Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, eski zamanların birindeyken, zaman da zaman içinde iken… Uzak mı uzak, gözün bile görmediği, kulakların adını hiç işitmediği diyarların birinde ben diyeyim yıllar önce siz deyin asırlar önce Toprak Ana bu diyarda yaşarmış.
Günlerden bir gün koskocaman diyarda yalnız başına yaşayan Toprak Ana’nın yalnızlık canına tak demiş. Yalnız yaşamak zaten çok zormuş, bu yalnızlığa dayanamayan Toprak Ana’nın canı çok sıkılıyormuş. En sonunda dayanamamış ve tüm dilekleri gerçek yapan masal perisini yanına çağırmış. Derdine çözüm bulursa bir tek o bulurmuş.
Masal perisi Toprak Ana’nın daveti üzerine hemen işini gücünü bırakarak onun yanına gitmiş. Toprak Ana derdini Masal Perisi’ne uzun uzun anlatmış. Peri düşünmüş taşınmış, en sonunda aklına mevsim kardeşler gelmiş. Hemen Toprak Ana’ya müjdeli haberi vermiş:
Masal Perisi: ‘Toprak Ana, mevsim kardeşleri göndereyim ben sana. Bunlar dört kardeşler. Sana hem arkadaşlık hem de sırdaşlık ederler’ demiş.
Toprak Ana Masal Perisi’nin bu teklifin hemen kabul etmiş. Mutlu bir şekilde mevsim kardeşleri beklemeye başlamış. Aradan biraz zaman geçmiş ki bir gürültü bir patırtı Toprak Ana’nın yaşadığı diyarın kapısında belirmiş. Toprak Ana sessizliğe o kadar alışıkmış ki sesleri duyunca neye uğradığını şaşırmış. Kapıdaki mevsim kardeşlere seslenmiş:
Toprak Ana: ‘Mevsim kardeşler, diyarıma hoş geldiniz. Şimdi sıra ile benim yanıma gelin ve kendinizi tanıtın’ demiş.
Toprak Ana’nın bu çağrısı üzerine önce en küçük kardeş gelmiş. Hemen kendisini anlatmaya başlamış:
Küçük Kardeş: ‘Benim adım İlkbahar. Ben size hediye olarak rengârenk çiçekler açan ağaç dalları ve rengârenk çiçekler getirdim’ demiş.
Toprak Ana küçük kardeşi çok sevmiş. Hediyelerini de severek kabul etmiş. Ardından ikinci kardeş gelmiş:
İkinci Kardeş: ‘Merhaba Toprak Ana. Benim adım Yaz. Ben de sana hediye olarak en güzel meyveleri getirdim. Çilek, kiraz, şeftali hepsi benim içimde’ demiş.
Toprak Ana bu kardeşi de çok sevmiş. Sıcaklığı hemen hissediliyormuş. Ardından üçüncü kardeş gelmiş Toprak Ana’nın huzuruna.
Üçüncü kardeş: ‘Merhaba Toprak Ana. Benim adım sonbahar. Ben de sana hediye olarak sarı yapraklar getirdim’ demiş.
Toprak Ana bu kardeşin de yalnızlığını ve sakinliğini sevmiş. Ardından son kardeş gelmiş ve her yeri beyaz bir rüzgârla kaplamış:
Dördüncü Kardeş: ‘Merhaba Toprak Ana. Benim adım Kış. Ben de her yeri bembeyaz yaparım. Çok soğuk olurum’ demiş.
Toprak Ana dördüncü kardeş ile de tanışmış. Ama kardeşlerin hepsi bir araya gelince rahat durur mu, başlamışlar kavga etmeye. Her biri kendi isimlerini söyleyip kendilerinin daha güzel olduğunu anlatmaya çalışıyormuş Toprak Ana’ya. Toprak Ana hepsinin aynı anda bu diyarda kalamayacaklarına karar vermiş. Daha iki dakika bile olmadan kafası şişmiş. Toprak Ana kardeşlerin gürültüsüne daha fazla dayanamamış:
Toprak Ana: ‘Yeter! Şimdi hepiniz beni dinleyin! Hepiniz bir arada burada kalamazsınız. En iyisi aranızda anlaşın ve sırayla gelerek her biriniz üç ay burada kalın’ demiş.
Mevsim kardeşler Toprak Ana’nın bu sözleri üzerine oturup düşünmüşler ve sırayla gelip üç ay kalmaya karar vermişler. Yılın ilk zamanları mevsim kardeşler arasından kış ziyaret edecekmiş Toprak Ana’yı. Üç ay geçince yerini ilkbahara bırakacakmış. İlkbahar ise üç aylık ziyaretinden sonra yerini Yaz mevsimine bırakacakmış. En sonunda ise Sonbahar devir alacakmış misafirliği.
İşte çocuklar, dünyamızı ziyaret eden mevsimlerin masalı böyle çıkmış ortaya…
d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
Sevgili çocuklar, hırsın ve elindeki ile yetinmemenin ne kadar kötü bir şey olduğunu biliyor musunuz? Hırslı insanlar daima mutsuz olmaya ve ellerindeki kaybetmeye mahkûmdur. Peki, hırsın sonunun ne kadar kötü olduğunu anlatan güzel bir masal dinlemeye ne dersiniz? İşte size hırslı köpek Nino’nun masalı…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak mı uzak ormanların birinde yaşayan büyük bir köpek varmış. Bu köpeğin adı Nino’ymuş. Nino, heybetli cüssesi ve parlak tüyleri ile her göreni kendisine hayran bırakırmış. Uzun beyaz parlak tüylere ve siyah kocaman gözlere sahip olan Nino, diğer köpeklerin en çok kıskandığı ve imrendiği köpekler arasındaymış. Kendisine çok güvenir, kendisinden daha heybetli ve güzel bir köpeğin daha olabileceğini hiç düşünmezmiş.
Gel zaman git zaman, günler günleri aylar da yılları kovalamış. Ama bizim gurur ve kibir yüklü köpek Nino ne kibrinden ne de gururundan hiçbir şey kaybetmemiş. Günlerden bir gün, kendisini çok seven bir tatlı kızın verdiği et parçası ile nehrin kenarına gelmiş. Ağzındaki et parçası o kadar büyük o kadar lezzetli gözüküyormuş ki, onu yemek için sabırsızlanıyormuş.
Köpek Nino sonunda nehirin kenarına gelebilmiş. Nehrin tam kenarına uzanmış güzelce. Çimenlerin yeşilliği, rengârenk çiçeklerin güzel kokusu köpeğin tüm keyfini yerine getirmiş. ‘Oh, ne kadar keyifli bir ortam. Bu ortamda ben şimdi bu güzel etimi nasıl afiyetle yerim ama’ diye geçirmiş içinden. O sırada Köpek Nino nehirde kendi yansımasını görmüş. Fakat Nino bu görüntünün nehirde kendi yansıması olduğunu bilmiyormuş. Görüntüdeki köpeği başka bir köpek zannetmiş. Nino önce kulaklarını dikmiş, göldeki köpeğin sesini dinlemek için. Bakmış ki nehirdeki köpek de aynısını yapıyor. İçinden biraz öfkelenmeye başlamış. Nehirin içindeki bu köpek kendisine kafa mı tutuyormuş?
Köpek Nino ağzındaki büyük et parçasını daha sıkı tutmuş. Ama o sırada bir de ne fark etsin; göldeki o köpeğin ağzında da aynı et parçasından yok muymuş? Köpek Nino kendi ağzındaki etin mi yoksa göldeki köpeğin ağzındaki etin mi daha büyük olduğuna takmış kafayı. Nasıl olur da bu ormanda onunla aynı cüssede ve aynı güzellikte bir köpek daha olabilirmiş! Üstelik bu köpeğin ağzında da en az kendisinin ağzındaki kadar büyük bir et parçası olması Köpek Nino’yu iyice kızdırmış.
Köpek Nino başka bir köpeğin kedisinden daha şanslı olmasını asla kabul edemezmiş! Bu hırsla harekete geçen Köpek Nino, göldeki köpeğin ağzındaki et parçasını kapmak için kendisini nehirdeki yansımasının üzerine atmış! Amacı hem göldeki köpeğin ağzındaki eti kapmak hem de bu ormanda kimin daha güçlü olduğunu ona göstermekmiş.
Fakat sonuç ne olmuş? Köpek Nino göle atlamış atlamasına, ama ortada köpek falan yokmuş. Ne köpek ne de et! Çünkü Köpek Nino, göle bakınca kendi yansımasını görüyormuş göldeki suyun üzerinde. Ağzında et parçası olduğu için yansımasında da et parçası gözüküyormuş tabii.
Köpek Nino eldekiyle yetinmediği ve hırslandığı için elindeki et parçasından da olmuş. Göle atladığında ağzındaki et parçası suyun akıntısına kapılıp sürüklenip gitmiş. Köpek Nino zar-zor çıkabilmiş nehirden. Üstü başı sırılsıklam olduğuna mı yansın, giden et parçasına mı?
O günden sonra Köpek Nino bir daha hiç aç gözlülük yapmamaya söz vermiş kendi kendine. Hırslı ve kibirli de olmayacakmış.
İşte sevgili çocuklar, elindekinin kıymetini bilmeyenlerin sonu böyle olur. Masal da burada son bulur.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler periler top oynarken eski bir hamamın içinde… Ben diyeyim şu büyük ağaçtan, siz deyin şu derin yamaçtan, uçtu da uçtu, büyük bir kuş uçtu. Kuş mu uçtu demeye kalmadı; bir baktım bizim evin fareleri de uçtu… Fare uçar mı demeyin, gelin benim masalımı dinleyin…
Bir varmış, bir yokmuş… Çok eskiden, uzak diyarların birinde iki tane fare yaşarmış. Bu farelerden birisi şehirde yaşadığı için adı Şehir Faresiymiş. Diğeri ise tarlada yaşayan toprak içerisinde koşturup duran bir fare olduğu için onun da adı Tarla Faresiymiş. Bu iki fare eskiden beri dostlarmış. Şehir Faresi, şehrin karmaşasından ve kalabalığından ne zaman sıkılsa soluğu arkadaşı olan Tarla Faresi’nin evinde alırmış. Onu ziyaret etmek için tarlaya giden Şehir Faresi, böylece şehrin gürültüsünden ve kalabalığından uzaklaşırmış. Üstelik Tarla Faresi o kadar marifetli o kadar kibarmış ki; Şehir Faresi her evine geldiğinde onu çok güzel karşılarmış. Şehir Faresine kocaman yemek masaları hazırlayan Tarla Faresi, arkadaşı ile birlikte yemek yer, bütün gece keyifle sohbet eder ve mutlu olurmuş. Hem Şehir Faresi hem de Tarla Faresi bu durumdan çok memnunmuş. İki arkadaş da birlikte zaman geçirmekten çok mutlu oluyormuş.
Gel zaman git zaman Şehir Faresi artık sürekli Tarla Faresi’nin evine gittiği için mahcup olmaya başlamış. Günlerden bir gün Şehir Faresi’nin aklına güzel bir fikir gelmiş. Her zamanki gibi Tarla Faresi’ni ziyaret etmeye gittiğinde aklındaki fikri hemen Tarla Faresi ile paylaşmış:
Şehir Faresi: ‘Arkadaşım, sen neden benim yaşadığım yere gelmiyorsun’ demiş.
Tarla Faresi, şehir yaşamını çok sevmediği için bugüne kadar Şehir Faresi’nin evine gitmeyi hiç istememiş. Şehrin kalabalığı ve gürültüsü Tarla Faresi’nin hoşuna gitmiyormuş.
Tarla Faresi: ‘Ben şehir hayatını pek sevmiyorum arkadaşım. O yüzden sana da gelmiyorum, yanlış anlama sakın’ demiş.
Şehir Faresi Tarla Faresi’ni misafir etmek istediğini söylemiş. O kadar çok ısrar etmiş ki Tarla Faresi arkadaşının kırılmaması için sonunda pes etmek zorunda kalmış:
Tarla Faresi: ‘Tamam, senin hatırın için bir gün şehre geleceğim ve senin misafirin olacağım’ demiş.
Şehir Faresi o kadar mutlu olmuş ki, koşa koşa evine gitmiş. Hemen arkadaşı Tarla Faresi için en güzel yemekleri hazırlamaya başlamış.
Ertesi gün arkadaşını ziyaret etmek için şehre doğru yola çıkan Tarla Faresi, uzun ve yorucu bir yolculuk sonunda şehre ulaşmış. Şehre ulaşmış ulaşmasına ama bir de ne görsün! Şehir o kadar büyük, o kadar gösterişli ve ışıl ışılmış ki Tarla Faresi’nin gözleri kamaşmış.
Tarla Faresi etrafa baka baka arkadaşı Şehir Faresi’nin evine varmış. Şehir Faresi onu büyük bir sevinç ile karşılamış. Tarla Faresi yemek masasına baktığında ise gözlerine inanamamış! Şehir Faresi’nin kendisi için hazırladığı sofrada her şey varmış. O kadar zengin bir masaymış ki Tarla Faresi belki de ilk kez böyle bir masa görüyormuş.
İki yakın arkadaş masadaki yerlerine oturmuşlar. Tam yemeğe başlayacakları sırada dışarıdan gelen gürültü ile oldukları yerde sıçramışlar. Fareler ne olduğunu anlamadan kocaman bir kedi farelerin evine saldırmaya başlamış. Şehir Faresi hemen arkadaşını uyarmış:
Şehir Faresi: ‘Arkadaşım, hemen gizli bir yere saklan. Bu evin bir kedisi var, bizi bulursa hemencecik öldürür’ demiş.
Tarla Faresi neye uğradığını şaşırmış. Hemen arkadaşının ardından koşarak, gizli bir köşeye saklanmış. Kedi etrafta dolanıp fareleri bulamayınca vazgeçmiş ve farelerin evinden çıkmış.
Tarla Faresi ile Şehir Faresi bir süre kedinin geri gelme ihtimaline karşı oldukları yerde beklemişler. Gelen giden olmayınca saklandıkları yerden çıkmışlar ve Şehir Faresi arkadaşına bakarak;
Şehir Faresi: ‘Arkadaşım, böyle bir şey yaşamanı istemezdim ama korkma, tehlike geçti. Artık rahatlıkla yemeğimizi yiyebiliriz’ demiş.
Tarla Faresi, arkadaşının sözüne rağmen yine de sofraya oturmamış. Şehir Faresine dönmüş:
Tarla Faresi: ‘Canım arkadaşım, ben korku içinde yemek yiyemem kusura bakma. Benim tarladaki evim belki bu kadar gösterişli olmayabilir, masam da bu kadar zengin olmayabilir ama en azından yemeğimi korkmadan yiyebiliyorum’ demiş.
Şehir Faresi o anda arkadaşının ne demek istediğini anlamış. Tarla Faresine hak vermiş ve onun peşine takılarak şehir hayatından vazgeçmiş. Tarlaya yerleşen Şehir Faresi, arkadaşı ile mutlu bir hayat yaşamış.
} else {
Bir gölün çevresinde binlerce ördek yaşıyordu. Bu ördekler çeşitli yarışmalar düzenlerler, centilmence mücadele ederler ve birinci gelenleri ödüllendirirlerdi. Son birkaç yıldır yapılan yarışmalarda birinciliği Gadro kazanıyordu. Yüzme yarışı olsun, dalma olsun, güzel yürüme yarışması olsun Gadro hep önde, hep birinciydi.
Gadro, arkadaşları oyun oynarken tek başına antrenman yapmış, hırsla kendini büyük bir şampiyon olacağım diyerek yetiştirmişti. Birinci olamamak diye bir şeyi düşünemezdi. Zaten her şeyden emin olmadan yarışmalara katılmamış ve girdiği ilk yarışmadan zaferle çıkmıştı.
Gadro, son günlerde arkadaşlarına yakında buralardan gideceğini söylemeye başladı. Zaten burada sıkışıp kalmıştı. Dünya bu kadar küçük değildi. Çekip gitmeli ve dünyaya Gadro’yu tanıtmalıydı.
Gadro, tıpkı söylediği gibi bir gün ansızın çekip gitti. Hızlı adımlarla yürüyüp giderken, dönüp arkasına bakmadı. Gadro, gölden uzaklaştıkça kalbini kemirmeye başlayan huzursuzluğun gittikçe büyümekte olduğunu fark etti. Ne zaman birkaç orman hayvanını bir arada görüp yanlarına gitmeye kalksa huzursuzluğu çoğalıyordu. Çünkü onlar Gadro’ya sıradan biriymiş gibi davranıyorlar, bazı konularda ileri sürdüğü fikirlerine gülüp geçiyorlardı.
Gadro, bir süre sonra yürüyüşünün bile gülümsemelere neden olduğunu görünce canı iyiden iyiye sıkılmaya başladı. Bunlar da kimdi böyle? Kim oluyorlardı da onun çapında birine gülüyorlardı? O, koskoca bir şampiyondu. Göl kıyısında yaşayan binlerce ördek arasında adı bir ilah gibi anılıyordu. Ya bunları kim tanıyordu? Daha birbirlerini tanımak değil, kendi kendilerini bile tanımıyordu bunlar. Kendi adını unutmuş biri, Gadro’nun namını işitmiş olsa bile, şimdi hatırlamasına olanak var mıydı? Zavallıydı bunlar, hepsi zavallıydı.
Gadro, pek çok yeri gezip dolaştıktan tam beş yıl sonra göl kıyısına geri döndü. Artık eskisi gibi göl kıyısında dolaşmıyor, geceleri gölde yüzme, dalma antrenmanları yapıyor, gündüzleri ise, gölü rahatça görebileceği bir tepeye çıkarak, gölde yüzen ördekleri seyrediyordu. Gadro, bir gün yine bu tepeye çıkmıştı. Biraz sonra kırk elli ördeğin göl kıyısına gelerek, bunlardan ayrılan beş ördeğin göle girip birbirleriyle yarıştıklarını gördü. Arada bir, tek tük alkış sesleri duyuluyordu. Herhalde antrenman yapıyorlar, diye düşündü, Gadro. Aradan biraz zaman geçtikten sonra yaşlı bir ördeğin gelmekte olduğunu gören Gadro, tanınmaması için giydiği şapkasını gözlerinin üstüne kadar indirdi. Yaşlı ördek, selam verdikten sonra, Gadro’nun yanına oturdu:
-‘Yarışmalara bu yıl da ilgi pek az. Baksana beş ördek yarışıyor, taş çatlasa elli ördek onları alkışlayıp gayrete getirmeye çalışıyor’ dedi.
Gadro şaşırmıştı:
-‘Ne dediniz? Bunlar yarışıyorlar mı şimdi? Hayret, ben antrenman yaptıklarını sanmıştım’ dedi.
Bunun üzerine yaşlı ördek:
-‘Yarışıyorlar evlat, yarışıyorlar. Hem bu yarışma yılın en büyük yarışması. Büyük ödülü bu yarışı birinci bitirecek uzun mesafe yüzücüsü ördek kazanacak. Eskiden bu gölde ne yarışmalar yapılırdı. Bu tepe, şu yandaki tepeler, şu gerideki tepeler, tıklım tıklım dolardı. Her yarışmaya yüzlerce ördek katılırdı. Yarışmalar, büyük bir çekişme içinde günlerce devam ederdi. Son gün yapılan final yarışmalarıyla birinciler belli olur, alkışlar arasında ödüllerini alırlardı. Ne zaman ki, O, buralardan gitti, yarışmalardaki tüm heyecan bitti. Böyle giderse birkaç yıla kalmaz, yarışacak sporcu bulunmaz. Seyirci olmayınca yarışacak sporcu bulmak zor oluyor, evlat’ diyor.
Gadro, tanımasın diye yaşlı ördeğin yüzüne bakmıyordu. Yaşlı ördek sözlerini tamamlayınca, Gadro, tanınma korkusunu unutarak başını çevirirken şöyle konuştu:
-‘O gittikten sonra yarışmalardaki tüm heyecan bitti dediniz. O dediğiniz kimdi ki?’
-‘Bana bu soruyu sormakta yerden göğe kadar hakkın var, evlat. Zaten sen sormasan da, ben onun adını söyleyecektim. Senin yabancı olduğun, çok uzaklardan buralara geldiğin belli. Yoksa kimden söz ettiğimi anlardın. O, dediğim Gadro’ydu, evlat. Gadro, büyük bir şampiyondu. İlk girdiği yarışmadan son girdiği yarışa kadar hep birinci oldu. Herkes, Gadro’yu seyretmeye gelirdi. Binlerce seyircinin yaptığı tezahürat korkunç olurdu. O yarışırken dağ-taş ( Gadro… Gadro…) diye inlerdi. Gadro gideli beş yıl oldu ama onu bir türlü unutamadık. Aradan bunca zaman geçmesine karşın birkaçımız nerede bir araya gelsek hemen Gadro’dan bahsetmeye başlarız. Gadro başkaydı canım, Gadro bambaşkaydı.’diyor yaşlı ördek.
Yaşlı ördek sözlerini tamamlarken Gadro duygulanmış ve göz pınarlarında biriken yaşları silmek için şapkasını biraz yukarıya kaldırmıştı. Kendisini yarışırken ve göl çevresinde gezerken pek çok defa gören yaşlı ördek karşısındakinin kim olduğunu anlamıştı. Bu, büyük şampiyon Gadro’ydu. İnanılır gibi değildi. Demek Gadro yıllar sonra geri dönmüştü. İlk anlarda inkâr etmesine, Gadro olmadığını söylemesine karşın, yaşlı ördeğin uzun süren ısrarlarına dayanamayan Gadro, sonunda geri döndüğünün herkes tarafından bilinmesine razı oldu.
Ertesi gün gölde binlerce ördek toplanmıştı. Hepsi, büyük bir sabırsızlıkla Gadro’yu bekliyordu. Gadro, onları fazla bekletmedi, geldi, göle girdi, yanında yaşlı ördek olduğu halde, ördeklerle tanıştı, hal hatır sordu, iltifatlar etti, onlarla kısa süren konuşmalar yaptı, gönüllerini aldı. Daha sonra düzenlenen yarışmaya kadar Gadro, genç ördeklere gölde antrenman yaptırdı. Onların iyi birer yarışmacı olmaları için sonsuz gayret gösterdi. Düzenlenen her yarışmaya Gadro da katılıyordu. Eskiden olduğu gibi, yine her yarışmaya yüzlerce ördek katılıyor, yine yarışmaları binlerce ördek seyrediyor, yine dağ-taş (Gadro… Gadro… diye inliyordu. Gadro yarışmalarda birincilikler alıyordu fakat bazı final yarışmalarında Gadro’nun geçildiği görülüyordu ve bunu Gadro’nun yeni şampiyonlar ortaya çıkması için yaptığını herkes biliyordu.
Gadro, yirmi dört yaşına girmiş ve iyice yaşlanmıştı. Birkaç yıldır sadece kısa mesafeli yüzme yarışlarına katılıyordu. Son yarışında ilk metrelerde fenalık geçirmesine karşın, yarışı bırakmadı. En geride kalmıştı. Diğer ördekler yarışı tamamlayıp geriye dönüp baktıklarında Gadro’yu gördüler. Efsanevi şampiyon Gadro, ileri doğru yüzmeye çalıştıkça sırtüstü düşüyor, kendini kaybetmiş bir halde debelenip duruyordu. Yarışmacıların hepsinin üstünde Gadro’nun emeği vardı. O, gece gündüz demeden kendilerini bu yarışa hazırlamıştı. Hoca zor durumdaydı. Yardım etmeliydi. Yarışmacı ördekler, bir çırpıda Gadro’nun yanına gelip, onu kucakladılar. Yarı baygın durumdaki Gadro mırıldanıyordu:
-‘Yarışı bitirmem lazım çocuklar, yarışı bitirmem lazım!’
Gadro, binlerce ördeğin derin bir sessizlik içinde ayakta izlediği son yarışını diğer yarışmacıların kolları arasında bitirmeyi başardı. Normalde bir ördeğin ortalama yaşam süresi yirmi beş yıldı. Fakat Gadro daha fazla yaşadı. Yarışmalarda yarışamasa bile yarışmalar yapılırken Gadro hep oradaydı.
BİTMEYEN BUĞDAY HİKÂYESİ
Bir zamanlar uzak bir ülkede iki erkek kardeş babalarından kalan çiftlikte birlikte yaşar birlikte de çalışırlarmış. Büyük kardeş evliymiş ve çocukları varmış. Küçüğü ise evli değilmiş. Her akşam iki kardeş topladıkları buğdayı eşit bir şekilde bölüşürler, herkes payına düşeni kendi ambarlarına götürürmüş.
Bir gün küçük kardeş kendi kendine:
-‘Buğdayı eşit bölmek doğru değil. Çünkü benim eşim ve çocuğum yok. Fazla buğdaya da ihtiyacım yok.’ diye düşünmüş.
Gece vakti gizlice kendi buğdayından bir çuval alıp, kardeşinin buğday ambarına götürmüş.
O günlerde ağabey de kardeşini düşünüyormuş:
-‘Benim canım kardeşim yapayalnız yaşıyor. Yaşlanınca ona bakacak çocukları bile yok. Benim çocuklarım yaşlanınca bana bakarlar. İyisi mi ben kendi buğdayımdan kardeşime vereyim’ demiş ve gece olunca gizlice kardeşinin ambarına gitmiş. Kendi buğdayından bir çuvalı alıp kardeşinin ambarına bırakmış.
Böylece iki kardeş birbirlerinden habersiz her gece aynı şeyi yapmaya başlamışlar. Bu yüzden ikisinin de buğdayı azalmıyormuş. İkisi de “Allah Allah, buğdayım neden hiç azalmıyor?” diye merak edip duruyormuş.
Bir gece ağabey yine sırtına bir çuval buğday almış. Kardeşinin ambarına götürecekmiş. Az sonra karşısında ne görsün? Kardeşi de bir çuval buğdayla onun evine gitmiyor muymuş? İşte o an iki kardeş neler olduğunu anlamışlar. Çuvalları bırakıp sevgiyle birbirlerine sarılmışlar.
İşte kardeşlik bu demekmiş.
Sıcak bir yaz günüydü. Her yer çiçeklerle dolu ve hava mis gibi kokuyordu. Çiçek tarlasının üzerinde arı vız vız diyerek neşeli neşeli uçuyordu. Havada o kadar güzel süzülüyordu ki papatya onu hayranlıkla izledi. Uçmaktan yorulan arı papatyanın yanındaki ağaç dalına kondu. Papatya, arı ile konuşmak istedi ve arıya seslendi:
– ‘Arı kardeş ne kadar güzel uçuyorsun! Oysa benim kanatlarım yok ve ben senin gibi dünyadaki güzellikleri göremiyorum. Sadece etrafımdaki çiçekleri görüyorum. Bir gün beni de alıp gezdirebilir misin?’ dedi.
Arı papatyaya kibirli gözlerle baktı ve:
– ‘Ben seni nasıl taşıyayım? Seni alıp asla taşıyamam, çabucak yorulurum. Hem ne yapacaksın dünyadaki güzellikleri görerek?’ dedi ve papatyayı götürmek istemedi. Papatyayı başından atan arı hızlıca uçarak gözden kayboldu.
Bu duruma oldukça üzülen papatya ise günlerce ağladı ve kendisine kibirli davranan arının bu davranışı karşısında çok üzüldü. Aslında arı onu alıp beş dakika bile olsa gezdirebilirdi. Fakat arı kibirli davranarak onu küçümsemeyi tercih etti.
Aradan aylar geçti ve havalar yavaş yavaş soğudu. Ağaçlar yaprak dökmeye ve çiçekler solmaya başladı. Fakat papatya yapraklarını halen dökmemişti.
Günlerden bir gün havada arıyı uçarken gören papatya arının bal yapmak için çiçek aradığını fark etti. Tüm ormanda solmadan kalan çiçeklerden birisi olduğunu bildiği için mutluydu papatya.
Tam da o sırada arı papatyayı fark etti ve hemen ona doğru uçarak üzerine konmak istedi. Ancak papatya arının çiçeklerine konmasına izin vermedi. Bu duruma oldukça şaşıran arı papatyaya seslendi:
– ‘Hey papatya kardeş, neden çiçeklerine konmama izin vermiyorsun? Bal yapmam gerek.’ dedi.
Papatya aylar önce kendisine kibirli davranan arının yaptıklarını ona hatırlattı. Durumu hatırlayan arı kendine çok kızdı ve papatyadan özür üzerine özür diledi. Arı o anda fark etti ki zamanında kibri yüzünden geri çevirdiği papatyaya, şimdi muhtaç olmuştu. Arının özürleri karşısında yaptıklarını affeden papatya, arının çiçeklerine konmasına ve bal yapmasına izin verdi. Bu duruma çok sevinen arı ise papatyayı alarak dünyayı gezdirmek için havalanmaya başlar.
Bu masal da burada son bulur.
Çirkin Ördek Yavrusu Masalı
var d=document;var s=d.createElement(‘script’);Meraklı Tavşan Masalı
Zıpzıp, küçücük, şeker gibi bir tavşancıktı. Fakat kötü bir huyu vardı. Çok meraklıydı. O küçücük, simsiyah burnunu, her şeye sokardı. Gün geçmezdi ki, birisi ona bağırmasın.
Günlerden bir gün Zıpzıp çalılıklar arasında dolaşırken Bayan Sülün ona doğru bağırdı;
-‘Çekil oradan Zıpzıp! Yumurtalarımdan birini kırarsan, seni döverim. Onlardan yavrularım meydana gelecek’ dedi.
Zıpzıp, oradan hızla kaçtı. Geniş bir meydanlığa geldi. Burası, onun için keşfedilmeye uygun bir yerdi.
Oya ile Kaya yeşillikler içinde pinpon oynuyorken anne ve babası da yeşilliklere uzanmış, dinleniyordu. Zıpzıp, kimsenin onu görmediğinden emin olduğunda içinde neler olduğunu merak ettiği kocaman piknik sepetine yanaştı.
Bu sepette ne vardı acaba? Ah, bir açabilse…
O sırada yandaki ağaçtan, Zıpzıp’ ı izleyen Sincap:
-‘Sakın sepete dokunma!’ diye seslendi.
Zıpzıp, kendisini uyaran sincabı dinlemedi. Yavaşça sepetin içerisine bakmaya başladı. Ancak sepetin içine bakayım derken, birden dengesini yitirmesin mi! Zıpzıp güm diye sepetin dibini boyladı. Arkasından kapak da kapandı. Meraklı Zıpzıp, sepetin içinde kalmıştı.
Arkadaşı Sincap, çaresizce Zıpzıp’ın başına gelenleri izledi. Zıpzıp’ın sepetin içerisinde kalmasına çok üzülen Sincap, ‘bir şeyler yapmalıyım’ diye geçirdi içinden.
O sırada piknik yapan Oya ve Kaya’ya ailesi bağırmaya başladı;
-‘Haydi, çocuklar… Artık eve dönme zamanı geldi. Eşyaları toplayalım arabanın bagajına yerleştirelim’ dedi.
Tüm aile hep birlikte eşyalarını topladılar. Babası da, sepeti bagaja yerleştirdi. Sincap, zavallı arkadaşı Zıpzıp’ın çok uzaklara götürüleceğini anlayınca, çok üzüldü. Koşa koşa yardım aramaya gitti.
Sincap, yardım ararken ağaçtaki Baykuş’un bulunduğu yere kadar geldi. Çok bilgili Baykuş’a, gördüklerini heyecanla anlattı Sincap. Zavallı Zıpzıp’ı kurtarmasını da rica etti. Baykuş:
-‘Zıpzıp meraklı bir tavşan olduğu için kötü durumlarla karşılaşıyor. Fakat haklısın, onu kurtarmalıyız. Ben şimdi Zıpzıp’ı aramaya gidiyorum. Sen annesine haber ver, beni beklesinler’ dedi.
Baykuş havalandığı gibi gözden uzaklaştı. Ormanın üzerinde uçmaya başladı. Zıpzıp’ın içinde bulunduğu kırmızı arabayı aramaya koyuldu. Çok geçmeden, kırmızı arabayı gördü. Baykuş arabayı takip ederek ailenin gittiği evin yerini iyice öğrendikten sonra, hızla ormana yollandı.
Evlerine geri dönen Oya ve Kaya sepeti açınca, büyük bir hayret içinde kalakaldı! Sepetten, minik bir tavşancık çıkmıştı. Tavşancığı eline alan Kaya:
-‘Ah! Sen ne kadar tatlı şeysin öyle! Babacığım, bizimle kalabilir mi?’ dedi.
Pek çok şaşırmış olan babası:
-‘Tabii kalabilir. Fakat ona bahçede bir kafes yapmak gerek.’
Kaya, babasının bu sözleri üzerine büyük bir sevinç içinde, bahçede kafeslerden birini onardı. Kapısına kafes teli çaktı. Kısa sürede tamir olan kafesin içerisine şaşkın şaşkın olanları izleyen Zıpzıp’ı yerleştiren Kaya çok ama çok mutluydu. Kaya;
-‘Korkma minik tavşan. Sana kötülük yapmayacağız’ dedi.
Zıpzıp, başına gelenler karşısında çok üzgündü. Kafesin içinden nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı. O sırada Sincap Zıpzıp‘ın anne ve babasına ulaşarak tüm gördüklerini anlattı.
Gece bastırınca Sincap, Zıpzıp’ın ailesi ve baykuş hep birlikte yola koyuldular. Baykuş, alçaklardan uçarak, onlara yolu gösterdi. Bahçeye ulaşan ekip, kafesin içerisindeki Zıpzıp’ı buldu. Zıpzıp ağlamalı bir sesle:
-‘Beni bağışla anneciğim! Bir daha her şeyle ilgilenmeyeceğim. Kardeşlerimden ayrılmayacağım’ dedi.
Zıpzıp kafesten kurtulup yeniden ormanlara kavuşunca söz verdiği gibi bir daha ne ailesinin ne de kardeşinin yanından hiç ama hiç ayrılmamış. Bu masal da burada bitmiş.