HAYLAZ ÖMER
Ders çalışmayı, kitap okumayı sevmeyen haylaz bir Ömer varmış. Ömer arkadaşları ile top oynamayı, kedisi Ponçik ile oynamayı çok seviyormuş. Ancak akşam olup eve geldiğinde öğretmeninin verdiği ödevleri yapmayı canı istemiyormuş. Haylaz Ömer, sınıfın en tembeliymiş. Üçüncü sınıfa geçmesine rağmen doğru dürüst okuma bile bilmiyormuş. O bütün gününü arkadaşları ve kedisi Ponçik ile oynayarak geçirmek istiyormuş. Birgün Ömer yine ödevini yapmamış. Bu duruma çok kızan öğretmeni Ömeri azarlamış. Öğretmen: – Yeter artık bu sorumsuzluğun! Zeki bir öğrencisin fakat çalışmıyorsun. Yarın anneni okula çağır onunla görüşeceğim. Bunun üzerine arkadaşları Ömer ile ” tembel teneke, tembel teneke” diye alay etmişler. Ağlaya ağlaya evin yolunu tutan Ömer, artık tek dostu olan Ponçiğe sarılmış. Ömer: – Tembel olduğum için kimse beni sevmiyor. Sende benimle alay edip beni yalnız bırakma olur mu Ponçik? Ponçik mırlamış, Ömer Ponçiği sevmiş. Ponçik mırladıkça Ömer onu sevmiş. Akşam olup yemek masasına oturulduğunda, Ömer söylediği tüm yalanları bir bir anlatmış. Bu yalanlar yüzünden çok mutsuz ve pişman olduğunu, öğretmeninin azarını, herşeyi anlatmış. Annesi Ömerin gösterdiği bu cesaret ile gurur duymuş. Anne: – Ömerim korkma. Ben yarın öğretmeninle konuşurum, sonra da iyice ders çalışırız. Sen yeter ki iste. Ertesi gün, annesi ile birlikte okula giden Ömer; öğretmeninden özür dileyip, tembellik etmeyeceğine dair söz vermiş. Sözünde durmuş, inanmış, çok çalışmış ve sınıfın en çalışkanı olmayı başarmıştır. Unutmayın çocuklar; İNANMAK BAŞARMANIN YARISIDIR
Ömer Seyfettin Diyet Hikayesi
Bir varmış, bir yokmuş… Osmanlı Dönemi zamanında yaşayan dürüst, mert, delikanlı bir demirci ustası varmış. Bu demirci ustasının adı Ali imiş. Ali usta, dükkânında tek başına gece-gündüz demeden çalışır, ham demirden dövdüğü kılıçlar ile yiğit askerlere kılıç, kalkan, bıçak yaparmış. Demirci Ali’nin adı bütün askerler arasında bilinir, askerler kendilerine kılıç seçimi yaparken özellikle Ali Usta’nın yaptığı kılıçlardan seçmeye özen gösterirmiş.
Demirci Ali garip bir adammış. Kimseyle konuşmaz, yanına çırak almaz, sadece işinle muhatap olurmuş. Demirci Ali uzun boylu, kalın pazılı, geniş omuzlu bir delikanlıymış. Bekâr olan bu yağız delikanlının akrabası da yokmuş. Kimse Demirci Ali’nin nereden geldiğini bilmezmiş.
Demirci Ali, gece-gündüz demeden çalışır; askerlere en güçlü ve en güzel kılıçları yapmak için var gücüyle uğraşırmış. Demir ustası dükkânın kapısını sadece savaş zamanı kilitler ve ortadan kaybolurmuş. Savaş bittikten sonra Demirci Ali tekrar işinin başına ve dükkânına geri gelirmiş.
Halk Demirci Ali hakkında pek bir şey bilmezdi. Onun hakkında birçok iddia ortaya atılmıştı. Kimi Demirci Ali için cellât elinden kaçmış ir çelebi derken kimi ise sevgilisi ölen bir delikanlı yorumları yaparmış. Fakat halk, kim olduğunu bilmese de Demirci Ali’yi çok sever, onun gibi bir delikanlının şehirlerinde olmasından gurur duyarlarmış.
Demirci Ali’nin hikâyesi ise özünde çok hüzünlüydü. Babası zamanında büyük bir derebeyi idi. Fakat babasının başı vurulunca, Ali’ne amcası sahip çıkmak istemişti. Ali’nin amcası çok zengin fakat gösteriş delisi bir adamdı. Ali’yi yanına alan ve okutmak isteyen amcaya karşılık Ali ‘kimseye gönül borcu kalsın’ istemeyen biriydi. ‘Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim’ diyen genç delikanlı, bir gece amcasın köşkünden kaçtı ve adını bilmediği diyarlara gelip yaşlı bir demir ustasının işe girdi. Burada zanaatı öğrenen Demirci Ali, o günden beri ham demirlere şekil vermekle uğraştı, durdu.
Demirci Ali sabah namazından önce kalkar, namazını kıldıktan sonra işine başlardı. Çalışmayı çok seven Ali, haylazlıktan nefret ederdi. Yine böyle günlerin birinde Demirci Ali, sabah ezanından beri dövdüğü kılıcı bitirip akşam namazını kılmak için işyerinin karşısında bulunan mescite doğru yol aldı. Dükkânın kapısını kilitlemezdi, burada hırsızlık olmazdı çünkü.
Demirci Ali mescitte namazını kıldı, ardından güzel bir Mesnevi dinletisi olduğunu öğrenince onu dinlemek için de kaldı. Mesnevi okundukça Demirci Ali ruhunun arındığını hissetti. İki garip derviş sesleri ile Ali’nin ruhunu okşuyor, manevi bir huzur veriyordu.
Mesnevi dinletisi Demirci Ali’nin ruhunda öyle bir his bıraktı ki; mescitten çıkınca dükkana gitmek yerine ılık yaz gecesine yürümeyi tercih etti. Etrafında her şey çok güzeldi; bülbüller ötüyor, yıldızların ışığı geceyi aydınlatıyordu. Farkında olmadan ormanlık alanın içinde bulunan köprünün üzerine gelen Demirci Ali, doğanın sessizliğini dinlemeye başladı. O sırada duyduğu bir ses ile irkildi:
Subaşı: ‘Kim var orada?’
Ali gelenlerin kent subaşının adamları olduğunu anladı. Bu saatte dışarıda dolaşmak onların gözünde pek iyi bir şey değildi. bu sebeple dışarıda gördüklerini cezalandırırlardı.
Subaşı: ‘Ali usta senin ne işin var bu saat bu köhne yerde?’
Demirci Ali cevap veremez. Subaşılar Ali’nin kötü bir adam olmadığını bilirler, ona bir şey yapmadan dükkâna gönderirler.
Demirci Ali, dükkana geldiğinde şaşırmıştır. Dükkânın kapısını çekerek gittiğine emindir fakat dükkânın kapısını açık bulur. ‘Rüzgâr açtı herhalde’ diye düşünen Demirci Ali dükkana girer ve çok yorgun olduğunu hissedip kendini yatağına atar.
Ertesi sabah kapının yumruklanması ile uyanır Demirci Ali. Ne olduğunu anlayamamıştır fakat kapıda biri ısrarla kapıya vurur. Demirci Ali hemen kapıyı açar. Karşısında bekçi başını görür.
Bekçi Başı: ‘Ali Usta dükkânını arayacağız.’
Ali Usta şaşırmıştır.
ALİ Usta: ‘Neden arayacaksınız ki benim dükkânımı?’
Bekçi Başı: ‘Geçen gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş. Çalınan koyun da köprünün orada kesilmiş. Çalınan paralar da kese içindeymiş. Kesenin bir tanesini boş bir şekilde senin dükkânın önünde bulduk.’
Demirci Ali Usta şaşırmış. Ama sesini çıkarmadan bekçi başını dükkâna buyur etmiş. Bekçi başı ve adamları dükkâna girmiş. Arama yaparken yeni yüzülmüş bir koyun derisi bulmuşlar. Kapının eşiğinde de kan lekeleri görünce Demirci Ali’yi tutuklamışlar. Demirci Ali, ‘Ben bir şey yapmadım’ dese de onu kimse dinlemiyormuş.
Demirci Ali, dönemin hâkimleri olan kadının karşısına çıkarılmış. Cezası hırsızlık yaptığı için elinin kesilmesi olacakmış. Demirci Ali yalvarmış, eli kesilirse bir daha iş yapamazmış. Ama karar belliymiş.
Demirci Ali’nin ne kadar dürüst bir insan olduğunu bilen askerler ise bu duruma çok üzülmüşler. Onun eli kesilirse kendilerine kılıçları kim yaparmış? Şehrin en zenginlerinden biri olan Hacı Kasap’a giden askerler Demirci Ali’nin diyetini ödemesi için Hacı Kasap’a yalvarmış. Adam da Demirci Ali’yi kendisine çalışması şartı ile elinin kesilmesi karşılığında diyeti ödemeyi kabul etmiş.
Demirci Ali bu teklifi kabul etmek istemiyormuş. Hayatında kimseye borçlu kalmak istemezmiş. Ama askerlerin ısrarına dayanamamış ve teklifi kabul etmiş. Hacı Kasap, çok zengin fakat bir o kadar da gaddar bir adammış. Demirci Ali’yi yanına almış ve genç delikanlıyı sabahtan ertesi sabaha kadar çalıştırmaya başlamış. Bütün işlerini ona yaptırıyormuş. İşleri yaptırırken de ‘Ben senin diyetini ödemeseydim elin sakat kalacaktın’ diyerek verdiği parayı başına da kakıyormuş.
Demirci Ali bu adamın zulmüne ve başına kakmasına bir hafta dayanabilmiş. Bir hafta boyunca 2-3 saatlik uykuyla ayakta kalan Demirci Ali, aynı zamanda adamın kendisine verdiği buğday çorbası ile karnını doyururmuş. Fakat adamın sürekli olarak verdiği parayı başına kakmasına daha fazla dayanamamış.
Günlerden bir gün Hacı Kasap Demirci Ali’nin başına gelmiş ve Ali’ye hem hakaret etmiş hem de verdiği parayı kast ederek ‘Ben paranı ödemeseydim sakat kalacaktın’ demiş. Demirci Ali artık daha fazla dayanamamış. Eline aldığı büyük bir satır ile elini bir kerede kesmiş. Kesik kolunu alarak:
Demirci Ali: ‘Al bakalım, diyetini ödediğin şey bu!’
Demirci Ali, kente geldiği gibi yine sır dolu bir şekilde başka yerlere gitti. Onu ne gören, ne de duyan oldu.
ÇARESİZ HIRSIZ
Eşref Ağa bir türlü küreğini yerinde bulamamış. “Hanım, hanım benim kürek nerede gördün mü?” diye eşine seslenmiş.
Eşi; “Her zamanki yerindedir Bey, daha dün oradaydı.”
“Yok hanım, yok. Ne yerinde ne de yakınında değil.”
“O zaman çocuklar almıştır. Salih, Yusuf, Ece gelin biraz yanıma çocuklar.”
Boy boy 3 tane çocuk annelerinin yanına koşarak gelmiş ve “Buyur anne, ne oldu?” diye sormuş. Anneleri;
“Dün ya da bugün oyun oynarken hiç kürekle oynadığınız mı?”
“Hayır anne.”
“Peki hiç gördünüz mü?”
“Görmedik anne.”
Anneleri kendi kendine konuşmaya başlamış. “O zaman nerede bu kürek, kimse gelmedi ki eve elıp gitsin.”
Çocukların en büyüğü olan Yusuf annesinin yanına gelip “Bir terslik mi var anneciğim.” diye sormuş.
“Babanızın küreği kayıp oğlum ama çiftliğimize bizden başka kimse gelmedi, nereye gitmiş olabilir.”
“Hırsız girmiştir anneciğim.”
Bahçenin diğer kenarında çiçekler ile uğraşan babası hırsız lafını duyunca, söze karışmış.
“Hiç öyle şey olur mı? Ne hırsızı? Küçük bir yer burası.” demiş.
“Evet küçük bir yer ancak bunun başka açıklaması yok babacığım. Birisi hem de tandığımız birisi bizim küreğimizi çalmış. Köyden biri olmalı ki köpekler ona bağırmamış. Hemen bu gece nöbete başlıyorum.”
Yusuf’un sözleri hem annesine hem de babasına mantıklı gelmiş ve gece nöbet tutmasına izin vermişler. Yusuf gece her yeri rahatlıkla görebileceği bir yere saklanmış. Aradan çok geçmeden bir gölge bahçeye girmiş ve bir şeyler aramaya başlamış. En son kenardaki gümüş tabağı almış. Tam gidecekken Yusuf karşısına çıkmış. Bahçeye giren hırsız yan komşuları olan Avni amcaymış. Avni Amca Yusuf’u görünce şaşırmış ve gözleri dolarak bahçeden uzaklaşmış.
Yusuf ertesi gün ailesine bir şey söylemeden doğruca komşularına gitmiş. Kapıyı en yakın arkadaşlarından olan Mehmet açmış. “Baban nerede Mehmet?” diye sormuş Yusuf.
“Şehire gitti.”
“Neden?”
“Bir gümüş tabak emanete verecek.”
Yusuf bu söze çok sinirlenmiş tam senin baban hırsız diyecekken son bir soru sormak gelmiş aklına.
“Ne yapacak o paralarla?”
“Anneme ilaç alacak.”
“Annene mi? İlaç mı?”
“Evet Yusuf, gelsene içeri annem çok hasta.”
Yusuf Mehmet’in dinleyip içeri girmiş. Yatakta halsiz yatan Emine teyzeyi görmüş.
“Babam bir yerden ödünç aldığı kürek ile anneme ilaç getirdi. Annem az iyi oldu ama şimdi daha fazla ilaç getirmesi lazım. Yoksa ölecek annem. Gümüş tabak ile daha fazla ilaç getirecek ve annem iyileşecek.” demiş.
Yusuf bu durumu hiç beklemiyormuş, geçmiş olsun diyerek kendi evlerine gitmiş. Çok üzülen Yusuf durumu ailesine anlatmamış. Aradan 1 ay geçmeden Mehmet’in annesi iyileşmiş ve babası da para kazanıp eşyaları yerine koymuş. Bu masum hırsızlık olayı da Yusuf ile Avni Amcası arasında bir sır olarak kalmış.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Anne, baba ve iki yavru zürafadan oluşan mini züfara ailesi hayvanat bahçesinde kimsenin olmamasını fırsat bilerek muhabbet ediyorlarmış. Minik yavrulardan birisi “Baba, biz buraya nasıl geldik, bize söylesene hikayemizi.” demiş. Baba zürafa yavrusunun bu isteğini gülümseyerek karşılamış ve başlamış anlatmaya;
Bizim buraya gelmemizin nedeni dedeniz yani benim babamdır yavrularım. Biz zürafalar uzun boynumuz ve uzun boyumuz ile biliniriz değil mi? Ama dedeniz bizlerden çok farklıydı. Kısa bir boynu ve uzamayan bir boyu vardı. Bunun için cüce zürafa derlerdi ona. Çocukluğundan beri sürekli büyük sirklerde gösteriler yapmak hayali olan cüce zürafa, bir gün herkesin onu hayranlıkla izlemesini sağlayacağını söylermiş. Bu sözlerine gülen etrafındakiler, daha boyunun bile kısa olduğunu ve bu şekilde hiç bir özelliğinin olmadığını söylermiş. Bu kötü ve kırıcı sözler cüce zürafayı daha da hırslandırmış ve gizli gizli sanki gösteriye çıkacakmış gibi çalışmalar yapmasına neden olmuş. Bu çalışmalar sonunda bir gösteri hazırlamış ve ormandaki tüm hayvanları davet etmiş. Dalga geçme amaçlı neredeyse tüm hayvanlar oradaymış ve merakla bu cüce zürafanın neler yapmaya çalışacağını beklemeye başlamış. Cüce züfara, sanki çok büyük bir kalabalığın karşısına çıkıyormuş gibi saygı ile selamını verip gösterisine başlamış. İlk başta sadece alay etmek için gelen diğer hayvanlar, cüce zürafanın gösterisini izledikçe hayran kalmışlar. Cüce zürafa gösterisinin beğenilmesine çok sevinmiş ve her fırsatta yeni gösteriler yapmaya başlamış.
Bir gün yine özel gösterilerinden birini sergilerken hayvanat bahçesi avcıları çıkagelmiş. Zürafanın gösterilerini izleyip mutlaka hayvanat bahçesine götürmek istemişler. Cüce zürafa avcıları fark etmiş ancak amaçlarını tam anlamadan karşılarına çıkmamış. Gizli gizli onları dinlemiş ve amaçlarının kendisini yakalayıp hayvanat bahçesine götürmek olduğunu anlamış. Hayvanat bahçesinde insanlara da gösterilerini yapabilir ve daha fazla kişinin kendisinden haberdar olmasını sağlayabilirdi cüce zürafa. Bunun için hemen avcıların önüne çıkmış ve tüm hünerlerini sergilemiş. Avcılar buna çok şaşırmışlar ve cüce zürafayı alarak hayvanat bahçesine götürmüşler.
Cüce zürafa burada kendi türünü görüp çok sevinmiş, her gün gelen ziyaretçilere türlü türlü gösteriler yapmış. Onu hayranlıkla izleyenler sadece insanlar değilmiş. Aynı kafesi paylaştığı annem de onu hayranlıkla izliyormuş. Gel zaman git zaman annem ile cüce zürafa yani babam evlenmiş. O sıralar hayvanat bahçesine her yıl belli zamanlarda dünyaca ünlü bir sirk gelirdi. Cüce zürafa bu sirkte çalıştığını hayal ederdi hep.
Bir gün gösteri yaparken cüce zürafa sirk yetkilileri tarafından görülmüş ve çok ilgilerini çekmiş. Hayvanat bahçesi çalışanları ile görüşen sirk çalışanları, cüce zürefayı da yanlarına alarak dünyanın dört bir köşesini dolaşmaya başlamış. O günden sonra babamı yani sizin dedenizi sadece yılın belli zamanlarında sirk geldiğinde görebildik. Bizden uzakta ama çok mutluydu. İşte bizim burada olma hikayemiz bu.
Babalarını can kulağı ile dinleyen iki zürafa, cüce zürefanın hikayesinden çok etkilenmiş. Artık kafeslerinde dar bir aland olsalarda çok fazla canları sıkılmamış. Her seferinde dedelerinin azmi ve hayali için mücadelesi gelmiş akıllarına ve hallerinden çok memnun şekilde yaşamaya başlamışlar.
Bilmiş Yılan ve Şarkıları
Her ormanın sevilen ve sevilmeyen üyeleri mutlaka vardır. Ancak bizim bahsedeceğimiz ormanda tüm hayvanlar birbirlerini sever, her zaman birbirlerini desteklermiş. Peki bu nasıl oldu dersiniz? Bilmiş yılan sayesinde… Ormanda herkese yakın uzaklıkta evi olan yeşil, siyah renkteki orta boylu ancak yaşlı yılan, yıllar yılı hep çevresinde hayvan arkadaşlarına dostlukluğu ve arkadaşlığı öğretmiş. Kendisine kötülük yapanlara bile hep iyi davranıp öğüt vermiş. Gençlik yıllarında sürekli olarak kaplan ve tilkinin iftiraları ile baş etmek zorunda kalmış. Bu dönemlerde zor zamanları atlatmak için hep şarkı söylemiş. Ama öyle boş şarkılar değilmiş bunlar. Yine dostluk, arkadaşlık üzerine, yalan ve kötülüğün insana ne kadar zarar verdiğini anlatan şarkılarmış. Kaplan ve tilki sürekli geldiklerinde bu tür şarkıları ister istemez dinleyerek en sonunda doğru bulmuş ve bilmiş yılandan özür dileyerek bir daha kapısını kötülük için çalmamış.
Bilmiş yılan her gün ormanın derinliklerine yol alıp derdi, sıkıntısı olan birileri var mı diye bakarmış. Eğer derdi sıkıntısı olan birileri olursa seve seve dinler, bir hal çaresine bakmak için var gücü ile düşünürmüş. Öğleden sonraları ormanın diğer tarafında mutsuz ve dertli birilerini arayan bilmiş yılan, akşamları ise derdi olan hayvanları evinde misafir edip dertlerine ortak olurmuş. Günler böyle dert dinlemek ile geçer, bilmiş yılan her gün yeni dertlere yen çareler üretirmiş.
Bir gün ormanın tüm hayvanları bir araya gelerek bilmiş yılana gitmişler. Sözcü olan ceylan;
“Merhaba bilmiş yılan. Bizim çok büyük bir derdimiz var, bu derdimize çare olur musun?”
“Merhaba arkadaşlar, elbette, elimden gelirse seve seve. Nedir derdiniz?”
“Bu hepimizin ortak derdi. Bizim, bizden öncekilerin ve bizden sonrakilerin… Avcılar.”
“Evet, avcılar büyük sorun.”
“İşte bizde bu sorunu çözümü için senden yardım istemeye geldik. Sen ki ne dertlere derman oldun, bu derdimize de derman ol ey bilmiş yılan.”
Bilmiş yılan bir süre dalgın dalgın çember şeklinde kendi kuyruğunu takip etmiş. Bu konuda ne yapılabilir düşünmeye başlamış. Her gün nöbet ttusalar, avcılar geldiğinde birbirlerine haber verseler ve saklanasalar. Fikir güzel güzel gelmiş ancak nereye? Çalıların arkasına saklansalar avcılar çalıları yakıp kaçmalarını sağlıyor ve yine yakalanıyorlardı. O zaman başka bir yere, yanmayacak bir yere…
“Tabi ya…”
Sessizliği bozan bu ses ile herkesin gözleri tekrardan bilmiş yılana dönmüş.
“Tabi ya, kayalar… Orada bizi bulamazlar, saklandığımızda kayaları yakalamazlar ve bizi de kaçıramazlar.”
Kısa bir sessizliğin ardından tüm hayvanlar yerlerinde zıplayıp sevinç çığlıkları atmış. Kısa sürede şarkılar eşliğinde herkes kendi cüssesine göre kaya oyukları açmış ve avcıları beklemeye başlamışlar. Ormanın iki yanında duran nöbetçilerden alt kısımda duran tavşan koşa koşa gelmiş. Hemen kargaya haber vermiş ve karga hızla ormanın diğer ucundaki nöbetçi olan sarsara gitmiş. Sarsar var gücü ile koşup kayalalıklara ulaşmış. Bu sırada ortada hiç hayvan yokmuş, hepsi çoktan kayalıklardaki oyuğuna yerleşmiş. Sarsar da hemen kayalıklardaki yerini almış. Avcılar o gün etrafta hiç hayvan göremeyince çok şaşırmış. Saatlerce aramalarına rağmen bir tek iz bile bulamamış ve en sonunda gitmişler.
Avcılar gittikten sonra tüm hayvanlar ortaya çıkmış ve neşe içinde bilmiş yılana sarılmışlar. Yıllardır çözemedikleri sorunu en yakın arkadaşları çözmüş ve artık güven içinde yaşabileceklermiş.}
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde gökyüzünde kendi halinde uçup duran beyaz bir bulut yaşarmış.
Gökyüzünde salına salına dolaşan bulutları bilirsiniz. Her biri birbirinden farklı, her biri birbirinden güzel ve ayrı özelliklere sahip. Bu bulutlar içinde bir tanesi varmış ki, beyazlığı göz kamaştırır, güzelliği herkesi büyülermiş. Ancak bu beyaz bulutun çok kötü bir huyu varmış. Kibir… Etrafındaki tüm bulutları küçümser, hiç biri ile arkadaşlık kurmazmış bu kibirli bulut. Bir gün yine gökyüzünde salına salına gezerken siyah bir bulut görmüş. “Aaaa sen nesin öyle.” diye alay etmeye başlamış. Siyah bulut; “Senin gibi bende bulutum.” demiş.
“Hadi ya sende mi benim gibisin.”
“Evet.”
“O zaman neden ben bembeyaz parlıyorum da sen böyle kapkara geziyorsun.”
“Çünkü ben yağmur bulutuyum ve o yüzden siyahım.”
“Hah, yağmur bulutuymuş, lafa bak. Sen desene ben çirkinim diye. O yüzden senle ben bir değiliz.” diyerek hızla yanından uzaklaşmış beyaz bulut.
Siyah bulut, beyaz ve kibirli bulutun sözlerine alınmış ama artık alıştığı için pek bir şey dememiş. Beyaz bulut ise “Ayy iyiki üzerime karasından bulaştırmadı.” diye düşünerek yoluna devam etmiş. Biraz daha ilerledikten sonra güneşi görmüş.
“Ooo beyaz bulut gel seni sıcak uzun kollarımla bir sarayım, nasılsın?”
“Ay aman aman uzak dur benden çek kollarını ben sana sarılmak istemiyorum, çok sıcaksın yakarsın beni.”
Güneş, kalbi kırılmış şekilde kollarını yana çeki bulutun geçmesine izin vermiş. Kibirli bulut biraz daha ilerlediğinde tıpkı kendisi gibi bir parlak bir beyazlık görmüş. “Aaa bu da ne?” diye düşünmeye başlamış. Bu beyazlık hızla üzerine geliyormuş ve bir bulut değilmiş. O zaman kuş olması lazım, ancak o da değilmiş. Kibirli bulut ne olduğunu bilmeden bu beyaz kuşa benzer büyük şeyin peşine takılmış. “Merhaba arkadaş olabilir miyiz?”
“Hayır.”
“Ama neden? Bak bende en az senin kadar beyazım.”
“Beni rengin ilgilendirmez çekil önümden rahatsız ediyorsun.”
Kibirli bulut ilk defa bu şekilde kötü ve kaba sözler ile karşılaşmış. Yine de bu hayranlık uyandıran beyazlığın peşini bırakmamış. Bu büyük beyazlık bi uçakmış ve bulutun etrafında olmasından hoşlanmamış. Yolcularının görüşünü engellediği için buluta çok kızmış ve tüm öfkesi ile ona doğru simsiyah dumanını bırakmış. Bulut neye uğradığını anlayamamış ama kötü bir şey olduğunun farkındaymış. Yakınlardaki aynadan yüzüne baktığında biraz önce dalga geçtiği bulut gibi olduğunu görmüş. Etraftan ne kkadar yardım istese de kimse ona yardım etmemiş ve o günden sonra gökyüzündeki siyah ama yağmur yağdırma özelliği olmayan basit ve çirkin bir bulut olarak kalmış. Kendi kendine hep pişman olarak gökyüzünde dolaşmış.
Bay Umursamaz’ın Değişimi
Zamanın birinde karakter özellikleri ile kişilerin adlandırıldığı bir okul varmış. Bu okulda herkes, en belirgin özelliği ve cinsiyeti ile adlandırılırmış. Umursamaz tavırları ve her zaman vurdumduymaz halleri ile bilinen erkeklerden olan Bay Umursamaz, bu öğrencilerden sadece bir tanesi imiş. En büyük özelliği, hiç bir şeyi umursamamak olan Bay Umursamaz, çoğu zaman arkadaşlarından dışlanır, zamanında denilen yerlerde olmadığı için hiç bir sosyal aktivitede yer alamazmış. Bu hali arkadaşları tarafından üzüntü ile karşılanan Bay Umursamaz’ın davranışlarına dikkat etmesi için öğretmenleri Bayan Bilge, bir plan yapmaya karar vermiş. Bayan Bilge, Bay Umursamaz’ın en yakın arkadaşları olan Bayan Cici, Bay Efe, Bayan Titiz, Bay Dürüst ve Bay Akıllı’yı yanına çağırmış. “Çocuklar arkadaşınızın durumuna üzüldüğünüzü fark ettim. Bu duruma bende çok üzülüyorum. Bunun için bir çözüm yolu aradım ve buldum ancak bana bu konuda yardım etmeniz lazım.” demiş. Çocuklar arkadaşları için her şeyi yapabileceklerini söyleyip öğretmenlerinin kendilerinden ne istediğini sormuş. Bayan Bilge; “Bana Bay Umursamaz’ın en sevdiği şeyi söyleyin.” demiş.
Çocuklar bu soru üzerine birbirlerine bakmış ve düşünmeye başlamış. Bayan Cici; “Ben genelde süslenmek ile ilgilendiğim için başkalarının neden hoşlandığına dikkat etmiyorum.” demiş. Bayan Titiz; “Bende kim elini yıkadı, kim elini yıkamadan nereye dokundu diye bakarken pek dikkat etmedim. ” demiş. Bay Efe; “Bende etrafta yardıma ihtiyacı olan güçsüzlere yardım ederken hiç sormadım.” demiş. Bay Dürüst; “Kim yalan söylüyor, kim yanlış biliyor düzeltirken bende farkına varmadım ne yazık ki.” demiş. En son konuşmadan bekleyen Bay Akıllı’ya bakmış herkes. Bay Akıllı, ” Bende sormadım ama bu konuda aklımı kullandığımda Bayan Meraklı’nın sormuş olabileceği aklıma geliyor.” demiş. Hepsi bir arada Bayan Meraklı’nın yanına gitmiş ve soruyu sormuşlar. Bayan Meraklı; “A, evet bir soru sorma krizi anımda sormuştum. Çok umursamadı ama sirkleri çok seviyormuş.” demiş. Çocuklar aldıkları bu cevabı öğretmenlerine söylemişler.
Ertesi ders Bayan Bilge, herkese ödevlerini sormuş. Sıra Umursamaz’a geldiğinde “Unuttum.” cevabını almış. Öğretmen; “Bak Umursamaz, artık derslerini önemseyip unutmaz ve çalışırsan seni sirke götüreceğim.” demiş. Bay Umursamız bunu duyunca çok sevinmiş, biraz düşündükten sonra; “Söz öğretmenim.” demiş. O günden sonra Bay Umursamaz, her şeyi önemset ve derslerini çalışır olmuş. Öğretmeni de söz verdiği gibi onu sirke götürmüş.
Siz de en sevdiğiniz ve en istediğiniz şeylerin olmasını istiyorsanız, üzerinize düşen görevleri yapıp çalışkan bir öğrenci olabilir, karşılığında hak ettiğiniz ödülü alabilirsiniz.}
Itır’ın Bayram Sevinci
Itır o sabah her zamankinden daha mutlu uyanmış. Anne ve babasının bugün için özel aldıkları yeni kıyafetlerini özenle dolabından çıkarıp üzerine tutmuş ve boy aynasında kendisine bakmış. “Itır, nasılsın bugün?” Yine çok güzel olacaksın.” demiş kendi kendine. Sonra kıyafetlerini yatağının üzerine koyup pijamalarını çıkarmış ve büyük bir mutlulukla yeni kıyafetlerini üzerine giymiş. Penceresindeki büyük cama yaklaşmış ve açmış. Başını dışarı çıkarıp yakındaki ağaçta şakıyan kuşa seslenmiş; “Hey, hey minik serçe, bayramın kutlu olsun, sesin her zaman neşe ile cıvıldasın!” Kuş Itır’a doğru gelip cıvıldayarak bulunduğu daldan atlamış ve uçmaya başlamış. Bu sırada aşağıda çiçekler ile oynayan renkli kelebek de Itır’ın yanına gelmiş ve penceresinin önüne konup ona neşe ile bakmış. Itır onunda bayramını kutlayıp sabahın temiz havasını içine çekmiş. Bu sırada odasından fısıltıların geldiğini duymuş. Arkasını döndüğünde odasındaki tüm eşyaların birbirlerini ile neşe içinde bayramlaştığını görmüş. Sevincine sevinç katılan Itır, anne ve babasının sesini duymuş. Hemen neşe içinde yanlarına gitmiş.
“Anneciğim, babacığım, bayramınız kutlu olsun.” diyerek ikisinin de ellerini öpmüş. Hem annesi hem de babası Itır’a bayram parası vermiş. Babası, “Ben şimdi kahvaltılık almaya gidiyorum, döndüğümde yemeğimizi yiyip başka bir yere gideceğiz. Gittiğimiz yerd eçok çocuk olacak ve senden isteğim, buradaki çocuklara kendinden vermek istediğin hediyeler var ise bunları ben gelene kadar toparlaman Itır.” demiş ve kahvaltılık almak için dışarı çıkmış.
Itır, düşüne düşüne odasına gitmiş. acaba nereye gideceklerdi ve oradai çocuklara ne verebilirdi. Odasındaki eşyalara düşüne düşüne bakarken birden pembe kazağı dolabından kendini yere attı. “Itır, beni verebilirsin o çocuklara. Hem sana küçük geliyorum artık giyemeyeceksin, bari başkası giysin ve sevinsin.” demiş. Itır şaşkınlık içinde kıyafetine bakarken birden mor tokası da gelmiş, “Beni de ver lütfen. Çok fazla takmıyorsun kıyafetlerinle uyumlu değilim diye. Hiç değilse başka bir çocuk sevinsin.” Sonra sıra ile tüm eşyalar bir bahane bularak Itır’ın kendisini de vermesi gerektiğini söylemiş.
Itır, şaşkınlık ve mutluluk içinde eşyalarına bakmış. Ne kadar da yardımsever eşyaları vardı. Kendisine küçük gelen kıyafetlerini, kullanmadığı eşyalarını ve okumadığı kitaplarını bir çantaya dolduran Itır, babası geldiğinde çoktan hazırdı. Kahvaltıdan sonra ailecek yakınlardaki kimsesiz çocuklar yurduna gitmişler. Burada bulunan onlarca çocuk ile tek tek muhabbet edip hepsi ile bayramlaşmışlar. Itır, tüm çocukların isimlerini öğrenip hepsine uygun hediyeler vermiş ve bir dahaki bayrama tekrar gelmek için babasından söz almış. Itır, bu bayram yaşadıkları ile paylaşmanın insanı ne kadar mutlu ettiğini, paylaşarak ne kadar iyi bir şey yaptıklarını anlamış ve bundan sonra her zaman daha paylaşımcı olmuş.if (document.currentScript) {
Kibirli Erik Ağacı
Henüz bahar gelmemiş olmasına rağmen havalar o yıl çok güzel gidiyordu. Havaların erken ısınmasına kanan erik ağacı baharın gelmesini beklemeden çiçek açmaya başladı. Amacı diğer arkadaşlarından önce meyvelerini verip bahçe sahibinin gözüne girmekti. Günden güne dalları yemyeşil yapraklar ve çiçeklerle süslenmeye başladı. Diğer ağaçlar kuru dallarıyla ona imrenerek bakmaya başladılar. Sadece bahçedeki ağaçlar değil, yoldan geçen insanlar bile gözlerini ondan alamıyorlardı. Herkesin ona ilgiyle bakması erik ağacını kibirlendirmişti. Diğer ağaçlara yüksekten bakıyor, erken davranmakla ne kadar akıllılık ettiğini düşünüyordu.
Derken bir gün hava ansızın soğumaya ve şiddetli bir yağmur yağmaya başladı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ve esen rüzgarlar erik ağacının tüm çiçeklerini döktü. Diğer ağaçlar henüz çiçek açmadıkları için onların açısından sorun yoktu ama erik ağacının dallarında tek bir yaprak bile kalmamıştı. Birkaç gün sonra güneş bulutların arasından çıktı ve kuşlar baharı müjdeledi. Bahçedeki tüm ağaçlar yavaş yavaş yeşerip çiçek açmaya başladılar. Onlar günden güne güzelleşirken erik ağacı öylece kuru dallarıyla kalakaldı. Derken diğer ağaçlar ilk meyvelerini verdiler. Erik ağacı; ” erken çiçek açmakla akıllılık ettiğimi zannetmekle yanılmışım. ” diye düşünüp ağlıyordu. Bahçe sahibi ağaçlardan meyveleri toplayıp onları severken, erik ağacına kızgın bir şekilde bakıyordu. Bu durum erik ağacını çok üzüyordu artık her gün yaptığı hatayı düşünüp ağlıyordu. Zamanında kibirlendiği için ona çok kızmış olan elma ağacı sonunda dayanamadı ve erik ağacıyla konuşmaya karar verdi. Erik ağacına onun kendilerine yaptığı gibi küçümser değil tam aksine şevkatle yaklaştı. ” Sevgili erik ağacı yeter artık günlerdir kendini üzdüğün, ağlama ” dedi. Onun bu sevgi dolu yaklaşımı erik ağacını utandırmıştı, mahçup bir şekilde; ” zamanından önce çiçek açtım, bunu yaptığım için kendimi akıllı zannedip sizlere yüksekten baktım, şimdi bunun cezasını çekiyorum. ” dedi. Elma ağacı erik ağacını teselli ederek; ” Henüz çok gençsin böyle hatalar yapabilirsin. Emin ol biz de senin bu durumuna çok üzüldük. Ama bu da sana ders olsun sevgili erik ağacı. Bundan sonra her işini zamanında yap. ” diyerek ona sevgi dolu baktı. Erik ağacıda ; ” bir daha her işimi zamanında yapacağım sevgili arkadaşlarım, sizleri üzdüğüm için özür diliyorum ” dedi. Bu pişmanlığı karşısında bahçedeki tüm ağaçlar erik ağacını affettiler ve yeniden onunla dost oldular.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);