Etiket: hikaye

Koç ve Kurt Masalı
Koç ve Kurt Masalı

Küçük Kurdun İntikamı

Baba koç o gün çok sinirliydi. Çoban Efe bunu görünce dayanamayıp sormuş, “Hayırdır baba koç, ne oldu, neden bu kadar sinirlisin.” Baba koç çobanın yanına oturarak “Nasıl sinirli olmayayım. Dereye su içmeye indiğimde küçük bir kurt yavrusu gördüm. Tam yakaladım öldürecektim, beni oyalayıp birden kaçtı. O biraz büyüdüğünde benim karıma, çocuklarıma, torunlarıma saldırabilirdi oysa.” Çoban koçun üzüntüsünü insan olduğu için tam olarak anlayamasa da onu teselli etmeye çalışmış.

Bu olayın üzerinden iki yıl geçmiş. Son 1 yıldır etrafta nam salan kızıl başlı kurt ve sürüsü, çevrede neredeyse hiç koyun sürüsü bırakmamış. Çoban kızıl kurtun korkusundan dışarı çıkmak istemeyen sürüsünü zorla 1 2 saatliğine dışarı çıkarmış. “Korkmayın, köpeklerimiz bizi korur. Sürekli ağılda kalamazsınız açlıktan öleceksiniz.” demiş. Hayvanlar önce biraz ürkse de alışıp otlamaya başlamış. Tam bu sırada kızıl kurt ve ordusu saldırmak için hazırmış. Kızıl kurt, “Civardaki son sürü bu. Şimdi inip onları da talan edeceğiz. Ancak sadece baba koçu bırakın bana. Beni küçükken koavalyıp korkutmuştu, şimdi de o korksun bakalım.” demiş.

Kurt sürüsü hep birlikte ilk önce çoban köpeklerine saldırmış. Biraz direnen köpekler, sayıları fazla olan kurtlara yenik düşmüş. Köpekleri geçen kurtlar koçlara, koyunlara ve en son olarak da kuzulara girişmişler. Ne kadar karşı koymaya çalışsalar da koyunlar başarılı olamamış ve yenik düşmüşler. Etraftaki tüm köpek, koç, koyun ve kuzular öldürülmüş. Bir tek baba koç hariç… Kızıl kurt dağlardan inmiş ve baba koçun yanına gelmiş. “Hey gidi günler hey…” demiş. Koç kurdu tanımış.

“Hatırlıyor musun ihtiyar, bundan tam 2 yıl önceydi yine karşılaşmıştık. Yine birimiz titriyordu korkudan diğerimiz gülüyordu. Ama şimdi işler biraz değişti, bu sefer gülen sen değil, benim.” Baba koç 2 yıl öce elinden kaçırdığı kurdun intikam için yöredeki tüm sürüleri yok etmesine çok şaşırmış. Ve tabi kendisini öldürmemesine de.

“Ben 2 yıl önce kendi aklımla elinden kurtuldum. Sende şimdi aklını kullanabilirsen kurtulabilirsin elimizden. Seninle teke tek savaşacağım, eğer beni yenersen ordum sana bir şey yapmayacak.”

Baba koçun bunu kabul etmektan başka çaresi yoktu. Bacakları korkudan ve yorgunluktan titrese de kurda sonuna kadar direnmiş. Kurdun güçlü dişlerinden aldığı darbeler öldürücü değilmiş daha ancak çok can yakıcıymış. Birden aklına kurtların narin mideleri ve kendilerinin güçlü boynukları gelmiş. Tüm gücü ile kurdun midesine bir darbe vurmuş ve kurt cansız bir şekilde yere yığılmış. Komutanlarının yerde ölü yattığını gören diğer kurtlar korkudan dağa kaçmış ve baba koç hayatta kalmış. Olan biteni ağaç üzerinden izleyen çoban, “Hey gidi eski dostum, hey. Sen neymişsin ya.” demiş ve koçu sırtına alarak köye doğru yol almış.

Ayşecik ve Yasemin Masalı
Ayşecik ve Yasemin Masalı

Prenses ile Sütçü Kız Masalı 

Sevgi o gün erkenden uyanmıştı. Çok heyecanlı ve bir o kadar da sevinçliydi. Nasıl heyecanlı olmasın ki. Kendisini bildiğinden beri odasının camından baktığında uzakta gördüğü saraya bugün girecek, nasıl bir yer olduğunu öğrenecekti. Sevgi koşar adımlar ile mutfağa kahvaltıya gitti. Annesine yemek için yardım etti ve hep birlikte sevinç içinde yemeklerini yediler. Kahvaltıdan sonra babası ile birlikte sütleri saraya götürmek için yola koyuldular.

Sevgi’nin babası saray sütçülerinden biriydi. Her sabah sağdığı sütleri saraya götürür, geçimini bundan sağlardı. Sevgi, 10 yaşına geldiği için artık saraya babası ile gelebiliyordu. Saray kapısından avluya geçer geçmez, Sevgi hayretler içinde kaldı. “Ne kadarda büyük.” dedi. Babası saray görevlilerinden bir kadına rica ederek Sevgi’yi sarayda gezidrmesini rica etti. Sevgi kadın ile birlikte saraya girdiğinde gözleri kamaştı. Çok parlak ve büyük taşlar ile süslenmiş saray koridorlarında gezmeye başladı. Bu sırada Sevgi ile aynı yaşta olan Prenses Zeynep’te nedimeleri ile birlikte saray koridrounda geziyordu. Sevgi’yi görünce yanına yaklaştı ve ona bakarak. “E, kalfa bu misafrimiz kim?” ” Sütçünün kızıymış efendim, sarayı merak etmiş bende gezdiriyorum.”

Zeynep Sevgi’ye yaklaşarak elini uzatmış. “Merhaba ben Zeynep, sarayımıza hoşgeldiniz, nasıl beğendiniz mi?”

Sevgi, kendi yaşıtı güzeller güzeli prensesi çok sevmiş. “Evet çok beğendim efendim, çok büyük ve parlak bir eviniz var. Benim evimde güzel ama sizin ki daha çok daha büyük.” demiş.

Prenses Zeynep de Sevgi’yi çok sevmiş ve kendisini odasına davet etmiş. İki kız prensesin odasında uzun süre muhabbet edip dertleşmişler. Öğlen yemeği vakti Prenses Zeynep babası ile yemek yemek için Sevgi’nin yanından ayrılmış ve ertesi gün buluşmak için sözlemişmler. Sevgi buna çok sevinip babasına her şeyi anlatmış.

Bu sırada öğle yemeğinin sonuna gelen kral ve kızı sohbet ediyormuş. Kral kızına kendisinin bir prenses olduğunu ve köylü kızları ile arkadaşlık etmemesi gerektiğini söylemiş. Zeynep buna çok üzülmüş ama babasına da karşı gelememiş. Ertesi gün Sevgi avluda prensesi beklemiş ama Zeynep gelmemiş. Sevgi de buna çok üzülmüş ve bir daha saraya uğramamış.

Prenses Zeynep, Sevgi’yi çok özlemiş ve günden güne hastalamış. Babası kızının bu haline dayanamayıp Sevgi’yi saraya kabul etmiş. Zeynep Sevgi’nin sesini duyunca hastalığından eser kalmamış ve iki kız hayatları boyunca arkadaş olarak kalmışlar.

Avcı Mehmet’in Masalı
Avcı Mehmet’in Masalı

Avcı Ali

Her attığını vuran usta bir avcı olan Ali o gün de tüfeğini kaptığı gibi ormana gitmişti. Acaba bu gün ne avlasam diye düşünürken gözüne hızlıca koşan bir tavşan ilişti. Akşam yemeği için tavşan yahnisi de çok güzel olur diye düşünerek tüfeğini tavşana doğru yöneltti. Yıllardır hep aynı silahı kullanır ve attığını da mutlaka vururdu. Bu eski tüfek nesilden nesile geçen bir aile yadigarıydı. Her attığını vurmasını sağladığı için avcı Ali bu tüfeği çok severdi. Fakat tüfek yıllardır can almaktan yorolmuştu. Hiç kimseye zararı olmayan masum hayvanları öldürmek istemiyordu. Her gece Ali’nin başka bir tüfek alması ve artık kendisini ava götürmemesi için dua ediyordu. Ama işte yine Ali kurşunu doldurmuş bir tavşanı hedef alıyordu. Bu tavşan kim bilir niçin koşuşturup duruyordu. Belki evinde bekleyen yavruları içindi bu koşuşturmacası. Yaşlı tüfeğin gözünün önüne birden öksüz kalan minik tavşan yavruları geldi ve gözleri doldu. Hayır bu tavşanı vurmayacaktı, ona kurşun sıkılmasına engel olmalıydı. Hemen kararını verdi ve avcı Ali tam tetiği çekecekken kendini geri teptirdi. Kurşun namludan çıkmıştı ama tüfek sabit durmadığı için boşluğa gitmişti. Silah sesini duyan tavşan hemen durumu anlamış ve çalıların arasına saklanıp canını kurtarmıştı. Bu duruma çok sinirlenen avcı, bu tüfek artık iş görmüyor diyerek onu çalıların arasına atıp gitti. Yaşlı tüfek orada öylece bir başına kalmıştı. Tüm bu olanları çalıların arkasından gören bir sincap bu durumu ormandaki tüm hayvanlara tek tek anlattı. Ormandaki hayvanlarda bu davranışı nedeniyle tüfeğe teşekkür ettiler ve ona kendileriyle yaşamasını teklif ettiler. Yaşlı tüfek bu teklifi kabul etti ve ormandaki tüm hayvanlar tarafından sevilen bir dost oldu. Yaptığı iyiliğin karşılığında hayatının geri kalanını yemyeşil bir ormanda güzel canlıların arasında geçirdi.

Aslanın Sarayı Masalı
Aslanın Sarayı Masalı

Tilkinin Kurnazlığı

Yeşil Orman’ın kralı aslan, bir gün sarayında davet vermek istemiş. Yeni sarayını tüm hayvanlara gösterip fikirlerini alma düşüncesindeymiş. Davete ilk olarak gergedan gelmiş. Aslan sarayının kokusunu beğenmemiş, “Off bu ne koku böyle, ben böyle bir saray görmedim, bir dakika bile kalamam burada.” demiş. Aslan bu sözlere çok kızmış ve anında gergedanın başını vurdurmuş.

Gergedanın başına gelenleri gören şebek saraya girer girmez, “Ohh mis gibi, çok güzel kokuyor sarayınız kralım, çok da şahane.” demiş. Aslan kral, şebeğin bu sözlerini çok abartılı ve yalan olarak nitelendirmiş ve onunda başını vurdurmuş. Olan biten her şeyi uzaktan izleyen ve kurnazlığı ile bilinen tilki, aslanın sarayına girer girmez ses etmeden aslanı selamlamış ve yerine oturmuş. Aslan bir süre sonra tilkinin görüşünü merak etmiş.

” Eee tilki sarayım nasıl?”

” Güzel kralım.”

” Peki ya kokusu.”

” Kokusu mu? Ben bu konuda bir şey söyleyemeyeceğim kralım, 1 haftadır nezleyim ve bundan dolayı koku alamıyorum.” demiş.

Aslan bu söz üzerine tilkinin ne kadar kurnaz olduğunu düşünmüş ve canını bağışlamış. O günden sonra da tüm tilkiler kurnazlıkları ile anılmaya başlamış.d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);

Yalan Söyleme Üzerine Masal
Yalan Söyleme Üzerine Masal

KÜÇÜK ÇOCUKTAN DÜRÜSTLÜK DERSİ!

Bir varmış bir yokmuş… Bundan asırlar önce, insanların ilim-irfan öğrenmek için çok çalıştıkları ve tüm güçlüklere göğüs gerdikleri zamanlarmış. Çocuklar daha küçük yaşlarda ailelerinin yanından ve köylerinden ayrılmak zorunda kalırlarmış. Yıllarca köyden ve aileden uzak, gurbette yaşarlarmış.

 

Bu zamanların birinde, küçük bir kasabada akıllı mı akıllı, bilgili mi bilgili bir çocuk yaşarmış. Bu çocuğun adı Ahmet’miş ve Ahmet küçük yaşından itibaren ilime çok meraklı bir çocukmuş. Daha küçük yaşta içine düşen öğrenme merakına engel olamayan Ahmet, dayanamamış ve uzak diyarlara gitme kararından bir gün annesine bahsetmiş:

Ahmet: ‘Anne, ben ilim öğrenmek için ilimlerin diyarı, âlimlerin şehri olan Bağdat’a gitmek istiyorum. Bana izin ver gideyim, içime düşen öğrenme aşkını bir nebze de olsa dindireyim.’

Annesinin gözleri dolsa da çocuğunun içindeki öğrenme aşkına engel olmak istememiş:

Anne: ‘Senden gurbette yaşamaya gönlüm hiç razı değil oğul! Ancak bilirim senin içindeki öğrenme aşkını. Varsın Allah seni korusun, git dindir içindeki öğrenme aşkını. Ama benden sana bir nasihat: sakın ama sakın yalan söyleme. Bana söz ver!’

eskiya

Ahmet ne olursa olsun, ne kadar zor durumda kalırsa kalsın yalan söylemeyeceğine dair annesine söz vermiş. Anası da küçük yaştaki çocuğunu güzelce hazırlamış, eşyalarını bohçaya bağlamış. Son olarak da evdeki kırk adet altını çocuğunun yanına koymuş:

Anne: ‘Ahmet, bak oğlum! Hırkanın içine bir kese içerisinde kırk adet altın koydum. Onlar senin zor zamanda harcayacağın paran.’

Ahmet annesine teşekkür etmiş. Elini öperek helallik istemiş ve kervanla birlikte Bağdat’a karşı yola koyulmuş.

Kervan Bağdat’a giderken, yolda eşkıyalar kervanın yolunu kesmiş. Acıması olmayan bu eşkıyalar kervandakilerin malını, altınını, her şeyini almış. Eşkıyalardan biri en son Ahmet’in yanına gelmiş. Üstünden başından bu çocuğun çok fakir olduğunu anlayan eşkıya dalga geçmek amaçlı sormuş küçük çocuğa:

Eşkıya: ‘Söyle bakalım küçük çocuk, senin üzerinde ne gibi kıymetli eşyalar var?’

Ahmet eşkıyaya hiç düşünmeden cevap vermiş:

Ahmet: ‘Kırk tane altınım var.’

Eşkıya şaşırmış. Küçük çocuğun lafına bir de kocaman kahkaha atmış:

Eşkıya: ‘Sen de ne arar kırk altın!’

Ahmet diğer eşkıyalar da başına gelince onlara da aynı cevabı vermiş. Son olarak eşkıyaların başı yaklaşmış Ahmet’in yanına:

Baş eşkıya: ‘Nerede peki bu kırk altın?’

Ahmet hırkasının içindeki keseyi göstermiş. Eşkıyalar hemen sökmüşler keseyi hırkadan. Bakmışlar ki gerçek! Küçük çocuğun kırk tane altını var gerçekten. Baş eşkıya çok şaşırmış:

Eşkıya : ‘Sen neden altının olduğunu bize söyledin? Neden saklamadın?’

Ahmet: ‘Ben yola çıkmadan anneme söz verdim. Ne olursa olsun, ne kadar zor durumda kalarsam kalayım yalan söylemeyeceğim dedi. Bu sebeple üzerimde olan altınları size söylemek zorunda kaldım. Anneme verdiğim sözden kırk altın için döneceğimi mi sandınız?’

Eşkıyaların hepsi küçük çocuğun bu sözlerine şaşırmış kalmış. Hepsi derin düşüncelere dalmış. En sonunda baş eşkıya konuşmuş:

Baş Eşkıya: ‘Bu küçük çocuğa helal olsun! Verdiği sözden dönmeyen adam gibi adam olacak bu çocuk! YA biz? Kaç kere tövbe ettik ama yine de Allah’ın onaylamadığı, günah dediği işleri yapar olduk. Ne sözümüzü tutabildik, ne de tövbemizi! Bundan böyle bu çocuk benim miladımdır. Yaptığımız bütün kötü işlere ve insanların eşyalarına el koymaya tövbe! Bir daha böyle işlere ne bulaşacağız ne de yapacağız!’

Diğer eşkıyalar da baş eşkıyanın sözünden çıkmadıkları için hep bir ağızdan tekrar etmişler:

‘Sen hangi yolda yürürsen biz de seninleyiz. Hepimiz yaptıklarımızdan bin pişmanız. Tövbeler olsun tüm yaptıklarımıza!’

Küçük çocuk yaptığı dürüst hareketle ve yalan söylememesi ile eşkıyaların doğru insan olmasına sebep olmuş. Küçük çocuk aynı zamanda ilim-irfan sahibi olup büyük bir alim de olmuş.

Arılar Ordusu
Arılar Ordusu

Sevgili çocuklar! Siz hiç tek kanatlının masalını dinlediniz mi? Dinlemediyseniz tek kanatlı bir arının size anlatacağı, birlikten kuvvetin doğduğunu dinleyeceğiniz güzel bir masala ne dersiniz? İşte Hz. İbrahim’in nesilden nesile geçecek ve öğüt niteliğinde yaşadıklarını anlatan tek kanatlı arı…

Merhaba sevgili çocuklar, benim adım tek kanatlı arı. Görevim herkese birlikten kuvvet doğacağını anlatmak. Bu iş için HZ. İbrahim tarafından görevlendirildim. Zamanında onun başına gelenleri herkese anlatmayı ve herkesin bu masaldan kendine öğüt çıkarmasını görev bildim. Peki, nedir bu hikâye? Buyurun dinlemeye…

Eski ama çok eski zamanların birinde, Hz. İbrahim’in çocukluk döneminde, Nemrut adında bir hükümdar yaşarmış. Nemrut, öyle bir hükümdarmış ki; suratı her zaman asık, sesi her zaman gür, kızgın, sinirli, ünü yedi dağları aşan, acımasız bir hükümdar… Nemrut’un kimi zaman Tanrı olduğu bile söylenir, insanlar ondan çok ama çok korkarmış.

Günlerden bir gün Nemrut adlı hükümdarın kötü bir rüya gördüğü yayılmış tüm ülkeye. Nemrut rüyasında; yeni doğan bir erkek çocuğunu görmüş. Bu erkek çocuk büyümüş ve kendisini öldürmüş. Nemrut uyandığı gibi ülkenin en iyi büyücülerini çağırmış yanına. Gördüklerini heyecan ile anlatmış. Büyücüler doğan çocuklardan birinin onu öldüreceğini söylemiş.

Nemrut o günün ertesi sabahında bütün görevlilere emirler yağdırmış:

Nemrut: ‘Hepiniz ülkeyi tek bir kapı bırakmadan gezin. Yeni doğan bütün erkek çocuklarını öldürün!’

Nemrut’un bu emri üzerine ülkeye dağılan askerler, annelerin feryatları ve gözyaşları içerisinde tüm erkek çocuklarını kılıçtan geçirmiş. Ülkede tek bir erkek bebek kalmayana kadar bunu devam ettireceklermiş.

İşte o gün mağaranı içinde dinlenirken bir annenin mağaraya geldiğini gördüm. Kadın ağlaya sızlaya, elindeki yavrusunu öpe koklaya mağaraya bırakıp gitmek zorunda kaldı. Bebek erkek oğlandı, onu öldürmesinler diye annesi buraya saklamıştı. Bebeğe baktım, o sırada o da gözlerini açıp bana baktı. İşte o an kaderimizin o bebekle birleştiğini anladım. Mağaraya gelen bir geyik sütünü bebeğe verdi ve bebek geyiğin sütü sayesinde büyüdü.

Bebek büyüdü ve kocaman erkek oğlan oldu. Onun adı ‘Bilge’ olurken bana da ‘tek kanatlı’ ismini takmıştı. İkimiz birlikte aileden de öte olmuştuk. Fakat Bilge bir gün kaderini değiştirecek büyük bir olay yapacaktı!

Günlerden bir gün ikimiz yol üzerinde denk geldiğimiz bir mağaraya girdik. Mağaranın içi putlarla doluydu. Bilge öfkeyle baktı mağaranın içindeki putlara:

Bilge: ‘Bu putlara taptıklarına inanabiliyor musun tek kanatlı? Onları yaratan kişinin bu putlar olduğuna inanmışlar.’

Bilge eline bir balta aldığı gibi etrafında gördüğü tüm putları yıktı, geçti. Ben o sırada olanlardan çok korktuğum için arkamı dönmüştüm Bilge’ye. İşte o sırada olanlar oldu! Nemrut ve askerleri mağaranın içine girdi. Hepsi birden yerle bir olmuş putları görünce sinirden deliye döndü. Nemrut adeta kükredi:

Nemrut: ‘Kim yaptı bunu hemen söylesin!’

Bilge Nemrut’un karşısında hiç korkmadan dikildi:

Bilge: ‘Balta kimin elinde, kimin boynunda ise o yapmıştır.’

Nemrut daha da sinirlenir:

Nemrut: ‘O bir put, bunu nasıl yapabilir densiz!’

Bilge yine korkmadan cevap verir Nemrut’a:

Bilge: ‘Onları sizi yarattığınıza inanıyorsunuz da bunu yapabileceğine neden inanmıyorsun?’

Nemrut, Bilge’nin zekâsı ile başa çıkamayacağını anlayınca deliye döndü. Hemen askerlerinden kocaman bir ateş yakmalarını emretti. Bilgeyi iki kolundan tutan askerleri görünce korkum daha da büyüdü. Hemen gidip Bilge’nin omzuna kondum. Bilge ve ben zindana kapatıldık.

Bir gün sonra Bilge’yi tekrar Nemrut’un karşısına çıkardılar. Ben de hala omzundaydım. Nemrut Bilge’ye haykırdı:

Nemrut: ‘Ey küçük oğlan! Tövbe et, putları onar, seni affedeyim!’

Bilge sakin bir ses ile cevap verdi:

Bilge: ‘İnanmadığım hiçbir şeyi yapmam. Ateşinizden de korkmuyorum.’

Nemrut öfkeyle emri verdi:

Nemrut: ‘Yakın!’

nemrut

O sırada ateş daha da büyüdü. Askerler Bilge’yi yukardan sarkıtarak ateşin içine atacaktı. Bilge omzundan ayrılmamı istedi. Çaresizce ona son kez bakarak omzundan ayrıldım. Arkamı dönüp baktığımda bir de ne göreyim! Ateş kalmamış, her yer yemyeşil ağaç olmuş, kuşlar, böcekler etrafta uçuşuyormuş!

Hemen Bilge’nin omzuna geri kondum:

Tek kanatlı Arı: ‘Bu bir mucize, bu ateş nasıl yok oldu?’

Bilge ise birlik olup Nemrut’un diğer oyunlarına karşı da savaşmayı planlıyordu. O sırada ateşin yok olduğunu fark eden Nemrut ise sinirden deliye döndü ve Bilge’yi tekrar hapsetti. Nemrut öfkeyle:

Nemrut: ‘Bu ahlaksız yarın ordum ile savaşacak. Ordum onu paramparça edecek’ dedi.

Bu sırda ben ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Nemrut ordusunu Bilge’nin üzerine salarsa Bilge ölürdü. Aklıma o anda bir fikir geldi. Bilge ne demişti: ‘Birlik olmalıyız!’

Hemen arılar ordusunun yanına uçtum. Arıların en başına durumdan bahsettim. Arılar ordusu planlarını yaptı ve bir birlik olarak hücuma geçtik. Ordunun ve Nemrut’un bulunduğu alana uçtuk tüm arı ordusu olarak. Nemrut’u atın üstünde gördüğüm gibi tüm arılara hücum emrini verdim.

Arılar orduya saldırınca neye uğradığını anlayamayan Nemrut kaçmaya başladı. Onu kaçırmamalıydım. Takip ettim ve onun boş bulunduğu bir anda ona yapabileceğim en büyük kötülüğü yaptım. Burun deliğinden kafasının içine girdim ve kafasının içinde uçmaya başladım. Nemrut deliye dönmüştü, kafasını bir oraya bir buraya vurmaya başladı. Beni çıkaramayınca askerlerini çağırdı tokmakla kafasına vurdurdu! Yine çıkaramayınca tüm askerler Nemrut’un kafasını kesip yeni bir kafa takmakta karar kıldılar. Başı kesilen Nemrut ölmüştü. Halk da bu acımasız hükümdardan kurtulduğu için bayram etmişti.

Ben hemen Nemrut’un kafasından kurtuldum ve Bilge’yi buldum. Bilge halkın sevgisini kazanmıştı. Bana döndü:

Bilge: ‘Tek kanatlı, dert ortağım, can yoldaşım! Sen şimdi uçabildiğin yere kadar uç, yeni diyarlara git. Acımasız Nemrut’un masalını herkese anlat! Anlat ki bilsinler, birlikten kuvvet doğar desinler. Zalimin sonu ancak birlik olmakla gelir desinler!’

Araba Masalı
Araba Masalı

Ercan, iş çıkışı kardeşinin kendisine aldığı hediye arabayı görünce çok şaşırmış. “Ben bile bu kadarını düşünmüyordum.” demiş. Gerçekten de kardeşi kendisinde bile olmayan, en son model ve konforlu arabalardan birini almış. Ercan’ın gözü arabanın hemen yanıda duran küçük çocuğa takılmış. “Ne oldu, neden bakıyorsun öyle arabaya?”

“Hiç sadece çok beğendim, sizin mi?”

“Evet benim, kardeşim doğum günüm için almış ve bu süper arabayı.”

“Ne kadar güzel, inşallah ben…”

“Tamam anladıki inşallah benim de böyle bir kardelim olur da bana bu kadar güzel araba alır.” diyeceksin.

“Hayır efendim, ben inşallah bende ileride kardeşime böyle bir araba alabilirim diyecektim.” demiş çocuk.

Ercan beklemediği bu cevap karşısında şaşırmış ve çocuğa adını sormuş.

“Ali, benim adım Ali efendim. Rica etsem araba ile beni bizim sokağa götürür müsünüz?”

Ercan çok işi olmasına rağmen bu küçük çocuğu kırmamış, akrabalarına, mahalledeki arkadaşlarına araba ile hava atacak diye düşünmüş. Sokaklarına geldiklerinde çocuk bir evi göstererek ” Burada durup 5 dakika bekler misiniz?” demiş.

Ercan şimdi mahalle arkadaşlarına seslenecek diye beklerken Ali, arabadan inip eve girmiş ve 5 dakika sonra geri dönmüş. Yanında ayağı aksayan bir kız çocuğu varmış. ” Bak Lale, işte sana bahsettiğim araba. Bende büyüyünce çok çalışıp sana bu arabadan alacağım.” demiş.

Ercan küçük kız çocuğu ve abisine bakarak ne kadar büyük bir ders aldığını düşünmüş. Hayalleri büyük ama kendi küçük olan bu çocuklardan bir kaç saat içinde çok şey öğrenmişti.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Anne Güvercin Masalı
Anne Güvercin Masalı

Batuhan, arkadaşları tarafından sevilen, okulunda başarılı bir çocuktu. Arkadaşları, öğretmenleri, annesi ve babası onu çok severdi. Terbiyeli davranışları ile herkesin sevgisini kazanan Batuhan’ın ne yazık ki kötü bir huyu varmış. Okuldan gelir gelmez yemeğini yiyip ödevini bitiren Batuhan, kendi yaptığı sapanını alıp kuş vurmaya gidermiş. En yakın arkadaşları, anne, babası ve öğretmenleri Batuhan’ bu konuda çok uyarsa da bir türlü bu huyundan vazgeçmemiş.

Bir gün yakınlardaki ağaçların üzerinde duran kuşları vurmak için evden çıkmış. Tüm ağaçlardaki kuşlar, çocuğu görür görmez kaçışmaya başlamış. En köşedeki ağacın üzerinde yavrusu ile dinlenen anne güvercin çocuğu görmemiş ve çocuğun sapanı il yaralanmış. Yavrusu ise daha çok küçük olduğu için daldan düşüp ölmüş. Anne güvercin, kendisini yaralayan ve yavrusunu öldüren Batuhan’ı hiç unutmamış. Her gün aynı ağaca gidip hem yavrusunu düşünüyor hem de Batuhan’ı takip ediyormuş.

Batuhan yine bir gün okuldan gelip kuş avına çıkmıştı ki bir kanat sesi duydu. Üzerine doğru gelen anne güvercinden kaçmaya çalışırken yere düşen Batuhan yaralanmış. Anne güvercin ikinci hamlesinde daha sert davranmış ve Batuhan’ı daha fazla yaralamış. Batuhan kendisine saldıran güvercinin yavrusunu öldürdüğü güvercin olduğunu anlamış ve bu ona iyi bir ders olmuş. Kendi kendine bir daha asla kuş vurmayacağına söz vermiş. Verdiği sözde duran Batuhan, o günden sonra kuşlara her zamankinden daha iyi davranıp iyilikleri için çalışmış.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Beni Çine Gönder Masalı
Beni Çine Gönder Masalı

Bir gün Hazreti Süleyman Aleyhisselam ve bir arkaşı oturmuş muhabbet ediyorlamış. Bu sırada ölüm meleği çıkagelmiş. Önce Hazreti Süleyman Aleyhisselam’a selam veren melek ardından yanındaki kişiye şaşkın şaşkın bakmış. Bir süre daha baktıktan sonra dışarı çıkıp gitmiş. Ölüm meleğinin gidişinin ardından kişi Hazreti Süleyman Aleyhisselam’a; “O kimdi?” diye sormuş. Hazreti Süleyman Aleyhisselam, “O ölüm meleğiydi.” demiş.

Kişi bunu duyunca çok korkmuş yalvararak “Ne olur beni balka bir yere, uzak bir yere gönder. Ben ondan çok korktum sanki benim canımı alacaktı.” demiş. Hazreti Süleyman kimseyi kırmayan bir yapıya sahipti bu nedenle yanındaki kişinin isteğini yerine getirerek rüzgarların yardımı ile Çin’e gitmesini sağlamış.

Kısa süre sonra lüm meleği tekrar gelmiş. Hazreti Süleyman Aleyhisselam; “Nerelere kayboldun ve neden öyle baktın misafirime çok korktu.” demiş. Ölüm meleği;

“Çin’e kadar gidip geldim.” demiş ve eklemiş. “Misafirinize öyle baktım çünkü bana onun canını Çin’de almam emredildi, ancak Kudüs’te sizin yanınızda görünce çok şaşırdım. Ne yapacağımı bilemedim ama sizden Çin’e göndermenizi istedi kendisini ve bende Çin’de meredildiği gibi canın aldım.” demiş.

Bu masaldan da anlaşılacağı gibi olacakların önüne geçilmez ve insanın başına bir şey gelecekse nerede olursa olsun onu bulur.} else {

Altın Kirpikli Çocuk Masalı
Altın Kirpikli Çocuk Masalı

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal, keçiler berber, pireler de bakkal iken, ben annemle babamın beşiklerini tıngır mıngır sallarken… Annem kaptı maşayı, babam kaptı dolmayı… Kaç kaçmaz mısın? Sen olsan kaçmaz mısın? Gittim gittim… Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim… Konarak göçerek; arpa, buğday, lale, sümbül biçerek altı ay bir güz gittim. Bir de arkama baktım ki, ne göreyim? Bir iğne boyu yol gitmişim. Oracıkta üç dükkân gördüm. İkisi harap, birinin kepengi yok. Kepengi olmayan dükkâna girdim. Orada üç silah gördüm. İkisi kırık, birinin barutu yok. Barutu olmayanı aldım, ava çıktım. Dolaştım, dolaştım üç tavşan buldum. İkisi ölü, birinin canı yok. Cansız tavşanı vurdum. Gittim gittim gittim… Önüme üç dere çıktı. İkisi kurumuş, birinin suyu yok. Suyu olmayan derede tavşanı yıkadım. Orada üç tencere buldum. İkisi delik, birinin dibi yok. Dipsiz tencereye tavşanı koydum. Pişirdim pişirdim… Dittim dittim… Yedim yedim… Karnım doydu doydu… Ama hâlâ dudaklarımın yaptıklarımdan haberi yok…

Uzak mı uzak diyarların birinde, küçük bir ülkede yaşayan güzeller güzeli bir kız varmış. Bu kızın annesi öyle bir anneymiş ki, güzeller güzeli kızını kimselere göstermezmiş. Kızı evden çıkarmadan büyütmüş, kız kimseleri tanımadan etmeden yetişkin bir genç kız olmuş.

Gel zaman git zaman kızın annesi kıza bir şeyler öğretmesi için hoca tutmaya karar vermiş. Bilge bir hocayı ikna etmiş, hoca eve gelip gidip genç kıza dersler vermeye başlamış. Genç kız böylece hem çok güzel hem de çok bilgili bir kız olarak yetişiyormuş.

Günlerden bir gün, hava çok güzel, güneş de her yeri ısıtıyormuş. Hoca yine güzel kıza ders vermek için eve gelmiş. Hoca ve güzel kız ders yaparken pencerenin kenarından güzel bir ışık içeriye süzülmüş. Genç kız bu ışığı fark edince büyülenmiş kalmış. Hemen hocasına dönmüş:

Genç Kız: ‘Hocam, bu içeriye giren ışık nedir?’

Hoca: ‘Güzel kızım, akıllı kızım, bu ışık güneş ışığıdır.’

Kız adeta büyülenmiş gibi bakar güneş ışığına. Bu sırada aklına gelen bütün soruları da hocasına sormaya devam etmiş. Hocası hem cevap veriyor, hem de kızın haline acıyormuş. Dışarıdaki güzelliklerden bir haber büyüyen bir kızmış.

Günlerden bir gün hoca eve geldiğinde kıza bir sürpriz yapmaya karar vermiş:

Hoca: ‘Güzel kızım, annenden bal mumu ister misin? Sana bir sürprizim var.’

Güzel kız hemen annesinin yanına gidip bal mumu istemiş. Odaya gelip hocasına vermiş. Hoca bütün gün boyunca uğraşmış, durmuş. Fakat sonunda güzel bir balmumu adam heykeli yapmış. Genç kız hocasının yaptığı bu heykele hayran olmuş. Hocası balmumu heykele bir de altın kirpik takınca, ortaya tam bir sanat eseri çıkmış.

Kız heykeli o kadar beğenmiş ki, adeta onunla yatmış, onunla kalkmış. Günlerce, gecelerce heykelin gerçek olması için Allah’a yalvarmış, durmuş. Sonunda kızın duaları kabul olmuş ve heykele can gelmiş. O günden itibaren kız ve altın kirpikli oğlan birlikte gezmeye, dolaşmaya başlamış.

Uzak diyarlarda bulunan bu küçük ülkeye bir kervan gelmiş. Kervandaki kadınlardan biri bohçasında bir sürü kap-kaçak çıkarmış satmak için. Altın kirpikli oğlan ile güzeller güzeli kız da bu kadından bir şeyler bakmak için pazara gelmiş. Kadın oğlanı görünce adeta hayran kalmış oğlana, bir de kirpiklerinin altın olduğunu fark edince oğlanı kaçırıvermiş.

Genç kız oğlanın ardından onu bulmak için günleri geceler bağlamış. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Derken başka bir ülkeye gelmiş. Bu ülkenin kralının güzeller güzeli bir kızı varmış. Ama kız delinin tekiymiş. Kendi odasına gelen bütün kızları öldürüyormuş. Genç kız bu hikâyeyi ahaliden duyunca kendisini koruması gerektiğini anlamış

Güzeller güzeli genç kız, günlerden bir gün kuyunun önünde su içerken yaşlı bir ihtiyarın kazan içine bir şeyler kaynattığını görmüş. Adamın yanına usulca yaklaşmış:

Genç Kız: ‘İhtiyar, ne kaynatıyorsun sen o kazanda?’

İhtiyar bakmış ki bu güzel kız kendi ülkesinden değil, sırrını ona da söylemiş:

İhtiyar: ‘Ben kralın kızının deli olması için büyü yapıyorum. Zamanında kral kızını benim oğluma vermedi. Ben de o gün bugündür bu kazanın başındayım. Kralın kızına delirme büyüsü yapıyorum:’

Genç kız duydukları karşısında şok olmuş. Hemen bir şeyler yapıp kralın kızını kurtarmalıyım diye düşünmüş. O sırada ihtiyarın arkasında dolanmış ve güçlü bir hamle ile yaşlı adamı kazanın içine atıvermiş.

Yaşlı adam kazanın içine düşünce kralın kızının da aklı yerine gelmiş. Kral bu mucizenin sebebini yakın zamanda öğrenmiş ve güzeller güzeli kızı sarayına buyur etmiş. Kız sarayda kraliçeler gibi ağırlanmış. Kral kızın yanına gelmiş:

Kral: ‘Ey kızımın aklını yerine getiren kız! Dile benden ne dilersen…’

Genç kız kraldan altın kirpikli çocuğu bulmasını istemiş. Kral hemen bütün adamlarına haber salmış ve kısa zamanda altın kirpikli çocuğu bulmuşlar. Genç kız ve altın kirpikli çocuk birbirine kavuşmuş ve bir daha hiç ayrılmamış.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…

prensif (document.currentScript) {