yararlanarak;

Tilki: “İnanmazsanız göstereyim” demiş.

Ormandaki hayvanlar takılmış tilkinin peşine, tilki onları kurdun olduğu yere götürmüş. Toprağın üzerindeki kurdun dişlerini gösteren tilki arkadaşlarına dönerek:

Tilki: ‘Bana inanmamıştınız, haksız mıymışım?’ demiş.

Hayvanlar toprağın üzerindeki dişleri görünce çok şaşırmışlar. Birkaç tanesi dişleri daha da yakından görmek için iyice yaklaşmış çukura. Tilki o anda kurda mesajı vermiş, kurt da sağlandığı yerden çıkıp bütün hayvanları pençelemiş.

Sırra yemeğe geldiğinde tilki hemen anlaşmayı hatırlatmış kurda:

Tilki: ’Kurt kardeş, anlaşmamıza göre paylaşalım şunları.” Demiş. Ancak kurt oralı bile olmamış. Hatta tilkiye ‘Anlaşma falan yok’ demiş.

Kurnaz tilki böyle oyunlara gelir mi! Kurdun aklına tehlikeli bir şey sokmuş. Tilki bal toplamaya gideceğini söylediğinde kurdun ağzının suyu akmış.  Hemen tilki ile paylaşmış bütün avını. Tilki ile kurt karınlarını doyurunca tilki takmış peşine kurdu. Tilki daha önce biliyormuş bu kovanı. Arıların içinde olduğunu da fark etmiş. ‘İşte şimdi intikam zamanı diyerek arı kovanının içine kurdun elini sokmuş, kendisi de kaçmış. Arılar kurdun her yerini ısırınca kurt hatasını fark etmiş ama nafile!

Sevgili çocuklar, siz siz olun verdiğiniz sözleri her zaman tutun!} else {

KORKAK FARELERİN SONU
KORKAK FARELERİN SONU

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken; ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Buralardan çok çok uzaklarda, tüm çocukların mutlu olduğu bir masal köyü varmış… Masal köyünün içinde neler yokmuş ki… Konuşan hayvanlar mı istersin, neşe ile koşuşan çocuklar mı istersin… Hepsi bir arada ve mutlu bir şekilde yaşarmış. Masal köyünde masallar hiç bitmezmiş, ama bu masallardan sadece uslu çocuklar dinleyebilirmiş. İşte o masallardan biri masal köyünden uslu duran tüm çocuklara…

Bir varmış bir yokmuş. Köyün birinde yaşayan bir sürü fareler varmış. Hatta köyün adı bu fareler yüzünden ‘Fareköy’ olarak bilinirmiş. Köyde yaşayan bu farelerin kimseye bir zararı olmazmış. Onlar kendi aralarında toplanırlar, eğlenirler, oynarlar, zıplarlarmış. Köye de insanlara da zarar vermek, onlar için hiç uygun davranışlar değilmiş. Hatta aralarından böyle davrananlar olduğunda hemen grup dışında bırakırlarmış. Bu köyde yaşayan farelerin esas amacı insanlarla barış içinde yaşayıp gitmekmiş.

Günler haftaları, haftalar da ayları kovalamış. Fareler mutlu mesut yaşayıp giderken, hiç ummadıkları bir bela gelmiş başlarına. Köye çok eğitimli ve farelerden hiç hoşlanmayan kocaman bir kedi gelmiş. Kedinin adı da ‘Avcı’ imiş. Kediye neden bu ismin verildiğini merak eden fareler çok geçmeden sorularının yanıtını da bulmuş. Avcı kedi, geldiği köyde farelerin neredeyse hepsini yakaladığı için ona ‘Avcı’ ismi layık görülmüş.

Avcı ismindeki bu kedi, mutlu mesut yaşayan bütün fareleri adeta canından bezdirmiş. Eskiden kafalarına göre dışarı çıkan, oynayan-zıplayan farelere göz açtırmayan Avcı, gördüğü fareleri de öldürmekten çekinmiyormuş. Fareler artık iyice acıkmaya başlamış. Kimse cesaret edip de yuvalarından çıkıp evlerin mutfaklarından bir şeyler getiremiyormuş.

Fareler en sonunda isyan etmişler. En büyük ve en yaşlı olanları:

Yaşlı Fare: ‘Bu böyle olmaz. En yakın zamanda toplantı yapıp bir çözüm bulmamız lazım’ demiş.

Avcı kedinin arkadaşları ile gezmeye gittiği bir günü fırsat bilen fareler, en yaşlı olan farenin evinde toplantı yapmaya karar vermişler.  Köyde yaşayan bütün farelerin katıldığı bu toplantıda acil olarak bir çözüm bulunması gerekiyormuş.

Fareler toplanınca o kadar kalabalık olmuşlar ki; her kafadan bir ses çıkıyormuş. En sonunda yaşlı fare dayanamamış ve bastonu ile yere vurmuş:

Yaşlı Fare: ‘Arkadaşlar yeter! Hep bir ağızdan konuşmaya devam ederseniz hiçbir çözüm bulamayacağız. Bakın benim bir önerim var. Avcı kedinin boynuna bir çıngırak asalım. Çıngırak sayesinde Avcı kedinin bize yaklaştığını anlayabiliriz ve hemen deliklerimize saklanabiliriz’ demiş.

Farelerin hepsi bu öneriyi çok beğenmiş. Yaşlı fareyi alkışlamaya başlamışlar. Onun bu önerisi sayesinde farelerin hayatı kurtulabilirmiş. Yaşlı fare sözlerine devam etmiş:
Yaşlı Fare: “Ancak bir sorunumuz var. Avcı kedinin boynuna çıngırak asmamız lazım. Peki çıngırağı kedinin boynuna kim asacak?’

Toplantıya katılan farelerin hepsi birdenbire susmuş. Az önce yaşlı fareyi alkışlayanlar şimdi kendilerini geriye doğru itiyormuş. Yaşlı fare en genç olana dönmüş önce. Genç fare hemen bir bahane uydurarak ‘Ben yapamam’ demiş. Yaşlı fare başkasına dönmüş ama nafile ondan da aynı cevap.

Farelerin ger biri bir bahane uydurarak toplantıyı terk etmiş. Toplantı sonunda kimse Avcı kedinin boynuna çıngırağı asacak cesareti kendinde bulamamış. O günden sonra da tam bir baş belası olan Avcı kedi farelere göz açtırmamaya devam etmiş.

Sevgili çocuklar, siz siz olun önemli konularda üzerinize düşen görevleri yapmaktan kaçmayın.} else {

HERCAİ MENEKŞENİN HİKÂYESİ
HERCAİ MENEKŞENİN HİKÂYESİ

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, bundan çok çok uzak zamanların birinde yaşanmış bu masal. Çiçekler, böcekler, denizler, dağlar, nehirler… Hepsinin yeni oluşmaya başladığı bu zamanlarda doğa ana her bir çiçeği özenle ekiyor, onların bakımını yapıyor ve onlara değişik renkler veriyormuş.

Doğa ananın işi başından aşkınmış. Kolay değil, yeryüzüne bütün çiçekleri ekmesi lazım, onlara bakması lazım… Arada sırada çalışmaktan yorgun düşen doğa ana bir ağacın altına uzanıp dinlenirmiş. Hem dinlenir, hem de ektiği çiçeklere bakarmış uzun uzun. İşte böyle zamanların birinde doğa ana yine ağaç altında dinlenirken, karşısındaki uçsuz bucaksız yeşillik dikkatini çekmiş. ‘Buralar yemyeşil ne kadar güzel ama biraz çiçek eksek daha da güzel olur’ diyen doğa ana hemen yerinden kalkarak torbasından çıkardığı çiçek tohumlarını yeşil çayırların içine atmış. Çiçekler yerlerini çok sevmiş, hemen büyümüşler. Doğa ana çiçeklere bakarak;

Doğa ana: ‘Sizin renginiz mor olsun, adınız da mor menekşe olsun’ demiş.

Çiçekler mor renkte açan yapraklarını görünce bir sevinmişler, bir sevinmişler ki sormayın gitsin! Hatta sevinçlerinden ne yapacaklarını, doğa anaya nasıl teşekkür edeceklerini bile şaşırmışlar.

Fakat nehirin kenarında doğa ananın bile sonradan gördüğü kibirli bir çiçek varmış. Bu çiçeğin rengi beyazmış. Çiçek mor renkte açan diğer çiçekleri görünce onları çok kıskanmış. ‘Ben de mor giysi isterim’ diyerek doğa anaya tepeden bir bakış atmış. Doğa ana çiçeğin bu terbiyesiz davranışını görmezden gelerek ona doğru dönmüş:

Doğa ana: ‘Beyaz çiçek, sıranı beklemelisin’ demiş. Ve kendi işini yapmaya devam etmiş.  Diktiği yeni çiçeklere kırmızı renk veren doğa ana, bu çiçeklere gelincik adını vermiş. Bunu gören beyaz çiçek bağırmaya başlamış:

Beyaz Çiçek: ‘Ben az önce mor renk istemiştim ya, şimdi vazgeçtim. Bu çiçek gibi kırmızı renkte olmak istiyorum’ demiş.

Doğa ana beyaz çiçeğe yeniden dönmüş:

Doğa ana: ‘Ben sıran geldiğinde seni de boyayacağım. Şimdi lütfen sıranı bekle’ demiş.

Doğa ana yeni bir çiçek ekerek onun da yapraklarını beyaz renkte bırakmış. Ama ortasına sarı renkte bir benek koyarak şirin bir çiçek elde etmiş. Bu çiçeğin adı da papatya olmuş.

Fakat bizim kıskanç beyaz çiçek durur mu? Hemen girmiş lafa:

Beyaz Çiçek: ‘Aa ben kırmızıdan da vazgeçtim. Baksana bunun da yaprakları beyaz ama ne güzel çiçek oldu. Ben de ortama sarı renk benek istiyorum’ demiş.

Doğa ana durmadan düşünce değiştiren bu çiçeğe içten içe sinirlenmeye başlıyormuş. Artık ona daha fazla dayanamayacağını anlayıp onun başına gelmiş:

Doğa Ana: ‘Tamam şimdi sıra sende! Söyle bakalım hangi rengi beğendin?’

Beyaz çiçek önce mor demiş. Sonra fikrini değiştirmiş kırmızı demiş. Doğa ana tam boyayacakken vazgeçmiş mavi istemiş. En sonunda doğa ana dayanamamış ve bu beyaz çiçeği her renge boyamış.

Doğa ana: “İşte üstünde bir sürü renk oldu. Senin adını da çok maymun iştahlı bir çiçek olduğun için hercai menekşe koyacağım” demiş.

Sevgili çocuklar, işte parklarda, bahçelerde gördüğünüz renkli hercai menekşelerin hikâyesi böyle. Hercai menekşelerin yapraklarındaki renkler, meğer çiçeğin kıskançlığından hangi renk olacağına bir türlü karar verememesinden dolayıymış. Hercainin anlamının da hiçbir şeyde kararlı olmayan olduğunu düşünürsek, neden hercai menekşe denildiğini daha iyi anlarız.

Masal biter, gökten üç elma düşer. Üçü de hercai olmayan, kararlı ve ne istediğini bilen çocukların olur.