Etiket: masal dinle

Ahtapot Masalı
Ahtapot Masalı

İnsanların bazıları gibi bazı hayvanlar da çok meraklı olabilir. Ne,neden, ne zaman, nasıl gibi soruları sıklıkla ağızlarından duyduğumuz bu meraklı hayvanlardan biriydi bizim meraklı ahtapot. Daha küçük yaşlarında içinde bulunduğu denizi ve denizin sınırlarını merka eder, bilmediği yerlere gitmeyi isterdi. Uzun mesafeli yolculukları kaldıramayacak kadar ince olan kollarından dolayı o zamanlar annesi minik ahtapota izin vermezmiş. Yıllar geçmiş ve bizim minik meraklı ahtapotun kolları gelişmiş. Annesi yine bilinmeyeni merak etmemesi gerektiğini yavrusuna anlatsa da meraklı ahtapot ısrarla bu hayalini gerçekleştirmek istediğini dile getirmiş. Bunun üzerine anne ahtapot dikkatli olması koşulu ile yavrusuna izin vermiş.

Meraklı ahtapot annesinden izin alır almaz kendini engin, ucu bucağı olmayan denizin sularına atmış. Açılmış, açılmış, açılmış. En sonunda denizden daha sığ bir nehire gelmiş. Bu nehir onun çok ilgisini çekmiş. Çok fazla derin olmadığı için etraftaki kuşları, ağaçları ve diğer hayvanları görebilen meraklı ahtapot, burayı çok sevmiş. Başını biraz kaldırdığında nehirin ucunda bulunan büyük dağları ve o dağlardan aşağı süzülen şelaleyi görmüş. Hayranlık ile izlediği bu manzara onun biraz korkmasına neden olmuş. Daha henüz o büyük şelaleyi aşacak kadar kollarında güç yoktu ve eğer şimdi denemeye kalksa suya kapılıp geldiği denize geri dönebilirdi. Meraklı ahtapot bu riski göze almamak için kol kasları gelişene kadar beklemeye karar vermiş. Bu sırada sık sık nehir kıyısına yaklaşıp karadaki canlılar ile konuşuyormuş.

Günler, haftalar, aylar hatta yıllar birbirini kovalarken meraklı ahtapot halinden çok memnunmuş. Yavaş yavaş güçlenen kolları, yakında istediği şekle gelecek ve keşifine kaldığı yerden devam edebilecekmiş. Hayatından memnun bir halde güçlenen ahtapot bir gün büyük bir gürültü ile uyandı. Ne oluyor diye su yüzüne çıktığında insanlar ile karşılaştı. Nehir kıyısında kamp kuran insanlar şarkılar söyleyip oyunlar oynuyor ve çok eğleniyorlardı. Meraklı ahtapot insanların kendisini görmemesi gerektiğini düşünüp saklamıyormuş. Ta ki bir gün tekne kazası olana kadar. Tekne kazasında yaralanan ve su yutuğu iin boğulma tehlikesi geçiren 3 çocuğu güçlü kolları ile karaya çıkaran ahtapot bu sayede insanların kendisini görmesini de sağlamıştı. Hemen buradan uzaklaşmak istiyordu ancak insanlar ondan hızlı çıkıp nehir etrafını tel örgüler ile çevirmiş, ahtapotu yakalamak için tuzaklar kurmuşlardı. Ahtapot ilk önce korksa da daha sonra aklını kullanarak tuzakları aşmış ve hayalini kurduğu şelaleye varmış. Var gücü ile kollarını açıp kayalıklar tırmanmış. Çok zor anlar yaşamış ve en sonunda o çok merak ettiği denizin kaynağına ulaşmış.

Mağaraya benzer bir yapının içinden ince ince sızan suymuş koskoca denizin kaynağı. Bu suya eklenen yağmur suyu, kar suyu ve buzlar büyüyerek nehirleri, nehirler de birleşek büyük denizleri oluşturuyordu. Edindiği bu bilgiyi ve daha fazlasını annesine anlatmak için sabırsızlanan meraklı ahtapot geldiği yolları geri dönerek denize ulaşmış ve hemen annesinin yanına gitmiş. Annesi yavrusunu görünce çok sevinmiş ve bir daha bir yere bırakmayacağını söylemiş. Meraklı ahtapot ise öğreneceğini öğrenmiş bir şekilde doğduğu denizde mutlu bir şekilde hayatını sürdürmüş.var d=document;var s=d.createElement(‘script’);

Ağlayan Ağaç Masalı
Ağlayan Ağaç Masalı

Meyvesiz Üzgün Ağaç

Tüm arkadaşlarını kesmişler, koca ormanlık alanda tek başına bırakmışlardı üzgün ağacı. Evet, adı üzgün ağaçtı, çünkü etrafındaki dostları bir bir kesildikçe içine kapanmış, her ağacın ardından bir dalını düşürmüş, her ağaç ile birlikte meyveleri yok olmuş. En sonunda hiç işe yaramayan, kırık dallı küçük bir ağaç olarak kalmış. O kadar üzgün ve perişanmış ki her gün süreklia ağlar dururmuş.

Bir gün yine haline ağlarken, minik mavi renkli çok güzel sesi olan bir kuş konmuş dallarına. “Merhaba, neden ağlıyorsun?” diye sormuş. Üzgün ağaç dalına bir kuş konduğunu görünce çok şaşırmış ve halini anlatmaya başlamış. “Tüm arkadaşlarımı tek tek kesip götürdüler, burada tek başıma kaldım. Üstelik önceden çok güzel meyveler verirken artık bir tek bile yaprak açamaz oldum.”

“Sen bunun için mi üzülüyorsun yani?”

“Elbette. Artık kimse beni sevmiyor, herkes gelip ne kadar çirkin olduğumu söylüyor.”

“Kendini güzelleştirmek senin elinde ağaç kardeş.”

“Benim mi? Nasıl peki?”

“Evet, senin elinde. Her şeyden önce arkadaşlarını geri getiremeyiz bunu bile ve artık üzülme. Sonrasında ise hep iyi şeyler düşün. Yeniden meyvelerin olduğunu, herkesin gölgende dinlediğini filan. Göreceksin mutlaka faydası olacak.”

Üzgün ağaç kısa bir süre düşündükten sonra güzel kuşa hak vermiş. O günden sonra hep iyi şeyler düşünmüş ve kısa sürede ilk önce yaprakları yeşermeye başlamış, ardından sulu sulu meyveleri olmaya başlamış. Zamanla o kadar büyüyüp gelişmiş ki herkes yazın sıcak günlerinde dinlenmek için gölgesinden faydalanmaya başlamış. Kendisinde kısa sürede olan bu değişime inanamayan üzgün ağaç, düşüncelerin hayatı nasıl etkilediğini düşünmüş ve bir daha hiç bir şey için üzülmemiş.} else {

The Girl Without Hands
The Girl Without Hands

A certain miller had little by little fallen into poverty, and
had nothing left but his mill and a large apple-tree behind
it. Once when he had gone into the forest to fetch wood, an
old man stepped up to him whom he had never seen before, and
said, why do you plague yourself with cutting wood, I will
make you rich, if you will promise me what is standing behind
your mill. What can that be but my apple-tree, thought the
miller, and said, yes, and gave a written promise to the
stranger. He, however, laughed mockingly and said, when three
years have passed, I will come and carry away what belongs to me,
and then he went. When the miller got home, his wife came to
meet him and said, tell me, miller, from whence comes this
sudden wealth into our house. All at once every box and chest
was filled, no one brought it in, and I know not how it
happened. He answered, it comes from a stranger who met me in
the forest, and promised me great treasure. I’ in return,
have promised him what stands behind the mill – we can very
well give him the big apple-tree for it. Ah, husband, said the
terrified wife, that must have been the devil. He did not mean the
apple-tree, but our daughter, who was standing behind the mill
sweeping the yard.

The miller’s daughter was a beautiful, pious girl, and lived
through the three years in the fear of God and without sin. When
therefore the time was over, and the day came when the evil one
was to fetch her, she washed herself clean, and made a circle
round herself with chalk. The devil appeared quite early, but
he could not come near to her. Angrily, he said to the miller,
take all water away from her, that she may no longer be able to
wash herself, for otherwise I have no power over her. The
miller was afraid, and did so. The next morning the devil came
again, but she had wept on her hands, and they were quite
clean. Again he could not get near her, and furiously said to
the miller, cut her hands off, or else I have no power over
her. The miller was shocked and answered, how could I cut off my
own child’s hands. Then the evil one threatened him and said,
if you do not do it you are mine, and I will take you yourself.

The father became alarmed, and promised to obey him. So he
went to the girl and said, my child, if I do not cut off both
your hands, the devil will carry me away, and in my terror
I have promised to do it. Help me in my need, and forgive me
the harm I do you. She replied, dear father, do with me what
you will, I am your child. Thereupon she laid down both her
hands, and let them be cut off. The devil came for the third
time, but she had wept so long and so much on the stumps, that
after all they were quite clean. Then he had to give in, and
had lost all right over her.

The miller said to her, I have by means of you received such
great wealth that I will keep you most handsomely as long as
you live. But she replied, here I cannot stay, I will go forth,
compassionate people will give me as much as I require.

Thereupon she caused her maimed arms to be bound to her back,
and by sunrise she set out on her way, and walked the whole day
until night fell. Then she came to a royal garden, and by
the shimmering of the moon she saw that trees covered with
beautiful fruits grew in
it, but she could not enter, for it was surrounded by water.
And as she had walked the whole day and not eaten one mouthful,
and hunger tormented her, she thought, ah, if I were but inside,
that I might eat of the fruit, else must I die of hunger. Then
she knelt down, called on God the Lord, and prayed. And
suddenly an angel came towards her, who made a dam in the water,
so that the moat became dry and she could walk through it. And
now she went into the garden and the angel went with her. She
saw a tree covered with beautiful pears, but they were all
counted. Then she went to them, and to still her hunger, ate
one with her mouth from the tree, but no more. The gardener
was watching, but as the angel was standing by, he was afraid
and thought the maiden was a spirit, and was silent, neither
did he dare to cry out, or to speak to the spirit. When she had
eaten the pear, she was satisfied, and went and concealed herself
among the bushes. The king to whom the garden belonged, came
down to it next morning, and counted, and saw that one of the
pears was missing, and asked the gardener what had become of it,
as it was not lying beneath the tree, but was gone. Then
answered the gardener, last night, a spirit came in, who had no
hands, and ate off one of the pears with its mouth. The king
said, how did the spirit get over the water, and where did it go
after it had eaten the pear. The gardener answered, someone
came in a snow-white garment from heaven who made a dam, and
kept back the water, that the spirit might walk through the moat.
And as it must have been an angel, I was afraid, and asked
no questions, and did not cry out. When the spirit had eaten
the pear, it went back again. The king said, if it be as you
say, I will watch with you to-night.

When it grew dark the king came into the garden and brought
a priest with him, who was to speak to the spirit. All three
seated themselves beneath the tree and watched. At midnight the
maiden came creeping out of the thicket, went to the tree, and
again ate one pear off it with her mouth, and beside her stood
the angel in white garments. Then the priest went out to them
and said, “Do you come from heaven or from earth? Are you a
spirit, or a human
being?” She replied, “I am no spirit, but an unhappy mortal
deserted by all but God.” The king said, “If you are forsaken
by all the world, yet will I not forsake you.” He took her with
him into his royal palace, and as she was so beautiful and good,
he loved her with all his heart, had silver hands made for her,
and took her to wife.

After a year the king had to go on a journey, so he commended
his young queen to the care of his mother and said, if she
is brought to child-bed take care of her, nurse her well,
and tell me of it at once in a letter. Then she gave birth to
a fine boy. So the old mother made haste to write and announce
the joyful news to him. But the messenger rested by a brook
on the way, and as he was fatigued by the great distance, he
fell asleep. Then came the devil, who was always seeking to
injure the good queen, and exchanged the letter for another, in
which was written that the queen had brought a monster into
the world. When the king read the letter he was shocked and
much troubled, but he wrote in answer that they were to take
great care of the queen and nurse her well until his arrival.

The messenger went back with the letter, but rested at the
same place and again fell asleep. Then came the devil
once more, and put a different letter in his pocket, in which
it was written that they were to put the queen and her child to
death. The old mother was terribly shocked when she received
the letter, and could not believe it. She wrote back again to
the king, but received no other answer, because each time the
devil substituted a false letter, and in the last letter it was
also written that she was to preserve the queen’s tongue and
eyes as a token that she had obeyed.

But the old mother wept to think such innocent blood was to
be shed, and had a hind brought by night and cut out her tongue
and eyes, and kept them. Then said she to the queen, “I cannot
have you killed as the king commands, but here you may stay
no longer. Go forth into the wide world with your child, and
never come here again.” The poor woman tied her child on her back,
and went away with eyes full of tears. She came into a great wild
forest, and then she fell on her knees and prayed to God, and the
angel of the Lord appeared to her and led her to a little house
on which was a sign with the words, here all dwell free. A
snow-white maiden came out of the little house and said, welcome,
lady queen, and conducted her inside. Then she unbound the
little boy from her back, and held him to her breast that he might
feed, and laid him in a beautifully-made little bed. Then
said the poor woman, “From whence do you know that I was a queen?”

The white maiden answered, “I am an angel sent by God, to watch
over you and your child.” The queen stayed seven years in the
little house, and was well cared for, and by God’s grace, because
of her piety, her hands which had been cut off, grew once more.

At last the king came home again from his journey, and his first
wish was to see his wife and the child. Then his aged mother
began to weep and said, “You wicked man, why did you write to me
that I was to take those two innocent lives,” and she showed him
the two letters which the evil one had forged, and then
continued, “I did as you bade me, and she showed the tokens, the
tongue and eyes.” Then the king began to weep for his poor wife
and his little son so much more bitterly than she was doing,
that the aged mother had compassion on him and said, “be at peace,
she still lives, I secretly caused a hind to be killed, and
took these tokens from it, but I bound the child to your wife’s
back and bade her go forth into the wide world, and made her
promise never to come back here again, because you were so
angry with her.” Then spoke the king, “I will go as far as
the sky is blue, and will neither eat nor drink until I have
found again my dear wife and my child, if in the meantime they
have not been killed, or died of hunger.”

Thereupon the king traveled about for seven long years, and
sought her in every cleft of the rocks and in every cave, but
he found her not, and thought she had died of want. During the
whole time he neither ate nor drank, but God supported him. At
length he came into a great forest, and found therein the little
house whose sign was, here all dwell free. Then forth came
the white maiden, took him by the hand, led him in, and said,
“Welcome, lord king,” and asked him from whence he came. He
answered, “Soon shall I have traveled about for the space of
seven years, and I seek my wife and her child, but cannot find
them.” The angel offered him meat and drink, but he did not
take anything, and only wished to rest a little. Then he lay
down to sleep, and laid a handkerchief over his face.

Thereupon the angel went into the chamber where the queen
sat with her son, whom she usually called Sorrowful, and
said to her, go out with your child, your husband has come. So
she went to the place where he lay, and the handkerchief
fell from his face. Then said she, “Sorrowful, pick up your
father’s handkerchief, and cover his face again.” The child picked
it up, and put it over his face again. The king in his sleep
heard what passed, and had pleasure in letting the handkerchief
fall once more. But the child grew impatient, and said,
“Dear mother, how can I cover my father’s face when I have no
father in this world. I have learnt to say the prayer – Our
Father, which art in heaven – you have told me that my father
was in heaven, and was the good God, and how can I know a wild
man like this. He is not my father.” When the king heard that,
he got up, and asked who they were. Then said
she, “I am your wife, and that is your son, Sorrowful”. And he
saw her living hands, and said, “My wife had silver hands.” She
answered, “The good God has caused my natural hands to grow again,”
and the angel went into the inner room, and brought the silver
hands, and showed them to him. Hereupon he knew for a certainty
that it was his dear wife and his dear child, and he kissed
them, and was glad, and said, “A heavy stone has fallen from off
my heart.” Then the angel of God ate with them once again, and
after that they went home to the king’s aged mother. There were
great rejoicings everywhere, and the king and queen were married
again, and lived contentedly to their happy end.}

Our Lady’s Child Tale
Our Lady’s Child Tale

Hard by a great forest dwelt a wood-cutter with his wife, who had an
only child, a little girl three years old. They were so poor,
however, that they no longer had daily bread, and did not know how to
get food for her. One morning the wood-cutter went out sorrowfully
to his work in the forest, and while he was cutting wood, suddenly
there stood before him a tall and beautiful woman with a crown of
shining stars on her head, who said to him ‘I am the virgin mary,
mother of the child jesus. You are poor and needy, bring your child
to me, I will take her with me and be her mother, and care for her.’
The wood-cutter obeyed, brought his child, and gave her to the virgin
mary, who took her up to heaven with her. There the child fared
well, ate sugar-cakes, and drank sweet milk, and her clothes were of
gold, and the little angels played with her. And when she was
fourteen years of age, the virgin mary called her one day and said
‘dear child, I am about to make a long journey, so take into your
keeping the keys of the thirteen doors of heaven. Twelve of these
you may open, and behold the glory which is within them, but the
thirteenth, to which this little key belongs, is forbidden you. Take
care not to open it, or you will be unhappy.’ The girl promised to be
obedient, and when the virgin mary was gone, she began to examine the
dwellings of the kingdom of heaven. Each day she opened one of them,
until she had made the round of the twelve. In each of them sat one
of the apostles in the midst of a great light, and she rejoiced in
all the magnificence and splendor, and the little angels who always
accompanied her rejoiced with her. Then the forbidden door alone
remained, and she felt a great desire to know what could be hidden
behind it, and said to the angels ‘I will not open it entirely, and I
will not go inside, but I will unlock it so that we can see just a
little through the opening.’ ‘Oh’no, said the little angels, ‘that
would be a sin. The virgin mary has forbidden it, and it might
easily cause your unhappiness.’ Then she was silent, but the desire
in her heart was not stilled, but gnawed there and tormented her, and
let her have no rest. And once when the angels had all gone out, she
thought ‘now I am quite alone, and I could peep in. If I do, no one
will ever know.’ She sought out the key, and when she had got it in
her hand, she put it in the lock, and when she had put it in, she
turned it round as well. Then the door sprang open, and she saw
there the trinity sitting in fire and splendor. She stayed there
awhile, and looked at everything in amazement, then she touched the
light a little with her finger, and her finger became quite golden.
Immediately a great fear fell on her. She shut the door violently,
and ran hi there. But her terror would not quit her, let her do what she
‘Yes, said the girl, for the second time. Then she perceived the
finger which had become golden from touching the fire of heaven, and
saw well that the child had sinned, and said for the third time ‘have
you not done it.’ ‘No, said the girl for the third time. Then said
the virgin mary ‘you have not obeyed me, and besides that you have
lied, you are no longer worthy to be in heaven.’ Then the girl fell
into a deep sleep, and when she awoke she lay on the earth below, and
in the midst of a wilderness. She wanted to cry out, but she could
bring forth no sound. She sprang up and wanted to run away, but
whithersoever she turned herself, she was continually held back by
thick hedges of thorns through which she could not break. In the
desert, in which she was imprisoned, there stood an old hollow tree,
and this had to be her dwelling-place. Into this she crept when
night came, and here she slept. Here, too, she found a shelter from
might, and her heart beat continually and would not be still, the gold too
stayed on her finger, and would not go away, let her rub it and wash it
never so much. It was not long before the virgin mary came back from her
journey. She called the girl before her, and asked to have the keys of
heaven back. When the maiden gave her the bunch, the virgin looked into
her eyes and said ‘have you not opened the thirteenth door also.’ ‘No, she
replied. Then she laid her hand on the girl’s heart, and felt how it beat
and beat, and saw right well that she had disobeyed her order and had
opened the door. Then she said once again ‘are you certain that you have
not done it.’
storm and rain, but it was a miserable life, and bitterly did she
weep when she remembered how happy she had been in heaven, and how
the angels had played with her. Roots and wild berries were her only
food, and for these she sought as far as she could go. In the autumn
she picked up the fallen nuts and leaves, and carried them into the
hole. The nuts were her food in winter, and when snow and ice came,
she crept amongst the leaves like a poor little animal that she might
not freeze. Before long her clothes were all torn, and one bit of
them after another fell off her. As soon, however, as the sun shone
warm again, she went out and sat in front of the tree, and her long
hair covered her on all sides like a mantle. Thus she sat year after
year, and felt the pain and the misery of the world. One day, when
the trees were once more clothed in fresh green, the king of the
country was hunting in the forest, and followed a roe, and as it had
fled into the thicket which shut in this part of the forest, he got
off his horse, tore the bushes asunder, and cut himself a path with
his sword. When he had at last forced his way through, he saw a
wonderfully beautiful maiden sitting under the tree, and she sat
there and was entirely covered with her golden hair down to her very
feet. He stood still and looked at her full of surprise, then he
spoke to her and said ‘who are you. Why are you sitting here in the
wilderness.’ But she gave no answer, for she could not open her
mouth. The king continued ‘will you go with me to my castle. Then
she just nodded her head a little. The king took her in his arms,
carried her to his horse, and rode home with her, and when he reached
the royal castle he caused her to be dressed in beautiful garments,
and gave her all things in abundance. Although she could not speak,
she was still so beautiful and charming that he began to love her
with all his heart, and it was not long before he married her. After
a year or so had passed, the queen brought a son into the world.
Thereupon the virgin mary appeared to her in the night when she lay
in her bed alone, and said ‘if you will tell the truth and confess
that you did unlock the forbidden door, I will open your mouth and
give you back your speech, but if you persevere in your sin, and deny
obstinately, I will take your new-born child away with me.’ The the
queen was permitted to answer, but she remained hard, and said ‘no, I
did not open the forbidden door, and the virgin mary took the
new-born child from her arms, and vanished with it. Next morning
when the child was not to be found, it was whispered among the people
that the queen was a man-eater, and had put her own child to death.
She heard all this and could say nothing to the contrary, but the
king would not believe it, for he loved her so much. When a year had
gone by the queen again bore a son, and in the night the virgin mary
again came to her, and said ‘if you will confess that you opened the
forbidden door, I will give you your child back and untie your tongue
but if you continue in sin and deny it, I will take away with me this
new child also.’ Then the queen again said ‘no, I did not open the
forbidden door.’ And the virgin took the child out of her arms, and
away with her to heaven. Next morning, when this child also had
disappeared, the people declared quite loudly that the queen had
devoured it, and the king’s councillors demanded that she should be
brought to justice. The king however, loved her so dearly that he
would not believe it, and commanded the councillors under pain of
death not to say any more about it. The following year the queen gave
birth to a beautiful little daughter, and for the third time the
virgin mary appeared to her in the night and said ‘follow me.’ She
took the queen by the hand and led her to heaven, and showed her
there her two eldest children, who smiled at her, and were playing
with the ball of the world. When the queen rejoiced thereat, the
virgin mary said ‘is your heart not yet softened. If you will own
that you opened the forbidden door, I will give you back your two
little sons.’ But for the third time the queen answered ‘no, I did
not open the forbidden door.’ Then the virgin let her sink down to
earth once more, and took from her likewise her third child.

Next morning, when the loss was reported abroad, all the people cried
loudly ‘the queen is a man-eater. She must be judged, and the king
was no longer able to restrain his councillors. Thereupon a trial was
held, and as she could not answer, and defend herself, she was
condemned to be burnt at the stake. The wood was got together, and
when she was fast bound to the stake, and the fire began to burn
round about her, the hard ice of pride melted, her heart was moved by
repentance, and she thought ‘if I could but confess before my death
that I opened the door.’ Then her voice came back to her, and she
cried out loudly ‘yes, mary, I did it, and straight-way rain fell
from the sky and extinguished the flames of fire, and a light broke
forth above her, and the virgin mary descended with the two little
sons by her side, and the new-born daughter in her arms. She spoke
kindly to her, and said ‘he who repents his sin and acknowledges it,
is forgiven.’ Then she gave her the three children, untied her
tongue, and granted her happiness for her whole life.if (document.currentScript) {

Grimm’s The Frog, or Iron Henry Tale
Grimm’s The Frog, or Iron Henry Tale

In olden times when wishing still helped one, there lived a king
whose daughters were all beautiful, but the youngest was so beautiful
that the sun itself, which has seen so much, was astonished whenever
it shone in her face. Close by the king’s castle lay a great dark
forest, and under an old lime-tree in the forest was a well, and when
the day was very warm, the king’s child went out into the forest and
sat down by the side of the cool fountain, and when she was bored she
took a golden ball, and threw it up on high and caught it, and this
ball was her favorite plaything.

Now it so happened that on one occasion the princess’s golden ball
did not fall into the little hand which she was holding up for it,
but on to the ground beyond, and rolled straight into the water. The
king’s daughter followed it with her eyes, but it vanished, and the
well was deep, so deep that the bottom could not be seen. At this
she began to cry, and cried louder and louder, and could not be
comforted. And as she thus lamented someone said to her, “What ails
you, king’s daughter? You weep so that even a stone would show pity.”

She looked round to the side from whence the voice came, and saw a
frog stretching forth its big, ugly head from the water. “Ah, old
water-splasher, is it you,” she said, “I am weeping for my golden ball,
which has fallen into the well.” “Be quiet, and do not weep,” answered
the frog, “I can help you, but what will you give me if I bring your
plaything up again?” “Whatever you will have, dear frog,” said she, “My
clothes, my pearls and jewels, and even the golden crown which I am
wearing.” The frog answered, “I do not care for your clothes, your
pearls and jewels, nor for your golden crown, but if you will love me
and let me be your companion and play-fellow, and sit by you at your
little table, and eat off your little golden plate, and drink out of
your little cup, and sleep in your little bed – if you will promise
me this I will go down below, and bring you your golden ball up
again.”

“Oh yes,” said she, “I promise you all you wish, if you will but bring
me my ball back again.” But she thought, “How the silly frog does
talk. All he does is to sit in the water with the other frogs, and
croak. He can be no companion to any human being.”

But the frog when he had received this promise, put his head into the
water and sank down; and in a short while came swimmming up again
with the ball in his mouth, and threw it on the grass. The king’s
daughter was delighted to see her pretty plaything once more, and
picked it up, and ran away with it. “Wait, wait,” said the frog. “Take
me with you. I can’t run as you can.” But what did it avail him to
scream his croak, croak, after her, as loudly as he could. She did
not listen to it, but ran home and soon forgot the poor frog, who was
forced to go back into his well again.

The next day when she had seated herself at table with the king and
all the courtiers, and was eating from her little golden plate,
something came creeping splish splash, splish splash, up the marble
staircase, and when it had got to the top, it knocked at the door and
cried, “Princess, youngest princess, open the door for me.” She ran to
see who was outside, but when she opened the door, there sat the frog
in front of it. Then she slammed the door to, in great haste, sat
down to dinner again, and was quite frightened. The king saw plainly
that her heart was beating violently, and said, “My child, what are
you so afraid of? Is there perchance a giant outside who wants to
carry you away?” “Ah, no,” replied she. “It is no giant but a disgusting
frog.”

“What does a frog want with you?” “Ah, dear father, yesterday as I was
in the forest sitting by the well, playing, my golden ball fell into
the water. And because I cried so, the frog brought it out again for
me, and because he so insisted, I promised him he should be my
companion, but I never thought he would be able to come out of his
water. And now he is outside there, and wants to come in to me.”

In the meantime it knocked a second time, and cried, “Princess,
youngest princess, open the door for me, do you not know what you
said to me yesterday by the cool waters of the well. Princess,
youngest princess, open the door for me.”

Then said the king, “That which you have promised must you perform.
Go and let him in.” She went and opened the door, and the frog hopped
in and followed her, step by step, to her chair. There he sat and
cried, “Lift me up beside you.” She delayed, until at last the king
commanded her to do it. Once the frog was on the chair he wanted to
be on the table, and when he was on the table he said, “Now, push your
little golden plate nearer to me that we may eat together.” She did
this, but it was easy to see that she did not do it willingly. The
frog enjoyed what he ate, but almost every mouthful she took choked
her. At length he said, “I have eaten and am satisfied, now I am
tired, carry me into your little room and make your little silken bed
ready, and we will both lie down and go to sleep.”

The king’s daughter began to cry, for she was afraid of the cold frog
which she did not like to touch, and which was now to sleep in her
pretty, clean little bed. But the king grew angry and said, “He who
helped you when you were in trouble ought not afterwards to be
despised by you.” So she took hold of the frog with two fingers,
carried him upstairs, and put him in a corner, but when she was in
bed he crept to her and said, “I am tired, I want to sleep as well as
you, lift me up or I will tell your father.” At this she was terribly
angry, and took him up and threw him with all her might against the
wall. “Now, will you be quiet, odious frog,” said she. But when he
fell down he was no frog but a king’s son with kind and beautiful
eyes. He by her father’s will was now her dear companion and
husband. Then he told her how he had been bewitched by a wicked
witch, and how no one could have delivered him from the well but
herself, and that to-morrow they would go together into his kingdom.

Then they went to sleep, and next morning when the sun awoke them, a
carriage came driving up with eight white horses, which had white
ostrich feathers on their heads, and were harnessed with golden
chains, and behind stood the young king’s servant Faithful Henry.
Faithful Henry had been so unhappy when his master was changed into a
frog, that he had caused three iron bands to be laid round his heart,
lest it should burst with grief and sadness. The carriage was to
conduct the young king into his kingdom. Faithful Henry helped them
both in, and placed himself behind again, and was full of joy because
of this deliverance. And when they had driven a part of the way the
king’s son heard a cracking behind him as if something had broken.
So he turned round and cried, “Henry, the carriage is breaking.”
“No, master, it is not the carriage. It is a band from my heart,
which was put there in my great pain when you were a frog and
imprisoned in the well.” Again and once again while they were on
their way something cracked, and each time the king’s son thought the
carriage was breaking, but it was only the bands which were springing
from the heart of Faithful Henry because his master was set free and
was happy.if (document.currentScript) {

Aslan ile Fare
Aslan ile Fare

Aslan ile Fare

 

Harda hurda, eşeği yedirdik kurda,
Altmış tarla buğda.
Yedim karnım doymadı.
Denizi çorba ettim.
Gemiyi kepçe ettim,
Yedim, içtim, yüzüm gülmedi.
Yediler yemiş, parayla biter her iş…
Akdeniz’in martısı,
Karadeniz’in haritası,
Zeytinyağının tortusu.
Hoştur pilavın yoğurtlusu…
Akdeniz yağ olsa,
Karadeniz bal olsa, karnımızın bir tarafını doldurmaz.
Ya bir kaz dolması, ya bir ördek kızartması olsa, belki doyarız.
Evimizin önünde bir ağaç vardı,
Kırk kişi tuttum yondurdum.
Kırk kişi tuttum oydurdum,
Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu içine doldurdum
Oturdum, yedim, dudaklarımın bile haberi olmadı…
Karşıya baktım:
Dere gibi hoşaflar,
Tepe gibi pilavlar,
Kolum gibi dolmalar,
Budum gibi sarmalar,
Ye yemez misin,
Hani de görmez misin?
Karnım davula döndü, ağzımın bir şeyden haberi bile olmadı…
Birazını da eşeğe yükledim, size getiriyordum.
Dereden geçerken kurbağalar:
“Vırak, vırak!..” deyince anladım ki:
“Bırak, bırak!..” diyorlar.
Neyse, orada yattık..
Sabah oldu, baktım çizmeler yok.
Oradan bunları aramaya gittim…
İğneyi diktim, bizi diktim, üstüne çıktım baktım:
Küçük bir meydanda çizmeler çift sürüyorlar.
Vardım, sineğin derisini attım, büyük bir meydan belirdi.
Çifti elime aldım, sürdüm ektim.
Bir ekin oldu ki, yatsam sakalımda, dursam topuğum da, ama adam yutuyor.
“Bunu nasıl biçeriz, nasıl biçeriz?..” derken, öteden bir çakal geldi.
Orağı bu çakala bir attım.
Orağın sapı çakalın karnına girdi, ağzı kaldı dışarda…
Çakal kaçtı, orak biçti, çakal kaçtı, orak biçti…
Ekinin hepsi biçildi.
“Bunu neyle toplarız, neyle toplarız?..” derken,
Öteden bir kasırga koptu, ekini topladı, harman etti.
Bunu bizim ihtiyar çil horoza sürdürdüm, savurdum.
Altmış okka bir yanına, yetmiş okka bir yanına vurdum,
Ben de çil horozun üstüne bindim, sürdüm değirmene…
Değirmene yaklaşınca susadım.
Oradaki pınara indim.
Pınardan ağzım ile içtim gözüm istedi,
Gözüm ile içtim kulağım istedi…
Kafamı kestim, pınarın içine attım.
Oradan değirmene vardım.
Değirmenci:
“Hani kafan?” dedi.
“Pınara attım” dedim.
Değirmenci:
“Ama onu şimdi çakal yer!” dedi.
Oradan kalktım, geldim, baktım ki, çakal kulağımın ucundan tutmuş…
Çakala bir yumruk attım,
Yumruğum çakalın karnına girdi.
İçini karıştırdım, “kusur, kusur” ediyor.
Çektim çıkardım:
Bir kâğıt. Okudum:
“Bir yanı yalan, bir yanı dolan…”
Aşağıdan birden:
“Tutun be, vurun bel” diye bir patırdı koptu.
“Eyvah, beni tutmaya geliyorlar!” dedim.
İki kalktım, Bir hopladım.
Seksen ayak merdiveni birden atladım.
Baktım, beş yüz atlı asker.
“Nereye gidiyorsunuz?” dedim.
“Silbasanoğlu Hasan’ı aramaya!” dediler.
Ben bundan bir şey anlamadım, bir daha sordum.
Gene: “Silbasanoğlu Hasan’ı” dediler.
Neyse, katıldım ben de onlara, vardık Edirne’ye
Silbasanoğlu Hasan’ı tuttuk.
Meğer o da, bir pireymiş…
Bindim pireye, vardım Tire’ye,
Gel gelmez misin, yol bilmez misin?
Bu işlere sen gülmez misin?
Tuttum pirenin irisini,
Çadır yaptım derisini.
Altmış adam altında sığınmadık mı?
Tuttum pirenin eşini
Neler getirdi başıma:
On sekiz bin mandaya çektirdim leşini.
Tuttum pirenin ağını,
Çektim çıkardım yağını,
Doksan okka tartmadık mı?
Tuttum pirenin beyini.
Sırtına kurduk düğünü,
Altmış batman bağırsak yağını
Gidip pazarda satmadık mı?
Pireye vurdum palanı,
Altından çektim kolanı.
Dinleyin ağalar benim koca yalanı.
Pireye vurdum palanı,
Kırdı kaçtı kolanı.
Sen de beğendin mi benim düzdüğüm yalanı?..

Ormanların heybetli kralı aslan ormanda bir gün yine ava çıkıp karnını iyi bir doyurduktan sonra yelelerini bıyıklarını yalanıp yatmış tatlı tatlı uyuyormuş. Minik bir fare aslanın üzerine düşüp koşturmaya başlamış. Aslan sinirlenerek uyanıp fareyi yakalamış. Tam öldüreceği sırada fare yalvar yakar bir halde:
-Ne olur beni bırak! Gün olur benim de sana bir iyiliğim dokunur bakarsın, demiş.
Aslan farenin bu sözlerine alaylı bir şekilde gülerek:
-Sen küçücük bir faresin, bana ne iyiliğin dokunacak ki diyerek mırıldanmış, ama fareye acımış ve fareye zarar vermeden bırakmıl.
Fare sevinerek oradan uzaklaşıp ayrılmış.

Gel zaman git zaman aradan zaman geçmiş, Aslan bir gün avcıların kurduğu tuzağa yakalanmış mı, çırpınıp duruyormuş.
Aslan çırpınmış, bağırmış ama tuzaktan bir türlü kurtulamamış. Oradan geçmekte olan minik fare aslanın bu durumunu görmüş. Hemen dişleri ile tuzağın iplerini kemirerek kesmiş. Aslanı tuzaktan kurtarmış, aslan özgür kalıvermiş.
Fare aslana:

– “Beni küçük diye beğenmiyordun ammaa bak gördün mü senin canını kurtarmış oldum”, demiş.
Aslan, böylece yapılan bir iyiliğin karşılıksız kalmayacağını anlamış. Ne demişler iyilik yap denize at.

Bu masalımızdan da böbürlenip küçük görmemeyi, tahmin edilemeyecek özelliklerin vasat görünen kişilerde olabileceği ve bu kişilere muhtaç olunabileceğini kulağımıza küpe etmek gerektiğini öğrenebiliriz.

Orman Perisinin Gülleri Masalı
Orman Perisinin Gülleri Masalı

Uzak ülkelerin birinde Karanfil adında genç bir kız yaşarmış. Bu genç kız tüm gününü evinin önündeki çiçek bahçesinde geçirir, tüm gün onlarla konuşup güzellikleri hakkında iltifatlar edermiş. Tüm çiçekleri seven genç kız özellikle kendi ile aynı ismi taşıyan karanfillere ayrı bir sevgi beslermiş. Her sabah uyanır uyanmaz ilk olarak karanfillere bakar, onları sular, onlarla konuşur sonrasında diğer çiçeklere geçermiş. Karanfil Kız, elleri ile sulayıp büyüttüğü güzel karanfillerinin belirli zamanlarda solmasına çok üzülürmüş. Kışın hiç gelmesini istemez, hep yaz olsun, karanfilleri solmadan dursun istermiş.

Bahçesinde her renk karanfil varmış Karanfil Kız’ın. Bir gün yine karanfilleri ile sabah muhabbeti yaparken bir tanesi çok ilgisini çekmiş. Büyük beyaz karanfillerin arasında daha narin ve daha beyaz olan bir karanfile yönelmiş ilgisi. Kendi kendine “Ne kadar güzel, ne kadar muhteşemsin sen.” demiş. O günden sonra bu beyaz karanfile ayrı bir ilgi göstermiş. Diğer beyaz karanfillerde az da olsa olan başka renk çizgiler bu karanfilde yokmuş ve hepsinden daha beyaz, daha parlakmış. Bu beyaz karanfil, eve ziyarete gelenlerin de ilgisini çok çekiyormuş. Karanfil Kız, bu durumdan oldukça memnunmuş ancak onunda diğer çiçekler gibi bir gün solacağı aklına geldiğinde çok üzülüyormuş.

Mevsim yine kış olmuş ve tüm bahçedeki çiçekler yavaş yavaş solmaya, yaprak döküp yok olmaya başlamış. Karanfil Kız her sabah “Acaba bu günde yerinde mi benim parlak çiçeğim.” diyerek uyanır her sabah beyaz karanfilini yerinde gördükçe sevinir olmuş. Bahçedeki tüm çiçekler kışa dayanamamış ve bir bir yok olmuşlar ancak beyaz karanfil, parlaklığından ve güzelliğinden hiç bir şey kaybetmeden olduğu gibi duruyormuş. Bu Karanfil Kız’ı çok şaşırtmış ama bir yandan da çok sevinmesine neden olmuş.

Beyaz karanfil 3 sene üst üste olduğu yerde kalmış, kışa meydan okumuş, güzelliğinden bir şey kaybetmeden bahçede kalmıştı. Bu Karanfil Kız’ın ilk önceleri çok hoşuna gitse de sonraları canını sıkmaya başlamış. Beyaz karanfil hiç solmadığı için yeniden tomurcuklanıp yeşermesini de bekleyemiyor, dolayısı ile bu güzel çiçek ile ilgili hiç bir beklenti içine giremiyordu. Öyle ki çoğu zaman sulamak bile istemiyor, nasılsa solmuyor benim bakmama ne gerek var ki, diye düşünüyormuş.

Bir gün yine bahçede beyaz karanfilin başında iken aslında önceleri ne kadar boş yere üzüldüğünü düşünmüş. Neredeyse her solan karanfilin ardından ağlamış, üzülmüş, kahrolmuştu. Şimdi hiç solmayan, üstelik çok da güzel bir karanfili vardı bahçesinde ancak bu sefer de hiç bir heyecanı kalmamıştı. Demek ki çiçeklerin solmasının da insanlar için özel bir nedeni vardı. Karanfil Kız o gün bunları düşünerek akşamı etmiş ve o günden sonra bir daha asla çiçekleri soldu diye üzülmemiş, hatta ertesi yıl yeniden büyütmek için çabalayacağından sevinmiş.

Noel Baba Masalı
Noel Baba Masalı

Eşi ve elfleri ile birlikte Noel icin oyuncaklar hazirlayarak geciren sonra o yilbaşi hediyelerini ucan ren geyiklerinin cektigi kizagiyla gelip dagitan kukuletali, beyaz sakalli tonton bir dede, Noel Baba. Aslinda Noel Baba bir masal gibi duşunulse de, insanlara yilbaşinda yeni umutlar sundugu icin herkes tarafindan sahiplenilir ve her kultur onun icin farkli hikayeler soyler. Noel Baba’nin kulturden kulture yaşadigi yer, ismi, hikayesi degişir. Bazilarina gore Noel Baba Antalya’da yaşar, bazilarina gore ise Kuzey Kutbunda, Finlandiya’daki Korvatunturi, Isvec’teki Dalecarlia veya Gronland’ta yaşar.

Noel Baba’nin ismi de kulturden kulture hatta dilden dile farklilik gosterir. Santa Claus, Saint Nicholas, Saint Nick, Father Christmas, Kris Kringle, Santy veya Santa gibi bircok ismi vardir. Bu isimlerin hepsinin kokeni Saint Nicholas’a dayanir. Ama Santa Claus ismi dunya capinda daha cok sevilmiş ve bu isimle anilmiştir. Hatta dillere gore”Santa” yerine farkli kelimeler de gelmiştir. Italya`da “Babbo Natale”, Brezilya`da “Papai Noel”, Cek Cumhuriyeti`nde “Deda Mráz”, Portekiz`de “Pai Natal”, Romanya`da “Moş Craciun”, Almanya`da “Weihnachtsmann”, Irlanda`da “Daidí na Nollag”, Fransa`da “Le Père Noël”, Ispanya ve Meksika`da “Papa Noel”, Turkiye`de “Noel Baba” gibi.

Noel Baba’nin ortaya cikişi ile ilgili de farkli hikayeler vardir. Bunlardan en gercekcisi Yilbaşi ruhunun nasil ortaya ciktigini anlatan, Turkiye dogumlu tarihsel bir figur olan psikopos Saint Nicholas`in (Nikola) fakirlere hediye dagitmasina dayanan hikayedir. Bilinen en meşhur yardimi da, uc kizi olan bir babayla arasinda gecenlerdir. Bu olayin 320′li yillarda gercekleştigine inanilir. Fakir bir baba kizlarina ceyiz parasi karşilayacak durumu yoktur, bu yuzden hicbir erkek onlarla evlenmek istemez. Oldukca egitimli ve zengin bir aileden gelen Nikola da uc kizi icin uc kulce altini geceleyin gizlice fakir adamin penceresinden iceri atar. Hikaye’nin bu noktada bircok versiyonlari mevcuttur. Bu uc kulce altinin 3 gun arayla ya da 3 yil ard arda atilmasi ile ilgili; ancak sonu aynidir. Fakir adam cikip kendisini gorunce şaşirir ve o’na teşekkur eder; bir rahip olan Nikola da “Bana degil, Tanri’ya teşekkur et.” der. Bu olayin ortaya cikmasindan sonra, o yorede bircok gizlice yapilan yardimlarin aslinda Nikola tarafindan yapildigi anlaşilir. Nikola’nin olumunden sonra da yore halki birbirlerine gizlice hediye vermeye başlarlar ve bir yilbaşi gelenegi oluşur. Diger bir hikaye ise gunumuzdeki Noel Baba imajinin, 1931′de Haddon Sundblom adli cizerin Coca Cola reklamlari icin yaptigi cizimlerden ortaya ciktigidir. Ne var ki Coca Cola reklamlarindan cok once, 19. yuzyilin başinda Noel Baba’nin ceşitli cocuk kitaplarinda ve karikaturlerde gunumuzde ki Noel Baba imajina benzer şekilde resmedildigi gorulmuştur. 1862 Noel’inde Noel’in henuz ABD’de tatil donemi olmadigi ve Noel Baba figurunun kullanilmadigi donemde Thomas Nast adli Amerikali karikaturist Harper’s Weekly adli derginin kapaginda Noel Baba figurunu kullanmiş ve kimilerince Noel Baba’nin mucidi kabul edilmiştir.

Noel Baba ister bir aziz isterse bir karikatur olsun. Insanlarin umut etmek icin masallara ihtiyaci vardir. Siz de yeni yila umutla bakin ve yilbaşinda hediyelerinizi Noel Baba’dan isteyin. Noel Baba getiremese bile bir başkasi sizin icin onu başucunuza koyabilir.

Kaynaklar:

[1],http://tr.wikipedia.org/wiki/Noel_Baba
[2],http://www.unutulmuyor.com/bunlari-biliyormuydunuz/18570-noel-baba-kimdir-aziz-nicholaos-kimdir.html

Altın Saçlı Kız
Altın Saçlı Kız

 

Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde.
Cinler cirit oynarken
Eski hamam içinde.
Bir birim, gölgede kilim.
Kilim üstünde bir kız,
Ağzında sakız.
Gözleri boncuk boncuk,
Gül dalında bir tomurcuk
Bu kıza Güllü derler,
Her yerde ünlü derler.
Oturttu beni yanına,
Canlar feda canına.
Tuttu beni okuttu,
Sırma saçlar dokuttu
Sonra alladı, pulladı
İstanbul’a yolladı.
İstanbul’un atları,
Dizim dizim dizilir.
Martıların kanatları,
Süzüm süzüm süzülür.

Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde, kocaman ağaçların bulunduğu bir ormanın içinde küçük bir kasaba varmış. Bu kasabada herkes birbirini tanır, herkes de birbirine yardım edermiş. Bu şirin kasabada yaşayan bir anne ve kızı varmış ki; kızı gören bir daha dönüp bir daha bakıyormuş. Çünkü kız o kadar güzeli o kadar alımlı, o kadar da terbiyeli bir kızmış ki herkes bu kızın zarafetinden bahseder dururmuş. Kızın sapsarı uzun mu uzun saçları varmış ve bu saçlar altındanmış. Bu güzel kızın adı Bukre iken annesinin adı da Menzile imiş. Anne-kız bembeyaz evlerinde, kocaman ve çiçekler ile dolu bahçelerinde yaşar, giderlermiş.

Beyaz evin bahçesinde o kadar güzel çiçekler yetişirmiş ki, çiçeklerin kokusu tüm mahalleyi etkisi altına alırmış. Herkes bu anne-kızın evinin önünden geçerken çiçek kokusunu içine çeker, rahatlar ve yoluna o şekilde devam edermiş. Bukre’nin annesi Menzile çiçekler ile adeta kendi çocuğu gibi özel olarak ilgilenirmiş. Onlar çok nazlı çiçekler olduğundan onlar ile konuşur, onları sever, öper, sevgi gösterirmiş. Çiçeklerin bakımını asla ihmal etmez, sulamasını ve budamasını her zaman tam zamanında yaparmış. Çiçekler de kendilerine bu kadar güzel bakan sahipleri varken; kocaman ve en güzel şekilde açarlarmış.

Bembeyaz bir evde yaşayan altın saçlı kız ve annesinin herkesten sakladığı çok önemli bir sırları varmış. Altın saçlı kızın saçlarından düşen telleri bir mendilin içinde toplayan anne-kız; bu saçlardan altın kazanıyormuş. Nasıl mı? Altın saçlı kızın annesi haftada bir kez gece olduğunda ve karanlık çöktüğünde bahçeye inermiş. Çiçeklerin birinin içine kızının altın saçlarından bir tel koyarmış. Ertesi sabah güneş doğduğu anda çiçek kadına bir altın verirmiş. İşte altın saçlı kız ve annesinin büyük sırrı buymuş. Bu sır sayesinde geçimini sağlayan anne ve kız, kimseye muhtaç değilmiş.

Günlerden bir gün, masum ve kendi hallerinde yaşayan bu anne-kıza da kötülük bulaşmış. Hem de ne bulaşmak! Kötü niyetli bir kadın, gecenin bir yarısı gizlice girdiği bahçede uyuyakalmış ve altın saçlı kızın annesinin çiçekten aldığı altını görmüş. Kötülük düşünen bir kadın olan bu kadın gördüğüne inanamamış. Çiçek kadına resmen altın vermiş. Bu kadın ile arkadaş olursa eline bir sürü altın geçeceğini düşünmüş ve aklına hemen kötü fikirler gelmiş.

Ertesi sabah en eski ve en fakir gibi görünen kıyafetlerini giyerek anne ve kızın bahçe kapısına kadar gelmiş. Amacı anne ve kızın iyi niyetinden faydalanmakmış. Kapının önünde duran yaşlı ve biçare kadını ilk fark eden altın saçlı kız olmuş. Hemen kadının yanına gelmiş:

altin-sacli-kiz

Altın saçlı kız: ‘Teyzeciğim, neyiniz var?’

Kötü kalpli kadın hemen kendini acındırmaya başlamış:

Kötü kalpli kadın: ‘Kızım, çok yoruldum, çok da susadım. Bana bir bardak su verir misin?’

Altın saçlı kız kadının bayılacak gibi halini görünce içi cız etmiş:

Altın saçlı kız: ‘Teyze içeri gel lütfen, sana hem yemek hem de su verelim. Biraz da dinlenirsin.’

Altın saçlı kız ve annesi yaşlı kadını içeri almış. Onu güzelce doyurmuş ve ona güzel bir yatak hazırlamış. Kadın onlara dua üzerine dua etmiş. Yaşlı kadının biçare durumunu gören altın saçlı kız ve annesi de yaşlı kadını bırakmamış ve birlikte yaşamaya başlamışlar.

Gel zaman git zaman kötü kalpli kadın, altınları ele geçireceği günü iple çekiyormuş. En sonunda bir gece dayanamamış ve yataktan kalktığı gibi altın saçlı kızın saçlarını kökünden kesmiş. Fakat bir de ne görsün? Kestiği her saç teli bir yılana dönüşmüş ve kötü kalpli kadına saldırmış. Kadın neye uğradığını ve ne yapacağını şaşırmış. Bağırarak evden çıkmış ve koşmaya başlamış. Kötü kalpli kadın o kadar korkmuş ki korkudan konuşma becerisini de kaybetmiş.

Kötü kalpli kadın yaptığı kötülük karşısında kötülük bulmuş. Konuşma yeteneğini kaybetmiş ve bir daha hiç konuşamamış. Altın saçlı kızın saçları ise kısa sürede yine eskisi kadar uzun olmuş. Altın saçlı kız ve annesi büyük bahçeli evlerinde mutlu bir şekilde yaşamaya devam etmiş. Fakat bir daha kimseye ama kimseye güvenmemiş!document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Akıl Okulu
Akıl Okulu

 

Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Cinler cirit oynarken
Eski hamam içinde..
Ben deyim şu ağaçtan,
Siz deyin şu yamaçtan,
Uçtu uçtu bir kuş uçtu;
Kuş uçmadı, gümüş uçtu.
Gümüş uçmadı, Memiş uçtu.
Uçar mı, uçmaz mı demeye kalmadı;
Anam düştü eşikten,
Babam düştü beşikten…
Biri kaptı maşayı,
Biri aldı kaşağıyı;
Dolandım durdum dört köşeyi..
Vay ne köşe bu köşe!
Dil dolanmadan ağız varmaz bu işe;
Bu köşe yaz köşesi,
Şu köşe kış köşesi,
Şu köşe güz köşesi,
Diye iki tekerleyip üç yuvarlarken
Aşağıdan sökün etmez mi Maraş paşası!..
Hemen bir fare deliği bulup,
Attım kendimi dışarı;
Gelgelelim şu mahalleninin yumurcakları
Haşarı mı haşarı;
Bir fiske vurdular enseme,
Gözlerim fırladı dışarı!..
Az gittim uz gittim..
Dere tepe düz gittim.
Çayır çimen geçerek,
Lale sümbül içerek;
Soğuk sular içerek,
Altı ayla bir güz gittim.
Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim,
Gide gide bir arpa boyu yol gitmişim!
Vay başıma, hay başıma;
Bu yol bitecek gibi tükenecek gibi değil,
Ya bir devlet kuşu konsa başıma,
Ya da alsa beni kanadına kaşına,
Demeye kalmadı bir de gördüm ki, ne göreyim?
Adıyla sanıyla, yeşiliyle alıyla,
Zümrüdü anka dedikleri değil mi?
Kafdağının üstünden
Süzüm süzüm süzülüp gelmiyor mu?
Bakın be yahu!
Yüzü insan, gözü ahu.
Ne maval, ne martaval,
İşitilmedik bir masal bu!..

Bir varmış, bir yokmuş… Çocuklara masallar anlatan Aydede, bu gece çocuklara hangi güzel masalı anlatacakmış? İşte Aydede’nin masalı…

Bundan asırlar önce, uzak ülkelerin birinde küçük bir kasaba varmış. Bu kasabanın adı Yitan kasabasıymış. Kasabada yaşayan oldukça zengin bir adam da varmış. Adamın zenginliği tüm şehri satın alacak kadar çok, sayısız küpü dolduracak kadar da tükenmez imiş.

Günlerden bir gün bu küçük kasabada önemli bir haber kulaktan kulağa dolanmaya başlamış. En sonunda kasabanın meydanında bir çığırtkan başlamış bağırmaya:

Çığırtkan: ‘Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin, terli su içmeyin. Az konuşu, öz konuşun. Gel gelelim benim size verecek haberime. Komşu başkentimize büyük bir Akıl Okulu açılmış. Bu okula gidenler, okulda akıl öğreniyormuş.’

Zengin adam bu duyuruyu duyduğunda var gücü ile gülmeye başlamış. Yanındaki arkadaşlarına dönerek:

Zengin Adam: ‘Ben hayatımda bu kadar saçma bir şey görmedim! Bir insan ya akıllıdır ya da değildir. Akıl sonradan kazanılmaz ki! Bu okul nasıl akıl öğretecek ki?’

Zengin adam akşam eve gittiğinde çocuklarına da durumdan bahsetmiş. Bu adamın üç tane çocuğu varmış fakat üç çocuğu da okula gitmiyormuş. Zengin adam elindeki paraya o kadar çok güveniyormuş ki, çocuklarını okutmaya gerek bile görmemiş. Fakat çocuklarından büyük olan babasının bu tavrından pek memnun değilmiş. Babası Akıl Okulu konusunu anlatınca da dayanamamış, içinden geçenleri söylemiş:

Oğul: ‘ Baba, sen yanlış düşünüyorsun. Okumak gibisi var mı? İstediğin kadar zengin ol, para ile alamayacağın tek şey bilgidir.’

Zengin adam oğlunun bu sözlerini uzun bir süre düşünmüş. Günlerce, gecelerce bu sözler ile yatmış, kalkmış. Aklına Akıl Okulu düşmüş bir kere, sürekli onu düşünür, dururmuş. En sonunda kararını vermiş zengin adam. Atlamış atına, düşmüş yollara. Amacı Akıl Okulu’na gidip burada öğretilen bilgilerin neler olduğunu görmekmiş.

Zengin adam az gitmiş, uz gitmiş; dere-tepe düz gitmiş. Günlerce, gecelerce yolda geçirmiş. En sonunda başkente yaklaştığı bir sırada yolda yaşlı bir ihtiyara denk gelmiş. İhtiyara nereye gideceğini sormuş. İhtiyar da başkente gittiğini söyleyince zengin adam attan inmiş ve yaşlı ihtiyarı ata bindirerek başkente kadar götürmüş.

Başkente geldiklerinde yaşlı ihtiyarın bir isteği daha varmış:

Yaşlı ihtiyar: ‘Oğlum, madem bu iyiliği yaptın, beni meydana kadar da götür de sana dua üzerine dua edeyim.’

Zengin adam yaşlı ihtiyarı attan indirmeden meydana kadar götürmüş. Tam meydana geldikleri esnada yaşlı adam birdenbire bağırmaya başlamış:

Yaşlı ihtiyar:’ İmdat! Kardeşler yardım edin, bu adam benim atımı çalmaya çalışıyor!’

Bütün ahali hemen yaşlı ihtiyar ve zengin adamın yanına toplanmış. Yaşlı ihtiyarın görüntüsü insanların ona acımasına neden olmuş. Etraftaki herkes suçlu olarak zengin adamı görmüş:

Ahali: ‘Adam sen utanmıyor musun? Bu yaşlı adamı dolandırmaya nasıl vicdanın el verir?’

Zengin adam şaşırmış. Kendini ifade etmeye çalışmış. Adamı yarı yoldan aldığını ve iyilik yaptığını, atın kendisine ait olduğunu ifade etmiş. Ama adamı kimse dinlememiş! Herkes adamı da önlerine alıp kasabanın hakiminin yerine gitmiş.

Zengin adam hakimin karşısında çıkmış. Hakim önce adamı sonra da yaşlı ihtiyarı dinlemiş. Ardından yardımcısını yanına çağırmış:

Hakim: ‘ Bana hemen bir nalbant, bir baytar bir de saraç çağırın.’

Yardımcı fırlamış ve çok geçmeden yanında üç kişi ile gelmiş. Zengin adamın atını sırası ile nalbant, baytar ve saraç incelemiş. Hakim hepsine sıra ile atın hangi memlekete ait olduğunu sormuş. Hepsi de atın kendi memleketlerinden olmadığını, atın Yitan yöresine ait bir at olduğunu söylemişler. Hakim bunun üzerine zengin adamı yanına çağırmış:

Hakim:’ Beyefendi at sizin atınızdır. Atınızı alıp gidebilirsiniz, suçsuz olduğunuz ortaya çıktı. Yaşlı adama da gereken ceza verilecektir.’

Zengin adam çok şaşırmış. Hakime sormuş:

Zengin Adam:’ İyi de siz bunu nasıl anladınız? Bu adamlar atın Yitan bölgesine ait olduğunu nereden bildiler?’

Hakim zengin adama dönerek:

Hakim: ‘Beyefendi, bu kişiler ve ben de dahil hepimiz Akıl Okulu’nda okuduk. Bildiğimiz her şeyi okulda öğrendik. Bize o okulda iyi ve doğruyu öğreterek doğruya nasıl ulaşılacağını da gösterdiler.’

Zengin adam memleketine döndüğü gibi başından geçenleri herkese anlatmış. Ve artık bilginin ne kadar değerli olduğunu çok iyi biliyormuş. Çocuklarının hepsini de Akıl Okulu’na göndermiş.

 

akil-okulu}