KÜÇÜK ÇOCUKTAN DÜRÜSTLÜK DERSİ!
Bir varmış bir yokmuş… Bundan asırlar önce, insanların ilim-irfan öğrenmek için çok çalıştıkları ve tüm güçlüklere göğüs gerdikleri zamanlarmış. Çocuklar daha küçük yaşlarda ailelerinin yanından ve köylerinden ayrılmak zorunda kalırlarmış. Yıllarca köyden ve aileden uzak, gurbette yaşarlarmış.
Bu zamanların birinde, küçük bir kasabada akıllı mı akıllı, bilgili mi bilgili bir çocuk yaşarmış. Bu çocuğun adı Ahmet’miş ve Ahmet küçük yaşından itibaren ilime çok meraklı bir çocukmuş. Daha küçük yaşta içine düşen öğrenme merakına engel olamayan Ahmet, dayanamamış ve uzak diyarlara gitme kararından bir gün annesine bahsetmiş:
Ahmet: ‘Anne, ben ilim öğrenmek için ilimlerin diyarı, âlimlerin şehri olan Bağdat’a gitmek istiyorum. Bana izin ver gideyim, içime düşen öğrenme aşkını bir nebze de olsa dindireyim.’
Annesinin gözleri dolsa da çocuğunun içindeki öğrenme aşkına engel olmak istememiş:
Anne: ‘Senden gurbette yaşamaya gönlüm hiç razı değil oğul! Ancak bilirim senin içindeki öğrenme aşkını. Varsın Allah seni korusun, git dindir içindeki öğrenme aşkını. Ama benden sana bir nasihat: sakın ama sakın yalan söyleme. Bana söz ver!’
Ahmet ne olursa olsun, ne kadar zor durumda kalırsa kalsın yalan söylemeyeceğine dair annesine söz vermiş. Anası da küçük yaştaki çocuğunu güzelce hazırlamış, eşyalarını bohçaya bağlamış. Son olarak da evdeki kırk adet altını çocuğunun yanına koymuş:
Anne: ‘Ahmet, bak oğlum! Hırkanın içine bir kese içerisinde kırk adet altın koydum. Onlar senin zor zamanda harcayacağın paran.’
Ahmet annesine teşekkür etmiş. Elini öperek helallik istemiş ve kervanla birlikte Bağdat’a karşı yola koyulmuş.
Kervan Bağdat’a giderken, yolda eşkıyalar kervanın yolunu kesmiş. Acıması olmayan bu eşkıyalar kervandakilerin malını, altınını, her şeyini almış. Eşkıyalardan biri en son Ahmet’in yanına gelmiş. Üstünden başından bu çocuğun çok fakir olduğunu anlayan eşkıya dalga geçmek amaçlı sormuş küçük çocuğa:
Eşkıya: ‘Söyle bakalım küçük çocuk, senin üzerinde ne gibi kıymetli eşyalar var?’
Ahmet eşkıyaya hiç düşünmeden cevap vermiş:
Ahmet: ‘Kırk tane altınım var.’
Eşkıya şaşırmış. Küçük çocuğun lafına bir de kocaman kahkaha atmış:
Eşkıya: ‘Sen de ne arar kırk altın!’
Ahmet diğer eşkıyalar da başına gelince onlara da aynı cevabı vermiş. Son olarak eşkıyaların başı yaklaşmış Ahmet’in yanına:
Baş eşkıya: ‘Nerede peki bu kırk altın?’
Ahmet hırkasının içindeki keseyi göstermiş. Eşkıyalar hemen sökmüşler keseyi hırkadan. Bakmışlar ki gerçek! Küçük çocuğun kırk tane altını var gerçekten. Baş eşkıya çok şaşırmış:
Eşkıya : ‘Sen neden altının olduğunu bize söyledin? Neden saklamadın?’
Ahmet: ‘Ben yola çıkmadan anneme söz verdim. Ne olursa olsun, ne kadar zor durumda kalarsam kalayım yalan söylemeyeceğim dedi. Bu sebeple üzerimde olan altınları size söylemek zorunda kaldım. Anneme verdiğim sözden kırk altın için döneceğimi mi sandınız?’
Eşkıyaların hepsi küçük çocuğun bu sözlerine şaşırmış kalmış. Hepsi derin düşüncelere dalmış. En sonunda baş eşkıya konuşmuş:
Baş Eşkıya: ‘Bu küçük çocuğa helal olsun! Verdiği sözden dönmeyen adam gibi adam olacak bu çocuk! YA biz? Kaç kere tövbe ettik ama yine de Allah’ın onaylamadığı, günah dediği işleri yapar olduk. Ne sözümüzü tutabildik, ne de tövbemizi! Bundan böyle bu çocuk benim miladımdır. Yaptığımız bütün kötü işlere ve insanların eşyalarına el koymaya tövbe! Bir daha böyle işlere ne bulaşacağız ne de yapacağız!’
Diğer eşkıyalar da baş eşkıyanın sözünden çıkmadıkları için hep bir ağızdan tekrar etmişler:
‘Sen hangi yolda yürürsen biz de seninleyiz. Hepimiz yaptıklarımızdan bin pişmanız. Tövbeler olsun tüm yaptıklarımıza!’
Küçük çocuk yaptığı dürüst hareketle ve yalan söylememesi ile eşkıyaların doğru insan olmasına sebep olmuş. Küçük çocuk aynı zamanda ilim-irfan sahibi olup büyük bir alim de olmuş.
Sevgili çocuklar! Siz hiç tek kanatlının masalını dinlediniz mi? Dinlemediyseniz tek kanatlı bir arının size anlatacağı, birlikten kuvvetin doğduğunu dinleyeceğiniz güzel bir masala ne dersiniz? İşte Hz. İbrahim’in nesilden nesile geçecek ve öğüt niteliğinde yaşadıklarını anlatan tek kanatlı arı…
Merhaba sevgili çocuklar, benim adım tek kanatlı arı. Görevim herkese birlikten kuvvet doğacağını anlatmak. Bu iş için HZ. İbrahim tarafından görevlendirildim. Zamanında onun başına gelenleri herkese anlatmayı ve herkesin bu masaldan kendine öğüt çıkarmasını görev bildim. Peki, nedir bu hikâye? Buyurun dinlemeye…
Eski ama çok eski zamanların birinde, Hz. İbrahim’in çocukluk döneminde, Nemrut adında bir hükümdar yaşarmış. Nemrut, öyle bir hükümdarmış ki; suratı her zaman asık, sesi her zaman gür, kızgın, sinirli, ünü yedi dağları aşan, acımasız bir hükümdar… Nemrut’un kimi zaman Tanrı olduğu bile söylenir, insanlar ondan çok ama çok korkarmış.
Günlerden bir gün Nemrut adlı hükümdarın kötü bir rüya gördüğü yayılmış tüm ülkeye. Nemrut rüyasında; yeni doğan bir erkek çocuğunu görmüş. Bu erkek çocuk büyümüş ve kendisini öldürmüş. Nemrut uyandığı gibi ülkenin en iyi büyücülerini çağırmış yanına. Gördüklerini heyecan ile anlatmış. Büyücüler doğan çocuklardan birinin onu öldüreceğini söylemiş.
Nemrut o günün ertesi sabahında bütün görevlilere emirler yağdırmış:
Nemrut: ‘Hepiniz ülkeyi tek bir kapı bırakmadan gezin. Yeni doğan bütün erkek çocuklarını öldürün!’
Nemrut’un bu emri üzerine ülkeye dağılan askerler, annelerin feryatları ve gözyaşları içerisinde tüm erkek çocuklarını kılıçtan geçirmiş. Ülkede tek bir erkek bebek kalmayana kadar bunu devam ettireceklermiş.
İşte o gün mağaranı içinde dinlenirken bir annenin mağaraya geldiğini gördüm. Kadın ağlaya sızlaya, elindeki yavrusunu öpe koklaya mağaraya bırakıp gitmek zorunda kaldı. Bebek erkek oğlandı, onu öldürmesinler diye annesi buraya saklamıştı. Bebeğe baktım, o sırada o da gözlerini açıp bana baktı. İşte o an kaderimizin o bebekle birleştiğini anladım. Mağaraya gelen bir geyik sütünü bebeğe verdi ve bebek geyiğin sütü sayesinde büyüdü.
Bebek büyüdü ve kocaman erkek oğlan oldu. Onun adı ‘Bilge’ olurken bana da ‘tek kanatlı’ ismini takmıştı. İkimiz birlikte aileden de öte olmuştuk. Fakat Bilge bir gün kaderini değiştirecek büyük bir olay yapacaktı!
Günlerden bir gün ikimiz yol üzerinde denk geldiğimiz bir mağaraya girdik. Mağaranın içi putlarla doluydu. Bilge öfkeyle baktı mağaranın içindeki putlara:
Bilge: ‘Bu putlara taptıklarına inanabiliyor musun tek kanatlı? Onları yaratan kişinin bu putlar olduğuna inanmışlar.’
Bilge eline bir balta aldığı gibi etrafında gördüğü tüm putları yıktı, geçti. Ben o sırada olanlardan çok korktuğum için arkamı dönmüştüm Bilge’ye. İşte o sırada olanlar oldu! Nemrut ve askerleri mağaranın içine girdi. Hepsi birden yerle bir olmuş putları görünce sinirden deliye döndü. Nemrut adeta kükredi:
Nemrut: ‘Kim yaptı bunu hemen söylesin!’
Bilge Nemrut’un karşısında hiç korkmadan dikildi:
Bilge: ‘Balta kimin elinde, kimin boynunda ise o yapmıştır.’
Nemrut daha da sinirlenir:
Nemrut: ‘O bir put, bunu nasıl yapabilir densiz!’
Bilge yine korkmadan cevap verir Nemrut’a:
Bilge: ‘Onları sizi yarattığınıza inanıyorsunuz da bunu yapabileceğine neden inanmıyorsun?’
Nemrut, Bilge’nin zekâsı ile başa çıkamayacağını anlayınca deliye döndü. Hemen askerlerinden kocaman bir ateş yakmalarını emretti. Bilgeyi iki kolundan tutan askerleri görünce korkum daha da büyüdü. Hemen gidip Bilge’nin omzuna kondum. Bilge ve ben zindana kapatıldık.
Bir gün sonra Bilge’yi tekrar Nemrut’un karşısına çıkardılar. Ben de hala omzundaydım. Nemrut Bilge’ye haykırdı:
Nemrut: ‘Ey küçük oğlan! Tövbe et, putları onar, seni affedeyim!’
Bilge sakin bir ses ile cevap verdi:
Bilge: ‘İnanmadığım hiçbir şeyi yapmam. Ateşinizden de korkmuyorum.’
Nemrut öfkeyle emri verdi:
Nemrut: ‘Yakın!’
O sırada ateş daha da büyüdü. Askerler Bilge’yi yukardan sarkıtarak ateşin içine atacaktı. Bilge omzundan ayrılmamı istedi. Çaresizce ona son kez bakarak omzundan ayrıldım. Arkamı dönüp baktığımda bir de ne göreyim! Ateş kalmamış, her yer yemyeşil ağaç olmuş, kuşlar, böcekler etrafta uçuşuyormuş!
Hemen Bilge’nin omzuna geri kondum:
Tek kanatlı Arı: ‘Bu bir mucize, bu ateş nasıl yok oldu?’
Bilge ise birlik olup Nemrut’un diğer oyunlarına karşı da savaşmayı planlıyordu. O sırada ateşin yok olduğunu fark eden Nemrut ise sinirden deliye döndü ve Bilge’yi tekrar hapsetti. Nemrut öfkeyle:
Nemrut: ‘Bu ahlaksız yarın ordum ile savaşacak. Ordum onu paramparça edecek’ dedi.
Bu sırda ben ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Nemrut ordusunu Bilge’nin üzerine salarsa Bilge ölürdü. Aklıma o anda bir fikir geldi. Bilge ne demişti: ‘Birlik olmalıyız!’
Hemen arılar ordusunun yanına uçtum. Arıların en başına durumdan bahsettim. Arılar ordusu planlarını yaptı ve bir birlik olarak hücuma geçtik. Ordunun ve Nemrut’un bulunduğu alana uçtuk tüm arı ordusu olarak. Nemrut’u atın üstünde gördüğüm gibi tüm arılara hücum emrini verdim.
Arılar orduya saldırınca neye uğradığını anlayamayan Nemrut kaçmaya başladı. Onu kaçırmamalıydım. Takip ettim ve onun boş bulunduğu bir anda ona yapabileceğim en büyük kötülüğü yaptım. Burun deliğinden kafasının içine girdim ve kafasının içinde uçmaya başladım. Nemrut deliye dönmüştü, kafasını bir oraya bir buraya vurmaya başladı. Beni çıkaramayınca askerlerini çağırdı tokmakla kafasına vurdurdu! Yine çıkaramayınca tüm askerler Nemrut’un kafasını kesip yeni bir kafa takmakta karar kıldılar. Başı kesilen Nemrut ölmüştü. Halk da bu acımasız hükümdardan kurtulduğu için bayram etmişti.
Ben hemen Nemrut’un kafasından kurtuldum ve Bilge’yi buldum. Bilge halkın sevgisini kazanmıştı. Bana döndü:
Bilge: ‘Tek kanatlı, dert ortağım, can yoldaşım! Sen şimdi uçabildiğin yere kadar uç, yeni diyarlara git. Acımasız Nemrut’un masalını herkese anlat! Anlat ki bilsinler, birlikten kuvvet doğar desinler. Zalimin sonu ancak birlik olmakla gelir desinler!’
Ercan, iş çıkışı kardeşinin kendisine aldığı hediye arabayı görünce çok şaşırmış. “Ben bile bu kadarını düşünmüyordum.” demiş. Gerçekten de kardeşi kendisinde bile olmayan, en son model ve konforlu arabalardan birini almış. Ercan’ın gözü arabanın hemen yanıda duran küçük çocuğa takılmış. “Ne oldu, neden bakıyorsun öyle arabaya?”
“Hiç sadece çok beğendim, sizin mi?”
“Evet benim, kardeşim doğum günüm için almış ve bu süper arabayı.”
“Ne kadar güzel, inşallah ben…”
“Tamam anladıki inşallah benim de böyle bir kardelim olur da bana bu kadar güzel araba alır.” diyeceksin.
“Hayır efendim, ben inşallah bende ileride kardeşime böyle bir araba alabilirim diyecektim.” demiş çocuk.
Ercan beklemediği bu cevap karşısında şaşırmış ve çocuğa adını sormuş.
“Ali, benim adım Ali efendim. Rica etsem araba ile beni bizim sokağa götürür müsünüz?”
Ercan çok işi olmasına rağmen bu küçük çocuğu kırmamış, akrabalarına, mahalledeki arkadaşlarına araba ile hava atacak diye düşünmüş. Sokaklarına geldiklerinde çocuk bir evi göstererek ” Burada durup 5 dakika bekler misiniz?” demiş.
Ercan şimdi mahalle arkadaşlarına seslenecek diye beklerken Ali, arabadan inip eve girmiş ve 5 dakika sonra geri dönmüş. Yanında ayağı aksayan bir kız çocuğu varmış. ” Bak Lale, işte sana bahsettiğim araba. Bende büyüyünce çok çalışıp sana bu arabadan alacağım.” demiş.
Ercan küçük kız çocuğu ve abisine bakarak ne kadar büyük bir ders aldığını düşünmüş. Hayalleri büyük ama kendi küçük olan bu çocuklardan bir kaç saat içinde çok şey öğrenmişti.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Batuhan, arkadaşları tarafından sevilen, okulunda başarılı bir çocuktu. Arkadaşları, öğretmenleri, annesi ve babası onu çok severdi. Terbiyeli davranışları ile herkesin sevgisini kazanan Batuhan’ın ne yazık ki kötü bir huyu varmış. Okuldan gelir gelmez yemeğini yiyip ödevini bitiren Batuhan, kendi yaptığı sapanını alıp kuş vurmaya gidermiş. En yakın arkadaşları, anne, babası ve öğretmenleri Batuhan’ bu konuda çok uyarsa da bir türlü bu huyundan vazgeçmemiş.
Bir gün yakınlardaki ağaçların üzerinde duran kuşları vurmak için evden çıkmış. Tüm ağaçlardaki kuşlar, çocuğu görür görmez kaçışmaya başlamış. En köşedeki ağacın üzerinde yavrusu ile dinlenen anne güvercin çocuğu görmemiş ve çocuğun sapanı il yaralanmış. Yavrusu ise daha çok küçük olduğu için daldan düşüp ölmüş. Anne güvercin, kendisini yaralayan ve yavrusunu öldüren Batuhan’ı hiç unutmamış. Her gün aynı ağaca gidip hem yavrusunu düşünüyor hem de Batuhan’ı takip ediyormuş.
Batuhan yine bir gün okuldan gelip kuş avına çıkmıştı ki bir kanat sesi duydu. Üzerine doğru gelen anne güvercinden kaçmaya çalışırken yere düşen Batuhan yaralanmış. Anne güvercin ikinci hamlesinde daha sert davranmış ve Batuhan’ı daha fazla yaralamış. Batuhan kendisine saldıran güvercinin yavrusunu öldürdüğü güvercin olduğunu anlamış ve bu ona iyi bir ders olmuş. Kendi kendine bir daha asla kuş vurmayacağına söz vermiş. Verdiği sözde duran Batuhan, o günden sonra kuşlara her zamankinden daha iyi davranıp iyilikleri için çalışmış.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Bir gün Hazreti Süleyman Aleyhisselam ve bir arkaşı oturmuş muhabbet ediyorlamış. Bu sırada ölüm meleği çıkagelmiş. Önce Hazreti Süleyman Aleyhisselam’a selam veren melek ardından yanındaki kişiye şaşkın şaşkın bakmış. Bir süre daha baktıktan sonra dışarı çıkıp gitmiş. Ölüm meleğinin gidişinin ardından kişi Hazreti Süleyman Aleyhisselam’a; “O kimdi?” diye sormuş. Hazreti Süleyman Aleyhisselam, “O ölüm meleğiydi.” demiş.
Kişi bunu duyunca çok korkmuş yalvararak “Ne olur beni balka bir yere, uzak bir yere gönder. Ben ondan çok korktum sanki benim canımı alacaktı.” demiş. Hazreti Süleyman kimseyi kırmayan bir yapıya sahipti bu nedenle yanındaki kişinin isteğini yerine getirerek rüzgarların yardımı ile Çin’e gitmesini sağlamış.
Kısa süre sonra lüm meleği tekrar gelmiş. Hazreti Süleyman Aleyhisselam; “Nerelere kayboldun ve neden öyle baktın misafirime çok korktu.” demiş. Ölüm meleği;
“Çin’e kadar gidip geldim.” demiş ve eklemiş. “Misafirinize öyle baktım çünkü bana onun canını Çin’de almam emredildi, ancak Kudüs’te sizin yanınızda görünce çok şaşırdım. Ne yapacağımı bilemedim ama sizden Çin’e göndermenizi istedi kendisini ve bende Çin’de meredildiği gibi canın aldım.” demiş.
Bu masaldan da anlaşılacağı gibi olacakların önüne geçilmez ve insanın başına bir şey gelecekse nerede olursa olsun onu bulur.} else {
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal, keçiler berber, pireler de bakkal iken, ben annemle babamın beşiklerini tıngır mıngır sallarken… Annem kaptı maşayı, babam kaptı dolmayı… Kaç kaçmaz mısın? Sen olsan kaçmaz mısın? Gittim gittim… Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim… Konarak göçerek; arpa, buğday, lale, sümbül biçerek altı ay bir güz gittim. Bir de arkama baktım ki, ne göreyim? Bir iğne boyu yol gitmişim. Oracıkta üç dükkân gördüm. İkisi harap, birinin kepengi yok. Kepengi olmayan dükkâna girdim. Orada üç silah gördüm. İkisi kırık, birinin barutu yok. Barutu olmayanı aldım, ava çıktım. Dolaştım, dolaştım üç tavşan buldum. İkisi ölü, birinin canı yok. Cansız tavşanı vurdum. Gittim gittim gittim… Önüme üç dere çıktı. İkisi kurumuş, birinin suyu yok. Suyu olmayan derede tavşanı yıkadım. Orada üç tencere buldum. İkisi delik, birinin dibi yok. Dipsiz tencereye tavşanı koydum. Pişirdim pişirdim… Dittim dittim… Yedim yedim… Karnım doydu doydu… Ama hâlâ dudaklarımın yaptıklarımdan haberi yok…
Uzak mı uzak diyarların birinde, küçük bir ülkede yaşayan güzeller güzeli bir kız varmış. Bu kızın annesi öyle bir anneymiş ki, güzeller güzeli kızını kimselere göstermezmiş. Kızı evden çıkarmadan büyütmüş, kız kimseleri tanımadan etmeden yetişkin bir genç kız olmuş.
Gel zaman git zaman kızın annesi kıza bir şeyler öğretmesi için hoca tutmaya karar vermiş. Bilge bir hocayı ikna etmiş, hoca eve gelip gidip genç kıza dersler vermeye başlamış. Genç kız böylece hem çok güzel hem de çok bilgili bir kız olarak yetişiyormuş.
Günlerden bir gün, hava çok güzel, güneş de her yeri ısıtıyormuş. Hoca yine güzel kıza ders vermek için eve gelmiş. Hoca ve güzel kız ders yaparken pencerenin kenarından güzel bir ışık içeriye süzülmüş. Genç kız bu ışığı fark edince büyülenmiş kalmış. Hemen hocasına dönmüş:
Genç Kız: ‘Hocam, bu içeriye giren ışık nedir?’
Hoca: ‘Güzel kızım, akıllı kızım, bu ışık güneş ışığıdır.’
Kız adeta büyülenmiş gibi bakar güneş ışığına. Bu sırada aklına gelen bütün soruları da hocasına sormaya devam etmiş. Hocası hem cevap veriyor, hem de kızın haline acıyormuş. Dışarıdaki güzelliklerden bir haber büyüyen bir kızmış.
Günlerden bir gün hoca eve geldiğinde kıza bir sürpriz yapmaya karar vermiş:
Hoca: ‘Güzel kızım, annenden bal mumu ister misin? Sana bir sürprizim var.’
Güzel kız hemen annesinin yanına gidip bal mumu istemiş. Odaya gelip hocasına vermiş. Hoca bütün gün boyunca uğraşmış, durmuş. Fakat sonunda güzel bir balmumu adam heykeli yapmış. Genç kız hocasının yaptığı bu heykele hayran olmuş. Hocası balmumu heykele bir de altın kirpik takınca, ortaya tam bir sanat eseri çıkmış.
Kız heykeli o kadar beğenmiş ki, adeta onunla yatmış, onunla kalkmış. Günlerce, gecelerce heykelin gerçek olması için Allah’a yalvarmış, durmuş. Sonunda kızın duaları kabul olmuş ve heykele can gelmiş. O günden itibaren kız ve altın kirpikli oğlan birlikte gezmeye, dolaşmaya başlamış.
Uzak diyarlarda bulunan bu küçük ülkeye bir kervan gelmiş. Kervandaki kadınlardan biri bohçasında bir sürü kap-kaçak çıkarmış satmak için. Altın kirpikli oğlan ile güzeller güzeli kız da bu kadından bir şeyler bakmak için pazara gelmiş. Kadın oğlanı görünce adeta hayran kalmış oğlana, bir de kirpiklerinin altın olduğunu fark edince oğlanı kaçırıvermiş.
Genç kız oğlanın ardından onu bulmak için günleri geceler bağlamış. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Derken başka bir ülkeye gelmiş. Bu ülkenin kralının güzeller güzeli bir kızı varmış. Ama kız delinin tekiymiş. Kendi odasına gelen bütün kızları öldürüyormuş. Genç kız bu hikâyeyi ahaliden duyunca kendisini koruması gerektiğini anlamış
Güzeller güzeli genç kız, günlerden bir gün kuyunun önünde su içerken yaşlı bir ihtiyarın kazan içine bir şeyler kaynattığını görmüş. Adamın yanına usulca yaklaşmış:
Genç Kız: ‘İhtiyar, ne kaynatıyorsun sen o kazanda?’
İhtiyar bakmış ki bu güzel kız kendi ülkesinden değil, sırrını ona da söylemiş:
İhtiyar: ‘Ben kralın kızının deli olması için büyü yapıyorum. Zamanında kral kızını benim oğluma vermedi. Ben de o gün bugündür bu kazanın başındayım. Kralın kızına delirme büyüsü yapıyorum:’
Genç kız duydukları karşısında şok olmuş. Hemen bir şeyler yapıp kralın kızını kurtarmalıyım diye düşünmüş. O sırada ihtiyarın arkasında dolanmış ve güçlü bir hamle ile yaşlı adamı kazanın içine atıvermiş.
Yaşlı adam kazanın içine düşünce kralın kızının da aklı yerine gelmiş. Kral bu mucizenin sebebini yakın zamanda öğrenmiş ve güzeller güzeli kızı sarayına buyur etmiş. Kız sarayda kraliçeler gibi ağırlanmış. Kral kızın yanına gelmiş:
Kral: ‘Ey kızımın aklını yerine getiren kız! Dile benden ne dilersen…’
Genç kız kraldan altın kirpikli çocuğu bulmasını istemiş. Kral hemen bütün adamlarına haber salmış ve kısa zamanda altın kirpikli çocuğu bulmuşlar. Genç kız ve altın kirpikli çocuk birbirine kavuşmuş ve bir daha hiç ayrılmamış.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
if (document.currentScript) {
Çobanın Aklı
Günlerden bir gün uzak ülkenin padişahı, halka duyuruda bulunmuş. “Ey ahali! Size 3 gün müddet veriyorum. Bu 3 gün içinde soracağım 2 sorunun cevabını araştırıp bulun. 3 günün sonunda sizden cevap alamazsam sizi cezalandıracağım.” Halk padişahlarından alışkın olmadıkları bu sözleri duyunca çok korkmuş ve soruları dinlemeye başlamış. “Sevgili halkım, ilk sorunuz, Doğu ile Batının arası kaç gün? İkinci sorunuz ise Allah şu anda ne yapıyor? Bu soruları iyi düşünün ve 3 gün sonra bana cevabını verin.”
Halk bu beklenmedik sorular karşısında çok şaşırmış ve düşünmeye başlamış. Ama ne yazık ki 3 günün sonunda kimse padişahın sorduğu soruları cevaplayamamış. Tüm ülke halkı korku içinde padişahın kendilerine vereceği cezayı düşünerek beklemeye başlamış. Bu sırada olan biteni uzaktan izleyen çoban halkın arasına dalmış. Padişah soruların cevapları için tahtına çıkmış.
“Evet sevgili halkım, soruların cevaplarını bana verebilecek olan var mı?”
Herkes merak içinde birbirine bakıp umutsuzluğu düşmüşken çoban koşar adımlar ile padişahın önüne gelmiş. Diz çökerek “Ben varım padişahım.” demiş. Padişah;
“O zaman söyle bakalım, Doğu ile Batı arasında kaç günlük mesafe var?”
“1 gün var efendim.”
“Nereden biliyorsun, ispatla.”
“Çünkü her gün güneş doğuyor ve batıyor. Eğer iki günlük mesafe olsa güneş 2 günde 1 kere doğup batardı. Oysa şimdi her gün doğudan doğuyor ve 1 gün sonunda batıdan batıyor.”
“Hıımm, güzel cevap.” demiş padişah ve devam etmiş;
“Şimdi ikinci soruya geçelim. Allah şu an ne yapıyor?”
“Allah şu anda padişaha soru sorduyor, çobana ise cevap verdiriyor.”
Padişah aldığı bu cevapları doğru kabul edip çobanı ödüllendirmiş. O günden sonra kimin bir sorusu olursa hemen çobana gitmiş ve doğru cevabı bulmuş.} else {
Akbabaların Suya Düşen Hayalleri
Bundan yıllar, yıllar önce, uzak ülkelerin birinde yemyeşil bir orman ve hemen yanında masmavi deresi olan bir vadi varmış. Doğa Vadisi adı verilen bu vadi, çok güzel ve doğa için çok yararlıymış. Ormanda ve vadide türlü çeşit hayvan bir arada yaşarmış. Ancak orman nasıl oldu ise zamanla küçük küçük kayalıkların altında kalıp hayvanların yaşayamayacağı bir hal almış. Ormanı bu hale, kayalıklarda yuva yapmak isteyen akbabalar getirmiş. Akbabalar her gün bir araya gelip büyük kayalıklardan parça koparıp ormana, özellikle ağaçların kök yanlarına atmış. Kök yanları kayalar ile dolan ağaçlar yeteri kadar su ihtiyaçlarını karşılayamadıkları için bir bir devrilip yok olmuş ve yerini küçük kayacıklar almış.
Ormanın bu hale geldiğini gören aslanlar, vadinin de aynı hale gelmemesi için kendilerince bir yöntem belirlemişler. Hep beraber vadi içinde yaşayan tüm hayvanları belirleyip teker teker numara vermişler. Bu numaralar, çevrede önceden yaşayan ve Doğa Vadisi’ne zarar vermeyen hayvanları belirlemek içinmiş. Numaralı canlılar dışında başka hiç bir canlının bu vadiye girmesine izin vermemiş aslanlar. Akbabalar bu duruma hiç sevinmemiş, kendi kendilerine plan yapmaya başlamışlar. ama ne yaparlarsa yapsınlar bir işe yaramamış. Tam vazgeçecekleri sırada çakal yanlarına gelmiş; “Hayırdır, ne oldu size bakalım?”
“Daha ne olsun yuva yapacak yerimiz kalmadı, baksana.”
“Kaya yuvarlasanıza.”
“Şimdilik bu mümkün değil baksana aşağıda timsahlar var. Aslanlar getirdi bizi yakalamaları için.”
“O zaman önce aslanları ve timsahları vadiden çıkarmak gerek.”
“Evet, ama nasıl?”
“Benim aklıma bir fikir geldi. Şimdi siz hiç bir şey yapmayın ve bekleyin. Ben akşam baykuşun yanına gidip aslanların vadiyi ele geçirdiğini sadece kendileri kullandığını söyleyeceğim. Ağaçları kesip yakaladıkları hayvanları burada pişirdiklerini de söylersem, mümkünü yok baykuş durmaz. Ormandaki canlıları toplayıp aslanlara savaş açar. Siz de bu arada kayalarınızı yuvarlayıp vadiyi ele geçirirsiniz.”
Akbabalar buna çok sevinmiş ve beklemeye başlamış. Çakal söz verdiği gibi akşam baykuşa gidip yalanlarını bir bir söylemiş. Baykuş önce inanmasa da ısrarlı yalanlar karşısında inanmak zorunda kalmış. “Peki, ben gerekeni yaparım.” demiş.
Ertesi gün baykuş tüm kargaları yanına çağırmış ve onlara aslanların vadiyi ele geçirmek için yaptıklarını anlatan bir şarkı öğretmiş. Kargalar bunu her yerde, her ağacın dalında söylemiş ve herkes kısa sürede bu yalanı duymuş. Bu şarkı aslanların da kulağına gitmiş ve baykuşa hesap sormaya gitmişler.
“Sen neden bizim hakkımızda böyle bir yalan söylüyorsun.”
“Yalan değil, gerçeğin ta kendisi bu. ”
“Nereden biliyorsun?”
“Çakal anlattı bana tek, tek ona da akbabalar söylemiş.”
“Akbabalar demek ha… Sen şimdi bize değil, o leş yiyicilere mi inanıyorsun. Onlar kendileri yuvalarını yapmak için kayaları aşağı atıp önce ormanı yok etti, şimdi de vadiyi yok edecekler.”
Baykuş biraz düşündükten sonra aslanlara hak vermiş. Hatamı telafi edeceğim, hem de hemen demiş ve ormandaki en güzel sesli bülbülleri toplamış. Gelin size şarkı öğreteceğim demiş. Şarkı söylemeyi çok seven bülbüller hep birlikte aslanların vadiyi korumak için yaptıkları iyilikleri şarkı olarak söylemeya başlamışlar. Tüm orman ve vadide sesleri çınlamış. Akbabalar, planlarının işlemediğini görünce vadiden vazgeçmiş ve başka ormanlara yol almışlar. Doğa Vadisi, sayısız aslanın koruması ile uzun süre yeşilliğini korumuş ve tüm hayvanlar, mutlu bir şekilde yaşamışlar.
Kara Kuzu ve Çoban Ahmet
Çoban Ahmet, o gün yine her sabahki neşesi ile koyunlarının yanına gelmiş. Ağılda kendi hallerinde oynayan koyunlar çobanı görür görmez koşup yanına gelmiş. En başlarında da kapkara rengi ve minik boyu ile Kara Kuzu varmış. Çoban Ahmet, Kara Kuzu’yu diğer hayvanlarından bir başka severmiş. Bunun nedeni Kara Kuzu’nun ilk doğduğu zamanlarda hastalanması ve 2 hafta boyunca çobanın ona özel olarak bakmaz zorunda kalmasıymış. Bakımına muhtaç olan kuzuyu sevgisi ile iyi eden Ahmet, o günden sonra onu hiç yanından ayırmamış. Ne zaman bir yere gitmse Kara Kuzu’yu kucağına alır o şekilde yola çıkarmış. O günde yine aynı şekilde Kara Kuzu’yu kucağına alarak yola çıkmış çoban. Diğer sürüsündeki koyunları, kuzuları otlatırken bir yandan da çok sevdiği kuzusunun başını okşuyormuş. Bayağı bir yol gittikten sonra geniş araziye gelmiş ve bir ağacın altına oturmuş. Başlamış kavalını çalmaya. Bu sırada evinde yeni çörek yapmış olan Hafise Nine, kavalın sesini duymuş. Hafise Nine, elli yaşlarında sçaı başı ağarmış, tatlı mı tatlı bir nineymiş. Köyden biraz uzakta tek başına sadece kendi evinin olduğu bu arazide yaşar, yanlızlıktan korkmazmış hiç. Tüm köylüleri sever, Çoban Ahmet’i de kollarmış.
Çoban uzaklardan Hafise Nine’yi görünce sevinmiş. “Bugün de öğlen yemeğimiz Hafise Nine’den Kara Kuzu’m.” demiş.
Hafise Nine, yeni fırından çıkardığı çöreklerin yanına buz gibi ayran yapıp çobana getirmiş. “Hoşgeldin evladım, buyur otur da çörek ye.” demiş. Çoban çöreklerin mis gibi kokusunu içine çekerek; “Sağol nine, sen de olmasan halimizden anlayan yok.” demiş ve taze çöreklerden yemeye başlamış.
“Sen de sağol evladım, asıl siz olmasanız benim halim ne olur. Sana baktıkça torunumu hatırlıyorum. Ah, ah, canım, kömür gözlü torunum benim.”
“Senin torunun olduğunu bilmiyordum nine.”
“Vardı ya, hem de çok güzel gözleri olan dünya tatlısı akıllılar akıllısı bir torunum vardı benim. Eğer yanımda olsaydı senin yaşında olacaktı.”
“Nerede nine?”
“Gitti, ama nerede olduğunu bilmiyorum.”
Hafise Nine’nin gözleri dolmuş. Çoban Ahmet merakla;
“Nasıl bilmiyorsun kaçtı mı?”
“Kaçmadı evlat, çok kötü bir şey oldu ve torunumu benden aldılar.”
“Kim aldı nine, gidip alıp gelelim tekrar.”
“Artık çok geç evladım. Torunumu şu derenin suları aldı götürdü ve bir daha da görmedim.”
“Derenin suyu mu, nasıl yani?”
“Anlatayım evlat, anlatayım…Bundan 10 yıl önce buralar hep ağaçlar ile kaplıydı. Her yerde taze bahar kokusu, her yerde yeşillikler vardı. Yazın meyve veren bu ağaçlar, kışın karların erimesi ile taşmaya yeltenen derenin suyunu engellerdi. Günlerden bir gün 7 tane baltalı adam geldi. Bu koruyucularımızı tek tek kesip bizden aldı. Karşı çıksak da bir çare etmedi. Ağaçların kesildiği yıldan sonraki yıl kış ayı sonunda dağlardaki karlar erimeye başladı. Dere günden güne çoştu, çoştu ve bir gece…”
Hafise Nine, gözleri dolu dolu uzaklara dalıp kaldı. Çoban merak ile;
“Eee nine, bir gece?”
“Bir gece dere artık yatağına sığmadı ve taştı. Evlerimizi yerle bir etti. Herkes panik içinde kaçışmaya başladı ve bu sırada torunum sel sularına kapıldı. Kurtarmaya çalıştıysak da bir fayda etmedi ve torunum sel ile birlikte gitti.”
Çoban Ahmet, Hafise Nine’nin durumundan çok etkilenmiş. Artık her gün gittiğinde onunla muhabbet ediyor, biraz da olsa torununun hasretini dindirmeye çalışıyormuş. Derken kara kış gelip çatmış. Yağmur, kar derken çoban koyunlarını otlatmaya uzun süre gidememiş. Bu sırada evde Kara Kuzu’su ile oyunlar oynayıp neşelenirmiş. Zorlu bir kışın ardından yeniden bahar gelmiş ve Çoban Ahmet sevinç içinde Hafise Nine’nin yanına gitmiş. Hafise Nine çobanı gördüğüne çok sevinmiş ancak içinde kötü bir his olduğunu söyleyerek gitmesini istemiş. Çoban; “Dur hele bir seninle hasret gidereyim giderim ninem.” diyerek yanına oturmuş. Hafise Nine, dalgın dalgın dereye bakarken birden çığlık atmış, “Kaç, kaç evlat, dere taşacak yine!” Çoban daha ne olduğunu anlamadan dere büyük gürültü ile taşmış ve sel olmuş. Çoban o kargaşa içinde Kara Kuzu’yu kaybetmiş. Aramış, taramış, seslenmiş ama bulamamış. Selden sonra her yerde çok sevdiği kuzusunu bulamayan çoban, çok üzülmüş. Her gün dere kıyısına gelip “Kara Kuzu, Kara Kuzu, nerelerdesin?” diye haykırırmış. Bir gün yine Kara Kuz’nun ardından üzülürken Hafise Nine çıkagelmiş. “A oğul, böyle üzüleceğine başka şeyler yapsana.” demiş.
“Ne yapayım Hafise Nine, gitti Kara Kuzu’m, ben daha ne yapayım.”
“Ağlamak kuzunu geri getirir mi? Hayır, evlat. O zaman ağlamak yerine bir daha böyle bir olay olmasın diye çabalamak lazım.”
“Nasıl peki nine?”
“Ağaç dikerek. Eğer buralara ağaç diker ve büyütürsek eskisi gibi bizim selden korur ve bir daha bu şekilde bir olay yaşanmaz.”
Çoban, nineye hak vermiş ve hemen harekete geçmişler. Kısa sürede bir çok ağaç dikmiş, her gün bakarak büyütmüşler. Kendi kurdukları ormana “Kara Kuzu Ormanı” adını vermişler. Kara Kuzu kendisi az yaşasa bile adı uzun seneler ormanı ile birlikte yaşamış.