Yıllardan bir yıl ama hangi yıl unuttum kış uzadıkça uzamış. Çocuklar burunlarını cama dayamış, ağaçlarda yaprak, yerlerde papatya çiçekleri, havada kuş görebilmek için her yere bakıp durmuşlar. Ama ‘buvv’ diye esen rüzgârdan, bembeyaz kardan başka birşey görememişler. Toprağın altında da ilkbaharı bekleyen çiçekler ‘ha olgunlaştı ha olgunlaşacaklarmış’ ama kökler yoluyla gelen haberler hep aynıymış. Kış biraz daha uzayacakmış. İlkbahar güneşi yol hazırlığını bitirememiş.
Bahar bir türlü gelmeyince de gelincik çiçeği kırmızı tuvaletinin üstündeki yeşil mantosuna biraz daha sarılıp “bu gidişle giysim buruş buruş olacak” diye dertlenmiş durmuş. Mini mini mineler de mavi başlarını sallayıp ‘biz de bu gidişle daha yukarı çıkamadan donup kalacağız’ diye üzülüyorlarmış. Öteki çiçekler de üzülüyorlarmış elbet ama onlar daha renklerini seçemedikleri ve tuvaletlerini tamamlayamadıkları için o kadar endişelenmiyorlarmış.
Menekşe mor renkteki tuvaletini, tarla çiçeği mavi renkteki kıyafetini yeni yeni bitiriyormuş. Ancak içlerinden bir çiçek ne toprak anadan renk seçiyor ne de giysisini ütülüyormuş. Bu çiçeğin bütün düşüncesi bir an önce yeryüzüne çıkmak, çiçek masallarında anlatılan çocukları görmekmiş. ‘Ah bir yeryüzüne çıksam diyormuş’ diyormuş da başka bir şey demiyormuş!
Kış uzadıkça onun da sabrı tükenmeye başlamış. Bir gece herkes uyurken yavaşça yerinden kalkan ve bir ağacın köklerini izleye izleye toprağın üstüne çıkmaya başlayan bu çiçek bütün geceyi soluk bile almadan tırmanarak tamamlamış. Güneşin sarı başı dağın tepesinden görünürken o da başını topraktan dışarı uzatmış. Koca güneş, bembeyaz karlar üstünde bir çiçek görünce şaşırmış kalmış. “Daha uyanamadım galiba” diye gözlerini ovuşturmuş. Daha fazla parlamaya başlamış bütün gece karları savuran rüzgârın da şaşkınlığı ondan az değilmiş.
“Yani olacak şey mi bu, karların ortasında bir çiçek yorgunluktan serap görmeye başladım galiba, en iyisi gidip biraz dinleneyim” deyip esmekten vazgeçmiş. Rüzgârın esmediğini gören güneş ‘Bu işte bir iş var, rüzgâr çekildi gitti, herhalde ilkbahar geliyor, zaten bu çiçek de bunu gösteriyor” demiş ve biraz daha ısıtmalı çevreyi diye düşünmüş. Bütün bunlar olurken yaramaz çiçek de soğuktan tir tir titremeye başlamış. “Ah ben ne yaptım, soğuktan neredeyse kuruyup gideceğim, ne diye herkesi beklemedim sanki” diye kendi kendine söylenip duruyormuş.
Onun sesini duyan saka kuşu da “Hey şuraya bakın, bir çiçek, kalkın hepiniz, bahar gelmiş!” diye bağırmış.
Bu sevinçli haberi duyan ağaçlar durur mu? Hemen dallarını gererek uyanmaya başlamışlar, bir anda her şey değişmeye başlamış. İlkbaharı getiren yaramaz çiçek aceleciliği yüzünden kendine renkli bir elbise giymeyi unuttuğu için sadece beyaz yapraklara sahip olmuş ve herkes ona ‘papatya’ adını vermiş.
O gün bu gündür papatya çiçeği acelecilik huyundan hiç vazgeçememiş. O yüzden de her zaman baharın gelişini bize ilk papatyalar müjdelermiş.
Siz de Mart ayında papatyaların kırlarda açtığını görürseniz, bilin ki bahar gelmiştir.
Fakir bir saka, o sakanın da bir eşeği vardı. Bu eşek; zayıf zavallı bir eşekti, sırtında yüzlerce yara vardı. Değil arpa ot bile bulamıyordu. Padişahın atlarının bakıcısı da bu sakayı tanıyordu. Onunla eskilere dayanan bir ahbaplığı vardı.
Padişahın atlarının bakıcısı bir gün yolda giderken sakaya rastladı:
– “Bu zavallı eşeğin hali ne böyle, nerdeyse zayıflıktan ölecek.” dedi.
Saka yana yakıla anlattı:
–“Sevgili dost biliyorsun ki ben fakir bir insanım. O sebeple bu zavallı hayvana bakamıyorum.” dedi.
Padişahın ahır başı:
– “Bak şimdi; sen bu hayvanı bana ver, birkaç gün padişahın ahırına bağlayayım. Ona padişahın atlarının yeminden vereyim, biraz düzelsin.” dedi.
Saka eşeği seve seve verdi. Eşeği alıp padişahın ahırına getirdiler. Eşek ahırdaki temiz ve bakımlı atların halini görünce:
– “Yarabbi! Bu nasıl iş, bu atlar senin yarattığın da ben senin yarattığın değil miyim? Şu halime bak, bunların durumuna bak, böyle olur mu?” dedi.
Aradan birkaç gün geçmeden savaş çıktı. Ahırdaki atları çekip eğerlediler. Savaş alanına yolladılar. Günlerce süren savaştan sonra atlar döndüğünde her birinin vücudunda yüzlerce yara vardı ve birçok ok ucu hala vücutlarında duruyordu.
Atların ayakları bağlandı, cerrahlar geldi ve başladılar atların orasını burasını yararak, ok parçalarını ve mızrak uçlarını çıkarmaya. Bunu gören bizim eşek, daha önce düşündüklerinden ve söylediklerinden bin pişman olarak haline şükretti.