Yıllardan bir yıl ama hangi yıl unuttum kış uzadıkça uzamış. Çocuklar burunlarını cama dayamış, ağaçlarda yaprak, yerlerde papatya çiçekleri, havada kuş görebilmek için her yere bakıp durmuşlar. Ama ‘buvv’ diye esen rüzgârdan, bembeyaz kardan başka birşey görememişler. Toprağın altında da ilkbaharı bekleyen çiçekler ‘ha olgunlaştı ha olgunlaşacaklarmış’ ama kökler yoluyla gelen haberler hep aynıymış. Kış biraz daha uzayacakmış. İlkbahar güneşi yol hazırlığını bitirememiş.
Bahar bir türlü gelmeyince de gelincik çiçeği kırmızı tuvaletinin üstündeki yeşil mantosuna biraz daha sarılıp “bu gidişle giysim buruş buruş olacak” diye dertlenmiş durmuş. Mini mini mineler de mavi başlarını sallayıp ‘biz de bu gidişle daha yukarı çıkamadan donup kalacağız’ diye üzülüyorlarmış. Öteki çiçekler de üzülüyorlarmış elbet ama onlar daha renklerini seçemedikleri ve tuvaletlerini tamamlayamadıkları için o kadar endişelenmiyorlarmış.
Menekşe mor renkteki tuvaletini, tarla çiçeği mavi renkteki kıyafetini yeni yeni bitiriyormuş. Ancak içlerinden bir çiçek ne toprak anadan renk seçiyor ne de giysisini ütülüyormuş. Bu çiçeğin bütün düşüncesi bir an önce yeryüzüne çıkmak, çiçek masallarında anlatılan çocukları görmekmiş. ‘Ah bir yeryüzüne çıksam diyormuş’ diyormuş da başka bir şey demiyormuş!
Kış uzadıkça onun da sabrı tükenmeye başlamış. Bir gece herkes uyurken yavaşça yerinden kalkan ve bir ağacın köklerini izleye izleye toprağın üstüne çıkmaya başlayan bu çiçek bütün geceyi soluk bile almadan tırmanarak tamamlamış. Güneşin sarı başı dağın tepesinden görünürken o da başını topraktan dışarı uzatmış. Koca güneş, bembeyaz karlar üstünde bir çiçek görünce şaşırmış kalmış. “Daha uyanamadım galiba” diye gözlerini ovuşturmuş. Daha fazla parlamaya başlamış bütün gece karları savuran rüzgârın da şaşkınlığı ondan az değilmiş.
“Yani olacak şey mi bu, karların ortasında bir çiçek yorgunluktan serap görmeye başladım galiba, en iyisi gidip biraz dinleneyim” deyip esmekten vazgeçmiş. Rüzgârın esmediğini gören güneş ‘Bu işte bir iş var, rüzgâr çekildi gitti, herhalde ilkbahar geliyor, zaten bu çiçek de bunu gösteriyor” demiş ve biraz daha ısıtmalı çevreyi diye düşünmüş. Bütün bunlar olurken yaramaz çiçek de soğuktan tir tir titremeye başlamış. “Ah ben ne yaptım, soğuktan neredeyse kuruyup gideceğim, ne diye herkesi beklemedim sanki” diye kendi kendine söylenip duruyormuş.
Onun sesini duyan saka kuşu da “Hey şuraya bakın, bir çiçek, kalkın hepiniz, bahar gelmiş!” diye bağırmış.
Bu sevinçli haberi duyan ağaçlar durur mu? Hemen dallarını gererek uyanmaya başlamışlar, bir anda her şey değişmeye başlamış. İlkbaharı getiren yaramaz çiçek aceleciliği yüzünden kendine renkli bir elbise giymeyi unuttuğu için sadece beyaz yapraklara sahip olmuş ve herkes ona ‘papatya’ adını vermiş.
O gün bu gündür papatya çiçeği acelecilik huyundan hiç vazgeçememiş. O yüzden de her zaman baharın gelişini bize ilk papatyalar müjdelermiş.
Siz de Mart ayında papatyaların kırlarda açtığını görürseniz, bilin ki bahar gelmiştir.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde bulunan sevgi ülkesinin içerisinde büyük bir bahçe varmış. Bu bahçe öyle güzel bir bahçeymiş ki her gören ona hayran kalırmış. Meyveler- sebzeler büyüdüğünde rengârenk gözükür, çiçek açan ağaçlar bahçeyi adeta bir tablo haline çevirirmiş.
Bu güzel bahçenin içerisinde bir sürü hayvan yaşar, her biri diğerleri ile iyi geçinerek mutlu ve huzurlu bir hayat sürermiş. Bu hayvanların arasında senelerden beri arkadaş olan iki kaplumbağa yaşarmış. Bu kaplumbağalardan birisinin adı Teyşa iken diğerinin adı da Pişni imiş. Teyşa ile Pişni o kadar iyi anlaşırlarmış ki, bu güzel bahçede tüm dostlar kendilerine bu ili arkadaşı örnek alırmış.
Teyşa çok hareketli bir kaplumbağa imiş. Oldukça yardımsever ve çalışkan olan Teyşa, bahçede kimin yardıma ihtiyacı varsa hemen yanına koşarmış. Pişni ise tembel mi tembel, dünya yansa umuru olmayan, başkalarına yardım etmekten de pek hoşlanmayan bir kaplumbağaymış. Pişni sadece yemek yemeyi çok sever, bahçede gördüğü her şeyi yermiş. Bu yüzden Pişni çok tombul bir kaplumbağa imiş, artık neredeyse zor hareket ediyormuş.
Teyşa her gün yürüyüşünü yapan ve sağlığına dikkat eden bir kaplumbağa iken, arkadaşı Pişni ise onun tam tersi imiş. Teyşa sabah yürüyüş yaparken yolda gördüğü hayvanlarla tanışır ve onlarla sohbet edip arkadaş olurken, Pişni ise her gün yaptığı gibi bol bol yemek yiyerek Teyşa’nın yanına gelmesini beklermiş.
Teyşa, arkadaşı olan Pişni’ye sürekli olarak hareket etmesi gerektiğini ve çok yemek yediğini söylese de Pişni buna aldırmaz, kendi bildiğini yapmaya devam edermiş.
Günlerden bir gün Teyşa, ısrar kıyamet, yalvar yakar Pişni’yi bahçede yürüyüş yapmaya ikna etmiş. Çok mutlu olan Teyşa hemen Pişni ile birlikte yürürken ona tanıştığı yeni hayvanları göstermeye başlamış. Ancak birkaç adım giden Pişni “Yoruldum!” diye şikâyet etmeye başlamasın mı? Teyşa arkadaşını ilk günden yormak istemediği için uygun bir yerde durmuşlar. Yürüyüşün başından beri bir şey yemeyen Pişni’nin aklında sadece yemek yemek varmış. Yiyecek bir şeyler bulmak için etrafa bakmaya başlayan Pişni, daha önce hiç görmediği kırmızı meyvelerle örülü bir sarmaşık görmüş. Yemek için hemen ileri doğru atılmış. Arkadaşı Teyşa;
Teyşa: ‘Hayır, Pişni onları yememelisin. Ne olduğunu bilmiyorsun ki, ilk defa gördün. Onlar zararlı olabilirler’ demiş.
Pişni: ‘ Baksana kırmızı kırmızı meyveler. Ne kadar da güzel görünüyor, bence sen de gelip yemelisin’ demiş.
Teyşa yalvarsa da yakarsa da Pişni’yi yemekten vazgeçirememiş. Pişni ne olduğunu bilmediği kırmızı meyvelerden tıka basa yedikten sonra uyumaya gitmiş. Karnı da tok olduğundan hemen uykuya dalacakmış ama o da ne! Pişni dayanılmaz bir karın ağrısı ile kıvranmaya başlamasın mı? Pişni bir yandan kıvranıyor bir yandan da arkadaşına sesleniyormuş:
Pişni: ‘Teyşa, gel kurtar beni…!’
Teyşa, var gücüyle arkadaşının yanına koşmuş; ama elinden gelen hiçbir şey yokmuş. Pişni karın ağrısıyla kıvranırken Teyşa’nın aklına geçen gün tanıştığı ve arkadaş olduğu geyiği çağırmak gelmiş. Geyikle sohbet ederlerken sağlık konularında çok bilgili olduğunu hatırlayan Teyşa, hemen geyiğin yanında almış soluğu. Geyik durumu anladıktan sonra şifalı otlardan bir ilaç hazırlamış ve Pişni’ye bu ilacı içirmiş.
Pişni’nin karın ağrısı içtiği şey sayesinde geçmiş. O günden itibaren Pişni bir daha asla bilmediği yiyecekleri yememe kararı almış. Teyşa’nın ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlamış. O günden itibaren Teyşa’nın sözünden çıkmamış.
Gökten üç elma düşmüş…
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde pireler berber iken, develer ise tellal iken, sincaplar ormanlarda zıp zıp koşar iken… Uzak mı uzak diyarların birinde büyük bir orman varmış. Bu orman, içinde yaşayan hayvanları ve bir sürü farklı ağaçları ile herkesin hayran olduğu güzellikte bir ormanmış. Bu ormanın kenarında büyük bir tren yolu da varmış.
Ormanın kenarından geçen ren yolundan her gün büyük mü büyük, güzel m güzel bir tren kasabadan şehre gitmek üzere yol alıyormuş. Ormanda yaşayan hayvanların hepsi trenin geleceği zamanı iple çekermiş. Çünkü tüm hayvanlar üzerinden dumanlar çıkaran bu treni çok ama çok severmiş. Tren ormana geldiğinde kendisini seven bütün hayvanları selamlamak ve geldiğini haber vermek için düdüğünü öttürürmüş:
Tren: ‘Düüüüüütt!’
Ormanda yaşayan hayvanlar bu sesi duydukları vakit heyecanla koşmaya başlarmış. Kiminin elinde bavulları kiminin elinde çocukları herkes trene doğru sevinçle koştururmuş. Tren tüm içtenliğiyle kendisine doğru koşan hayvanları selamlarmış. Hayvanlardan sevimli tavşanlar ve sincaplar da trenin bu selamına kulaklarını sallayarak cevap verirmiş. Ormanın renkleri dediğimiz çiçekler trene başlarını sallar, ormanın neşesi olan kuşlar ise trenle adeta yarış yaparmış Tren kendisini bu kadar sevinçle karşılayan hayvanlara ve çiçeklere keyifle güler, daha da yüksek sesle çuf, çuf ederek bacasından puf puf diye dumanını çıkarırmış.
Günlerden bir gün ormanın karakargası Kaklak, trenin düdüğünü öttürerek gelmesini ve tüm hayvanların onu neşe ile karşılamasını çok kıskanmış. Zaten huysuz olan Kaklak, hızla uçarak trenin yanına varmış:
Kaklak: “Bıktık artık senin bu sesinden tren kardeş! Senin sesini sevmiyoruz anlasana, neden öttürüp duruyorsun” demiş.
Tren karakarga Kaklak’ın bu sözlerine çok üzülmüş. Ormandaki tüm hayvanların kendisini çok sevdiğini zanneden tren, karakarganın lafları ile adeta yıkılmış.
Tren ertesi gün yine ormanın yanındaki yoldan geçerken tam düdüğünü çalacağı sırada aklına karakarganın söyledikleri gelmiş. Hemen kısaca çalmış düdüğünü ‘Düt’ diye ve kesmiş. Gelişini kimse duymasın diye yoldan yavaşça geçen tren, dumanını çıkara çıkara ormanın yanından geçmiş. Ormanın içinde yaşayan hayvanlar trenin neşeli düdüğünü beklerken bir de ne görsünler! Tren neşeli düdüğünü çalmadan yavaşça geçip gidiyormuş. Trene binmek isteyenler koşmaya başlasa da trene yetişememiş.
Tren ormanın içinden çok yavaş geçtiği için şehre varması da uzun sürmüş. Makinistler trenin gecikmesi üzerine bir arıza olabileceğini düşünmüşler. Treni bakım odasına almışlar. Kasabadan şehre de yeni bir tren koymuşlar. Bu yeni tren eski tren gibi eski değilmiş ama onun kadar neşeli de değilmiş. Asık suratı ile durur, neredeyse hiç gülmezmiş.
Ertesi gün trenin yolunu gözleyen ormandaki hayvanlar dumanı çıka çıka gelen treni görünce çok sevinmişler. Ama bir de ne görsünler! Bu tren onların sevimli, güler yüzlü treni değil!
Asık Suratlı tren: ‘Acele edin hantal tavşanlar, hey siz sincaplar ne diye bakıyorsunuz öyle? Bineceksiniz binin şu trene!’
Hayvanlar yeni trenin hem konuşmalarından hem de asık suratından hiç hoşlanmamışlar. ‘Ah ah nerede bizim eski güler yüzlü trenimiz’ diyerek ağlamaya başlamışlar.
Hayvanların bu halini gören karakarga Kaklak, trene söylediği sözlerden dolayı pişman olmuş. Herkesin onu ne kadar sevdiğini görünce, hemen şehre doğru uçup trenden özür dilemek istemiş.
Karga şehre uçmuş, büyük tren garına girmiş. Oradaki karga dostlarının yanına giderek telaşla sorusunu sormuş:
Kaklak: ‘Karga dostlarım, bu tren garında eski ve gülen suratlı, neşeli bir tren vardı. O tren nerede?’
Karga dostları Kaklak’a bakarak;
Kargalar: ‘O tren dün gece çok geç kaldığı için mühendisler onu bakıma aldılar’ demiş.
Kaklak hemen hızlıca uçmuş, gizlice bakım odasına girmiş. Gülen yüzü ile eski tren oradaymış. Ama yüzünden düşen adeta bin parçaymış. Karakarga Kaklak her şeye sebep olanın kendisi olduğunu biliyormuş ve çok pişmanmış. Hemen trenin yanına varmış:
Karakarga Kaklak: ‘Tren kardeş, ben sana geçen gün bir sürü söz söyledim, sesini sevmiyoruz dedim ya sen o laflarıma inanma! Biz seni çok seviyoruz. Sen gelmediğinde hepimiz çok üzüldük. Ben de ne kadar büyük bir yanlış yaptığımı o anda anladım’ demiş.
Çufçuf tren karakarganın ne kadar üzgün olduğunu görebiliyormuş. Demek ki ormandaki herkes onu çok ama çok seviyormuş. Çufçuf tren bu sözleri duyunca çok sevinmiş, neşesi yerine gelmiş. Karakargaya dönerek;
Tren: ‘Üzülme karga kardeş, ben seni affettim. Yarın geleceğim, herkese haber ver’ demiş.
Tren ertesi sabah eski neşesi ile ormanın içinden geçerken, ormanda yaşayan tüm hayvanlar sevinçle zıplamaya başlamış. Her şey eski günlere dönmüş ve hepsi çok mutlu olmuş…
Gökten üç elma düşmüş, üçü de neşeli çocukların olmuş…document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
ODUNCUNUN TALİHİ HİKÂYESİ
Vakti zamanında pek çalışkan bir adam varmış. Ama çalışarak kazandığı para karnını doğru dürüst doyurmaya bile yetmezmiş. İşi evden eve odun taşımak, ev hanımlarına yakacak satmakmış. Günlerden bir gün yine ormanda çalışıyorken garip sesler gelmiş kulağına. Aldırmayıp, kente satmak için indireceği odunları kesip yığmaya devam etmiş. Kendini işine kaptırmış çalışırken fil çığlığına benzer bir ses işitmiş yeniden. Çok korkmuş ama korkusunu bastırıp, ne olduğunu anlamak için yürümüş dosdoğru sesin geldiği yana. Bir de bakmış ki, güzeller güzeli bir kız, dolanmış dallara çalılara oradan çıkamıyor. Hemen koşmuş, dalları kesip kızı kurtarmış.
“Kimsin, adın ne?” diye sormuş oduncu.
Oduncuyu gören kız:
“Önce sen söyle bana adını” demiş.
Şaşkınlığa düşen oduncu kekeleyerek adını söyleyince kız kendinden emin bir şekilde:
‘Bak, sen beni tanımazsın. Ama ben seni tanırım. Ben senin talihinim. O dalları kestiğin yer var ya; işte orada hak ettiğin paralar duruyor, al onları’ demiş.
Oduncu şaşırmış:
“Para mı, ne parası” demiş.
Kız hemen cevap vermiş:
“Elbette sen bunca yıl çalıştın, çok paran oldu. Hiç korkma, al onu. Bu paranın hepsi senindir. Ne istersen yapabilirsin onunla.”
Başka soru soramadan almış adamcağız paraları. Tüm olanları da bir düş sanıyormuş. Yarı şaşkın yarı sevinçli evine dönmüş. Evde eşi de inanmamış anlattıklarına. Oduncu ve eşinin hayatları birden farklılaşmış, mutlu olmuşlar. Köydeki herkes de görüyormuş yaşamlarının değiştiğini. Başlamışlar ‘bu parayı nereden buldunuz’ diye zavallıları sorgulamaya. Köylü de merak ediyormuş bu parayı nasıl elde ettiklerini, evlerini yeniden döşeyecek, yeni mobilyalar ve giysiler alacak zenginliğe nasıl ulaştıklarını.
Oduncu köylülerin tüm sorularına tek bir cümle ile yanıt veriyormuş:
– “Ormanda talihimle konuştum.”
Köyün en tembeli olan bir adam bunu duyunca acele koşup ormana gitmiş ve başlamış talihini çağırmaya. Ormanın içinden bir koca karı çıkmamış mı adamın karşısına! Kadının yüzü bumburuşuk, üstü başı hırpani, perişan haldeymiş. Tembel adam korkarak;
-“Böyle çirkin ve korkunç olan sen benim talihim misin?”demiş.
-“Ya nasıl olmalıydım sence? Hiç çalışmadan talih istiyorsun. Önce çaba göster, sonra görelim ne ola…”demiş yaşlı kadın.
Tembel adam çalışmak lafını duyunca yokuştan aşağı koşmuş, kuyruğuna neft yağı sürülmüşçesine. Sonra da bir şeycik edinememiş yaşamında. Eren ermiş muradına, biz de geldik masalımızın sonuna.
Fakir bir saka, o sakanın da bir eşeği vardı. Bu eşek; zayıf zavallı bir eşekti, sırtında yüzlerce yara vardı. Değil arpa ot bile bulamıyordu. Padişahın atlarının bakıcısı da bu sakayı tanıyordu. Onunla eskilere dayanan bir ahbaplığı vardı.
Padişahın atlarının bakıcısı bir gün yolda giderken sakaya rastladı:
– “Bu zavallı eşeğin hali ne böyle, nerdeyse zayıflıktan ölecek.” dedi.
Saka yana yakıla anlattı:
–“Sevgili dost biliyorsun ki ben fakir bir insanım. O sebeple bu zavallı hayvana bakamıyorum.” dedi.
Padişahın ahır başı:
– “Bak şimdi; sen bu hayvanı bana ver, birkaç gün padişahın ahırına bağlayayım. Ona padişahın atlarının yeminden vereyim, biraz düzelsin.” dedi.
Saka eşeği seve seve verdi. Eşeği alıp padişahın ahırına getirdiler. Eşek ahırdaki temiz ve bakımlı atların halini görünce:
– “Yarabbi! Bu nasıl iş, bu atlar senin yarattığın da ben senin yarattığın değil miyim? Şu halime bak, bunların durumuna bak, böyle olur mu?” dedi.
Aradan birkaç gün geçmeden savaş çıktı. Ahırdaki atları çekip eğerlediler. Savaş alanına yolladılar. Günlerce süren savaştan sonra atlar döndüğünde her birinin vücudunda yüzlerce yara vardı ve birçok ok ucu hala vücutlarında duruyordu.
Atların ayakları bağlandı, cerrahlar geldi ve başladılar atların orasını burasını yararak, ok parçalarını ve mızrak uçlarını çıkarmaya. Bunu gören bizim eşek, daha önce düşündüklerinden ve söylediklerinden bin pişman olarak haline şükretti.
Bir sürek avında, tazılar bir tilkiyi kovalamaya başlamışlar. Tilki, ormanda odun toplayan bir adama yaklaşmış. Ondan, kendisini saklamasını istemiş. Adam da ona kendi kulübesini göstermiş. Tilki kulübeye gidip bir köşeye saklanmış.
Aradan biraz vakit geçince avcılar gelmişler. Oduncuya, tilkiyi görüp görmediğini sormuşlar. Oduncu:
— ‘Görmedim’ demiş. Ama bir yandan parmağıyla kulübeyi göstermiş.
Avcılar, adamın ne işaret ettiğini anlamamışlar. Oduncunun ‘görmedim’ sözüne inanıp oradan uzaklaşmışlar. Tilki, avcıların gittiğini anlayınca kulübeden çıkmış. Oduncuya hiçbir şey demeden uzaklaşmaya başlamış. Oduncu bu duruma pek öfkelenmiş:
— ‘Nankör hayvan! Böyle mi yapılır? Canını bana borçlusun. Bir teşekkür bile etmeyecek misin?’ demiş.
Tilki başını çevirerek:
— ‘Teşekkür mü? Davranışların da sözlerin gibi güzel olsaydı, teşekkür ederdim. Hem de binlerce kere teşekkür eder öyle giderdim’ demiş.
Tilki bu sözleri söyledikten sonra oradan hızla uzaklaşmış.
Bu masalda verilen öğüt: Gerçek iyilik sadece sözle değil, davranışlarımızda da aynı tutarlılığın olmasıyla gerçekleşir.
Vakit, gece yarısını geçmişti. Kalp, atışlarını yavaşlatmış; akciğer soluk alıp verme hızını düşürmüştü. Beyin ise, renkli bir rüyaya başlamıştı.
Mide:
-‘Of! Gözümü uyku tutmuyor. Ağzıma kadar tıka basa doluyum. İçimi sıkıntılar basıyor’ diye inlemeye başladı.
Beyin, hemen uyandı:
-‘Ne oluyor orada?’ diye sordu.
Karaciğer:
-‘Ne olacak, midenin gene uykusu kaçtı. Oburluğun sonu işte budur.’ Dedi.
Mide karaciğerin bu sözlerinden alındı:
-‘Bütün suç bende mi?’
Karaciğer:
-‘Aldığın fazla besinlerin bana da zararı dokunuyor. Onların getirdiği maddelerle uğraşırken yorgun düşüyorum’ dedi.
Karaciğer ve midenin tartışmasına toplardamar da karıştı:
-‘Kanımdaki yağların oranı gene yükseldi. Geriye zorlukla dönüyorum. Karaciğerin bu yağları düzene sokması gerekirdi’ dedi.
Karaciğer hemen kendini savundu:
-‘Sen de suçu bana mı yüklüyorsun arkadaş!’
Atardamar havasız kalmıştı:
-‘Susun artık! İşime engel oluyorsunuz. Ah, biraz daha temiz hava olsaydı keşke’ diye inledi.
Bu sözler üzerine Akciğer, soluk alıp vermeyi hızlandırdı. Ama temiz hava bir türlü gelmiyordu.
Beyin:
-‘Arkadaşlar! Birbirinizi suçlamayı bırakın. Siz görevlerinizi yerine getirdiniz’
Karaciğer hemen söze girdi:
-‘Şu mide dostumuz da görevini yapsa iyi olacak doğrusu!’
Beyin, mideyi savundu:
-‘Bu fazla yemeklerin sorumlusu mide değil arkadaşlar’ dedi.
Karaciğer şaşırdı:
-‘E, kim öyleyse?’
Beyin yanıt verdi:
-‘Kim olacak, sahibimiz! Biz bir insanın organlarıyız. Onun bu akşam yemeğini fazla kaçırması, sizleri böyle uykusuz bıraktı’ diyerek durumu açıkladı.
Akciğer:
-‘Ama temiz hava da yok. Oksijensiz kaldım. Hiç böyle zorluk çekmemiştim’ dedi.
Kalp:
-‘Arkadaşlar ben de gittikçe kötüleşiyorum’ dedi.
Beyin hemen duruma müdahale etti:
-‘Sahibimiz fazla yemek yediğinden hemen ağırlaştı, uykuya daldı. Her akşam yemeğinden sonra yaptığı gibi, bir gezinti yapmadı. Yatak odasının pencereleri de sıkıca kapalı duruyor. Dışarıdaki temiz hava içeriye giremiyor’ dedi.
Mide telaşlandı:
-‘Ne yapacağız öyleyse? Bunun bir çaresi yok mu?’
Kalp:
-‘Onu uyandıralım’ dedi.
Atardamar sordu:
-‘İyi de nasıl uyandıracağız?’
Beyin:
-‘Çok kolay. Şimdi ben korkulu bir rüya göreceğim. Kalp hızlı hızlı atacak. Ter bezleri ter salgılayacak. Sahibimiz de uyanmak zorunda kalacak’ dedi.
Mide sevinçle bağırdı.
-‘Yaşasın!’
Beyin:
-‘Susun da artık rüyaya başlayayım’ dedi.
Bütün organlar, derin bir sessizlik içine girdiler.
Beyin, hemen bir rüya düzenledi. İnsan, rüyasında karanlık bir kuyuya düşen oğlunu kurtarmak için çırpınıyordu. Kocaman bir yılan geldi, boynuna dolandı. O sırada kalp, “güm güm” diye sesli sesli attı. Ter bezleri, yağmur gibi ter salgıladılar. Adam, korkuyla uyandı. Alnı, boynu ter içindeydi. Yataktan heyecanla fırladı. Pencereyi açtı. Balkona çıktı. Derin derin solup alıp verdi. Sonra çocuk odasına gitti. Oğlu, mışıl mışıl uyuyordu. “Ne korkunç bir rüyaydı!” diye mırıldandı. Bir bardak maden suyu içti. Odaları dolaştı. “Galiba akşam yemeğini fazla kaçırmışım” diye düşündü.
Az sonra rahatlamış olarak yatağına yattı. Hemen uyudu, derin bir uykuya daldı.
Beyin:
-‘Geçmiş olsun çocuklar! Artık biz de rahat bir uyku çekebiliriz’ dedi.
Bir gölün çevresinde binlerce ördek yaşıyordu. Bu ördekler çeşitli yarışmalar düzenlerler, centilmence mücadele ederler ve birinci gelenleri ödüllendirirlerdi. Son birkaç yıldır yapılan yarışmalarda birinciliği Gadro kazanıyordu. Yüzme yarışı olsun, dalma olsun, güzel yürüme yarışması olsun Gadro hep önde, hep birinciydi.
Gadro, arkadaşları oyun oynarken tek başına antrenman yapmış, hırsla kendini büyük bir şampiyon olacağım diyerek yetiştirmişti. Birinci olamamak diye bir şeyi düşünemezdi. Zaten her şeyden emin olmadan yarışmalara katılmamış ve girdiği ilk yarışmadan zaferle çıkmıştı.
Gadro, son günlerde arkadaşlarına yakında buralardan gideceğini söylemeye başladı. Zaten burada sıkışıp kalmıştı. Dünya bu kadar küçük değildi. Çekip gitmeli ve dünyaya Gadro’yu tanıtmalıydı.
Gadro, tıpkı söylediği gibi bir gün ansızın çekip gitti. Hızlı adımlarla yürüyüp giderken, dönüp arkasına bakmadı. Gadro, gölden uzaklaştıkça kalbini kemirmeye başlayan huzursuzluğun gittikçe büyümekte olduğunu fark etti. Ne zaman birkaç orman hayvanını bir arada görüp yanlarına gitmeye kalksa huzursuzluğu çoğalıyordu. Çünkü onlar Gadro’ya sıradan biriymiş gibi davranıyorlar, bazı konularda ileri sürdüğü fikirlerine gülüp geçiyorlardı.
Gadro, bir süre sonra yürüyüşünün bile gülümsemelere neden olduğunu görünce canı iyiden iyiye sıkılmaya başladı. Bunlar da kimdi böyle? Kim oluyorlardı da onun çapında birine gülüyorlardı? O, koskoca bir şampiyondu. Göl kıyısında yaşayan binlerce ördek arasında adı bir ilah gibi anılıyordu. Ya bunları kim tanıyordu? Daha birbirlerini tanımak değil, kendi kendilerini bile tanımıyordu bunlar. Kendi adını unutmuş biri, Gadro’nun namını işitmiş olsa bile, şimdi hatırlamasına olanak var mıydı? Zavallıydı bunlar, hepsi zavallıydı.
Gadro, pek çok yeri gezip dolaştıktan tam beş yıl sonra göl kıyısına geri döndü. Artık eskisi gibi göl kıyısında dolaşmıyor, geceleri gölde yüzme, dalma antrenmanları yapıyor, gündüzleri ise, gölü rahatça görebileceği bir tepeye çıkarak, gölde yüzen ördekleri seyrediyordu. Gadro, bir gün yine bu tepeye çıkmıştı. Biraz sonra kırk elli ördeğin göl kıyısına gelerek, bunlardan ayrılan beş ördeğin göle girip birbirleriyle yarıştıklarını gördü. Arada bir, tek tük alkış sesleri duyuluyordu. Herhalde antrenman yapıyorlar, diye düşündü, Gadro. Aradan biraz zaman geçtikten sonra yaşlı bir ördeğin gelmekte olduğunu gören Gadro, tanınmaması için giydiği şapkasını gözlerinin üstüne kadar indirdi. Yaşlı ördek, selam verdikten sonra, Gadro’nun yanına oturdu:
-‘Yarışmalara bu yıl da ilgi pek az. Baksana beş ördek yarışıyor, taş çatlasa elli ördek onları alkışlayıp gayrete getirmeye çalışıyor’ dedi.
Gadro şaşırmıştı:
-‘Ne dediniz? Bunlar yarışıyorlar mı şimdi? Hayret, ben antrenman yaptıklarını sanmıştım’ dedi.
Bunun üzerine yaşlı ördek:
-‘Yarışıyorlar evlat, yarışıyorlar. Hem bu yarışma yılın en büyük yarışması. Büyük ödülü bu yarışı birinci bitirecek uzun mesafe yüzücüsü ördek kazanacak. Eskiden bu gölde ne yarışmalar yapılırdı. Bu tepe, şu yandaki tepeler, şu gerideki tepeler, tıklım tıklım dolardı. Her yarışmaya yüzlerce ördek katılırdı. Yarışmalar, büyük bir çekişme içinde günlerce devam ederdi. Son gün yapılan final yarışmalarıyla birinciler belli olur, alkışlar arasında ödüllerini alırlardı. Ne zaman ki, O, buralardan gitti, yarışmalardaki tüm heyecan bitti. Böyle giderse birkaç yıla kalmaz, yarışacak sporcu bulunmaz. Seyirci olmayınca yarışacak sporcu bulmak zor oluyor, evlat’ diyor.
Gadro, tanımasın diye yaşlı ördeğin yüzüne bakmıyordu. Yaşlı ördek sözlerini tamamlayınca, Gadro, tanınma korkusunu unutarak başını çevirirken şöyle konuştu:
-‘O gittikten sonra yarışmalardaki tüm heyecan bitti dediniz. O dediğiniz kimdi ki?’
-‘Bana bu soruyu sormakta yerden göğe kadar hakkın var, evlat. Zaten sen sormasan da, ben onun adını söyleyecektim. Senin yabancı olduğun, çok uzaklardan buralara geldiğin belli. Yoksa kimden söz ettiğimi anlardın. O, dediğim Gadro’ydu, evlat. Gadro, büyük bir şampiyondu. İlk girdiği yarışmadan son girdiği yarışa kadar hep birinci oldu. Herkes, Gadro’yu seyretmeye gelirdi. Binlerce seyircinin yaptığı tezahürat korkunç olurdu. O yarışırken dağ-taş ( Gadro… Gadro…) diye inlerdi. Gadro gideli beş yıl oldu ama onu bir türlü unutamadık. Aradan bunca zaman geçmesine karşın birkaçımız nerede bir araya gelsek hemen Gadro’dan bahsetmeye başlarız. Gadro başkaydı canım, Gadro bambaşkaydı.’diyor yaşlı ördek.
Yaşlı ördek sözlerini tamamlarken Gadro duygulanmış ve göz pınarlarında biriken yaşları silmek için şapkasını biraz yukarıya kaldırmıştı. Kendisini yarışırken ve göl çevresinde gezerken pek çok defa gören yaşlı ördek karşısındakinin kim olduğunu anlamıştı. Bu, büyük şampiyon Gadro’ydu. İnanılır gibi değildi. Demek Gadro yıllar sonra geri dönmüştü. İlk anlarda inkâr etmesine, Gadro olmadığını söylemesine karşın, yaşlı ördeğin uzun süren ısrarlarına dayanamayan Gadro, sonunda geri döndüğünün herkes tarafından bilinmesine razı oldu.
Ertesi gün gölde binlerce ördek toplanmıştı. Hepsi, büyük bir sabırsızlıkla Gadro’yu bekliyordu. Gadro, onları fazla bekletmedi, geldi, göle girdi, yanında yaşlı ördek olduğu halde, ördeklerle tanıştı, hal hatır sordu, iltifatlar etti, onlarla kısa süren konuşmalar yaptı, gönüllerini aldı. Daha sonra düzenlenen yarışmaya kadar Gadro, genç ördeklere gölde antrenman yaptırdı. Onların iyi birer yarışmacı olmaları için sonsuz gayret gösterdi. Düzenlenen her yarışmaya Gadro da katılıyordu. Eskiden olduğu gibi, yine her yarışmaya yüzlerce ördek katılıyor, yine yarışmaları binlerce ördek seyrediyor, yine dağ-taş (Gadro… Gadro… diye inliyordu. Gadro yarışmalarda birincilikler alıyordu fakat bazı final yarışmalarında Gadro’nun geçildiği görülüyordu ve bunu Gadro’nun yeni şampiyonlar ortaya çıkması için yaptığını herkes biliyordu.
Gadro, yirmi dört yaşına girmiş ve iyice yaşlanmıştı. Birkaç yıldır sadece kısa mesafeli yüzme yarışlarına katılıyordu. Son yarışında ilk metrelerde fenalık geçirmesine karşın, yarışı bırakmadı. En geride kalmıştı. Diğer ördekler yarışı tamamlayıp geriye dönüp baktıklarında Gadro’yu gördüler. Efsanevi şampiyon Gadro, ileri doğru yüzmeye çalıştıkça sırtüstü düşüyor, kendini kaybetmiş bir halde debelenip duruyordu. Yarışmacıların hepsinin üstünde Gadro’nun emeği vardı. O, gece gündüz demeden kendilerini bu yarışa hazırlamıştı. Hoca zor durumdaydı. Yardım etmeliydi. Yarışmacı ördekler, bir çırpıda Gadro’nun yanına gelip, onu kucakladılar. Yarı baygın durumdaki Gadro mırıldanıyordu:
-‘Yarışı bitirmem lazım çocuklar, yarışı bitirmem lazım!’
Gadro, binlerce ördeğin derin bir sessizlik içinde ayakta izlediği son yarışını diğer yarışmacıların kolları arasında bitirmeyi başardı. Normalde bir ördeğin ortalama yaşam süresi yirmi beş yıldı. Fakat Gadro daha fazla yaşadı. Yarışmalarda yarışamasa bile yarışmalar yapılırken Gadro hep oradaydı.
Yoksul Kunduracı
Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar ülkenin birinde yoksul bir kunduracı ile karısı yaşarmış. Kunduracı çok yaşlıymış ve artık eskisi gibi iş yapamıyormuş. Bu yüzden az kazanıyor, kazandıkları da karısıyla karınlarını doyurmaya ancak yetiyormuş. Gel zaman git zaman kunduracı iyice fakirleşmiş, elinde sadece bir çift ayakkabı yapacak deri parçası kalmış. Elinde kalan son deriyi ertesi gün ayakkabı yapmak için tezgâhın üzerine koymuş, üzgün bir şekilde yatmaya gitmiş.
Sabah olunca ayakkabı yapmak için erkenden kalkmış. Atölyesine gelip tezgâhın üzerine bakınca çok şaşırmış. Gece bıraktığı deri parçasının olduğu yerde yepyeni bir çift ayakkabı duruyormuş. Gece yorgunken yaptığını ve hatırlamadığını düşünüp ayakkabıyı satmaya gitmiş. Ayakkabı o kadar güzelmiş ki müşterisi ona yüklüce para vermiş. Kunduracı kazandığı paralarla yeni iki çift ayakkabı yapacak kadar deri satın almış. Eve gelince karısına durumu anlatmış ve o da çok mutlu olmuş. O akşam, derileri yine ertesi gün ayakkabı yapmak üzere tezgâhın üzerine koymuş ve yatmaya gitmiş.
Ertesi sabah uyandığında bu sefer tezgâhın üzerinde iki çift ayakkabı görmüş. Şaşkınlıkla birlikte çok da mutlu olmuş. Hemen götürüp ayakkabıları satmış ve bu sefer ilkinden çok daha fazla para kazanmış. Gene kazandığı paralarla deriler satın almış. Hepsini tezgâhın üzerine koymuş. Bu sefer ertesi gün orada yeni ayakkabılar göreceğini biliyormuş. Uyanınca haklı olduğunu anlamış çünkü tezgâhın üzerinde bir sürü ayakkabı varmış. Gel zaman git zaman böyle devam etmiş. Kunduracı ile karısı nereden geldiklerini bilmedikleri bu ayakkabıları satarak bolca para kazanmışlar, artık fakir değillermiş. Fakat kunduracı derilerin ayakkabılara nasıl dönüştüğünü merak eder olmuş. Bir gün karısına,
-‘Bize yardım edenlerin kim olduğunu öğrenmeliyiz, o yüzden bu gece derileri tezgâhın üzerine koyduktan sonra dolaba saklanıp gizlice olanları izleyelim’ demiş.
Akşam dolaba saklanmışlar, gece yarısına doğru tezgâhın oradan sesler gelmeye başlamış. Kunduracı ile karısı gördüklerine inanamamışlar. İki cücenin tezgâha çıkıp derilerle ayakkabı yapmaya başladıklarını görmüşler. Kunduracı ile karısı çok şaşırmış. Sabaha doğru cüceler gidince de kara kara düşünmeye başlamışlar:
-‘Bizi fakirlikten kurtaran bu iyi cücelere teşekkür etmemiz lazım’ diyerek bir karar vermişler. Cüceler için minik kıyafetler ve ayakkabılar hazırlayacaklarmış. Bunun için hemen işe koyulmuşlar.
Kıyafetleri ve ayakkabıları hazırlayıp akşam tezgâhın üzerine koymuş ve gene dolaba saklanmışlar. Cüceler ayakkabı yapmak için tezgâha yaklaştıklarında hediyeleri fark etmiş ve çok mutlu olmuşlar. Hemen giyinmişler. Onların mutlu olduğunu gören kunduracı ve karısı da çok mutlu olmuş. Bu cüceleri son görüşleri olmuş, o günden sonra kunduracı ve karısının yardıma ihtiyaçlarının kalmadığını anlayan cüceler kendi yollarına gitmişler.
Ama kunduracı ile karısı, minik adamlar sayesinde kazandıkları parayla ömür boyu rahat yaşamışlar. Onları da hiç unutmamışlar.