Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, çok ama çok uzak diyarların birinde büyük bir masal diyarı varmış… Masal diyarında masallar hiç bitmez, uslu duran ve yaramazlık yapmayan tüm çocuklar bu masalları dinlermiş. İşte o masallardan birisi senin gibi uslu duran çocuklara gelsin…
Bir varmış bir yokmuş. Uzak mı uzak diyarların birinde güzeller güzeli, şekerler şekeri bir kız yaşarmış. Bu kızın adı Naya imiş. Naya hayvanları çok seven, bahçede koşup oynayan doğa dostu bir kızmış.
Günlerden bir gün Naya’ya babası güzeller güzeli bir papağan hediye etmiş. Bu papağan o kadar güzel o kadar büyükmüş ki Naya bu papağanı çok sevmiş. Renkli tüyleri her baktığından onu büyülüyormuş. Bu papağan bir de o kadar güzel konuşuyormuş ki… Hatta Naya ile karşılıklı olarak konuşan bu papağan, Naya’ya güzel bir arkadaşlık da yapıyormuş. Ancak papağanın aklı fikri her zaman esas yurdunda yani koskocaman ormanlardaymış.
Papağan eskiden büyük mü büyük, güzel mi güzel bir ormanda yaşıyormuş. Ailesi ve arkadaşları ile birlikte bu ormanda hayatını devam ettirirken bir gün avcılardan birisi papağanı esir almış. Onu uzun bir süre kafeste tutan bu acımasız avcı, gün geldiğinde de papağanı en çok para veren müşteriye satmış. Papağan o gün bu gündür ormanın özlemi ile yanar tutuşur, ne arkadaşlarını ne de ailesini bir türlü unutmazmış.
Papağan bir gün dayanamamış ve içinden geçenleri bu güzel yürekli minik kıza anlatmaya karar vermiş. Naya’yı karşısına alan papağan, başlamış tüm hayatını anlatmaya:
Papağan: ‘Naya, benim güzel yürekli arkadaşım. Ben sana hayat hikâyemi anlatayım mı? Ben eskiden büyük ve güzel bir ormanda yaşayan mutlu bir papağandım. Ancak bir gün acımasız avcının teki geldi ve beni esir alarak hem arkadaşlarımdan hem de ailemden ayırdı. Üstelik bu da yetmezmiş gibi beni uzun bir süre kafeste esir tuttu. Sonra da en çok para veren müşterisine sattı. Benim burnumda hala o ormanların kokusu var. Hem yaşadığım o ormanı hem de arkadaşlarımı inan çok özledim’ demiş.
Naya haftalardır kendisine arkadaşlık eden bu güzel papağanın hikâyesini duyunca o kadar üzülmüş ki… Kendisini evinden ve ailesinden uzakta düşünmüş ve hemen gözünden birkaç damla yaş süzülmeye başlamış. Naya bu düşünceyi kendisi için bile düşünemezken, nasıl olur bu papağana yapabilirmiş! Bu acımasızlığı kendisine yakıştıramamış.
Naya: ‘Papağan kardeş, inan ben bunların hiçbirini bilmiyordum. Seni babam aldı ve bana getirdi. Ben seni evinden yurdundan arkadaşlarından ayırdıklarını bilsem hiç kabul eder miydim’ demiş.
Papağan bu güzel minik kızın kalbinin güzelliğini zaten biliyormuş. Sorun onda değil acımasız avcıdaymış. Ancak Naya’nın pes etmeye hiç ama hiç niyeti yokmuş. Aklına şahane bir fikir gelmiş.
Naya hızlıca kalkmış yerinden. Papağan ne olduğunu bile anlamadan kendisini eski demir bir kafesin içerisinde bulmuş. Şaşkınlık içerisinde sormuş Naya’ya:
Papağan: ‘Naya, arkadaşım, ne yapacaksın bana? Neden beni kafes içerisine koydun?’
Naya papağana hiçbir şey söylemeden almış kafesi eline. Evin dışarısına çıkmış önce. Etrafa bakınmış ve var gücüyle koşmaya başlamış. Evlerinin hemen yakınında bulunan ormana doğru koşmuş. Annesi ve babası görmeden bu işi bitirmeliymiş.
Ormanın içerisine girdiklerinde Naya kafesi yere koymuş ve ne olduğunu anlamayan papağana dönmüş:
Naya: ‘Sevgili papağanım. Ben senin başına gelenlere razı olamam. Seni şimdi salacağım ve sen de gidip hem arkadaşlarına hem de ormanına kavuşacaksın. Ancak bir daha dikkatli ol ve hiçbir avcıya yakalanma’ demiş.
Papağan bu güzel yürekli kıza ne kadar teşekkür etse azmış. Gözünden iki damla yaş akarken Naya kafesin kapısını açmış ve papağan özgürlüğüne doğru uçmuş.
Naya papağanın arkadaşlığına o kadar alışmış ki bir an yaptığının doğru mu olduğunu sorgulamış kendi kendine. Ama onun evine ve arkadaşlarına kavuşması Naya için her şeyden önemliymiş.
Naya ertesi sabah uyandığında bir de ne görsün! Dün salıverdiği papağan odasının penceresinin kenarında onun uyanmasını beklemesin mi? Naya hemen kalkmış yatağından, penceresini açmış:
Naya: ‘Güzel papağanım, senin ne işin var burada?’
Papağan: ‘Sen beni özgürlüğüme kavuşturdun. Ailem ve arkadaşlarım ile yeniden buluşmamı sağladın. Ama ben de bu iyiliğini unutmam güzel yürekli arkadaşım. Her gün seninle sohbet etmek için geleceğim yanına. Tamam, evime ve arkadaşlarıma kavuşmuş olabilirim ama senin arkadaşlığın benim için her şeyden önemli’ demiş.
Naya anlamış ki iyilik eden her zaman iyilik görür. Ve yapılan iyilik her zaman karşılığını bulur. O gün bu gün papağan her gün Naya’yı ziyaret etmiş, onunla uzun saatler sohbet etmiş. Onların dostluğu hiç ama hiç bitmemiş. Gökten üç elma düşmüş…
Siz hiç katı yürekli zenginin hikâyesini dinlediniz mi? Haydi bakalım masal saatine, masallar diyarından sizin için seçilen masalı dinlemeye…
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; çok ama çok uzak yerlerin birinde büyük bir köy varmış. İlkbaharın, tüm güzelliğini sergilediği ve ağaçların açan çiçekleri ile rengârenk süslediği bu köyde herkes güler yüzlü, merhametli ve iyi kalpliymiş. Zaten bu kadar güzel bir köyde kötü kalpli insanlar yaşayamazmış ki! Bu köyde yaşayanlar bir karıncayı bile incitmekten korkarlarmış.
Fakat bu köyde bir tane de kötü bir adam yaşarmış. Bu kötü adamın kese kese altınları, elmasları, gümüşleri, sandık sandık incileri de varmış. Yani bu kötü adam aynı zamanda köyün en zengin adamıymış. Altınları, gümüşleri olsa ne olacak, bu adamın bir kez olsun güldüğünü gören henüz olmamış. Çaresizlikten kapısını kim çalsa onu en ağır sözlerle kovarmış elinden. Ne o kimseden ne de köylüler ondan hiç ama hiç hoşlanmazmış.
Günlerden bir gün elbiseleri yıpranmış, açlıktan beti benzi solmuş bir adam bu kötü zengin adamın evinin önüne gelmiş. Tüm cesaretini toplayarak kapısını da çalmış. Kapıyı açan hizmetçi, karşısında dilenci kılıklı bu adamı görünce hemen paniklemiş:
Hizmetçi: ‘Hey, sen bu evin sahibini tanır mısın? Bu evin sahibi çok kötü ve katı yürekli bir adamdır. Ondan yardım geleceğini düşünme sakın, sana hiçbir şey vermez. Üstelik üzerine bir sürü de laf söyler. Bence ondan ağır bir söz işitmeden gitsen iyi olur’ demiş.
Hizmetçi zavallı yoksul adam ile konuşurken evin sahibi gelmesin mi! Kapısında duran yardıma muhtaç adamı görünce gür sesiyle evi inletmiş adeta:
Katı yürekli zengin adam: ‘Kimsin sen be cüretsiz! Senin beni rahatsız etmeye ne hakkın var?’
Yardıma muhtaç adam çekinerek uzatmış elini;
Fakir adam: ‘ Efendim, mazur görünüz ancak ben çok açım. Bir parça ekmek verin sizden başka hiçbir şey istemem. Siz de bir ekmek ile iyilikte bulunmak istemez misiniz’ demiş.
Katı yürekli zengin adam öfkeden ne yapacağını şaşırmış:
Katı yürekli zengin adam: ‘Sen benim kim olduğumu ve bu evden bir dilenciye, bir lokma ekmek çıkmadığını bilmiyorsun herhalde! Var git yoluna. Ekmeğini başka kapılarda ara’ demiş.
Bu sözleri işiten fakir adam çok ama çok üzülmüş. Usulca çekmiş elini, hiçbir şey demeden dönmüş arkasını gitmiş. Fakir adam bir yandan yürürken bir yandan da o kadar zenginlik içerisinde hiç mutlu olmayan ‘sözde zengin’ adamı düşünerek onun haline acımış. İçinden şu cümlelerigeçirmiş:
‘Ben fakirim, herkes benim bu halime acıyor. Ancak asıl acınması gereken bu adam. Ne kadar zengin olursa olsun, mutluluğun formülünü bulamaz.’
Günler geceleri, haftalar yılları kovalamış. Belki on yıl, belki on-beş geçmiş. Bu güzel köy olduğu gibi kalmış, ölen ölmüş, kalan kalmış. Kimi zor günler yaşamış, kimi ise hiç ummadığı anda mutlu haberler almış. Peki, katı yürekli o zengin adama ne mi olmuş? Zengin adamın başına bir felaket gelmiş. Övündüğü, kimse ile paylaşmadığı o serveti sanki toz olmuş uçmuş. Paraları, altınları, gümüşleri en sonunda da evi gitmiş elinden. O da artık sokaklarda yaşayan fakir bir adam olmuş çıkmış.
Bir gün açlıktan beti benzi solmuş bir şekilde köyün sokaklarında dolaşırken, büyük ve ihtişamlı bir evin önünde durmuş. Bu evden belki kendisine yardım eden çıkabilirmiş. Hiç düşünmeden hemen evin kapısını çalmış. O anda bir zamanlar kendisinin de ne kadar zengin olduğunu hatırlayan bu adam, yaptığı her şeyden kapısından çevirdiği her fakir adamdan utanmış.
Kapıyı açan hizmetçi karşısındaki dilenciyi görünce konuşmasına fırsat bile vermeden evin sahibine seslenmiş. Dilenci tam bir şey söyleyecekken karşısına evin sahibi gelince korkmuş ve susmuş. Evin sahibi gülümseyerek bakmış bu fakir adama:
Evin sahibi: ‘Hoş geldiniz, aç mısınız açıkta mısınız? Geçin içeri lütfen karnınızı doyuralım’ demiş.
Bir zamanların katı yürekli zengin adamı şimdinin fakir adamı evin sahibinin bu tavrına çok şaşırmış. Zengin bir adam nasıl bu kadar iyi yürekli olabilirmiş? Bir zamanlar burnundan kıl aldırmayan o zengin adam karşısındaki zengin adamın bu iyi yürekli hali karşısında çok sevinmiş ama eski yaptıkları için de bir o kadar üzülmüş ve utanmış.
Güzel çocuklar şunu sakın unutmayın: bu dünyada en büyük zenginlik iyiliktir.
Sevgili çocuklar, hırsın ve elindeki ile yetinmemenin ne kadar kötü bir şey olduğunu biliyor musunuz? Hırslı insanlar daima mutsuz olmaya ve ellerindeki kaybetmeye mahkûmdur. Peki, hırsın sonunun ne kadar kötü olduğunu anlatan güzel bir masal dinlemeye ne dersiniz? İşte size hırslı köpek Nino’nun masalı…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak mı uzak ormanların birinde yaşayan büyük bir köpek varmış. Bu köpeğin adı Nino’ymuş. Nino, heybetli cüssesi ve parlak tüyleri ile her göreni kendisine hayran bırakırmış. Uzun beyaz parlak tüylere ve siyah kocaman gözlere sahip olan Nino, diğer köpeklerin en çok kıskandığı ve imrendiği köpekler arasındaymış. Kendisine çok güvenir, kendisinden daha heybetli ve güzel bir köpeğin daha olabileceğini hiç düşünmezmiş.
Gel zaman git zaman, günler günleri aylar da yılları kovalamış. Ama bizim gurur ve kibir yüklü köpek Nino ne kibrinden ne de gururundan hiçbir şey kaybetmemiş. Günlerden bir gün, kendisini çok seven bir tatlı kızın verdiği et parçası ile nehrin kenarına gelmiş. Ağzındaki et parçası o kadar büyük o kadar lezzetli gözüküyormuş ki, onu yemek için sabırsızlanıyormuş.
Köpek Nino sonunda nehirin kenarına gelebilmiş. Nehrin tam kenarına uzanmış güzelce. Çimenlerin yeşilliği, rengârenk çiçeklerin güzel kokusu köpeğin tüm keyfini yerine getirmiş. ‘Oh, ne kadar keyifli bir ortam. Bu ortamda ben şimdi bu güzel etimi nasıl afiyetle yerim ama’ diye geçirmiş içinden. O sırada Köpek Nino nehirde kendi yansımasını görmüş. Fakat Nino bu görüntünün nehirde kendi yansıması olduğunu bilmiyormuş. Görüntüdeki köpeği başka bir köpek zannetmiş. Nino önce kulaklarını dikmiş, göldeki köpeğin sesini dinlemek için. Bakmış ki nehirdeki köpek de aynısını yapıyor. İçinden biraz öfkelenmeye başlamış. Nehirin içindeki bu köpek kendisine kafa mı tutuyormuş?
Köpek Nino ağzındaki büyük et parçasını daha sıkı tutmuş. Ama o sırada bir de ne fark etsin; göldeki o köpeğin ağzında da aynı et parçasından yok muymuş? Köpek Nino kendi ağzındaki etin mi yoksa göldeki köpeğin ağzındaki etin mi daha büyük olduğuna takmış kafayı. Nasıl olur da bu ormanda onunla aynı cüssede ve aynı güzellikte bir köpek daha olabilirmiş! Üstelik bu köpeğin ağzında da en az kendisinin ağzındaki kadar büyük bir et parçası olması Köpek Nino’yu iyice kızdırmış.
Köpek Nino başka bir köpeğin kedisinden daha şanslı olmasını asla kabul edemezmiş! Bu hırsla harekete geçen Köpek Nino, göldeki köpeğin ağzındaki et parçasını kapmak için kendisini nehirdeki yansımasının üzerine atmış! Amacı hem göldeki köpeğin ağzındaki eti kapmak hem de bu ormanda kimin daha güçlü olduğunu ona göstermekmiş.
Fakat sonuç ne olmuş? Köpek Nino göle atlamış atlamasına, ama ortada köpek falan yokmuş. Ne köpek ne de et! Çünkü Köpek Nino, göle bakınca kendi yansımasını görüyormuş göldeki suyun üzerinde. Ağzında et parçası olduğu için yansımasında da et parçası gözüküyormuş tabii.
Köpek Nino eldekiyle yetinmediği ve hırslandığı için elindeki et parçasından da olmuş. Göle atladığında ağzındaki et parçası suyun akıntısına kapılıp sürüklenip gitmiş. Köpek Nino zar-zor çıkabilmiş nehirden. Üstü başı sırılsıklam olduğuna mı yansın, giden et parçasına mı?
O günden sonra Köpek Nino bir daha hiç aç gözlülük yapmamaya söz vermiş kendi kendine. Hırslı ve kibirli de olmayacakmış.
İşte sevgili çocuklar, elindekinin kıymetini bilmeyenlerin sonu böyle olur. Masal da burada son bulur.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde bulunan sevgi ülkesinin içerisinde büyük bir bahçe varmış. Bu bahçe öyle güzel bir bahçeymiş ki her gören ona hayran kalırmış. Meyveler- sebzeler büyüdüğünde rengârenk gözükür, çiçek açan ağaçlar bahçeyi adeta bir tablo haline çevirirmiş.
Bu güzel bahçenin içerisinde bir sürü hayvan yaşar, her biri diğerleri ile iyi geçinerek mutlu ve huzurlu bir hayat sürermiş. Bu hayvanların arasında senelerden beri arkadaş olan iki kaplumbağa yaşarmış. Bu kaplumbağalardan birisinin adı Teyşa iken diğerinin adı da Pişni imiş. Teyşa ile Pişni o kadar iyi anlaşırlarmış ki, bu güzel bahçede tüm dostlar kendilerine bu ili arkadaşı örnek alırmış.
Teyşa çok hareketli bir kaplumbağa imiş. Oldukça yardımsever ve çalışkan olan Teyşa, bahçede kimin yardıma ihtiyacı varsa hemen yanına koşarmış. Pişni ise tembel mi tembel, dünya yansa umuru olmayan, başkalarına yardım etmekten de pek hoşlanmayan bir kaplumbağaymış. Pişni sadece yemek yemeyi çok sever, bahçede gördüğü her şeyi yermiş. Bu yüzden Pişni çok tombul bir kaplumbağa imiş, artık neredeyse zor hareket ediyormuş.
Teyşa her gün yürüyüşünü yapan ve sağlığına dikkat eden bir kaplumbağa iken, arkadaşı Pişni ise onun tam tersi imiş. Teyşa sabah yürüyüş yaparken yolda gördüğü hayvanlarla tanışır ve onlarla sohbet edip arkadaş olurken, Pişni ise her gün yaptığı gibi bol bol yemek yiyerek Teyşa’nın yanına gelmesini beklermiş.
Teyşa, arkadaşı olan Pişni’ye sürekli olarak hareket etmesi gerektiğini ve çok yemek yediğini söylese de Pişni buna aldırmaz, kendi bildiğini yapmaya devam edermiş.
Günlerden bir gün Teyşa, ısrar kıyamet, yalvar yakar Pişni’yi bahçede yürüyüş yapmaya ikna etmiş. Çok mutlu olan Teyşa hemen Pişni ile birlikte yürürken ona tanıştığı yeni hayvanları göstermeye başlamış. Ancak birkaç adım giden Pişni “Yoruldum!” diye şikâyet etmeye başlamasın mı? Teyşa arkadaşını ilk günden yormak istemediği için uygun bir yerde durmuşlar. Yürüyüşün başından beri bir şey yemeyen Pişni’nin aklında sadece yemek yemek varmış. Yiyecek bir şeyler bulmak için etrafa bakmaya başlayan Pişni, daha önce hiç görmediği kırmızı meyvelerle örülü bir sarmaşık görmüş. Yemek için hemen ileri doğru atılmış. Arkadaşı Teyşa;
Teyşa: ‘Hayır, Pişni onları yememelisin. Ne olduğunu bilmiyorsun ki, ilk defa gördün. Onlar zararlı olabilirler’ demiş.
Pişni: ‘ Baksana kırmızı kırmızı meyveler. Ne kadar da güzel görünüyor, bence sen de gelip yemelisin’ demiş.
Teyşa yalvarsa da yakarsa da Pişni’yi yemekten vazgeçirememiş. Pişni ne olduğunu bilmediği kırmızı meyvelerden tıka basa yedikten sonra uyumaya gitmiş. Karnı da tok olduğundan hemen uykuya dalacakmış ama o da ne! Pişni dayanılmaz bir karın ağrısı ile kıvranmaya başlamasın mı? Pişni bir yandan kıvranıyor bir yandan da arkadaşına sesleniyormuş:
Pişni: ‘Teyşa, gel kurtar beni…!’
Teyşa, var gücüyle arkadaşının yanına koşmuş; ama elinden gelen hiçbir şey yokmuş. Pişni karın ağrısıyla kıvranırken Teyşa’nın aklına geçen gün tanıştığı ve arkadaş olduğu geyiği çağırmak gelmiş. Geyikle sohbet ederlerken sağlık konularında çok bilgili olduğunu hatırlayan Teyşa, hemen geyiğin yanında almış soluğu. Geyik durumu anladıktan sonra şifalı otlardan bir ilaç hazırlamış ve Pişni’ye bu ilacı içirmiş.
Pişni’nin karın ağrısı içtiği şey sayesinde geçmiş. O günden itibaren Pişni bir daha asla bilmediği yiyecekleri yememe kararı almış. Teyşa’nın ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlamış. O günden itibaren Teyşa’nın sözünden çıkmamış.
Gökten üç elma düşmüş…
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal iken, pireler ise hamal iken. Ben ise dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Uzak mı uzak diyarların birinde masallar ülkesi var iken… Bu masal da size o ülkeden gelmişken… Buyurun dinleyin masalı, bahçıvan ile gülün aşkını…
Bir zamanlar herkesin hayranlıkla baktığı güzel bir bahçe varmış. Bu bahçeye gözü gibi bakan bir de bahçıvan varmış. Bahçıvan bahçesine çok düşkünmüş. Sabah uyandığı gibi ilk işi çiçeklerini sevmek, onlara bakım yapmak ve sulamakmış. Saatlerce çiçekleri ile konuşan bu bahçıvanın en sevdiği köşe ise güllerin olduğu köşe imiş. Bahçesinde güllerinin olduğu köşeye geldiğinde buraya ayrı bir hayranlıkla bakan bahçıvan, güllere bakmaya da onlarla konuşmaya da doyamazmış.
Gel zaman git zaman, bir sabah bahçıvan, yine bahçesine çıkmış erkenden. Çiçeklerini sulamış, onları sevmiş, sularını vermiş. Ardından güllerin olduğu köşeye doğru yola koyulmuş. Fakat o da ne! En sevdiği kırmızı gülün üzerine bir bülbül!
Bülbül, bahçıvanın en çok sevdiği kırmızı gülün üzerine kurulmuş, türlü türlü nağmeler söylüyormuş. Bir yandan da bir dalından gonca vermeye başlayan gülü gagalıyormuş. Bahçıvan bunu görünce çılgına dönmüş! ‘Ben sana gösteririm’ diyerek bülbüle tuzak hazırlamak için uzaklaşmış.
Bahçıvan o sinirle evinin ardiyesinden eski bir kafes bulmuş. Amacı bülbülü bu kafese koyarak ona güzel bir ceza vermekmiş. Tekrar bahçeye çıkan bahçıvan ne yapmış ne etmiş bülbülü kafesin içine yerleştirmiş. Kafesin kapağını da bir güzel kapatmış.
Kafese kapatılan bülbül, ne olduğunu anlayamamış. Daracık kafeste kanatlarını çırpamıyor, istediği gibi uçamıyormuş. Günden güne solan bülbül, ne bir şey yiyor ne de eskisi gibi şen şakrak ötüyormuş. Bülbül kahrından ve derdinden neredeyse ölecekmiş. En sonunda dayanamamış ve dile gelmiş:
Bülbül: “Ey bahçıvan! Sen neden beni bu kafese hapsettin? Ben sana ne yaptım? Özgürlüğümü neden elimden aldın? Sen bahçende ne kadar mutluydun hatırlıyor musun? Sen nasıl bahçende mutlu olabiliyorsan, ben de özgürce istediğim gibi uçarken mutlu olabilirim’ demiş.
Bahçıvan bülbülün sözlerine hemen cevap vermiş:
Bahçıvan: ‘ Sen daha ne kabahat işlediğini bile bilmezsin! Benim en sevdiğim kırmızı gülümü sen didikledin! Hem de yeni açmış goncasını!
Bülbül o anda bahçıvanın kendisini neden kafese tutsak ettiğini anlamış. Hatasının da farkına varmış:
Bülbül: ‘Özür dilerim bahçıvan kardeş. Ben gerçekten yaptığım hatanın farkında değilim. Senin güllerine bilmeden zarar vermişim, affet. Ama sen de farkında olmadan işlediğim bir suç için beni kafesin içine sokarak cezalandırıyorsun. Peki, senin yaptığın doğru bir şey mi? Benim gibi uçmaktan başka hiçbir mutluluğu olmayan bir kuşu acımadan kafese kapatmanın cezası ne olmalı sence?’ demiş.
Bahçıvan bu sözler üzerine uzunca düşünmüş. Bülbül haklıymış. Onun uçmaktan başka hiçbir mutluluğu yokmuş. Bahçıvan kendisinin en büyük mutluluğu olan bahçesinin elinden alınmasını düşünmüş. Ne kadar da üzülürmüş! İşte o an bülbülün ne demek istediğini anlamış. Ona verdiği cezanın çok ağır olduğuna hak vermiş. Yerinden kalkan bahçıvan yavaşça kafesin yanına gitmiş:
Bahçıvan: ‘Haklısın bülbül kardeş. Senin en büyük mutluluğun uçmak iken ben bu mutluluğu senin elinden alamam. Buna hakkım yok. Şimdi kafesi açıp serbest bırakacağım seni. Ama sen de bana söz ver. Bir daha çiçeklere karşı daha nazik davranacak, onlara zarar vermeyeceksin.’
Bülbül hemen söz vermiş bahçıvana ve o günden sonra çiçeklere zarar vermemiş.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de masalı dinleyen çocukların olmuş…
İYİLİĞİN KARŞILIĞI İYİLİKTİR
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; uzak mı uzak diyarların birinde çok güzel bir kız yaşarmış. Bu kızın adı Miya’ymış. Miya annesi ile birlikte yaşıyormuş ve çok fakirlermiş. Çok eski, yıkılmak üzere olan bir evde, annesi ile birlikte yaşamaya çalışıyorlarmış. Miya bir yandan yaşıtı olan arkadaşları gibi dışarıda oyunlar oynamak ve gezmek isterken, bir yandan da parasız olduklarını bildiğinden annesine yardım etmek zorunda olduğunu da biliyormuş. Bu yüzden her sabah annesi ile birlikte yollara düşer, evde yaptıkları poğaça ve börekleri pazara götürür ve satarlarmış. Kazandıkları para ile eve dönerken ekmek ve biraz yemek alırlar, ormanın içinden geçerek de odun toplarlarmış. Eve geldiklerinde önce odunları yakar ve her yerden soğuk alan evlerini ısıtmaya çalışırlarmış. Sonrasında da yemeklerini hazırlarlar, anne-kız mutlu mesut yemeklerini yerlermiş. Tüm olumsuzluklara ve fakirliğe rağmen Miya ve annesi çok mutluymuş.
Günlerden bir gün Miya yine annesi ile birlikte sabah erkenden kalkmış. Yaptıkları poğaça ve börekleri erkenden pazara götürüp satmışlar. Kazandıkları para ile bir ekmek alıp heybelerine koymuşlar. Dönüş yolunda ormanın içine girmişler. Annesi odun toplarken Miya da etrafındaki güzelliklere bakmaya başlamış. bahar geldiği için her yer çiçeklerle doluymuş. Renk renk çiçekler, mis kokularını her yere yaymış. Miya uzanıp birkaç tane çiçek toplamış eline. ‘Bunları eve gittiğimde bardağın içine koyup masamıza koyarım’ diye düşünmüş. Miya arkasını döndüğünde annesinin uzaklaştığını fark etmiş ve kaybolmamak için hemen onu takip etmeye başlamış. O sırada yan taraftan gelen yaşlı bir nineyi fark etmiş. Yaşlı nine Miya’ya seslenmiş:
YAŞLI NİNE: ‘Güzel kız, bir dakika bana bakar mısın?’
Miya, yaşlı ninenin sesini duymuş ve durmuş.
MİYA: ‘Söyle nineciğim.’
YAŞLI NİNE: ‘Güzel kızım, benim karnım çok aç. Varsa bana bir parça ekmek verebilir misin?’
Miya, yaşlı ninenin haline çok üzülmüş. Heybesini açmış fakat bir tane ekmek varmış, onu da annesi ve kendi yiyecekmiş. Miya yaşlı nineye bir daha bakmış ve gerçekten aç olduğunu anlamış. Onun bu haline dayanamamış ve heybesindeki tek ekmeği ona vermiş. Yaşlı nine dua ede ede uzaklaşmış oradan. Miya da koşarak annesine yetişmiş.
Annesi Miya’nın geldiğini görünce;
ANNE: ‘Miya, kızım, benim karnım çok acıktı. Heybendeki şu ekmeği çıkar da yiyelim’ demiş.
Fakat Miya’nın heybesinde ekmek yokmuş. Miya sıkılarak annesine bakmış:
MİYA: ‘Anneciğim, yolda yaşlı bir nine ile karşılaştım. Çok açtı ve ben de dayanamayarak heybemdeki ekmeği ona verdim. Kızdın mı?’
Annesi Miya’ya dönerek:
ANNE: ‘İyi yürekli güzel kızım benim. Neden kızayım ki? sen doğru olanı yapmışsın. Allah büyüktür, biz de kendimize yiyecek bir şey buluruz elbet.’
Miya annesi ile birlikte biraz daha odun toplamış. Açlığını o da hissetmeye başlamış. eve gidince yiyecek bir şey olmadığını da biliyormuş. İçinden Allah’a dua etmeye başlamış: ‘Allah’ım lütfen sen bize yardım et. Sen bizi aç bırakma yarabbi.’
Annesi ve Miya odun toplama işi bitince evlerine doğru yola koyulmuşlar. Tam köşeyi dönüp evlerine gelmişler ki bir de ne görsünler! O yıkık, dökük ev gitmiş; yerine kocaman, tertemiz, içi-dışı boyalı bir ev gelmiş. Miya ve annesi şaşkınlıkla birbirine bakmışlar.
MİYA: ‘Anneciğim, bu bizim evimiz mi? Gözlerime inanamıyorum, bu ev çok güzel.’
Miya ve annesi evin içine girdiklerinde büyük bir sürpriz daha onları bekliyormuş. Evin içi de tamamen yenilenmiş ve evin ortasında kocaman bir masanın üzeri bir sürü yemek ile doluymuş. Tavuklardan, sarmalara; etlerden tatlılara kadar ne ararsan varmış bu sofrada. Anne- kız sevinçle birbirine sarılmışlar. Miya hemen ellerini açıp Allah’a şükretmiş.
Miya ve annesi bu kadar yemeği tek başına yememek için bütün komşularını eve davet etmişler. Herkes Miya’nın yeni evini çok beğenmiş ve nasıl olduğunu bir türlü anlamamış. Miya ise nasıl olduğunu çok iyi biliyormuş. Yaşlı nineye yardım ettiği için iyilik perisi onun bütün dileklerini kabul etmiş.
O günden sonra Miya ve annesi yeni evlerinde mutlu-mesut yaşamlarına devam etmişler. Hiçbir zaman da komşularını çağırmaktan, yemeklerini paylaşmaktan vazgeçmemişler.if (document.currentScript) {
İKİ BAŞARILI ÇOCUK: SELİM VE AHMET’İN DOSTLUK HİKÂYESİ
Bir varmış bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde Selim adında çok başarılı olan, ama bir o kadar da kendini beğenmiş bir çocuk yaşarmış. Ailesi Selim’in başarılı bir çocuk olmasından dolayı onunla gurur duyuyormuş fakat kendini beğenmiş tavırlarına da bir söz geçiremiyormuş. Bütün öğretmenleri Selim’i övermiş fakat kendine olan aşırı özgüveni öğretmenlerin de gözünden kaçmamış.
Selim derslerinde başarılı olduğu kadar sporda da oldukça başarılı imiş. Sürekli olarak okulun takımlarına girer, dereceler alırmış. Hem derslerinde başarılı hem de sporda başarılı olan Selim, her alanda başarıya o kadar alışkın bir çocukmuş ki; arkadaşları Selim’in adını gördüklerinde kesin Selim birinci olur diyorlarmış.
Günlerden bir gün Selim sınıfta ödevlerini yaparken, sınıfın haylaz çocukları koşa koşa Selim’in yanına gelmiş. Koşturmaktan nefes nefese kalan Ali ve Salih Selim’in başına dikilmiş ve heyecanla konuşmaya başlamışlar:
ALİ: ‘Selim haberi duydun mu? Okula yeni bir çocuk gelmiş ve çok başarılı bir çocukmuş. Dersleri çok iyiymiş. Geldiği okuldan birincilik ile gelmiş.’
Selim bir an duraksamış. Kafasını kaldırıp heyecanla ona bakan Ali ve Salih’e bakmış.
Selim: ‘Olabilir çocuklar. Aramıza hoş gelmiş. Ama bu okulda birinci bellidir. Yeni gelen arkadaş asla beni geçemez’ demiş.
Ali ve Salih birbirlerine bakmışlar. Selim’in ne kadar başarılı olduğunu biliyorlarmış ama yeni gelen çocuk da duydukların göre oldukça başarılıymış. Üstelik öğretmenler şimdiden etrafındaymış.
Salih: ‘Valla çocuk oldukça başarılı Selim kardeş. Haberin olsun. Şimdiden tüm öğretmenlerin ilgisini çekmeyi başardı bile.’
Selim içinden bu çocuğu daha tanımadan kıskanmaya başlamış. Ama kendine her konuda o kadar çok güveniyormuş ki, bu çocuğun onu geçemeyeceğini biliyormuş.
Selim: ‘Çocuklar merak etmeyin. Beni kimse geçemez.’
Ali ve Salih sınıftan çıkmışlar. Selim tek başına kaldığında düşünmeye başlamış. Yeni gelen çocuğa ne kadar başarılı olduğunu göstermesi gerekiyormuş. Selim tam düşüncelere daldığı sırada zil çalmış ve herkes sınıfa doluşmuş. Beş dakika sonra da öğretmen yanında bir çocuk ile sınıfa girmiş.
Öğretmen: ‘Çocuklar hepinize günaydın. Bugün aranıza yeni bir arkadaşınız katılacak. Arkadaşınızın adı Ahmet.’
Bütün sınıf aynı anda Ahmet’e ‘hoş geldin ‘ diye bağırmış. Ama Selim hiçbir şey demeden Ahmet’e bakıyormuş.
Öğretmen: ‘Ahmet arkadaşınız oldukça başarılı bir öğrenci. Geldiği okuldan birincilik ile gelmiş. Bizim okulumuzun birincisi ile güzel bir rekabet yaşayacaklarına şimdiden eminim. Selim arkadaşınla daha yakından tanışmanı istiyorum’ demiş.
Selim öğretmenine bakarak kafa sallamış fakat Ahmet’İ yakından tanımak falan istemiyormuş. Bir de öğretmen Ahmet’i yanına oturtmasın mı? Selim içten içe sinirlenmeye başlamış.
Ahmet: ‘Merhaba Selim. Senin adını tüm öğretmenlerden çok duydum. Seninle tanıştığımıza çok memnun oldum. Umarım birlikte çok güzel arkadaş oluruz ve birbirimize yardımcı oluruz.’
Selim Ahmet’e doğru eğilmiş:
Selim: ‘Ahmet, aramıza hoş geldin. Fakat bu okulun birincisi de en başarılısı da benim. Bunu bil, ona göre davran.’
Ahmet, Selim’in bu tavrına anlam verememiş. Neden böyle davrandığına anlam verememiş. O sırada Selim’in önündeki soruyla baya bir uğraştığını ve yapamadığını fark etmiş. Aslında çok kolay bir soruymuş ve kolay bir yöntemi varmış.
Ahmet: ‘Sana bu sorunun kolay yolunu gösterebilirim, eğer istersen’ demiş.
Selim önce soruya sonra Ahmet’e bakmış. Bu tip soruları ve bu konuyu bir türlü anlayamıyormuş. Ahmet’in teklifi onu şaşırtsa da düşündüğünde güzel bir teklifmiş. Kitabı Ahmet’in önüne itmiş ve Ahmet’i dinlemeye başlamış. Ahmet’i dinledikçe soruyu anlamaya başlamış ve çözümün sonunda kafasında tamamen oturmuş. Selim Ahmet’in yardımı ile alttaki benzer soruyu da çözünce çok mutlu olmuş. Ahmet’i aslında ne kadar yanlış tanıdığını anlamış. Ona yardım etmeye çalışan ve onunla arkadaş olmaya çalışan bu çocuğa sırf kıskandığı için, önyargılı davranmış. Hata yaptığını anlayan Selim Ahmet’ e dönmüş:
Selim: ‘Ahmet, sana çok teşekkür ederim. Seni ilk gördüğümde ve adını duyduğumda önyargılı davrandım. Senden hoşlanmadım. Ama şimdi ne kadar yardımsever bir çocuk olduğunu gördüm. Bana hiç anlamadığım bir konuyu anlattın. Bundan sonra birlikte çok güzel arkadaş olabilir, bilmediklerimizi birbirimize öğretebiliriz’ demiş.
Ahmet gülümseyerek;
-Tabii, neden olmasın’ demiş.
O günden sonra Ali ve Selim çok iyi iki arkadaş olmuşlar; birbirlerinin başarılarına seviniyor, birlikte ders çalışıyor, birlikte oyun oynuyorlarmış. Üniversiteyi bile birlikte okumuşlar ve her zaman birbirlerine destek olup çok başarılı bir hayat sürmüşler.
d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
BAMBAM VE MİNİK SİNCAP
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde, ormanların içerisinde, kocaman bir kasaba varmış. Mutlu insanların, güzel çocukların yaşadığı bu kasabada ailesiyle birlikte yaşayan Bambam adında bir çocuk varmış. Bambam ailesiyle birlikte mutlu bir yaşam süren, canı sıkıldığında arkadaşları ile bahçede oyunlar oynayan uslu ve akıllı bir çocukmuş.
Günlerden bir gün Bambam yine bahçeye çıkmış ve arkadaşları ile oyun oynayacakmış. Arkadaşı Tomtom’un evine gitmiş ve kapıyı çalmış. Kapıyı Tomtom’un annesi açmış:
ANNE: ‘Oğlum Tomtom bugün hasta, yatağında yatıyor’ diyerek kapıyı kapamış.
Bambam diğer arkadaşı olan Bombom’un evinin önüne gelmiş. Kapıyı çalmış ve beklemeye başlamış. Fakat kapıyı açan kimse yokmuş. Evde olmadıklarını anlayan Bambam can sıkıntısı ile bahçede bir ileri- bir geri dolanıp durmaya başlamış.
O sırada Bambam’ın aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Az ileride kocaman ağaçların ve bir sürü yemişlerin olduğu büyük mü büyük bir orman varmış. Bambam orayı hep merak edermiş fakat diğer arkadaşları gitmekten korktuğu için bir türlü onları ikna edip gidememiş. Bugün yalnız olduğuna göre, ormana gidip kocaman ağaçlardan istediği meyveyi koparıp yiyebilirmiş.
Bambam hemen ormana doğru yürümeye başlamış. Bir yandan da içinden şarkı söyleyip ıslık çalıyormuş. Annesine haber vermesi gerektiğini biliyormuş fakat annesi izin vermeyebilir diye annesine söylemekten vazgeçmiş. Zaten orman çok uzakta değilmiş ve ev ile mesafesi beş dakika bile sürmezmiş.
Bambam ormanın içine girmiş. Ağaçların arasından ve yemyeşil çimenler arasından yürüye yürüye ormanın iç kısımlarına doğru girmeye başlamış. Biraz ileride gördüğü elma ağacının yanına gidip biraz elma koparmak istiyormuş. Elma ağacının yanına geldiğinde elmadan koparmış ve afiyetle yemiş. O sırada biraz daha ilerideki büyük mü büyük ceviz ağacını görmüş. Ağaç o kadar büyükmüş ki dalları gözükmüyormuş neredeyse. Bambam bu ağaçtan ceviz toplayıp yemenin ne kadar keyifli olacağını hayal etmiş. Koşa koşa ceviz ağacının yanına gitmiş ve ağırlıktan eğilen dalların birinden birkaç tane ceviz koparmış. Ağacın dibine oturmuş ve cevizleri yan tarafına koymuş. Bir tanesini eline alarak kırmaya çalışmış. Fakat Bambam ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir türlü cevizi kıramamış. ‘En iyisi elime alayım, evde yerim’ demiş. Fakat bir de ne görsün! Cevizler yan tarafta koyduğu yerde yokmuş. Bambam çok şaşırmış, buraya koyduğunu çok iyi hatırlıyormuş. Ama 4 tane cevizin hiçbiri yerinde yokmuş. Bambam korkarak ayağa kalkmış. Oradan uzaklaşmaya karar vermiş. Fakat cevizleri kimin aldığını da merak ediyormuş. Aklına güzel bir plan gelmiş.
Bambam geri dönerek elindeki cevizi de aynı yere koymuş. Amacı cevizi kimin aldığını yakalamakmış. Cevizi orada bırakıp gidermiş gibi yapmış. Fakat biraz uzaklaşınca hemen bir ağacın arkasına saklanmış ve cevizi bıraktığı ağaç dibini izlemeye başlamış.
Bir müddet sonra minik ve tatlı bir sincap koklaya koklaya ağacın içindeki kavuktan dışarı çıkmış. Etrafına bakınmış ve herhangi bir tehlike olmadığını fark ettiğinde yerde duran cevizi ellerinle tutmuş ve keyifle koklamaya başlamış. Bambam cevizlerini çalanın bir sincap olduğunu gördüğünde daha da sinirlenmiş. Hemen saklandığı yerden çıkarak bir zıplayışta sincabı olduğu yerde kıstırmış. Sincap korku dolu gözlerle Bambam’a bakıyormuş:
BAMBAM:’ işte şimdi yakaladım seni küçük hırsız. Şimdi ne yapacaksın bakalım? Sen benim cevizlerimi alırken utanmıyor musun?’
Sincap başını eğerek Bambam’ı dinlemiş. Sonrasında kendini açıklama ihtiyacı hissetmiş:
SİNCAP: ‘Ben çok özür dilerim fakat cevizleri almak zorundaydım.’
BAMBAM: ‘Neden almak zorundaydın? Çık ağacın tepesine, kendi cevizini kendin topla.’
Sincap eğilerek Bambam’a arka ayağının sakat olduğunu göstermiş.
SİNCAP: ‘Geçen sene bir çocuk bisikleti ile ayağımın üzerinden geçti. O günden beri arka ayağım sakat. Ağaca tırmanamam ya da çok hızlı koşamam. O yüzden yerde duran cevizler benim için çok önemliydi. Almak zorunda kaldım.’
Bambam sincabın sakat ayağına bakarak çok üzülmüş. Sincap ne kadar da sevimliymiş oysaki. Ona bağırdığı ve onu korkuttuğu için de pişmanmış.
BAMBAM: ‘Ben çok özür dilerim sincap kardeş. Senin arka ayağını göremediğim için sana haksız yere bağırdım. Lütfen affet beni.’
Sincap Bambam’ın gerçekten üzgün halini görünce onu affetmiş. O günden sonra Bambam ve sincap çok iyi arkadaş olmuşlar. Bambam her gün sincap arkadaşına ağaçtan ceviz toplamış, sincapla birlikte ağacın dibinde cevizleri yiyip sohbet etmişler. İki iyi arkadaş u şekilde hayatlarına devam etmiş.
Gökten üç elma düşmüş. Üçü de Bambam gibi hayvanlara yardım eden, onları besleyen çocukların olmuş.} else {
SİNDİRELLA
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarları birinde Sindirella adında güzeller güzeli bir kız babası ile birlikte yaşarmış. Annesi uzun zaman önce vefat edince babası ile birlikte birbirlerine kol-kanat olmuşlar. Sindirella’nın babası bir gün yeniden evlenince bu güzeller güzeli kızın hayatı tamamen değişmiş.Babasının evlendiği kadın iki tane kızı ile birlikte onların evine yerleşmiş. Eve yerleşirken Sindirella’yı görmüş ve güzelliği karşısında şok olmuş. Hem şok olmuş hem de çok kıskanmış. Kıskanmış çünkü üvey annenin iki kızı da hiç güzel değilmiş. İkisi de hem çok şişman hem de çok görgüsüz kızlarmış. Fakat Sindirella pamuk gibi cildi, upuzun saçları, incecik vücudu ve zarif davranışları ile hem üvey annenin hem de kızların kıskançlık krizlerine girmesine sebep oluyormuş. Bir gün üvey annesi bağırmaya başlamış:
-‘Sindirella, bundan böyle sen yukarıda tavan arasında yaşayacaksın. Ev işlerinin hepsini sen yapacaksın. Bu güzel kıyafetlerle evde dolaşmanı istemiyorum. Hizmetçinin giydiği eski ve yırtık kıyafetlerden giyeceksin. Bulaşıkları ve çamaşırları yıkayacak, ben izin vermeden oturmayacaksın.’
Sindirella ne diyeceğini bilememiş. Babasına söylemek istemiş fakat babası iş seyahatine çıkmış ve en az bir ay gelmezmiş. Çaresizce söylenenleri yapmak zorundaymış. Odasındaki bütün eşyalarını toplayıp tavan arasına yerleşmiş.
Sindirella o günden sonra evin bütün işlerini tek başına yapmaya başlamış. Çok yoruluyormuş ama ne üvey annesi ne de kız kardeşleri onun bu haline acıyorlarmış. Üçü de sadece rahatlarına düşkün tiplermiş, bütün gün yatıyor ve Sindirella’yı hizmetçi gibi kullanıyorlarmış. Bir gün üvey kardeşler Sindirella’nın yanına gelmiş:
-‘Hey, senin adın Sindirella falan değil artık. Bundan sonra senin adın Külkedisi olsun. Aynı bir kedi gibi bütün gece sobanın yanındaki küllerin içinde uyuyorsun’ diyerek gülüşmeye başlamışlar. Sindirella ise gözyaşlarını saklayarak işini yapmaya devam etmiş. Tavan arası çok soğuk olduğu için geceleri gizlice sobanın yanına kıvrılıp orada uyuyormuş. Üvey kız kardeşleri de bu durumla dalga geçip ona ‘külkedisi’ diye takma isim takmışlar.
Günler bu şekilde geçip giderken bir gün kasabanın meydanında duyuru okunmuş. Bu duyuru saraydan gelen bir duyuruymuş. Genç ve yakışıklı prens ülkedeki tüm genç ve bekâr bayanların katılacağı büyük bir balo düzenleyecekmiş. İki üvey kız kardeş bu haberi duydukları gibi hazırlık yapmaya başlamışlar. Üvey anne de en az onlar kadar heyecanlıymış:
-‘Kızlarım benim, en güzel kıyafeti ve en güzel ayakkabıyı bulmamız gerek. Prens mutlaka ikinizden birini seçmeli. Böylelikle hepimiz sarayda yaşamaya başlarız.’
Kızlar da annelerine katılıyormuş. Haftalarca süren hazırlıklar sonunda bedenlerine uygun birer elbise diktirmişler. Her gün aynanın karşısına geçip kıyafetlerini deniyor ve ‘en güzel biz olacağız’ diye kendi kendilerini övüyorlarmış.
Günler haftaları kovalamış derken balo günü gelmiş, çatmış. Sabah erkenden kalkan üvey kardeşler hemen Külkedisi’ni çağırmışlar:
-‘Külkedisiiii! Külkedisii! Ay neredesin sen sabahtan beri? Bugün büyük gün, hazırlanmamız lazım. Hadi bize banyoyu hazırla hemen.’
Külkedisi o gün üvey kardeşlerinin etrafında pervane olmuş resmen. Onu getir- bunu götür derken üvey kardeşleri sonunda hazır hale gelmiş. Üvey anne iki tane kızını alarak saraya doğru yola çıkmış. Külkedisi ise arkalarından bakakalmış. Evde tek başına kalan Külkedisi ağlamaya başlamış. ‘Neden ben de saraya gidemiyorum ki’ diye geçirmiş içinden.
O sırada bir ışık belirmiş evin içinde. Külkedisi ne olduğunu anlayamamış önce. Işığa doğru bakakalmış. Ve ışığın içinden güzeller güzeli bir peri çıkmış.
Peri: ‘ Güzel Sindirella. Ağlama. Sen de saraydaki o davete gideceksin’ demiş.
Külkedisi gözlerine inanamıyormuş.
Külkedisi: ‘Nasıl gideceğim ki peri kızı? Baksana şu üzerimdekilere!’
Peri kızı yavaşça külkedisinin kulağına eğilmiş.
Peri: ‘ Benim burada olmamın sebebi de bu zaten. Hadi şimdi bana bir tane balkabağı getir. Bir de 6 tane fare ile bir tane kedi.’
Külkedisi peri kızın neden bunları istediğini anlamamış ama soru sormadan denilenleri yapmış. Tüm istediklerini peri kızın önüne getirmiş. Peri kız elindeki asa ile her şeye dokunmuş ve o da ne! Balkabağı güzel bir faytona, altı tane fare altı tane güzel ata, kedi de faytonu kullanan arabacıya dönüşmüş. Külkedisi şaşkınlıkla peri kızına bakarken peri kızı elindeki asa ile ona da dokunmuş ve Külkedisi’nin üzerindeki yırtık elbise muhteşem bir balo elbisesine, terlikleri ise camdan yapılmış parıl parıl parlayan bir ayakkabıya dönüşmüş. Peri gülümseyerek Külkedisi’ne dönmüş:
Peri: ‘Evet güzel kız. Şimdi baloya gitme zamanı. Ama şunu sakın unutma. Saat 12 olduğunda mutlaka evde olmalısın. Çünkü saat 12 de her şey eski haline geri dönecek.’
Külkedisi o kadar mutluymuş ki gerçek olduğuna inanamamış. Peri kızın söylediklerini dinlemiş ve faytona binip hızlıca saraya doğru yola çıkmış.
Külkedisi saraya geldiğinde balo daha yeni başlamış. Balonun yapıldığı salondan içeri giren Külkedisi’ni gören herkes adeta büyülenmiş. Külkedisi o kadar güzel gözüküyormuş ki… Üvey anne kızları ile birlikte bu gelen bayanı görmüş ve güzelliği karşısında dilleri tutulmuş. O sırada prens Külkedisi’ni merdivenlerden inerken görmüş ve daha ilk görüşte âşık olmuş. Hayran gözlerle Külkedisi’nin elinden tutmuş ve bütün gece ellerini bırakmadan sürekli onunla dans etmiş.
Saat 12’ye yaklaştığında Külkedisi’nin aklına peri kızın söyledikleri gelmiş. Her şeyin eski haline döneceğini düşünmüş ve panikle prensin elini bırakıp koşmaya başlamış. Prens arkasından bağırıyormuş:
Prens: ‘Güzel bayan nereye gidiyorsunuz? Lütfen isminizi söyleyin.’
Külkedisi: ‘Üzgünüm prensim. Gitmek zorundayım.’
Külkedisi var gücüyle koşmaya başlamış. Koşarken ayakkabısının biri ayağından çıkmış fakat geri dönüp alacak vakti bile yokmuş. Biraz uzaklaştığında saat 12’yi vurmuş ve üzerindeki her şey eski haline dönmüş.
Prens sarayın dış tarafında az önceki güzel bayanı ararken yerde parlayan ayakkabıyı fark etmiş. Eline aldığında o bayanın ayakkabısı olduğunu anlamış. ‘Bu ayakkabının sahibini mutlaka bulmam lazım’ diyerek tüm yardımcılarına yarından tez yok bütün ülkedeki bayanlara bu ayakkabı deneteceklerini buyurmuş.
Külkedisi soluk soluğa eve gelmiş ve hemen tavan arasına saklanmış. Bütün geceyi tekrar zihninde canlandırmış. Prens o kadar yakışıklıymış ki, Külkedisi’nin aklını başından almış. Külkedisi Prens’e âşık olmuş ama onun aşkı maalesef çaresiz bir aşkmış. Prens onu nasıl bulacakmış ki? Hem de bu kıyafetlerle nasıl tanıyacakmış?
Prens ertesi günden itibaren tüm ülkeyi gezerek ayakkabının sahibini aramaya başlamış. Bıkmadan usanmadan bekâr tüm genç kızlara ayakkabıyı denetiyormuş. En son olarak da Külkedisi’nin olduğu eve gelmiş.
Eve girdiğinde iki üvey kız kardeş ayakkabının ayaklarına olması için yapmadıklarını bırakmamışlar. Fakat ayakkabı çok zarif bir ayağın ayakkabısıymış. Bu iki kızın da ayakları oldukça tombikmiş. Prens tam umudu kırılmış bir şekilde evden ayrılacakken arkadan gelen bir sesle irkilmiş:
Külkedisi: ‘Ayakkabıyı ben de deneyebilir miyim?’
Üvey anne ve iki kızı kahkahalarla gülmeye başlamışlar.
Üvey anne: ‘ Külkedisi, saçmalama, gir çabuk içeri. Sen kim, o ayakkabının sahibi olmak kim?’
Prens anında susturmuş kadını. Külkedisinin eski kıyafetler içinde olsa bile güzelliğini fark edebiliyormuş.
Prens: ‘Güzel bayan, lütfen siz de dener misiniz?’
Külkedisi ayağını uzatmış ve ayakkabı ayağına tam oturmuş. Üvey anne ve kızları şaşkınlıktan ağzı açık bir şekilde Külkedisi’ne bakıyorlarmış. Prens ise hayran bakışlarla Külkedisi’nin elinden tutmuş:
Prens: ‘Güzel bayan, lütfen benimle evlenir misiniz?’
Külkedisi Prens’in teklifini mutlulukla kabul etmiş. Üvey anne ve kızları kıskançlıktan bayılmış. Prens ise Külkedisi’ni alarak saraya doğru yola çıkmış. Saraya vardıklarında hemen düğün hazırlıklarına başlamışlar. Ve ertesi gün dillere destan bir düğünle evlenip mutlu bir prens ve prenses olmuşlar.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de Külkedisi gibi iyi yürekli insanların olmuş.
}
Sihirli Tohum
Bir varmış bir yokmuş… Uzak diyarların birinde bir kral ve bu kralın yakışıklı mı yakışıklı bir oğlu varmış. Günlerden bir gün kral çok hastalanmış. Çok vakit geçmeden de ölmüş. Başta kralın oğlu olmak üzere tüm ülke kralın ölümüne çok üzülmüş.
Ülkenin kurallarına göre kral öldüğünde oğlunun tahta geçmesi için tek bir şart varmış: evlenmek. Prens de bu kuralı bildiğinden bir an önce evlenmesi gerektiğini biliyormuş. Fakat seveceği ve güveneceği bir kızı nasıl bulacakmış?
Prens bir gün düşünürken aklına bir fikir gelmiş. Hemen veziri yanına çağırmış:
PRENS: ‘Vezirim bana hemen bir büyücü kadın bul!’
Vezir prensin talimatıyla bir kadını bulmuş ve saraya getirmiş. Prens kadını huzuruna kabul etmiş:
PRENS: ‘Senden bir şey istiyorum büyücü kadın. Bana çiçek tohumu lazım. Ama bu tohum ancak kalbi sevgi ile dolu bir kızın elinde büyüyecek ve çiçek açacak. Aksi halde ne yaparlarsa yapsınlar çiçek açmayacak.’
Büyücü kadın prensin istediği büyüyü yapmış ve bu büyülü tohumlar ülkede ne kadar bekâr genç kız varsa hepsine tek tek dağıtılmış.
Aynı ülkede yaşayan güzeller güzeli bir kız varmış. Bu kız yaşlı babasıyla birlikte bir evin bodrumunda yaşıyormuş. Bütün günü babasına bakmakla geçiyormuş. Ne dışarı çıkıyor ne de gezmeye gidebiliyormuş. Fakat bu kızın yüreği sevgi doluymuş.
Vezirin dağıttığı çiçeklerden kızın yaşadığı yere de gelmiş. Bekâr kızın olduğu her eve o çiçekten bir saksı bırakılmış. Fakat komşu kadınlar kıskançlıkları yüzünden evin bodrum katında bekâr bir kızın daha yaşadığını söylememişler. Amaçları kendi kızlarını prensle evlendirmekmiş.
İyi yürekli kız bir gün süt almak için dışarı çıkmış. Yolda yürürken kızın biri, evlerinin camından dışarıya doğru bir saksı atmış:
KIZ: ‘Açmıyor işte, ne yaptıysam açmıyor’ demiş.
Kızın ağlamalı sesi sokağa kadar geliyormuş. İyi yürekli kız bu çiçeği merak etmiş. ‘Neden açmıyor olabilir ki’ diye düşünmüş. Saksıyı düştüğü yerden almış ve gizlice eve getirmiş.
İyi yürekli kız saksıdaki ekili olan tohuma çok iyi bakmış. Bir hafta sonra tohum patlamış ve çiçek açmaya başlamış. Açan çiçek o kadar güzel, o kadar canlı bir renkmiş ki kız adeta büyülenmiş.
Günler haftaları kovalamış. Prens artık daha fazla bekleyememiş ve tüm ülkeyi gezerek tohumu çiçek açtıran kızı aramaya başlamış.
Ülkenin neredeyse çoğunu gezen prens neredeyse ümidini kaybetmek üzereymiş. Gittiği yerlerde kendini kandırmak isteyen kızlarla bile karşılaşmış. Fakat prens o çiçeğin rengini nerede olsa tanırmış ve o renkten sadece tek bir çiçek varmış.
Son olarak iyi yürekli kızın olduğu yere gelmiş. Ümidini tamamen kaybetmek üzere tüm evleri geziyormuş. İyi yürekli kızın komşularından biri prensi kandırmaya çalışmış. Başka bir çiçeği prensin önüne getirmiş. Prens artık daha fazla dayanamayarak bağırarak konuşmaya başlamış:
‘Siz prensinizi kandırmaya utanmıyor musunuz? Yakalayın bu kadını, atın zindana.’
İyi yürekli kız yukarıdan gelen seslerin ne olduğunu anlamaya çalışıyormuş. En sonunda dayanamayarak yukarı çıkmış. Bir de ne görsün! Hayatında gördüğü en yakışıklı erkek karşısında duruyormuş. Üstelik o prensmiş.
İyi yürekli kızın evin alt katından çıktığını görenler fısıldamaya başlamışlar. Prens kızın geldiği yöne doğru bakmış ve karşısında duran güzelliğe hayran kalmış.
VEZİR: ‘Hanımefendi, saksıdaki tohumunuz çiçek açtı mı acaba?’
İyi yürekli kız çiçekle prensin ne alakası olduğunu anlayamamış. Şaşkın bir şekilde ‘Evet’ diyebilmiş.
Herkes hayret içinde kıza bakmış. Prens kızın yanına gelmiş:
PRENS: ‘Güzel bayan çiçeği buraya getirir misiniz lütfen?’
Kız alt kata inmiş ve daha önce hiç görmediği bir renkte açan çiçeği alıp tekrar yukarı çıkmış. Çiçeğin rengini gören herkes hayretler içinde çiçeğe bakıyormuş.
Prens çiçeği gördüğü gibi ‘İşte bu’ demiş ve kızın gözlerinin içine bakarak:
PRENS: ‘Bu tohumu çiçek açtıran sizin kalbinizdeki sevgidir’ demiş.
Prens ve iyi yürekli kız dillere destan bir düğünle evlenmişler. İyi yürekli kızın babası da saraydaki doktorlar tarafından iyi bir tedavi yapılarak iyileştirilmiş.
İyi yürekli kız çok ama çok mutluymuş. Prensle sonsuza kadar da mutlu olmuşlar.
Kalbi sevgiyle dolu olan, iyi yürekli herkese…