Buralardan çok uzaklarda bir yerlerde bir lunapark varmış. Bu lunaparkın içinde bir tren varmış. Bu tren sihirli bir trenmiş. Bu trene binenler sihirli şehre açılan bir kapıdan geçerler ve bambaşka bir diyara geçerlermiş. Ama lunaparkta bu trene kimse binmek istemiyormuş çünkü dışarıdan bakıldığında o kadar eski duruyormuş ki insanlar bu trenin başına bir şey gelir diye trene binmiyorlarmış. Bizim zavallı tren de yıllardır kenarda öyle ona binecek birilerini bekler dururmuş.
Uzak diyarlarda bir de güzeller güzeli bir kız yaşarmış. Bu kızın adı Esra imiş. Esra çok çalışkan, çok meraklı, çok iyi niyetli, ailesini hiç üzmeyen bir kızmış. Esra kitap okumayı da çok severmiş. Bir gün yine kitap okurken kitapta lunaparkın resimlerini görmüş. Esra daha önce hiç lunaparka gitmemiş. Kitabı okudukça lunaparkın nasıl bir yer olduğunu iyice merak etmeye başlamış. Babasına gidip onu lunaparka götürmesini rica etmiş. Babası da Pazar günü onunla beraber lunaparka geleceğine söz vermiş. Günler geçiyor Esra çok heyecanlanıyormuş. Pazar günü Esra için sanki bir türlü gelmemiş. Cumartesi gecesi heyecandan tüm gece uyuyamamış. Pazar sabahı kalktığında ailede ilk önce o uyanmış hemen giyinmiş ve ailesi kalkana kadar onlara kahvaltı hazırlamış, çünkü daha fazla zaman kaybetmek istemiyormuş. Ailesi kalktığında köyün ilerisindeki büyük lunaparka doğru yola koyulmuşlar. Lunaparka geldiklerinde Esra gözlerine inanamamış. O kadar çok oyuncak varmış ki ! Ayrıca hepsi böyle ışıl ışıl parlıyormuş adeta. Esra’nın meraklı olduğunu söylemiştik. Tüm o ışıltının yanında kenarda bir tren varmış. Çok eski püskü, tozlu, üzerinde ne ışığı ne de yazısı varmış orada öylesine bekliyormuş. Esra merak etmiş ve bilet satılan yere gidip o trenin neden o şekilde olduğunu sormuş. Bilet kesen amca da Esra’ya, yıllardır o trene kimsenin binmediğini, o trenden insanların korktuğunu ve binmek istemediklerini söylemiş. Esra zavallı trene çok üzülmüş ve amcaya o trene binmek istediğini söylemiş. Amca da şaşıracak o treni çalıştırmış. Esra trene binmiş ve tren hareket etmeye başlamış. Tren bir tünele girmiş. Biraz tünelde gittikten sonra tünelin ucunda ışıl ışıl bir görüntüyle karşılamış. Tren birden durmuş. Esra da tren durunca inivermiş. Bir de ne görsün? Karşısında şu ana kadar gördüğü en güzel manzara varmış. Bambaşka bir diyara açılan bir kapıymış. Esra merak edip ormana doğru ilerlemiş. İleride gölün başında çok güzel giyimli bir çocuk göle doğru oturup düşünüyormuş. Esra bir derdi var herhalde diye düşünmüş ve yanına gidip usulca oturmuş. Esra’nın yanına geldiğini gören çocuk birden irkilmiş. Esra çocuğa derdini sormuş. Çocuk da bu diyarda her istedigim var ama hic sohbet edecek arkadasi olmadigini soylemis uzgun bir halde, ve babasinin bu durumu anlamadigindan yakinmis. Esra da çocuğa en iyi şeyin babasına doğruları söylemenin olduğunu söylemiş. Bir süre muhabbet ettikten sonra arkada tren homurdanmaya başlamış. Esra’nın gitme vakti gelmiş. Ama ikisi de ayrılmak istemiyorlarmış. Esra trene binip gitmiş. Bir sure gecmis uzerinden ama birbirlierini düşünüyorlarmis hep; ne de guzel konusup oynamislar o kisacik zamanda o guzel yerde. Bir türlü aklından çıkmıyormuş ikisinin de. Bir gün Esra’larin kapıları çalmış. Bir de bakmış ki o çocuk ve babası karşısında duruyorlarmış. Meğerse çocuk o diyarının Prensi imiş. Babasına Esra ile arkadaslik yapmak istedigini soyleyip doğruları söyleyip, babasıyla birlikte Esra’lara gezmeye gelmişler. O günden sonra da prens ve Esra ayni diyarda mutlu mesut arkadaslik yapmislar. Tren de eski ihtişamına devam edip iki dünya arasında gidip gelmeye devam etmiş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellallığı pireler berber iken, ben anamın beşiği de tandır mıngır sallanır iken, buradan çok uzaklarda bir yerlerde bir saray varmış. Saray da ne saray ama! Bin bir ülkeye namı yayılmış, uzak diyarlardan, denizlerin ötesinden bile diğer krallar, kraliçeler, bu sarayı görmeye gelirlermiş. Saray da, sarayın çevresinde yaşayan tüm halk da çok memnunmuş. Sürekli birileri ziyarete geldiğinden dolayı, esnaf da köylüler de iş yapıyorlar, köylüsünün mutlu olduğunu gören kraliçe ve kral da mutlu oluyorlarmış.
Bu sarayın küçük bir sırrı varmış. Bu sır gerçekten küçük olan kral ve kraliçenin altı yaşında sevimli mi sevimli kızlar Mila imiş. Mila’nın özel bir yeteneği varmış. Mila’nın ellerinden sihir akıyormuş. Mila nereye dokunsa orası çiçekleniyor, güzelleşiyor, ya da altın oluyormuş. Mila bahçede oynadıkça, bahçede mis gibi kokan güller, çiçekler açıyormuş.
Gel zaman git zaman, Mila bir sabah bahçeye çıkmamış. Yatağında yatıyormuş. Sarayın hizmetçileri Mila’nın çıkmadığını fark edip hemen kral ve kraliçeye haber vermişler. Kral ve kraliçe hemen Mila’nın odasına koşmuşlar. Bir ne görsünler! Yavrucak, terler içinde orada yatıyormuş. Hemen hekim çağırmışlar. Hekim Mila’yı tedavi etmeye çalışmış lakin başaramamış. Kral hemen hekimi kovmuş yeni hekim çağırmış. O hekim de Mila’ya bir çare bulamamış. Gel zaman git zaman Mila hala yatağından kalkamıyormuş. Bahçeye inemeyen Mila güzel güzel yeni çiçekler de açtıramıyor, hiçbir yeri altın yapamıyor, durum böyle olunca insanlar eskisi gibi saraya gelmiyorlar, köylü halkı kimseye satış yapamıyor, insanlar aç kalıyormuş. Saray günden güne karanlığa bürünmeye başlamış. Kızının bir türlü düzelmediğini, köylülerin perişan halde olduğunu gören kral hemen bir ferman yayınlamış.
-‘’ Kim ola ki, kralın kızını iyileştire, işte o zaman zengin olur, sarayın kapıları onun için sonsuza dek açılır.’’
Kral bu ilanı her yere astırmış. Yalandan dolandan insanlar hekim kılığına girip kızı tedavi edeceklerini söyleyip kralı kandırmaya çalışmışlar. Lakin aylar yıllar geçmiş. Kimse hala bir tedavi bulamamış.
Bir gün ormanda ufak bir çocuk geziniyormuş. Çocuğun babası otlar toplar bunlardan merhem yapar, yaralarına sürer iyileşirmiş. Ormanda gezerken bu ilanı görmüş. İlanı okuyunca daha önce kendisinin de başına aynı şey geldiğini hatırlarmış. Bir koşu babasına ilanı götürmüş. İlanı gören babası kızın uyku hastalığına yakalandığını ve buna tek iyi gelecek şeyin, dağların öbür ucunda yetişen bir kahve ağacının çekirdeği olduğunu söylemiş. Çocuk babasına gidip kızı tedavi etmesi için yalvarmış. Babası çocuğu kırmamış ve birlikte o ağaca gitmişler. Günler sonra sarayın önüne gitmişler. Babası;
-‘’ Size ilaç getirdim. Kızın şifası bendedir. ‘’ demiş. Ama hizmetlilerden kimse inanmamış. Çünkü herkes kralın parasını almak için geliyormuş. Adam eklemiş.
-‘’ Kızın hastalığı uyku hastalığı, devası da şu an elimde duran şişededir. Daha önce kendi oğlum da aynı hastalığa kapıldı. Ona da bundan içirdim uyanıverdi.’’ Diyince bir hizmetli adama inanmış ve içeri almış.
Kral ve kraliçenin yanında, kız ilacı içirmiş. Ve kız ertesi sabah uyanıvermiş. Kral adama ‘’Dile benden ne dilersen. Artık burada benimle eşit sayılırsın. ‘’ demiş. Adam da
-‘’ Hiçbir şey istemem. Kızınız iyi olsun tek dileğim o dur.’’ Demiş.
Ama kral adamı bırakmamış. Sarayın yeni hekimi yapmış. Hekimin oğlu ve kralın kızı büyüdüklerinde birbirlerine aşık olmuşlar ve evlenmişler. Saray da eski ihtişamına geri dönmüş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken bundan çok ama çok zaman öncesinde bir adam yaşarmış. Bu adamı çevresindeki insanlar hiç sevmezmiş. Neden derseniz; adam herkese kızar, hiçbir şeyden memnun kalmazmış. Mahallesinde top oynayan çocuklar, gürültü yapan komşusuna, mahalleden korna çalarak geçen bir arabaya hatta çöpleri almak için gelen çöp kamyonuna bile kızarmış.
Bu adamın oturduğu sokağın ucunda, caddenin hemen karşısında tabela yapan bir ressam varmış. Bu ressam işini çok sevdiği için günün her vakti neşeli ve keyifliymiş. Günlerden bir gün ressam amcamız, bir merdivenin en üstünde oturmuş ve tabela boyuyormuş. Tabela boyuyormuş ama aynı zamanda şarkı da söylüyor, işini neşeyle yapıyormuş. Ressamın bu halini gören diğer esnaflar da kendi işlerini şarkılar söyleye söyleye yapmaya başlamışlar. Hani mutluluk bulaşıcıdır derler ya ressamın mutluluğu diğer esnaflara da bulaşmış, herkes işinde gücünde keyifli ve mutluymuş.
Ressam şarkısını söyleye söyleye tabelasını boyarken elinden fırçasını düşürmüş. Aşağıya doğru eğilmiş, fırçasını almak istemiş ama bir de ne görsün! Aşağıdan ona doğru bakan bizim kızgın adam değil miymiş?
Kızgın adam başlamış bağırmaya:
Kızgın Adam: ‘Ressam bey, ressam bey! Bütün bu kaldırımlar, bu yollar senin malın mı sanki! Bu ne rahatlıktır, biz senin sesini dinlemek zorunda mıyız? Şarkı söyleyeceğine işini düzgün yap da elinden fırçayı benim gibi milletin kafasına düşürme!’
Ressam üzgün bir ifade ile cevap vermiş:
Ressam:‘Çok özür dilerim, lütfen kusura bakmayın. Çalışırken şarkı söylemek bana çok keyif veren bir şey, sesimin tonuna da dikkat ediyorum ama rahatsız ettiysem bir kez daha özür dilerim.’
Bunu duyan bizim kızgın Adam iyice sinirlenmesin mi? Sesi daha da yükselmiş:
Kızgın Adam:‘Ressam mısın boyacı mısın nesin, herkesin derdi var kardeşim! Herkes para kazanmak, ailesini geçindirmek için çırpınırken, sen utanmıyor musun böyle şarkıyla türküyle iş yapmaya!’
Ressam kızgın amcaya daha fazla bir şey anlatamayacağını anlamış o yüzden konuşmayı uzatmamış. Adam gittikten sonra da adamın şu hayatta ne kadar mutsuz ne kadar keyifsiz olduğunu düşünmüş, durmuş. Ancak ressam kızgın adamın dediklerini takmış bir kere kafasına… İşini yapıyormuş yapmasına ama tam şarkı söyleyecekken adamın dedikleri aklına geliyor ve işine odaklanamıyormuş.
Derken günler günleri haftalar haftaları kovalamış. Ressamın bu durumu tam bir ay böyle devam etmiş. Öyle ki ‘artık yeter’ diyen ressam sonunda kendisine kızan o adamı bulup konuşmaya karar vermişti.
Ressam kızgın adamı ararken tesadüf odur ki elinde ekmek poşetiyle sallana sallana karşıdan gelen bizim kızgın adam olmasın mı? Hemen koşmuş ressam kızgın adamın yanına. Adam yine bir şeylere söylenirken ressamı fark etmemiş bile…
Ressam: ‘Hayrola, amcacığım sen yine niye kızdın?’ demiş.
Kızgın adam ressamı görünce daha da sinirlenmiş:
Kızgın Adam: ‘Git işine be adam! Zaten derdim başımdan aşkın. Bi de tüm dertlerim yetmezmiş gibi yarım saat de ekmek sırası bekledim. Bir de seninle mi uğraşacağım?’
Ressam adamın bu tavrına gülümseyerek yanıt vermiş:
Ressam: ‘Gel amcacığım sana bir çay ısmarlayayım, hem biraz sakinlersin’ demiş.
Adam ressamın bu teklifini baştan söylense de sonra kabul etmiş. İkisi oturmuşlar bir çay bahçesine. Ressam kızgın adama sormuş:
Ressam: ‘Seni bu kadar kızdıran şey ne? Bir derdin varsa anlat bana.’ Demiş.
Kızgın adam önce inkar etse de sonra başlamış anlatmaya. İki ay önce işten çıktığını, hala bir iş bulamadığını, evde yaşlı bir annesi olduğunu, ona bakması, eve para getirmesi gerektiğini, ama hala iş bulmak için uğraştığını anlatmış da anlatmış.
Ressam adamın derdini şimdi anlamış. Aklına hemen güzel bir çözüm gelmiş. Kendisi uzun zamandır yanına bir yardımcı arıyormuş. Bunu adama söylemiş:
Ressam: ‘Bak amcacığım, iznin olursa ve kabul edersen buyur gel benimle çalış. Bana da işten kaçmayacak bir eleman lazımdı zaten. Bence bu iş için en doğru insan sensin.’ Demiş.
Kızgın adamın yüzü gülümsemiş. Tereddüt etmeden hemen kabul etmiş ve ertesi sabah işe başlamış. Bizim ressam yine şarkılar söyleyerek çalışırken adam da ressama ayak uydurmuş. Aradan birkaç gün geçince bizim kızgın adamdan eser bile kalmamış! Her şeye kızan o adam gitmiş, yerine neşeli, sevecen, hayattan keyif alan bir adam gelmiş.
Ressamla adam yıllarca birlikte çalışmışlar ve çok iyi dost olmuşlar.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de neşeli ve mutlu çocukların olmuş…
Sabır çok önemlidir çocuklar. Sabreden kişi er ya da geç sabrının karşılığını alır. Sabredemeyen, acele davranan kişiler hiçbir şeyi başaramazlar. Bunun bir de masalı vardır, bilir misiniz? İşte size sabrın önemini anlatan güzel mi güzel bir masal… Gözlerinizi kapatın ve masallar diyarından gelen bu masalın keyfini çıkarın…
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde büyük bir ülke varmış. Bu ülkenin akıllı bir kralı ve kralın da obur mu obur bir oğlu varmış. Prens o kadar şişman o kadar oburmuş ki ülkede herkes onu Obur Prens olarak bilirmiş. Bu prens günün her vaktinde her anında yemek yemek istiyormuş. Aşçılar bu prensi neredeyse doyuramamaktan korkuyormuş. Kral da oğlunun bu haline çok üzülüyormuş ama ne yapsa oğlunun iştahını kesemiyormuş.
Gel zaman git zaman kral bu işin böyle gitmeyeceğine karar vermiş. Bütün yardımcılarını toplamış ve oğlunun bu durumuna çare bulunması için emir vermiş. Kralın yardımcıları düşünmüş, taşınmış, prensin bu iştahına nasıl bir çözüm bulacaklarını tartışmış. En sonunda güzel bir fikir bulmuşlar ve kralın karşısına çıkmışlar:
Yardımcılar: ‘Kralım! Sizin oğlunuz için güzel bir fikir bulduk. Sarayın dışında oğlunuz için büyük bir kule inşa edebilirsiniz. Başına bir nöbetçi koyabilir ve oğlunuzun günlük belirli miktarda yemek yemesini sağlayabilirsiniz. Nöbetçi ne olursa olsun oğlunuza miktarın dışında yemek vermez ve böylece Obur Prens zayıflar.’
Kral bu fikri çok sevmiş. Hemen sarayın dışında bir kule yaptırmış ve en inatçı nöbetçilerden birisini kulenin başına dikmiş. Nöbetçi, Obur Prens’e günlük ne kadar yemek verilmesi gerekiyor ise o kadar yemek veriyor, Obur Prens ne kadar isterse istesin daha fazlasını vermiyormuş.
Günler ayları kovalamış. Obur Prens yediği yemeklerden hiç memnun değilmiş. Ne yaparsa yapsın nöbetçi Obur Prens’e daha fazla yemek vermiyormuş. Prens, açlıktan artık hayaller görmeye başlamış. Gözünün önünden en sevdiği yemekler bir bir geçerken, rüyalarında ziyafet sofraları görüyormuş.
Obur Prens bir gece rüyasında güzeller güzeli bir peri kızı görmüş. Peri kızı Prens’in yanına yaklaşmış ve elindeki iksiri Prens’e uzatmış:
Peri Kızı: ‘Sevgili Prens, bu iksir senindir. Ancak bu iksirin sadece üç damlasını içeceksin. İksirin geri kalanını ise bir ömür saklayacaksın. Sakın unutma, kalan iksiri ne olursa olsun sakın içmeyeceksin. Bu şartı kabul edersen sana iksiri verebilirim.’
Prens, peri kızının söyledikleri karşısında çok şaşırmış ancak ayağına gelen bu fırsatı kaçırmak istememiş. Peri kızının teklifini kabul etmiş. Sabah olup rüyasından uyandığında ise masanın üzerinde iksir şişesini görünce rüyasının gerçek olduğunu anlamış. Prens iksirden peri kızının dediği gibi sadece üç damla olacak şekilde içmiş. O da ne! Prens iksiri içtiği gibi güzel bir uykuya dalmasın mı?
Günler geçmiş ancak Prens uyanmamış. En sonunda bir hafta geçince uyanan Prens ne olduğunu anlamaya çalışırken aynaya bir bakmış ki ne görsün! Öyle bir zayıflamış öyle bir zayıflamış ki kendisi bile gözlerine inanamamış! Prens peri kızının iksirinin etkisini gösterdiğini anlamış ve mutluluktan dünyalar onun olmuş.
Obur Prens’i karşısında zayıf bir şekilde gören Kral, çok sevinmiş. Bütün ülke Prens’in bu durumunu sevinçle karşılamış ve Prens ülkenin en güzel kızı ile evlenmiş.
Günler ayları, aylar ise yılları kovalamış. Prens evlendiği kız ile çok mutlu olmuş. Herşey yoluna girdi diye düşünürken birdenbire kral çok hastalanmış. Bütün ülke kralın hastalığı karşısında yasa bürünmüş. Doktorlar, uzmanlar, işin ehli insanlar da kralın bu derdine çare bulamamış. Prens babasının gözlerinin karşısında erimesine daha fazla dayanamamış ve aklına gelen ilk fikri uygulamaya koymuş.
Yıllar önce peri kızının kendisine verdiği ve sakladığı iksiri babası için ortaya çıkarmış. Peri kızının söyledikleri aklına gelmiş. Bu iksiri Prens’e sadece birkaç damla içmesi için vermiş ancak Prens şimdi o iksiri babasına da içirecekmiş. Çünkü başka çaresi yokmuş.
Prens iksiri babasına içirmiş. İksiri içen Kral, oracıkta ölmüş. Prens, ne yapacağını şaşırmış, üzüntüsünden, vicdan azabından günlerce uyuyamamış. İksirin neden etki etmediğini kendi kendine sormuş durmuş.
Bir gece Prens rüyasında kendisine iksiri veren peri kızını görmüş yeniden. Hemen sormuş:
Prens: ‘Peri kızı, neden iksir babama etki etmedi’ demiş.
Peri kızı: ‘Sevgili prens, o iksiri sana bir daha kullanmamanı söylemiştim’ demiş.
Prens: ‘Ben bilemedim peri kızı. Babam çok kötü durumdaydı. Ona da iyi gelir diye düşündüm. Keşke içirmeseydim… Ancak merak ediyorum neden bir daha kullanmamalıydım o iksiri’ diye sormuş.
Peri Kızı: ‘Çünkü o iksir bir zehirdi Prensim’ demiş.
Prens iyice şaşırmış.
Prens: ‘Peki neden beni zehirlemedi?’
Peri Kızı: ‘Prensim, siz bana güvenip içtiniz o iksiri. Sırf güvendiğiniz için ben onu büyülü hale getirdim ve size şifa yaptım’ demiş.
Prens o an sabretmenin, beklemenin ne kadar önemli olduğunu öğrenmiş. O peri kızına güvendiği için ve sabrettiği için iksirin zehirinden kurtulmuş.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de sabırlı çocukların olmuş.
YETİNMEYİ BİLMELİSİN
Mehmet hiçbir şeyden mutlu olmayan, asık suratlı bir çocukmuş. En küçük şeylerde bile isyan edermiş, mutlu olmayı bir türlü bilmezmiş.
Günlerden bir gün eve yine asık suratlı bir şekilde gelmiş. Annesi kapıdan içeri asık bir suratla giren Mehmet’e dönmüş:
ANNE: ‘Oğlum ne oldu?’
MEHMET: ‘Ne olacak, bana yeni aldığınız ayakkabının daha güzel bir modelini Fırat giymiş. Ben de neden o ayakkabıdan yok ki!’
Annesi Mehmet’in bu huyuna çok üzülüyormuş. ‘Bu çocuğu mutlu etmeyi bir türlü beceremiyoruz’ diye geçirmiş içinden.
ANNE: ‘ Mehmet babanın yanında söyleme bunu oğlum. Sana o ayakkabıyı almak için kendi ihtiyaçlarını almadı. Gidip o ayakkabıyı aldı. Bunu senin mutlu olman için yaptı. O ayakkabıyı ne kadar çok istemiştin, şimdi neden mutlu değilsin?’
MEHMET: ‘Çünkü o ayakkabının daha güzelini gördüm.’
Mehmet annesinin yanından asık suratla ayrılmış ve odasına gitmiş.
Akşam babası yemeğe geldiğinde odasından çıkıp yemeğe oturmuş. Masada hiç konuşmuyormuş.
BABA: ‘Oğlum canını sıkan bir şey mi var?’ diye sormuş.
MEHMET: Evet, var baba. Bana aldığın ayakkabının daha güzelini arkadaşımda gördüm. Neden onda daha güzeli var?
BABA: ‘Olabilir oğlum. Sen bu ayakkabıyı çok beğenmiştin ve biz de bunu aldık. Her şeyin en son çıkan modelini alamayız. İhtiyacın olan şeyleri almalıyız.’
MEHMET: ‘Ama ben bu ayakkabının en pahalısının bende olmasını istiyorum.’
BABA: ‘Çok yanlış düşünüyorsun Mehmet. Elindekilerle mutlu olmayı ve yetinmeyi bilmelisin oğlum.’
MEHMET: ‘Hayır, ben elimdekilerle mutlu olmayacağım işte!’
Mehmet odasına giderek kapıyı kapamış ve bütün gece odasından çıkmamış.
Ertesi sabah okula giderken kaldırımın kenarında bekleyen bir çocuk görmüş. Çocuk onun yaşlarındaymış. Biraz yaklaştığında ayağında ayakkabı olmadığını fark etmiş.
MEHMET: ‘Hey, senin ayağında neden ayakkabı yok? Donacaksın bu soğukta!’
ÇOCUK: ‘Benim ayakkabım yok ki’
Çocuk, Mehmet’in ayağına bakmış:
ÇOCUK: ‘Ne kadar şanslısın sana ne güzel bir ayakkabı almışlar’ demiş.
Mehmet çocuğun haline çok üzülmüş. Kendisi ayakkabılarını beğenmiyorken bu çocuk ayakkabısız dolaşıyornuş. Mehmet o anda anne ve babasının ne demek istediğini anlamış.
MEHMET: ‘Ailen neden ayakkabı almıyor ki sana?’
Çocuk hüzünlü bir gülümseme ile cevap vermiş:
ÇOCUK: ‘Benim bir ailem yok ki. Sokakta yaşıyorum ben.’
Mehmet duydukları karşısında şok olmuş. Bu çocuğun bir ailesi bile yokmuş. Tek başına sokaklarda yaşıyormuş.
Mehmet o an kendisini düşünmuş. Ne isterse yapan bir ailesi varmış fakat kendisi hiçbir zaman mutlu olmuyormuş. Hep daha fazlasını istiyormuş. Sonrasında bir de bu çocuğu düşünmüş. Ne ailesi varmış ne de ayakkabıları. Üzerindeki kıyafetler de eski püskü kıyafetlermiş.
Mehmet ne kadar bencilce düşündüğünü o an anlamış. Kendisinin sahip olduğu ama beğenmediği şeylere sahip olamayan o kadar çok çocuk varmış ki…
Mehmet akşam eve geldiğinde annesine ve babasına sarılmış. İkisinden de onları üzdüğü zamanlar için özür dilemiş. Ailesine bugün gördüğü çocuktan bahsetmiş. Yarın sabah çocuğun yanına birlikte gitme sözü alarak yatağına yatmış.
Mehmet o gece uyumadan önce sahip olduğu her şey için Allah’a şükretmiş.
Ertesi sabah Mehmet ailesi ile birlikte çocuğun yanına gitmiş. Mehmet’in babası çocuğu alarak yurda götürmüş. Mehmet de her hafta çocuğu ziyaret etmeye söz vermiş. İkisi çok iyi arkadaş olmuşlar.
O günden sonra Mehmet hiçbir şeyden şikâyet etmemiş. Elindekilerle yetinmesini bilmiş ve hep mutlu olmuş.
Bir varmış bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde bir köy, bu köyde dürüst bir de çocuk yaşarmış. Bu çocuk hiç yalan söylemez, kimseyi de kandırmazmış. Kendi kendine yaşar, kendi yağında kendi kavrulurmuş.
Bu çocuk, biriktirdiği paralarla kendine eski bir bisiklet alarak her gün o bisikletle süt dağıtıyormuş. Mahallede yaşayan herkes bu çocuğun ne kadar dürüst olduğunu bildğinden sütü ondan alıyormuş. Küçük çocuk; kendi parasını kendi kazanıyor, az da kazansa her zaman şükrediyormuş.
Küçük çocuğun mahallede birlikte oynadığı arkadaşları ise onunla sürekli dalga geçiyormuş. Hepsinin yepyeni bisikletleri varmış ve bu çocuğun eski bisiklete binmesi onların dalga konusuymuş. Küçük çocuk ise arkadaşlarının onunla dalga geçmesine üzülse de pek aldırış etmiyormuş. Çünkü bu bisiklet sayesinde para kazanıyormuş ve bisikletini çok seviyormuş. Her akşam işini bitirdiğinde bisikletini evin önüne getirir, güzelce temizler ve yarın sabaha hazır hale getirirmiş.
Günlerden bir sabah yine süt dağıtmak için evinden çıktığında bir de ne görsün! Bisikleti bıraktığı yerde yokmuş. Çocuk telaşla bir oraya bir buraya koşturmaya başlamış. Her yere bakmış, gördüğü herkese sormuş. Fakat bisikletini hiçbir yerde bulamamış. Çaresizce bir kenarda ağlamaya başlamış.
‘Bisikletim olmadan nasıl para kazanacağım ben?’ diye kendi kendine sızlanıyormuş. Küçük çocuğun ağlamaktan gözleri davul gibi şişmiş.
O sırada iyilik perisi çocuğun bu halini görmüş ve çok üzülmüş. Hemen yanına gitmiş:
İYİLİK PERİSİ: ‘Küçük çocuk lütfen ağlama. Bak, sana bisikletini buldum’ demiş.
İyilik perisi çocuğa yanında getirdiği altın kaplamadan yapılmış bir bisiklet göstermiş. Çocuk ağlayarak periye dönmüş:
ÇOCUK: ‘Bu benim bisikletim değil ki.’
İyilik perisi bu sefer gümüşten yapılmış bir bisiklet göstermiş. Çocuk yine ağlayarak;
ÇOCUK: ‘Benim bisikletim bu da değil’ demiş.
İyilik perisi küçük çocuğun dürüstlüğüne hayran kalmış. Ona gerçek bisikletini bulmuş. Çocuk kendisinin olan eski bisikletini görünce sevinçle bağırmış:
ÇOCUK: ‘ ‘İşte, benim bisikletim bu!’
İyilik perisi küçük çocuğun dürüstlüğüne karşılık altın ve gümüş bisikletin ikisini de ona hediye etmiş. Çocuk ilk başta kabul etmek istemese de iyilik perisinin ısrarı üzerine bu hediyeleri kabul etmiş.
Bisikletlerin hepsini alan küçük çocuk, onları sevinçle evin içine koymuş. Sonrasında koşarak arkadaşlarını eve çağırmış ve bisikletlerini göstermiş.
Altın ve gümüş bisikletleri gören bütün çocuklar kıskançlık dolu gözlerle bu çocuğa bakmışlar. Evden çıkınca hepsi bu çocuğun yaptığını yapmaya karar vermişler.
Ertesi gün bütün çocuklar bisikletlerini kaybedip sonra da ağlaya ağlaya aramaya başlamışlar. İyilik perisi çocukların yanına gelmiş ve her birine ‘bisikletlerinizi buldum’ diyerek altın bisiklet göstermiş.
Çocukların hepsi altın bisikletin kendi bisikletleri olduğunu söyleyerek itiraz etmeden bisikletlere binmişler. İyilik perisi çocukların bu aç gözlülüğüne ve yalan söylemelerine çok ama çok kızmış. Ceza olarak çocukların hepsinin altın bisikletlerini eski püskü bir hale çevirmiş. Çocukların gerçek bisikletlerini de yok etmiş.
Çocuklar neye uğradıklarını şaşırmışlar. Biraz düşününce yaptıkları yanlışın farkına varmışlar fakat artık çok geçmiş. Hepsinin altında eski-püskü bir bisiklet varken dürüst olan küçük çocuğun altında yepyeni bir altın kaplama bisiklet varmış.