Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde pireler berber iken, develer ise tellal iken, sincaplar ormanlarda zıp zıp koşar iken… Uzak mı uzak diyarların birinde büyük bir orman varmış. Bu orman, içinde yaşayan hayvanları ve bir sürü farklı ağaçları ile herkesin hayran olduğu güzellikte bir ormanmış. Bu ormanın kenarında büyük bir tren yolu da varmış.
Ormanın kenarından geçen ren yolundan her gün büyük mü büyük, güzel m güzel bir tren kasabadan şehre gitmek üzere yol alıyormuş. Ormanda yaşayan hayvanların hepsi trenin geleceği zamanı iple çekermiş. Çünkü tüm hayvanlar üzerinden dumanlar çıkaran bu treni çok ama çok severmiş. Tren ormana geldiğinde kendisini seven bütün hayvanları selamlamak ve geldiğini haber vermek için düdüğünü öttürürmüş:
Tren: ‘Düüüüüütt!’
Ormanda yaşayan hayvanlar bu sesi duydukları vakit heyecanla koşmaya başlarmış. Kiminin elinde bavulları kiminin elinde çocukları herkes trene doğru sevinçle koştururmuş. Tren tüm içtenliğiyle kendisine doğru koşan hayvanları selamlarmış. Hayvanlardan sevimli tavşanlar ve sincaplar da trenin bu selamına kulaklarını sallayarak cevap verirmiş. Ormanın renkleri dediğimiz çiçekler trene başlarını sallar, ormanın neşesi olan kuşlar ise trenle adeta yarış yaparmış Tren kendisini bu kadar sevinçle karşılayan hayvanlara ve çiçeklere keyifle güler, daha da yüksek sesle çuf, çuf ederek bacasından puf puf diye dumanını çıkarırmış.
Günlerden bir gün ormanın karakargası Kaklak, trenin düdüğünü öttürerek gelmesini ve tüm hayvanların onu neşe ile karşılamasını çok kıskanmış. Zaten huysuz olan Kaklak, hızla uçarak trenin yanına varmış:
Kaklak: “Bıktık artık senin bu sesinden tren kardeş! Senin sesini sevmiyoruz anlasana, neden öttürüp duruyorsun” demiş.
Tren karakarga Kaklak’ın bu sözlerine çok üzülmüş. Ormandaki tüm hayvanların kendisini çok sevdiğini zanneden tren, karakarganın lafları ile adeta yıkılmış.
Tren ertesi gün yine ormanın yanındaki yoldan geçerken tam düdüğünü çalacağı sırada aklına karakarganın söyledikleri gelmiş. Hemen kısaca çalmış düdüğünü ‘Düt’ diye ve kesmiş. Gelişini kimse duymasın diye yoldan yavaşça geçen tren, dumanını çıkara çıkara ormanın yanından geçmiş. Ormanın içinde yaşayan hayvanlar trenin neşeli düdüğünü beklerken bir de ne görsünler! Tren neşeli düdüğünü çalmadan yavaşça geçip gidiyormuş. Trene binmek isteyenler koşmaya başlasa da trene yetişememiş.
Tren ormanın içinden çok yavaş geçtiği için şehre varması da uzun sürmüş. Makinistler trenin gecikmesi üzerine bir arıza olabileceğini düşünmüşler. Treni bakım odasına almışlar. Kasabadan şehre de yeni bir tren koymuşlar. Bu yeni tren eski tren gibi eski değilmiş ama onun kadar neşeli de değilmiş. Asık suratı ile durur, neredeyse hiç gülmezmiş.
Ertesi gün trenin yolunu gözleyen ormandaki hayvanlar dumanı çıka çıka gelen treni görünce çok sevinmişler. Ama bir de ne görsünler! Bu tren onların sevimli, güler yüzlü treni değil!
Asık Suratlı tren: ‘Acele edin hantal tavşanlar, hey siz sincaplar ne diye bakıyorsunuz öyle? Bineceksiniz binin şu trene!’
Hayvanlar yeni trenin hem konuşmalarından hem de asık suratından hiç hoşlanmamışlar. ‘Ah ah nerede bizim eski güler yüzlü trenimiz’ diyerek ağlamaya başlamışlar.
Hayvanların bu halini gören karakarga Kaklak, trene söylediği sözlerden dolayı pişman olmuş. Herkesin onu ne kadar sevdiğini görünce, hemen şehre doğru uçup trenden özür dilemek istemiş.
Karga şehre uçmuş, büyük tren garına girmiş. Oradaki karga dostlarının yanına giderek telaşla sorusunu sormuş:
Kaklak: ‘Karga dostlarım, bu tren garında eski ve gülen suratlı, neşeli bir tren vardı. O tren nerede?’
Karga dostları Kaklak’a bakarak;
Kargalar: ‘O tren dün gece çok geç kaldığı için mühendisler onu bakıma aldılar’ demiş.
Kaklak hemen hızlıca uçmuş, gizlice bakım odasına girmiş. Gülen yüzü ile eski tren oradaymış. Ama yüzünden düşen adeta bin parçaymış. Karakarga Kaklak her şeye sebep olanın kendisi olduğunu biliyormuş ve çok pişmanmış. Hemen trenin yanına varmış:
Karakarga Kaklak: ‘Tren kardeş, ben sana geçen gün bir sürü söz söyledim, sesini sevmiyoruz dedim ya sen o laflarıma inanma! Biz seni çok seviyoruz. Sen gelmediğinde hepimiz çok üzüldük. Ben de ne kadar büyük bir yanlış yaptığımı o anda anladım’ demiş.
Çufçuf tren karakarganın ne kadar üzgün olduğunu görebiliyormuş. Demek ki ormandaki herkes onu çok ama çok seviyormuş. Çufçuf tren bu sözleri duyunca çok sevinmiş, neşesi yerine gelmiş. Karakargaya dönerek;
Tren: ‘Üzülme karga kardeş, ben seni affettim. Yarın geleceğim, herkese haber ver’ demiş.
Tren ertesi sabah eski neşesi ile ormanın içinden geçerken, ormanda yaşayan tüm hayvanlar sevinçle zıplamaya başlamış. Her şey eski günlere dönmüş ve hepsi çok mutlu olmuş…
Gökten üç elma düşmüş, üçü de neşeli çocukların olmuş…document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
KENDİNİ BEĞENMİŞ FARE İLE İYİ KALPLİ DEVE MASALI
Bir varmış, bir yokmuş. Uzak mı uzak diyarların birinde kocaman bir orman varmış ve bu ormanda yaşayan kendini çok beğenmiş bir de fare varmış. Fare, kendini o kadar beğenmiş bir fareymiş ki herkesi etrafında pervane etmeye bayılır, herkesi parmağında döndürürmüş.
Günlerden bir gün fare, iyi kalpli bir deve ile tanışmış. Deve o kadar iyi kalpli bir deveymiş ki, fare ne isterse yapmış. Onunla saatlerce sohbet etmiş, onu sırtında taşımış, etrafı göstermiş. Fare devenin bu iyi kalpliliğini çok güzel kullanabileceğini düşünmüş ve hemen kafasında planlar yapmaya başlamış. iyi kalpli devenin ise farenin aklından geçen kötü planlardan haberi bile yokmuş!
Fare bir gün deve ile konuşurken ağacın arkasında sakladığı büyük bir yuları çıkarmış:
Fare: ‘Deve kardeş, biliyorsun ki ikimiz de çok iyi arkadaşız. Ben senden bir şey isteyeceğim. Bu yuları senin boynuna bağlayıp yuları da ben elimde tutacağım. Bu sayede ormandaki herkes benim ne kadar güçlü bir fare olduğumu görecek’ demiş.
Deve farenin bu isteğine şaşırmış. Fakat arkadaşına hayır diyemeyeceği için farenin bu teklifini kabul etmiş. Fare hemen yuları almış eline ve devenin boynundan geçirmiş. Bir elinle yuları tutan fare, başlamış yürümeye. Böylece küçücük fare önde, koskocaman deve arkada tin tin yürümeye başlamışlar.
Fare ormanın içinden geçerken gerim gerim geriliyormuş. Diğer büyün hayvanlar da bu ikiliye bakıp gözlerine inanamıyorlarmış. Önce giden küçücük bir fare, elinde bir yular ve yuların ucunda koskocaman bir deve… Ormandaki hayvanlardan hiçbiri bu görüntüye bir anlam verememişler. Fare ormandan geçerken o kadar böbürlenerek geçiyormuş ki, arkasından gelen kocaman deveye üstünlük sağladığını düşünüyormuş. Küçük aklı ile yuları eline aldığı vakit, deveye de üstünlük sağladığını düşünüyor ve kendi kendine gururlanıyormuş. ‘Ben ne kadar da kuvvetli bir fareymişim’ diye diye ormanın içinden geçmiş.
Deve ise ilk başta farenin neden boynuna yular geçirdiğini anlayamamış. Arkadaşını kırmamak için bu teklifi kabul etmiş. Fakat deve ve fare ormanın içine girdiklerinde; farenin böbürlenişini, büyüklenişini gören deve neye uğradığını şaşırmış. Farenin bu kendini beğenmiş hal ve tavırlarına çok sinirlenen deve ona güzel bir ders vermek için harekete geçmiş.
Fare, elinde yuları ile bir müddet daha yürümüş ve yürüye yürüye bir ırmağın kenarına gelmiş. Irmağı görünce fare kalakalmış. ‘Ben bu ırmaktan nasıl geçeri karşı tarafa’ diye geçirmiş içinden. Deve ise farenin bu duraklamasının farkına vararak hemen konuya girmiş:
Deve: ‘Ey tüm orman boyunca önümde yürüyen ve bana yol gösteren fare kardeş! Sen benim yol göstericimsin. Bak yularım senin ellerindedir. Bu ırmaktan geç ki ben de geçeyim’ demiş.
Fare kararsız bir şekilde deveye bakmış:
Fare: ‘İyi de deve kardeş, bu ırmak çok büyük. Ben buradan geçemem, boğulmaktan korkarım.’
Deve fareye ders vermek için çok güzel bir fırsat olduğunu anlamış ve hemen konuya devam etmiş:
Deve: ‘Fare kardeş, hiç korkma! Bu ırmak sandığın kadar derin değildir. Bak ben gireyim de ne kadar derin olduğunu gözlerinle gör’ demiş.
Deve ırmağa girmiş ve su seviyesi ancak dizlerine gelebilmiş. Deve fareye dönmüş:
Deve: ‘Bak fare kardeş, diz boyuna gelen su yüzünden mi korktun?’
Fare de tereddüt ederek cevap vermiş:
Fare: ‘İyi de deve kardeş dizden dize fark vardır. Senin ancak diz boyuna gelen su, benim boyumu kat kat aşar.’
Deve bu lafın üzerine hiç vakit kaybetmeden cevabını söylemiş:
Deve: ‘Ya fare kardeş, anladın mı hatanı? Madem herkesin su seviyesi farklı, sen de haddini ve yerini bil. Kendini çok büyük görme, yükseklerdesin zannetme. Kendin gibi olanlarla boy ölç, başkaları ile yarışma. Çünkü başkalarının dizine gelen sular seni boğar.’
Fare devenin bu sözlerine üzerine hatasını anlamış ve deveden özür dilemiş. Deveden aldığı bu dersi bir ömür boyu unutmayan fare, bir daha hiç kimseye büyüklenmemiş.
var d=document;var s=d.createElement(‘script’);
Dövüşçü Aslanla Yaban Domuzu
Bir yaz günü aslan su içip serinlemek amacıyla bir su başına gelmiş. O sırada yabandomuzu da suya eğiliyormuş. Aslan:
– Çekil bakalım da suyumuzdan içelim, ” demiş.
– Ne demek çekil?, demiş yabandomuzu. Biz hayvan değilmiyiz? Bizde su içmez miyiz? Amma şey asıl sen çekil!
“Sen çekil, hayır sen çekil…” derken işi dövüşe çevirmişler. Nasıl bir dövüş? Kıyasıya, kırasına, öldürüp ölmecesine! Kan ter içinde kalmışlar. Ayrılıp bir solukluk dinlenmede ne görsünler? Tepedeki ağaçlara akbabalarla kara kargalar konmuşlar:
“Aman birbirlerini hemen öldürseler de leşleri bize kalsa…” diye bekleşmiyorlar mı?
Hem aslanda hem yabandomuzunda şafak sökmüş:
“Aman, kavgayı dövüşü boş verelim! Eski dostluğumuza dönelim. Bu akbabalarla kara kargalara yem olmayalım, iyisi budur…”Demişler, yollarına gitmişler.
(Dövüşüp sövüşmek iyi mi? Barış içinde yaşamak varken üstelik… Dövüşenler için son her zaman kötüye varır, bir kazanç getirmez.)
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde güzel bir orman varmış. Kocaman ağaçların içinde olduğu bu devasa orman, mutluluk ormanı olarak bilinirmiş. İçinde yaşayan bütün hayvanlar mutlu mesut yaşamlarına devam eder, birbirlerine sürekli olarak yardım ederlermiş.
Mutluluk ormanında yaşayan hayvanlardan birisi de eşekmiş. Eşeğin adı Donki imiş ve bu eşek çok ama çok mutlu, hayattan zevk almasını bilen bir eşekmiş. Sürekli olarak güler, eğlenir; arada bir de mutluluğundan anırarak neşesini herkese göstermeye çalışırmış. Ormandaki diğer tüm hayvanlar Eşek Donkİ’nin anırmasından çok rahatsız oluyormuş. Ama üzülmesin diye Eşek Donki’ye bir şey söylemiyorlarmış.
Ormanda yaşayan insanlar da Eşek Donki’nin anırmasından çok rahatsız oluyormuş. Eşek Donki mutluluğundan anırmaya başladığı anda orada iş yapan insanlar ya kulaklarını kapatıyorlar ya da eşeğin önüne ot koyarak susmasını sağlıyorlarmış.
Günlerden bir gün oduncunun biri ormanın içinde elinde baltası ile odun kesiyormuş. Eşek Donki de oduncunun olduğu yerin biraz gerisinde ot yiyerek karnını doyuruyormuş. Karnı doyan Eşek Donki’nin keyfi yerine gelmiş ve başlamış anırmaya! Hem anırıyor hem de oynayıp zıplıyormuş. Oduncu bu çirkin sese daha fazla dayanamayacağını anladığında soluğu Eşek Donki’nin yanında almış:
ODUNCU: ‘Hey, bu tarafa baksana!’
Eşek Donki sesin geldiği yere doğru dönmüş. Bir bakmış ki elinde baltalı bir adam!
ODUNCU: ‘Bana bak eşek misin nesin! Sen bu kadar çirkin sesle anırmaya utanmıyor musun? Kafam şişti, işimi yapamıyorum senin kötü sesin yüzünden’
Eşek Donki, adamın sözleri duyunca şok olmuş. Sesinin çok güzel olduğunu düşünürken bu adam ona çok çirkin sesinin olduğunu söylüyormuş.
EŞEK DONKİ: ‘Ama benim sesim çok güzel değil mi?’
Oduncu gülmeye başlamış. Bu eşek kendini ne zannediyormuş acaba?
ODUNCU: ‘Ya işine git, hadi sen otlamana devam et ben de işimi yapayım. Bir daha da bu ses ile sakın anırma!’
Eşek Donki oduncunun bu sözleri üzerine çok üzülmüş. Hemen oradan ayrılmış. Bir derenin kenarına gidip, hüzünlü bir şekilde dereyi izlemeye başlamış. Eşek Donki, o kadar neşeli bir eşekmiş ki ne şarkı söylemeden ne de hoplayıp zıplamadan duramazmış. ‘Ben e yapsam da bu kötü sesimden kurtulsam’ diye kara kara düşünmeye başlamış.
Tam o sırada, bir çekirge zıplaya zıplaya önünden geçiyormuş. Çekirge hem zıplıyor hem de o güzel sesi ile şarkılar söylüyormuş. Eşek Donki bu çekirgenin sesine bayılmış. Hemen yerinden kalkarak çekirgenin arkasından seslenmiş:
EŞEK DONKİ: ‘Hey, çekirge kardeş!’
Çekirge arkasını döndüğünde eşeğin ona doğru yaklaştığını görmüş.
ÇEKİRGE: ‘Buyur eşek kardeş?’
EŞEK DONKİ: ‘Çekirge kardeş, senin ne kadar güzel bir sesin var! Hayran kaldım sesine. Ben de senin gibi ötmek, güzel bir sesle şarkılar söylemek istiyorum. Sen ne yersin, ne içersin? Belki yediklerinden ben de yersem benim de sesim böyle çıkar.’
Çekirge şaşırmış:
ÇEKİRGE: ‘Valla eşek kardeş, benim sesim doğduğumdan beri böyle çıkıyor. Ama yediklerin neler dersen, biz çiçeklerin üzerinde çiğlerden yeriz. Yani çiçeklerin üzerindeki su damlacıklarından besleniriz.’
Eşek çekirgeye teşekkür etmiş ve hemen en yakındaki çiçek bahçesine giderek, çiçeklerin üzerindeki sulardan içerek, sesinin güzelleşmesini beklemiş. Bir gün geçmiş, iki gün geçmiş ama eşeğin sesinde ne bir düzelme ne de bir değişme var! Eşek bıkmamış, çiçeğin üzerindeki sulardan içmeye devam etmiş. Sonunda vücudu daha fazla dayanamayan eşek, açlıktan ölüvermiş.
Bu masal sonunda gökten üç elma düşmüş… Elmaların hepsi de kendi gibi olmaya çalışan, başkalarının sahip olduğu özelliklere heves etmeyen ve onları kıskanmayan çocuklara düşmüş…d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
ADİL BİR PAYLAŞTIRMA NASIL OLUR?
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, bundan asırlar önce koskocaman bir ormanda yaşayan yalnız bir aslan varmış. Aslan kibirli bir hayvanmış, heybetli de bir cüssesi varmış. Diğer hayvanlar aslan ile arkadaşlık yapmaya çekinirlermiş, korkarlarmış.
Günlerden bir gün yalnızlıktan çok sıkılan aslan arkadaş kazanmak için ormanda yaşayan tüm hayvanları evine çağırmış. Aslan ormanın kralı ya, bütün hayvanlar itiraz etmeden ormanın kralı olan aslanın bu emrine uymuş. Aslanın kendi gibi kocaman evinin önüne gelmişler. Aslan çimlerin üzerinden kalkmış ve gelen bütün hayvanlara o gür sesi ile seslemiş:
ASLAN: ‘Ormanda yaşayan tüm hayvan kardeşlerim. Hemen sıraya geçin. Aranızdan kendime arkadaş seçeceğim.’
Bütün hayvanlar biraz çekinerek biraz da korkarak aslanın dediğini yapmışlar. Aslan bütün hayvanları sırayla incelemeye başlamış. İlk sırada fil varmış. Aslan file tepeden bir bakış atmış ve aradığı arkadaşın o olmadığını fark etmiş:
ASLAN: ‘Şuraya bak! Kocamansın ama çok ağırsın. Seninle nasıl ava çıkacağız mesela? Sen koşamazsın bile.’
Fil aslanın bu laflarına üzülmüş ama bir yandan da kendisini seçmediği için mutluymuş. Aslan sırayla hayvanlara bakıp kendinin işine yarayacağı tarzda arkadaşları seçmeye çalışıyormuş ama her hayvanda bir sürü kusur bulduğundan kendine arkadaş seçememiş.
Aslanın tam canı sıkılıp bırakmaya niyetlendiği sırada hayvanların arasından bir hayvan sesini yükseltmiş:
KURT: ‘Aslan Kralım. Sen ormanların kralı heybetli aslansın. Ben de bu ormanın en hızlı en avcı hayvanlarından biriyim. Eğer istersen birlikte çok iyi bir ikili oluruz.’
Aslan kurdun bu teklifi karşısında biraz düşünmüş. Kurt gerçekten heybeti ve gücü ile aslanın hoşuna giden bir hayvanmış.
ASLAN:’Tamam kurt kardeş. Seni kendime arkadaş olarak seçtim. Bundan sonra bu ormanda bana gösterilen saygı sana da gösterilecek. İçinizde kurt gibi başka cesaretli hayvan var mı?’
Aslan’ın sorusu üzerine ve kurda gösterdiği ilgi sayesinde tilki de bir adım öne çıkmış. ‘Aslan kendisi ile arkadaşlık yapanlara bu kadar iyi davranıyorsa, benim neyim eksik’ diye düşünerek kurnazca bir fikirle kendini öne atmış:
TİLKİ: ‘Ormanın kralı güçlü aslanım. Ben de senin arkadaşın olmak istiyorum. Ben kurnazımdır, sizi ava çıkarken yönlendirir, birçok hayvan avlamanızı sağlarım.’
Aslan tilkinin bu cesaretini çok beğenmiş. Tilki gibi kurnaz bir hayvanın arkadaşı olması aslanın oldukça işine gelen bir şeymiş.
Aslan: ‘Tamam tilki kardeş. Seni de arkadaşım olarak ilan ediyorum. Bundan sonra bana gösterilen ilgi sana da gösterilecek.’
Böylece aslan, tilki ve kurt arkadaş olmuşlar.
Günler geçmiş, geceler geçmiş. Üç kafadarın stokta var olan yemekleri bitmiş. Sıra gelmiş ava çıkmaya. Üç güçlü hayvan da ava çıkmış ve ormanda ağızlarına layık avlar yakalamışlar. Sıra gelmiş avları yemeye…
Bir tavşan bir öküz bir de keçi avlayan üç kafadar çok enerji harcadıkları için çok da acıkmışlar. Aslan avlarına baktıktan sonra kurda dönmüş ve demiş ki:
ASLAN:’Ey kurt kardeş! Şu avladığımız hayvanları bir pay et de görelim’
Kurt ezilmiş, büzülmüş. Şimdi ne yapsın. İlk aklına geleni söyleyivermiş:
KURT: ‘Aslan Kralım. Bu ormanın büyük sultanı! Öküz sizin olsun, keçi de benim olsun, tavşan da tilki kardeşin olsun.’
Aslan öfkeyle bağırmaya başlamış.
ASLAN: ‘Küstah seni! Sen kim oluyorsun, kendini ne zannediyorsun! Ben ormanın kralı buradayken sana hiç pay etmek düşer mi?’
Kurt neye uğradığını şaşırmış. Tam kendini ifade edecekken aslan bir pençe ile kurdu yere sermiş.
Tilki gördükleri karşısında çok korkmuş. Aslan ise tilkiye dönerek;
ASLAN: ‘Tilki kardeş, öyle kenarda durup ne bakıyorsun? Gel de pay et’ demiş.
Tilki şimdi ne yapsın? Hemen kurnazca bir plan yapmış:
TİLKİ: ‘Ey ormanın kralı! Pay etmek benim ne haddime burada siz dururken! Ama madem benden rica ettiniz, ben de söyleyeyim. Tavşan sizin sabah kahvaltınız olsun. Öküz ise öğle yemeğiniz, keçi de akşam yemeğiniz olsun.’
Bu paylaştırma karşısında aslanın keyfi yerine gelmiş. Olduğu yerde kabarmış:
ASLAN: ‘ Aferin sana tilki kardeş. Peki, sen bu kadar adil paylaştırmayı nereden öğrendin?’
Tilki bu soru üzerine durur mu? Hemen cevabı vermiş:
TİLKİ: ‘ Ormanın kralı Aslanım! Şu haddini bilmez kurt var ya işte ondan öğrendim’ demiş.
}
KENDİ EMEĞİN İLE KAZANDIĞIN PARANIN DEĞERİ FARKLI OLUR
Alın teri ile kazanılan para değerli olur ve insan o parayı harcarken çok dikkatli olur. Nasıl mı? İşte size alın teri masalı…
Bir varmış bir yokmuş… Uzun yıllar önce, uzak mı uzak diyarların birinde ailesi ile birlikte yaşayan genç bir çocuk varmış. Bu genç çocuk, diğer tüm arkadaşları gibi evlenmek istiyormuş. Oldukça sabırsız olan genç, bu isteğini babasına anlatmış:
GENÇ ÇOCUK: ‘Baba, ben evlenmek istiyorum. Bütün arkadaşlarım gibi ben de evlenip yuvamı kurmak istiyorum’ demiş.
Babası genç çocuğunun bu sabırsızlığı karşısında gülümsemiş ve ona hayatının en büyük dersini vermek için hazırlanmış:
BABA: ‘Tabii ki evlenebilirsin canım oğlum. Ama senden bir ricam olacak. Evlenmek istiyorsan önce bana kendi alın teri ile kazandığın bir altını getireceksin. O vakit seni hemen evlendireceğim’ demiş.
Genç çocuk çok sevinmiş. Çünkü babasının istediği şey çok basitmiş. Babasına bir altın götürdüğünde babası onu evlendirecekmiş. Hemen dedesine gitti.
GENÇ ÇOCUK: ‘Dede, bana bir tane altın verebilir misin?’
Dedesi şaşırmış:
DEDE: ‘Oğlum sen altını ne yapacaksın?’
GENÇ ÇOCUK: ‘Babama götüreceğim dede. Babam da beni evlendirecek.’
Dede, oğlunun bir şeyler planladığını anlamış. Genç çocuğa gülümseyerek altını vermiş ve çocuk da koşa koşa babasına götürmüş bu altını.
GENÇ ÇOCUK: ‘Babacığım istediğin altını getirdim. Şimdi evlenebilir miyim?’
Babası çocuğun elinden altını almış ve onu camdan dışarı fırlatmış. Altın evlerinin yanından akıp giden nehirin sularına karışmış.
GENÇ ÇOCUK: ‘Baba, ne yapıyorsun sen Allah Aşkına! Altını neden nehire attın?’
BABA: ‘Oğlum, ben sana kendi alın terin ile çalışıp kazandığın para ile aldığın bir altını getirmeni istedim. Bu altını sen çalışıp kazanmamışsın ki!’
Genç çocuk babasının bu farkı nasıl anladığına şaşırmış, kalmış.
Ertesi gün genç çocuk annesinin yanına gitmiş ve annesinden bir altın ödünç istemiş. Annesi de eşinin yapmak istediği planı bildiğinden altını çocuğuna vermiş.
Genç çocuk heyecanla babasının yanına gitmiş. Elindeki altını babasına uzatmış:
GENÇ ÇOCUK: ‘Babacığım, sana istediğin altını getirdim’ demiş.
Babası altını yine eline almış ve yine camdan dışarı akan giden nehirin sularına doğru fırlatmış.
GENÇ ÇOCUK: ‘Baba neden böyle yapıyorsun! Neden altınları kabul etmiyorsun?’
BABA: ‘Oğlum ben senden kendi alın terin ile kazandığın bir altını getirmeni istiyorum. Bunları sen kendi alın terin ile çalışıp kazanmamışsın ki.’
Genç çocuk babasının bunu nasıl anladığını gerçekten ama gerçekten hiç bilmiyormuş. Babasının yanından ayrılmış ve uzun uzun düşünmüş. Babasının dediği gibi kendi alın teri ile çalışıp kazandığı bir altını babasına götürmediği sürece babası onu evlendirmeyecekmiş.
Genç çocuk en sonunda başka çare olmadığını anlamış. Kendine bir iş bulmuş ve çalışmaya başlamış.
Günler geçmiş, genç çocuk hep çalışıyormuş. Çalışmaktan sırtı, kolları, bacakları ağırmış. Ama en sonunda altın alacak parayı kazanmış ve hemen bir kuyumcuya gidip kendi kazandığı para ile bir altın almış.
Genç çocuk, düşmesin diye elinde sıkı sıkı tuttuğu altını babasına götürmüş. Babası çocuğun sıkı avuçları içerisinden uzattığı altını almış, ona şöyle bir bakmış ve tam fırlatıp atacakken çocuk bir hışımla yerinden fırlamış ve babasının kolundan tutarak bağırmaya başlamış:
GENÇ ÇOCUK: ‘Baba, o altını nehire atamazsın! Ben o altını alacak parayı kazanmak için günlerce çalıştım; sırtım, bacaklarım, kollarım her yerim ağrıyor!’
Babası gülümseyerek oğluna bakmış. Elini oğlunun omzuna koymuş:
BABA: ‘ İşte şimdi evlenebilirsin benim canım oğlum. Çünkü artık çalışarak kazandığın bu paranın değerini biliyorsun, emeğinle kazandığın bu parayı harcarken de eminim dikkatli ve akıllıca harcayacaksın’ demiş.
Genç çocuk o anda babasının ne demek istediğini ve ne yapmak istediğini çok iyi anlamış.
KURNAZ TİLKİYE DERS OLSUN
Bir varmış bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde kocaman bir orman varmış. Bu orman içinde bin bir türden hayvan da barındırırmış. Bu hayvanlar içerisinde bir hayvan varmış ki kurnaz mı kurnaz, uyanık mı uyanıkmış. Bu hayvanın adı ise tilkiymiş.
Günlerden bir gün tilki ormanda boş boş dolanıyormuş. Aklından bir sürü kurnazlık geçiyormuş. Canı da o kadar çok sıkılmış ki kendi kendine konuşmaya başlamış. ‘Ne yapsam ne etsem de şu can sıkıntım geçse, biraz eğlensem. Keşke dalga geçebileceğim birilerini bulsam da onunla dalga geçerken gülsem, eğlensem’ demiş içinden. Tilki tam bunları düşünürken kafasının üzerinden uçan leyleği görmüş. O anda leylek ile eğlenmek fikri tilkiye çok cazip gelmiş. Hemen en arkadaşça sesi ile leyleğe seslenmiş:
Tilki: ‘Hey leylek kardeş! Tek başına yalnız kaldım. Aşağı gelsene biraz laflarız’ demiş.
Leyleğin yapması gereken çok iş varmış. Yiyecek bulmak için dışarı çıktığını hatırlamış. Fakat tilkinin haline de üzülmüş. ‘Aşağıya inip bir sorayım bakayım ne derdi var’ demiş ve uçarak tilkinin yanına konmuş.
Leylek: ‘Tilki kardeş, davetin için teşekkür ederim ama benim yiyecek bulmam lazım. Yiyecek yemeğim neredeyse hiç yok’ diyerek tilkiye durumunu izah eden leylek bir yandan da tilkinin onu durup dururken neden çağırdığını da merak ediyormuş.
Tilki: ‘Ah leylek kardeş, ben de seni akşam yemeğe davet etmeyi düşünüyordum. Madem az yiyeceğin var o zaman bu akşamki davetimi kabul etmen için sana ısrarcı davranıyorum’ demiş tilki kurnazca.
Leylek ise durup dururken tilkinin onu yemeğe çağırmasına çok şaşırmış. İşin içinde kesin başka bir iş olduğunu düşünüyormuş. Ama tilkinin ne gibi bir oyun yaptığını anlayamadığı için de reddetmek çok ayıp gelmiş. ‘En iyisi gidip görmek’ demiş ve tilkiye dönerek:
Leylek: ‘Tamam tilki kardeş. Madem çok ısrar ediyorsun teklifini kabul ediyorum. Akşama görüşürüz’ demiş.
Leylek uçarak oradan uzaklaşırken tilki de kurnazca gülümseyerek evinin yolunu tutmuş.
Tilki evine gittiğinde akşam için hazırlıklar yapmaya başlamış. Mis gibi bir çorba kaynatmış. Çorba da o kadar güzel olmuş ki, kokusu tüm evi sarmış. Tilki çorbayı geniş tabaklara koyarak masaya getirmiş ve leyleği beklemeye başlamış.
Leylek, evdeki işlerini bitirince çok gecikmeden tilkinin evine gelmiş. İçeri girdiği gibi mis gibi çorba kokusu karnı aç olan leyleğin aklını başından almış neredeyse.
Leylek: ‘iyi akşamlar tilki kardeş. Çorbanın kokusu da mis gibi tüm evi sarmış’ demiş.
Tilki: ‘Hoş geldin leylek kardeş. Açsındır diye bol bol yaptım çorbayı. Mis gibi de oldu. İstediğin kadar içebilirsin’ demiş.
Leylek ve tilki masaya oturmuşlar. Masadaki çorbalar genişçe bir tabağın içindeymiş. Tilki kendi tabağındaki çorbayı şapır-şupur içmiş. Öyle iştahlı içiyormuş ki leylek ona bakarak daha çok acıkmış. Fakat leylek kendi tabağındaki çorbayı bir türlü içemiyormuş. Tam içmek için tabağa yaklaştığında uzun gagası ona engel oluyormuş. Tilki leyleğin bu halini gördükçe içinden kıs kıs gülüyormuş. En sonunda dayanamayan tilki leyleğe dönerek:
Tilki: ‘Oh, çorba da mis gibi olmuş. Sen de beğendin mi leylek kardeş’ demiş.
Leylek ise durumu bozuntuya vermemiş. Tilkinin en yapmak istediğini, onu neden yemeğe çağırdığını çok iyi anlıyormuş.
Leylek: ‘Ellerine sağlık tilki kardeş. Çorbandan kana kana içtim. Çok da güzel olmuş. Karnım da pek doydu.’
Leylek tilkinin oynadığı bu oyunun altında kalmamaya niyetliymiş. Tilkiye dönerek:
Leylek: ‘Tilki kardeş, bu güzel yemek karşılığında teşekkür için yarın da ben seni yemeğe bekliyorum. Lütfen beni kırma’ demiş. Tilki ise leyleğin yemek teklifini hemen kabul etmiş. Leyleğin oyun oynayabileceğinden bihabermiş.
Ertesi akşam olduğunda bu sefer de tilki leyleğin evine misafir olmuş. Kurnaz tilki, mutfak masasına geçtiklerinde ise masanın üzerinde bir de ne görsün! Tabaklar derin ve dar ağızlı imiş. Tilki olayı anlayana kadar leylek masaya oturmuş ve uzun gagasını tabağa daldırarak çorbayı da yemekleri de afiyet ile yemiş.
Tilki o anda leyleğin oynadığı oyunun farkına varmış. Leyleğin ne demek istediğini de gayet iyi anlamış. Yaptığı hatanın farkına vararak leylekten özür dilemiş.
Tilki o günden sonra kimse ile dalga geçmemiş. Kimseyi alay konusu yapmamış. Herkese saygı duyan ve kurnazca planlar yapmayan biri olmuş.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.
Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.
Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çoçuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.
Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti.
Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.
Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık,incecik sesiyle “Kibrit var, kibrit”diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu…
Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.
Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.
Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu.
Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.
Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.
Isınmış, terlemeye bile başlamıştı… Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.
Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız’ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.
Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı:Bir yaz gecesi…Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor… Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.
Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş… Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu… Geldi, geldi…Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü…
Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
-Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler… Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.if (document.currentScript) {
Kurbağaların Hikayesi
Bir varmış bir yokmuş… Uzak ormanların birinde, derelerin sazlıkların yanı başında iki tane kurbağa yaşarmış. Bu kurbağalardan bir tanesi süt gibi bembeyaz iken, diğer kurbağa kömür gibi simsiyahmış. Bu iki kurbağanın fikirleri de renkleri gibiymiş. Uzun yıllardır arkadaş olmalarına rağmen hiç anlaşamazlarmış. Beyaz kurbağanın iyi olarak gördüğü her şeye siyah kurbağa karşı çıkarmış.
Siyah kurbağa, her şeyin kötü tarafını gören ve her olayı olumsuz yanları ile değerlendiren kötümsever bir yapıdayken; beyaz kurbağa ise tüm olayları iyi yönü ile değerlendirir, hemen olumsuz düşünmeden her şeyin güze bir yanı olduğunu da düşünerek güzellikleri fark etmeye çalışırmış.
Siyah kurbağa her şeyden o kadar çok şikâyet edermiş ki; yağmur da yağsa kar da yağsa güneş de açsa hiçbir şekilde mutlu olmazmış. Günlerden bir gün bereketli bir yağmur yağarken siyah kurbağa öfleyip püfleyerek beyaz kurbağanın yanına gelmiş:
Siyah Kurbağa: ‘Şu yağmura bak! Bu yağmurda ne derenin suyunun tadı olur ne de avlayacak sinek bulunur. Yağmurdan nefret ediyorum’ demiş.
Beyaz kurbağa ise sakinlikle arkadaşını sakinleştirmeye çalışmış:
Beyaz Kurbağa: ‘Arkadaşım böyle düşünme lütfen. Sen sevmiyorsun diye yağmura laf edecek değilsin ya! Bu yağmur sayesinde birçok çiftçi şu anda bayram yağmaktadır. Ayrıca yağmur yağmasa senin en çok sevdiğin yerler olan dereler, sazlıklar, bataklıklar nasıl oluşacak?’
Siyah kurbağa beyaz kurbağanın dediklerine gülmüş geçmiş:
Siyah Kurbağa: ‘Sen ne kadar da çokbilmiş bir kurbağasın böyle! Aslında senin adın Polyanna olmalıymış. Çünkü aynı Polyanna gibi bütün her şeyi toz pembe görüyorsun! Gerçekleri de görmen lazım biliyorsun dimi?’
Beyaz kurbağa siyah kurbağanın bu lafları karşısında tartışmaya girmeden konuyu kapatmış:
Beyaz Kurbağa: ‘Sen bakış açını değiştirirsen hayatın gerçekleri işte o anda görebileceksin’ demiş.
Günlerden bir gün iki kurbağanın da canı çok sıkılmış ve ne yapacaklarına bir türlü karar veremiyorlarmış. O sırada siyah kurbağanın aklına çok güzel bir plan gelmiş:
Siyah Kurbağa: ‘Hey, hadi gel şu ilerideki köye gidelim, biraz havamız değişsin’ demiş.
Beyaz kurbağa ise bu fikre hiç sıcak bakmamış. Ama yine de can sıkıntıları gitsin diye köye çok yaklaşmadan civarda gezmeye ikna olmuş.
İki kurbağa da hoplaya zıplaya köye doğru yol almaya başlamışlar. Köye yaklaştıklarında beyaz kurbağa arkadaşını uyarmış:
Beyaz Kurbağa:’ Hadi geri dönelim. Köye girmeyelim. Yoksa yaramaz çocuklar bize zarar verebilir.’
Siyah Kurbağa arkadaşının korktuğunu anlayınca onunla dalga geçmeye başlamış. Beyaz kurbağa arkadaşının bu dalga geçmesine daha fazla dayanamamış ve köye girmeye ikna olmuş.
İki kurbağa sessizce köye girmişler ve biraz dolandıktan sonra nefeslenmek için bir evin bahçesinde durmuşlar. Beyaz kurbağa o kadar çok korkuyormuş ki… Ama bir yandan da korkusunu arkadaşına belli etmek istemiyormuş. O sırada siyah kurbağanın aklına yine bir fikir gelmiş:
Siyah Kurbağa: ‘Arkadaşım hadi gel seninle bir oyun oynayalım. Şu kovayı görüyor musun? İkimiz de kovanın üzerinden zıplayacağız. Bakalım hangimiz daha uzağa zıplayıp yarışmayı kazanacak?
Beyaz kurbağanın aklına yatmasa da arkadaşının ısrarına yine dayanamamış ve oyuna dâhil olmuş. İki kurbağa da kovanın üzerinden zıplamaya çalışırken bir de ne olsun! İkisi de havada çarpışıp kovanın içine düşmesin mi! Kovada da su yerine süt olmasın mı?
Siyah kurbağa panik içinde çırpınmaya başlamış. Ne kadar çırpınırsa çırpınsın kovanın içinde çıkamıyormuş. Daha fazla dayanamamış ve hemen kötü düşünmeye başlamış.
Siyah Kurbağa: ‘Burada öleceğiz, baksana kurtulamıyoruz. Mahvolduk!’
Beyaz Kurbağa: ‘Dur bakalım, hemen ümitsizliğe düşme. Birlikte kafa kafaya verip bir şeyler düşünelim.’
Siyah kurbağa ne olursa olsun buradan çıkamayacaklarını, boşa kürek çekmek istemediğini söyleyerek arkadaşına son kez veda etmiş ve çırpınmayı bırakıp sütün dibine doğru kendini bırakmış.
Beyaz kurbağa arkadaşının ölümü üzerine çok üzülmüş fakat buradan çıkacağına dair inancını da yitirmemiş. Düşünmüş, uğraşmış ve Allah’a hep dua etmiş. Bu sırada adeta bir mucize gerçekleşmiş. Beyaz Kurbağanın çırpınmaları sütün üzerinden tereyağı topağı yapmış. Beyaz Kurbağa o kadar çok sevinmiş ki! Bu tereyağı topağı sayesinde buradan çıkabilirmiş.
Hemen daha da hızlı bir şekilde çırpınmaya başlamış. Beyaz kurbağanın çırpınması ile tereyağı topağı daha da büyümüş. Beyaz kurbağa topak yeterince büyüyünce üzerine çıkarak kovanın içinden kurtulmayı başarmış.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de inancını yitirmeyen çocukların olmuş.
document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);