Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal pireler berber iken,ben dayımın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken,buralardan çok uzaklarda bir yerlerde bir kadının çok güzel ve çok marifetli bir oğlu varmış. Bu kadın oğlunu daha iyi eğitim alsın diye saraya vermiş. Bir gün sarayın padişahı hükümdarın canı sıkılmış. Saraydaki herkesi odasına toplamış ve sormuş.
‘’İçinizde Ali Cengiz oyunu bilen var mıdır ?’’
Bizim kadının oğlu durur mu? Hemen atlamış.
‘’Hünkârım! Eğer izin verirseniz ben giderim, hemen öğrenirim ve gelip sizinle Ali Cengiz oyununu oynarım’’ demiş. Hükümdar biraz düşünmüş ve izin vermeye karar vermiş. Bizim oğlan da eşyalarını toplamış ve yola koyulmuş. Saraydan çıkmış ve oyunu bilen birini bulmak için şehre doğru yürürken bir seyyah ile karşılamış. Seyyah çocuğunun bu küçük yaşta tek başına nereye gittiğini merak etmiş ve sormuş.
‘’Küçük delikanlı! Hayrola, yolculuk nereye böyle?’’ demiş.
Çocuk da cevap vermiş.’’ Hükümdarımın canı sıkılmış Ali Cengiz oyunu oynamak istedi fakat koskoca sarayda ben de dâhil hiç kimse Ali Cengiz oyununu bilmiyormuş. Ama ben merak ettim ve hünkârdan izin aldım öğrenmek için şehre gidiyorum.’’ Demiş. Bunun üzerine seyyah
‘’Hay Allah! Derdin bu mu evladım? Gel ben sana öğretirim. Çocukluğumdan beri o oyunu oynarım ben. Eğer sen de istersen gel oyunu sana ben öğreteyim.’’ Demiş. Çocuk da daha fazla yol gitmek istememiş ve seyyahın teklifini kabul etmiş ve seyyahla birlikte seyyahın evine doğru yola çıkmışlar. Yol boyunca muhabbet edip iyice anlaşmaya başlamışlar. Eve geldiklerinde seyyah çocuğu karşısına oturtmuş ve oyunu anlatmaya başlamış. Daha sonra oyuna ara verdiklerinde oğlan evi gezmek istemiş. Bir de bakmış ki bir odada bir kız iki gözü iki çeşme ağlıyor. ‘’Ne oldu sana güzel kız?’’ diye sormuş oğlan kıza. Kız da cevap vermiş. ‘’Seyyah beni okutmak için aldı, ne istediyse yaptım, nasıl dediyse okudum ama öğrenmedim diye beni buraya hapsetti. Sen sen ol onun dediklerini tekrarlama. Sen ona ne soruyorsa tam tersi cevap ver. Ama kitabını mutlaka düzen oku.’’ Demiş.
Daha sonra oğlan odaya geri döndüğünde seyyah buna bir kitap vermiş. Kitapta Ali Cengiz oyununu anlatıyormuş. Seyyah ne diyorsa delikanlı tam tersini tekrarlamış ama göz ucuyla da kitabı düz bir şekilde okumuş. Ve Ali Cengiz oyununu öğrenmiş. Ali Cengiz oyununda her kim ne zaman ne isterse onu olabiliyormuş. Çocuk iyice aklına kazımış. Seyyah ne derse yanlış cevaplar veriyormuş. Seyyah da kızmış ve bunu kızın yanında odaya kilitlemiş. Buradan ne yapsak nasıl çıksak diye düşünürken aklına bir fikir gelmiş. Bizim seyyahın tavukları varmış ve tavuklarını çok severmiş. Her gün onları otlatmak için bahçeye çıkartırmış. Hemen kıza da Ali Cengiz oyununu anlatmış. Kız da öğrenmiş. Seyyah bunları sabah ziyaret etmiş ve oradan tavuklarının yanına gitmiş. Seyyah tam tavukların yanına giderken bizim oğlanla kız hemen tavuk olup diğer tavukların arasına karışmışlar. Seyyah hiçbir şeyden şüphelenmemiş. Daha sonra ise seyyah tam bahçeden ayrıldığında kızla kuş olup uçmuşlar. Seyyah da bir bakmış ki tavuklardan iki tanesi kuş olmuş uçuyormuş. Hemen anlamış onların kaçtığını o da kuş olmuş ve arkalarından uçmaya başlamış. Oğlanla kız hemen saraya gitmişler ve başlarına gelenleri padişaha anlatmışlar. Bunların arkasından uçan seyyah tam saraya girecekken sarayın askerleri seyyahı yakalamışlar ve ömür boyu hapse atmışlar. Bizim delikanlı ve kız da evlenmiş. O günden sonra da padişahı hep eğlendirmişler. Hepsi mutlu mesut yaşamış.
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; ben diyeyim yıllar sen de asırlar önce, uzak mı uzak diyarların birinde güzelliği dillere destan bir kız varmış. Bu kızın adı Dora imiş. Dora, küçük ve güzel bir kasabada babası ile birlikte yaşar ve babasına tüm işlerde yardımcı olurmuş. Baba-kız mutlu bir hayat sürerlermiş.
Dora güzelliği ile olduğu kadar marifetli elleri ile de bilinirmiş. O ve babası kasabanın en güzel pastalarını birlikte yaparlarmış. Kimin bir doğum günü olsa, kimin bir kutlaması olsa soluğu Dora ve babasının yanında alırmış. Dora kısa zamanda hem lezzeti hem de görüntüsü harika pastalar yapmayı başarırmış. Dora’nın en büyük hayali içerisinde birbirinden güzel pastalar yapabileceği büyük bir pastane açmak ve babası ile birlikte bu pastanede birbirinden güzel pastalar yapmakmış.
Bir gece Dora uyumadan önce pencerenin yanına yaklaşarak gökyüzüne doğru bakmış. Yıldızlar tüm parlaklığı ile gökyüzünde adeta ona göz kırpıyormuş. Dora o sırada parlaklığı ve büyüklüğü ile kendisini belli eden Akşam Yıldızı’nı görmüş. Babasının ona anlattığı masala göre kim Akşam Yıldızı’nı görür ve ondan dilek dilerse diledikleri şeyler gerçek olurmuş. Dora heyecanla ellerini açmış ve Akşam Yıldızı’na bakarak;
Dora: ‘Sevgili Akşam Yıldızı! Lütfen beni duy ve dileğimi gerçek yap. Ben içerisinde güzel pastalar yapabileceğim bir pastanem olsun istiyorum’ demiş.
O gece Dora heyecandan bir sağa bir sola dönmüş yatağında. Bir türlü uyku tutmamış. Acaba dileği gerçek olacak mıymış?
Dora dileğini diledikten sonra her sabah uyandığında dileğinin gerçek olmasını beklemiş. Ama dileği bir türlü gerçek olmuyormuş. İyice ümidi kırılan Dora’nın morali de bozulmaya başlamış. Kızındaki bu durumu fark eden babası ise bir sabah kahvaltı masasında Dora’ya dönerek;
Baba: ‘Güzeller güzeli kızım senin neyin var? Son zamanlarda yüzün hep asık, hep mutsuzsun. Canını sıkan bir şey mi oldu?’ demiş.
Dora babasına her şeyi anlatmaya karar vermiş. Hem belki o dileğinin neden gerçek olmadığını bilebilirmiş.
Dora: ‘Babacığım ben bundan bir hafta önce odamın penceresinden gece yıldızları seyrederken senin bana masalını anlattığın Akşam Yıldızı’nı gördüm. Sen bana masalda demiştin ya Akşam Yıldızı’nı gören ve dilek dileyen herkesin dileği kabul olur diye. Ben de hemen bir pastanem olsun diye dilek diledim. Ama bir hafta geçmesine rağmen dileğim gerçek olmadı. Sence Akşam Yıldızı beni duymamış olabilir mi babacığım?’ Demiş.
Babası kızının neden üzgün olduğunu şimdi anlamış. Kızına dönerek minik yüzünü iki elinin arasına almış:
Baba: ‘Güzel kızım, Akşam Yıldızı’ndan sadece dilek dileyerek istediğin şeylerin olmasını beklemek olmaz. Senin bu dilediğin şey için çaba göstermen ve çok çalışman lazım. Akşam Yıldızı ancak o zaman senin dileklerini gerçekleştirir.’ Demiş.
Dora anlayamamış:
Dora: ‘Nasıl yani, sadece istemem yetmiyor mu?’ demiş.
Babası gülümseyerek:
Baba: ‘O zaman hiçbirimiz çalışmayalım ve sadece isteyelim. Evde oturarak tüm isteklerimizin gerçek olmasını bekleyelim. Sence bu doğru olur mu?’ demiş.
Dora babasının ne demek istediğini anlamış. Nasıl ki tarladan ürün toplamak için tarlayı ekip biçmeleri ve toprağa iyi bakmaları kısaca çalışmaları gerekiyorsa hayatta tüm dileklerin gerçek olması için de çok çabalamak ve çalışmak gerekliymiş.
Dora o günden sonra daha güzel pastalar yapmak ve kendisini geliştirmek için durmadan çalışmış. Başka kasabalardan gelen pastane sahipleri ile konuşarak değişik pastalar yapmanın püf noktalarını öğrenmiş. Öğrendiği birçok şeye rağmen durmayan Dora araştırarak yeni şeyler öğrenmeye ve böylece daha da güzel pastalar yapmaya başlamış.
Günlerden bir gün başka bir kasabadan gelen ve birçok pastanesi olan bir adam Dora ve babasının evini ziyaret etmiş. Adam Dora’nın ne kadar güzel pastalar yaptığını arkadaşlarından duymuş ve bu kızı tanımak istemiş. Pastane sahibi hem Dora’nın hem de babasının çalışkanlığını görünce bu durumu çok takdir etmiş. Dora’nın pastasından yediğinde ise bu kızın nasıl bu kadar güzel pasta yapabildiğine hayret etmiş. Sonunda evden çıkmadan Dora’ya kendi pastanesini açması için yardımcı olabileceğini söylemiş. Dora adamdan duyduğu bu haber karşısında o kadar sevinmiş ki hemen babasına sarılmış. Adamın teklifini kabul eden Dora, babası ile birlikte kasabanın en güzel ve en büyük pastanesinin sahibi olmuş.
E ne demiştik; çalışmadan, emek vermeden ne yemek olur ne de iş! Öyleyse dileklerin gerçek olması için hem çok istemek hem de çok çalışmak gerek di mi?
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellallığı pireler berber iken, ben anamın beşiği de tandır mıngır sallanır iken, buradan çok uzaklarda bir yerlerde bir saray varmış. Saray da ne saray ama! Bin bir ülkeye namı yayılmış, uzak diyarlardan, denizlerin ötesinden bile diğer krallar, kraliçeler, bu sarayı görmeye gelirlermiş. Saray da, sarayın çevresinde yaşayan tüm halk da çok memnunmuş. Sürekli birileri ziyarete geldiğinden dolayı, esnaf da köylüler de iş yapıyorlar, köylüsünün mutlu olduğunu gören kraliçe ve kral da mutlu oluyorlarmış.
Bu sarayın küçük bir sırrı varmış. Bu sır gerçekten küçük olan kral ve kraliçenin altı yaşında sevimli mi sevimli kızlar Mila imiş. Mila’nın özel bir yeteneği varmış. Mila’nın ellerinden sihir akıyormuş. Mila nereye dokunsa orası çiçekleniyor, güzelleşiyor, ya da altın oluyormuş. Mila bahçede oynadıkça, bahçede mis gibi kokan güller, çiçekler açıyormuş.
Gel zaman git zaman, Mila bir sabah bahçeye çıkmamış. Yatağında yatıyormuş. Sarayın hizmetçileri Mila’nın çıkmadığını fark edip hemen kral ve kraliçeye haber vermişler. Kral ve kraliçe hemen Mila’nın odasına koşmuşlar. Bir ne görsünler! Yavrucak, terler içinde orada yatıyormuş. Hemen hekim çağırmışlar. Hekim Mila’yı tedavi etmeye çalışmış lakin başaramamış. Kral hemen hekimi kovmuş yeni hekim çağırmış. O hekim de Mila’ya bir çare bulamamış. Gel zaman git zaman Mila hala yatağından kalkamıyormuş. Bahçeye inemeyen Mila güzel güzel yeni çiçekler de açtıramıyor, hiçbir yeri altın yapamıyor, durum böyle olunca insanlar eskisi gibi saraya gelmiyorlar, köylü halkı kimseye satış yapamıyor, insanlar aç kalıyormuş. Saray günden güne karanlığa bürünmeye başlamış. Kızının bir türlü düzelmediğini, köylülerin perişan halde olduğunu gören kral hemen bir ferman yayınlamış.
-‘’ Kim ola ki, kralın kızını iyileştire, işte o zaman zengin olur, sarayın kapıları onun için sonsuza dek açılır.’’
Kral bu ilanı her yere astırmış. Yalandan dolandan insanlar hekim kılığına girip kızı tedavi edeceklerini söyleyip kralı kandırmaya çalışmışlar. Lakin aylar yıllar geçmiş. Kimse hala bir tedavi bulamamış.
Bir gün ormanda ufak bir çocuk geziniyormuş. Çocuğun babası otlar toplar bunlardan merhem yapar, yaralarına sürer iyileşirmiş. Ormanda gezerken bu ilanı görmüş. İlanı okuyunca daha önce kendisinin de başına aynı şey geldiğini hatırlarmış. Bir koşu babasına ilanı götürmüş. İlanı gören babası kızın uyku hastalığına yakalandığını ve buna tek iyi gelecek şeyin, dağların öbür ucunda yetişen bir kahve ağacının çekirdeği olduğunu söylemiş. Çocuk babasına gidip kızı tedavi etmesi için yalvarmış. Babası çocuğu kırmamış ve birlikte o ağaca gitmişler. Günler sonra sarayın önüne gitmişler. Babası;
-‘’ Size ilaç getirdim. Kızın şifası bendedir. ‘’ demiş. Ama hizmetlilerden kimse inanmamış. Çünkü herkes kralın parasını almak için geliyormuş. Adam eklemiş.
-‘’ Kızın hastalığı uyku hastalığı, devası da şu an elimde duran şişededir. Daha önce kendi oğlum da aynı hastalığa kapıldı. Ona da bundan içirdim uyanıverdi.’’ Diyince bir hizmetli adama inanmış ve içeri almış.
Kral ve kraliçenin yanında, kız ilacı içirmiş. Ve kız ertesi sabah uyanıvermiş. Kral adama ‘’Dile benden ne dilersen. Artık burada benimle eşit sayılırsın. ‘’ demiş. Adam da
-‘’ Hiçbir şey istemem. Kızınız iyi olsun tek dileğim o dur.’’ Demiş.
Ama kral adamı bırakmamış. Sarayın yeni hekimi yapmış. Hekimin oğlu ve kralın kızı büyüdüklerinde birbirlerine aşık olmuşlar ve evlenmişler. Saray da eski ihtişamına geri dönmüş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken bundan çok ama çok zaman öncesinde bir adam yaşarmış. Bu adamı çevresindeki insanlar hiç sevmezmiş. Neden derseniz; adam herkese kızar, hiçbir şeyden memnun kalmazmış. Mahallesinde top oynayan çocuklar, gürültü yapan komşusuna, mahalleden korna çalarak geçen bir arabaya hatta çöpleri almak için gelen çöp kamyonuna bile kızarmış.
Bu adamın oturduğu sokağın ucunda, caddenin hemen karşısında tabela yapan bir ressam varmış. Bu ressam işini çok sevdiği için günün her vakti neşeli ve keyifliymiş. Günlerden bir gün ressam amcamız, bir merdivenin en üstünde oturmuş ve tabela boyuyormuş. Tabela boyuyormuş ama aynı zamanda şarkı da söylüyor, işini neşeyle yapıyormuş. Ressamın bu halini gören diğer esnaflar da kendi işlerini şarkılar söyleye söyleye yapmaya başlamışlar. Hani mutluluk bulaşıcıdır derler ya ressamın mutluluğu diğer esnaflara da bulaşmış, herkes işinde gücünde keyifli ve mutluymuş.
Ressam şarkısını söyleye söyleye tabelasını boyarken elinden fırçasını düşürmüş. Aşağıya doğru eğilmiş, fırçasını almak istemiş ama bir de ne görsün! Aşağıdan ona doğru bakan bizim kızgın adam değil miymiş?
Kızgın adam başlamış bağırmaya:
Kızgın Adam: ‘Ressam bey, ressam bey! Bütün bu kaldırımlar, bu yollar senin malın mı sanki! Bu ne rahatlıktır, biz senin sesini dinlemek zorunda mıyız? Şarkı söyleyeceğine işini düzgün yap da elinden fırçayı benim gibi milletin kafasına düşürme!’
Ressam üzgün bir ifade ile cevap vermiş:
Ressam:‘Çok özür dilerim, lütfen kusura bakmayın. Çalışırken şarkı söylemek bana çok keyif veren bir şey, sesimin tonuna da dikkat ediyorum ama rahatsız ettiysem bir kez daha özür dilerim.’
Bunu duyan bizim kızgın Adam iyice sinirlenmesin mi? Sesi daha da yükselmiş:
Kızgın Adam:‘Ressam mısın boyacı mısın nesin, herkesin derdi var kardeşim! Herkes para kazanmak, ailesini geçindirmek için çırpınırken, sen utanmıyor musun böyle şarkıyla türküyle iş yapmaya!’
Ressam kızgın amcaya daha fazla bir şey anlatamayacağını anlamış o yüzden konuşmayı uzatmamış. Adam gittikten sonra da adamın şu hayatta ne kadar mutsuz ne kadar keyifsiz olduğunu düşünmüş, durmuş. Ancak ressam kızgın adamın dediklerini takmış bir kere kafasına… İşini yapıyormuş yapmasına ama tam şarkı söyleyecekken adamın dedikleri aklına geliyor ve işine odaklanamıyormuş.
Derken günler günleri haftalar haftaları kovalamış. Ressamın bu durumu tam bir ay böyle devam etmiş. Öyle ki ‘artık yeter’ diyen ressam sonunda kendisine kızan o adamı bulup konuşmaya karar vermişti.
Ressam kızgın adamı ararken tesadüf odur ki elinde ekmek poşetiyle sallana sallana karşıdan gelen bizim kızgın adam olmasın mı? Hemen koşmuş ressam kızgın adamın yanına. Adam yine bir şeylere söylenirken ressamı fark etmemiş bile…
Ressam: ‘Hayrola, amcacığım sen yine niye kızdın?’ demiş.
Kızgın adam ressamı görünce daha da sinirlenmiş:
Kızgın Adam: ‘Git işine be adam! Zaten derdim başımdan aşkın. Bi de tüm dertlerim yetmezmiş gibi yarım saat de ekmek sırası bekledim. Bir de seninle mi uğraşacağım?’
Ressam adamın bu tavrına gülümseyerek yanıt vermiş:
Ressam: ‘Gel amcacığım sana bir çay ısmarlayayım, hem biraz sakinlersin’ demiş.
Adam ressamın bu teklifini baştan söylense de sonra kabul etmiş. İkisi oturmuşlar bir çay bahçesine. Ressam kızgın adama sormuş:
Ressam: ‘Seni bu kadar kızdıran şey ne? Bir derdin varsa anlat bana.’ Demiş.
Kızgın adam önce inkar etse de sonra başlamış anlatmaya. İki ay önce işten çıktığını, hala bir iş bulamadığını, evde yaşlı bir annesi olduğunu, ona bakması, eve para getirmesi gerektiğini, ama hala iş bulmak için uğraştığını anlatmış da anlatmış.
Ressam adamın derdini şimdi anlamış. Aklına hemen güzel bir çözüm gelmiş. Kendisi uzun zamandır yanına bir yardımcı arıyormuş. Bunu adama söylemiş:
Ressam: ‘Bak amcacığım, iznin olursa ve kabul edersen buyur gel benimle çalış. Bana da işten kaçmayacak bir eleman lazımdı zaten. Bence bu iş için en doğru insan sensin.’ Demiş.
Kızgın adamın yüzü gülümsemiş. Tereddüt etmeden hemen kabul etmiş ve ertesi sabah işe başlamış. Bizim ressam yine şarkılar söyleyerek çalışırken adam da ressama ayak uydurmuş. Aradan birkaç gün geçince bizim kızgın adamdan eser bile kalmamış! Her şeye kızan o adam gitmiş, yerine neşeli, sevecen, hayattan keyif alan bir adam gelmiş.
Ressamla adam yıllarca birlikte çalışmışlar ve çok iyi dost olmuşlar.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de neşeli ve mutlu çocukların olmuş…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, buradan çok uzaklarda bir yerlerde Tospiş adında bir kaplumbağa varmış. Tospiş çok meraklı bir kaplumbağaymış. Farklı bir hayvan farklı bir böcek gördüğünde onları takip eder, farklı farklı yerlere gidermiş. Tospiş bir gün ailesiyle ormanda gezerken bir solucana rastlamış. Bu solucan yavaş yavaş ormanın derinliklerine doğru ilerliyormuş. Bizim tospiş de merak etmiş ve solucana şöyle seslenmiş:
-Solucan kardeş nereye gidiyorsun?
Solucan da cevap vermiş:
-‘’ Ormanın ötesinde parlayan bir köy var. Orada birçok solucan arkadaşım var. Onların yanına gidiyorum. ‘’ demiş.
Tospiş cevap vermiş:
-‘’ İyi yolculuklar solucan kardeş. Soruma cevap verdiğin için teşekkür ederim. ‘’
Tospiş ailesiyle yoluna devam ederken aklı sürekli solucandaymış. Acaba gitti mi diye merak etmiş. En sonunda dayanamamış ve merakına yenik düşerek ailesinin yanından ayrılarak solucanın gittiği yola sapmış. Tospiş solucana yetişmek istiyormuş ama bir türlü yetişemiyormuş. Ailesinden de gittikçe uzaklaşıyormuş.
Tospiş solucanın peşinde giderken yolda başka bir solucana daha rastlamış. Hemen ona seslenmiş.
-‘’ Solucan kardeş merhaba. Ormanın ötesinde parlayan bir köy varmış. Başka bir solucan arkadaşım bana bu yoldan gidildiğini söyledi. Ama ben 1 saattir gidiyorum hala köye varamadım. Sen de o köye mi gidiyorsun? Eğer sen de o köye gidiyorsan ben de seninle gelebilir miyim? ‘’
Solucan cevap vermiş:
-‘’ Merhaba kaplumbağa kardeş. Evet, ben de o köye gidiyorum. İstersen benimle gelebilirsin. Ama o köy biraz uzakta. Eğer benimle şimdi yola çıkarsan iki günde varabiliriz.’’
Tospiş parlayan köyün çok uzakta olduğunu öğrenince çok korkmuş. Çünkü ailesinin yanından ayrılırken izin almadığını ve eğer o köye giderse ailesinin çok korkacağını, tospişin kaybolduğunu düşünüp çok üzüleceklerini ve tospişi günlerce arayacaklarını düşünmüş ve solucana şöyle demiş:
-‘’ Yardımın için çok teşekkür ederim solucan kardeş. Ama ben seninle gelemem. Çünkü ailemden izin almadım. Eğer seninle gelirsem ailem beni çok merak eder. Beni bulamazlarsa çok üzülürler. O yüzden ben buradan geri dönmeliyim. Sana iyi yolculuklar diliyorum. Kendine iyi bak solucan kardeş.’’
Tospiş geldiği yoldan geri gitmeye başlamış. Çiçeklere böceklere baka baka giderken birden havanın karardığını fark etmiş. Akşam olmaya başlamış. Tospiş korkmuş.
-‘’ Eyvah! Akşam oldu. Ben şimdi ailemin yanına nasıl geri döneceğim? ‘’
Tospiş böyle devam düşünüp yoluna devam ederken tospişin ailesi de tospiş kayboldu zannedip bütün arkadaşlarıyla tospişi aramaya başlamışlar. Saatler geçtikçe üzülüp merak etmişler. Tüm ailesi arkadaşları ile birlikte tospişi arıyorlarmış.
Tospiş korkarak yoluna devam etmiş ve ailesinden son ayrıldığı yere gelmiş. Tospişin ailesi tospişin geldiğini görünce hemen onun yanına gitmişler.
-‘’ Tospiş nerelerdeydin seni çok merak ettik sana bir şey oldu diye çok korktuk saatlerdir seni arıyorduk nereye gittin? ‘’
Tospiş cevap vermiş:
-‘’ Çok özür dilerim. Ben yolda bir solucanla karşılaştım. Ormanın ötesinde parlayan bir köy varmış. Merak ettim ve oraya gitmek istedim ama çok uzakmış gidemedim geri döndüm. Size haber vermediğim için çok özür dilerim bir daha yapmayacağım. ‘’
Ailesi tospişin özrünü kabul etmiş bir daha bu şekilde habersiz bir yere gitmemesi için uyarmışlar ve yollarına devam etmişler. Tospiş de ailesinden uzaklaştığında çok korktuğunu bir daha uzaklaşmaması gerektiğini uzaklaşırsa onların merak edeceklerinin farkına varmış ve bir daha ailesine haber vermeden ve onlardan izin almadan hiçbir yere gitmemiş.
Siz hiç katı yürekli zenginin hikâyesini dinlediniz mi? Haydi bakalım masal saatine, masallar diyarından sizin için seçilen masalı dinlemeye…
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; çok ama çok uzak yerlerin birinde büyük bir köy varmış. İlkbaharın, tüm güzelliğini sergilediği ve ağaçların açan çiçekleri ile rengârenk süslediği bu köyde herkes güler yüzlü, merhametli ve iyi kalpliymiş. Zaten bu kadar güzel bir köyde kötü kalpli insanlar yaşayamazmış ki! Bu köyde yaşayanlar bir karıncayı bile incitmekten korkarlarmış.
Fakat bu köyde bir tane de kötü bir adam yaşarmış. Bu kötü adamın kese kese altınları, elmasları, gümüşleri, sandık sandık incileri de varmış. Yani bu kötü adam aynı zamanda köyün en zengin adamıymış. Altınları, gümüşleri olsa ne olacak, bu adamın bir kez olsun güldüğünü gören henüz olmamış. Çaresizlikten kapısını kim çalsa onu en ağır sözlerle kovarmış elinden. Ne o kimseden ne de köylüler ondan hiç ama hiç hoşlanmazmış.
Günlerden bir gün elbiseleri yıpranmış, açlıktan beti benzi solmuş bir adam bu kötü zengin adamın evinin önüne gelmiş. Tüm cesaretini toplayarak kapısını da çalmış. Kapıyı açan hizmetçi, karşısında dilenci kılıklı bu adamı görünce hemen paniklemiş:
Hizmetçi: ‘Hey, sen bu evin sahibini tanır mısın? Bu evin sahibi çok kötü ve katı yürekli bir adamdır. Ondan yardım geleceğini düşünme sakın, sana hiçbir şey vermez. Üstelik üzerine bir sürü de laf söyler. Bence ondan ağır bir söz işitmeden gitsen iyi olur’ demiş.
Hizmetçi zavallı yoksul adam ile konuşurken evin sahibi gelmesin mi! Kapısında duran yardıma muhtaç adamı görünce gür sesiyle evi inletmiş adeta:
Katı yürekli zengin adam: ‘Kimsin sen be cüretsiz! Senin beni rahatsız etmeye ne hakkın var?’
Yardıma muhtaç adam çekinerek uzatmış elini;
Fakir adam: ‘ Efendim, mazur görünüz ancak ben çok açım. Bir parça ekmek verin sizden başka hiçbir şey istemem. Siz de bir ekmek ile iyilikte bulunmak istemez misiniz’ demiş.
Katı yürekli zengin adam öfkeden ne yapacağını şaşırmış:
Katı yürekli zengin adam: ‘Sen benim kim olduğumu ve bu evden bir dilenciye, bir lokma ekmek çıkmadığını bilmiyorsun herhalde! Var git yoluna. Ekmeğini başka kapılarda ara’ demiş.
Bu sözleri işiten fakir adam çok ama çok üzülmüş. Usulca çekmiş elini, hiçbir şey demeden dönmüş arkasını gitmiş. Fakir adam bir yandan yürürken bir yandan da o kadar zenginlik içerisinde hiç mutlu olmayan ‘sözde zengin’ adamı düşünerek onun haline acımış. İçinden şu cümlelerigeçirmiş:
‘Ben fakirim, herkes benim bu halime acıyor. Ancak asıl acınması gereken bu adam. Ne kadar zengin olursa olsun, mutluluğun formülünü bulamaz.’
Günler geceleri, haftalar yılları kovalamış. Belki on yıl, belki on-beş geçmiş. Bu güzel köy olduğu gibi kalmış, ölen ölmüş, kalan kalmış. Kimi zor günler yaşamış, kimi ise hiç ummadığı anda mutlu haberler almış. Peki, katı yürekli o zengin adama ne mi olmuş? Zengin adamın başına bir felaket gelmiş. Övündüğü, kimse ile paylaşmadığı o serveti sanki toz olmuş uçmuş. Paraları, altınları, gümüşleri en sonunda da evi gitmiş elinden. O da artık sokaklarda yaşayan fakir bir adam olmuş çıkmış.
Bir gün açlıktan beti benzi solmuş bir şekilde köyün sokaklarında dolaşırken, büyük ve ihtişamlı bir evin önünde durmuş. Bu evden belki kendisine yardım eden çıkabilirmiş. Hiç düşünmeden hemen evin kapısını çalmış. O anda bir zamanlar kendisinin de ne kadar zengin olduğunu hatırlayan bu adam, yaptığı her şeyden kapısından çevirdiği her fakir adamdan utanmış.
Kapıyı açan hizmetçi karşısındaki dilenciyi görünce konuşmasına fırsat bile vermeden evin sahibine seslenmiş. Dilenci tam bir şey söyleyecekken karşısına evin sahibi gelince korkmuş ve susmuş. Evin sahibi gülümseyerek bakmış bu fakir adama:
Evin sahibi: ‘Hoş geldiniz, aç mısınız açıkta mısınız? Geçin içeri lütfen karnınızı doyuralım’ demiş.
Bir zamanların katı yürekli zengin adamı şimdinin fakir adamı evin sahibinin bu tavrına çok şaşırmış. Zengin bir adam nasıl bu kadar iyi yürekli olabilirmiş? Bir zamanlar burnundan kıl aldırmayan o zengin adam karşısındaki zengin adamın bu iyi yürekli hali karşısında çok sevinmiş ama eski yaptıkları için de bir o kadar üzülmüş ve utanmış.
Güzel çocuklar şunu sakın unutmayın: bu dünyada en büyük zenginlik iyiliktir.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde birbirleri ile barış içinde yaşayan hayvanların olduğu kocaman bir orman varmış. Bu ormanda hangi hayvan yokmuş ki… Fareler, sincaplar, kediler, kuşlar, böcekler, tavşanlar, kaplumbağalar… Kısacası görüp görebileceğiniz tüm hayvanlar bu ormanda yaşarmış.
Gel zaman git zaman günlerden bir gün ormanda yaşayan sincap Mino, bir iş karşılığında kazandığı peyniri bir arkadaşına emanet etmek zorunda kalmış. Mino düşünmüş taşınmış, aklına hemen en yakında oturan arkadaşlarından Fare Mini gelmiş. Mini Mino’nun en iyi arkadaşlarından birisiymiş. Hemen Mini’nin evine giden Mino, heyecanla kapıyı çalmış. Kapıyı açan Mini daha hoş geldin bile diyemeden Mino konuşmaya başlamış:
Mino: “Canım dostum Mini, senden bir şey rica edeceğim: Ben gelene kadar peynirime bakar mısın? Başına bir şey gelmesini istemiyorum’’ demiş.
Fare Mini hemen kabul etti dostunun bu ricasını. Peyniri Mino’dan alarak evine koydu.
Sincap Mino evden ayrılınca Fare Mini peynirden bir an olsun gözünü ayırmadı. Arkadaşının güvenini boşa çıkarmak istemiyordu. Ama fare bu sonuçta, peynir de en dayanamadığı yemek. Karnı da aç olan Mini, çok dayansa da en sonunda pes etti ve peyniri afiyetle yedi.
Fare Mini peyniri tamamen midesine indirdikten sonra yaptığı şeyin farkına vardı. O an çok pişman oldu ama nafile! Ne diyecekti şimdi Mino’ya? Fare Mini diyeceklerini kafasında tasarlarken kapı çalmasın mı? Mino işini hızlıca bitirmiş ve peynirini almak için gelmişti bile.
Fare Mini arkadaşına kapıyı açtı. Mino hemen lafa girdi:
Mino: ‘Canım arkadaşım benim. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Ben peynirimi alayım da geç olmadan gideyim.’
Fare Mini çaresizce yalan söylemek zorunda kaldı:
Fare Mini: ‘Mino senin peynirin yok. Tavşan Kiko geldi ve senin peynirini aldı benden.’
Sincap Mino şaşırmış:
Sincap Mino: ‘İyi de tavşan ne yapacak benim peynirimi?’
Fare Mini yalan söylediği için yine yalan söylemek zorunda kalmış:
Fare Mini: ‘Şey, benim ona borcum vardı. O yüzden aldı.’
Sincap Mino devam etti sorularına:
Sincap Munu: ‘Ne borcun vardı senin tavşan Kiko’ya?’
Fare Mini her soruya yalanla cevap vermek zorunda kalıyormuş. Çünkü en başında yalan söylemiş:
Fare Mini: ‘Şey, ben ondan havuç almıştım ama geri veremedim.’
Sincap Mino anlayamamış:
Sincap Mino: ‘Neden geri veremedin peki?’
Fare Mini yalanları ile gitgide köşeye sıkışıyormuş:
Fare Mini: ‘Ben çalışıp kazanamadım ve havucunu ona geri veremedim.’
Sincap Mino arkadaşının neden çalışmadığını merak etmiş:
Sincap Mino: ‘ Niçin çalışamadın peki Mini?’
Fare Mini artık yalanla yalanı idare etmekten bıkmış ama bir kere yalana bulaştığı için doğruyu da söyleyemiyormuş:
Fare Mini: ‘Şey, bu yıl çok sıcak geçti, ben de çalışamadım.’
Sincap Mino biraz sinirlenmiş:
Sincap Mino: ‘Sen benim peynirimi nasıl çalışıp ödeyeceksin peki?’
Fare Mini bakmış ki bu iş böyle olmuyor. Ne kadar yalan söylerse bir o kadar da geriden geliyor. Yalanlarını ancak başka bir yalanla idare edebiliyor. Üstelik arkadaşı Sincap Mino’yu da kızdırıyor. Fare Mini en sonunda pes etmiş:
Fare Mini: ‘Canım arkadaşım ben sana en başında yalan söyledim. Affet beni. Ben peyniri dayanamayıp yedim. Çok açtım ve peynirin kokusu da burnuma çok güzel geldi. Dayanmaya çalıştım ama olmadı. Sen çok kızarsın diye de yalan söyledim, tavşan aldı dedim. Ama baktım ki yalan yalanı doğuruyor, artık bir son vermeliyim bu yalana dedim.’
Sincap Mino arkadaşına ilk baştan yalan söylediği için kızmış ama ardından doğruyu söylediği için de Fare Mini’yi affetmiş. Fare Mini de bir daha yalan söylemeyeceğine dair söz vermiş. Böylece iki arkadaş birbirlerine sarılmışlar ve arkadaşlıklarına devam etmişler.
Sevgili çocuklar, bu masalda da gördüğünüz gibi insanlar bir kere yalan söylemeye başladı mı o yalanın ardı arkası kesilmez. Çünkü söylenen bir yalan diğer söylenecek yalanların da habercidir. Siz siz olun yalan söylemeden önce bir kez daha düşünün. Çünkü bir kere yalan söylemek demek bir daha hep yalan söylemek zorunda kalmaktır.
BAMBAM VE MİNİK SİNCAP
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde, ormanların içerisinde, kocaman bir kasaba varmış. Mutlu insanların, güzel çocukların yaşadığı bu kasabada ailesiyle birlikte yaşayan Bambam adında bir çocuk varmış. Bambam ailesiyle birlikte mutlu bir yaşam süren, canı sıkıldığında arkadaşları ile bahçede oyunlar oynayan uslu ve akıllı bir çocukmuş.
Günlerden bir gün Bambam yine bahçeye çıkmış ve arkadaşları ile oyun oynayacakmış. Arkadaşı Tomtom’un evine gitmiş ve kapıyı çalmış. Kapıyı Tomtom’un annesi açmış:
ANNE: ‘Oğlum Tomtom bugün hasta, yatağında yatıyor’ diyerek kapıyı kapamış.
Bambam diğer arkadaşı olan Bombom’un evinin önüne gelmiş. Kapıyı çalmış ve beklemeye başlamış. Fakat kapıyı açan kimse yokmuş. Evde olmadıklarını anlayan Bambam can sıkıntısı ile bahçede bir ileri- bir geri dolanıp durmaya başlamış.
O sırada Bambam’ın aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Az ileride kocaman ağaçların ve bir sürü yemişlerin olduğu büyük mü büyük bir orman varmış. Bambam orayı hep merak edermiş fakat diğer arkadaşları gitmekten korktuğu için bir türlü onları ikna edip gidememiş. Bugün yalnız olduğuna göre, ormana gidip kocaman ağaçlardan istediği meyveyi koparıp yiyebilirmiş.
Bambam hemen ormana doğru yürümeye başlamış. Bir yandan da içinden şarkı söyleyip ıslık çalıyormuş. Annesine haber vermesi gerektiğini biliyormuş fakat annesi izin vermeyebilir diye annesine söylemekten vazgeçmiş. Zaten orman çok uzakta değilmiş ve ev ile mesafesi beş dakika bile sürmezmiş.
Bambam ormanın içine girmiş. Ağaçların arasından ve yemyeşil çimenler arasından yürüye yürüye ormanın iç kısımlarına doğru girmeye başlamış. Biraz ileride gördüğü elma ağacının yanına gidip biraz elma koparmak istiyormuş. Elma ağacının yanına geldiğinde elmadan koparmış ve afiyetle yemiş. O sırada biraz daha ilerideki büyük mü büyük ceviz ağacını görmüş. Ağaç o kadar büyükmüş ki dalları gözükmüyormuş neredeyse. Bambam bu ağaçtan ceviz toplayıp yemenin ne kadar keyifli olacağını hayal etmiş. Koşa koşa ceviz ağacının yanına gitmiş ve ağırlıktan eğilen dalların birinden birkaç tane ceviz koparmış. Ağacın dibine oturmuş ve cevizleri yan tarafına koymuş. Bir tanesini eline alarak kırmaya çalışmış. Fakat Bambam ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir türlü cevizi kıramamış. ‘En iyisi elime alayım, evde yerim’ demiş. Fakat bir de ne görsün! Cevizler yan tarafta koyduğu yerde yokmuş. Bambam çok şaşırmış, buraya koyduğunu çok iyi hatırlıyormuş. Ama 4 tane cevizin hiçbiri yerinde yokmuş. Bambam korkarak ayağa kalkmış. Oradan uzaklaşmaya karar vermiş. Fakat cevizleri kimin aldığını da merak ediyormuş. Aklına güzel bir plan gelmiş.
Bambam geri dönerek elindeki cevizi de aynı yere koymuş. Amacı cevizi kimin aldığını yakalamakmış. Cevizi orada bırakıp gidermiş gibi yapmış. Fakat biraz uzaklaşınca hemen bir ağacın arkasına saklanmış ve cevizi bıraktığı ağaç dibini izlemeye başlamış.
Bir müddet sonra minik ve tatlı bir sincap koklaya koklaya ağacın içindeki kavuktan dışarı çıkmış. Etrafına bakınmış ve herhangi bir tehlike olmadığını fark ettiğinde yerde duran cevizi ellerinle tutmuş ve keyifle koklamaya başlamış. Bambam cevizlerini çalanın bir sincap olduğunu gördüğünde daha da sinirlenmiş. Hemen saklandığı yerden çıkarak bir zıplayışta sincabı olduğu yerde kıstırmış. Sincap korku dolu gözlerle Bambam’a bakıyormuş:
BAMBAM:’ işte şimdi yakaladım seni küçük hırsız. Şimdi ne yapacaksın bakalım? Sen benim cevizlerimi alırken utanmıyor musun?’
Sincap başını eğerek Bambam’ı dinlemiş. Sonrasında kendini açıklama ihtiyacı hissetmiş:
SİNCAP: ‘Ben çok özür dilerim fakat cevizleri almak zorundaydım.’
BAMBAM: ‘Neden almak zorundaydın? Çık ağacın tepesine, kendi cevizini kendin topla.’
Sincap eğilerek Bambam’a arka ayağının sakat olduğunu göstermiş.
SİNCAP: ‘Geçen sene bir çocuk bisikleti ile ayağımın üzerinden geçti. O günden beri arka ayağım sakat. Ağaca tırmanamam ya da çok hızlı koşamam. O yüzden yerde duran cevizler benim için çok önemliydi. Almak zorunda kaldım.’
Bambam sincabın sakat ayağına bakarak çok üzülmüş. Sincap ne kadar da sevimliymiş oysaki. Ona bağırdığı ve onu korkuttuğu için de pişmanmış.
BAMBAM: ‘Ben çok özür dilerim sincap kardeş. Senin arka ayağını göremediğim için sana haksız yere bağırdım. Lütfen affet beni.’
Sincap Bambam’ın gerçekten üzgün halini görünce onu affetmiş. O günden sonra Bambam ve sincap çok iyi arkadaş olmuşlar. Bambam her gün sincap arkadaşına ağaçtan ceviz toplamış, sincapla birlikte ağacın dibinde cevizleri yiyip sohbet etmişler. İki iyi arkadaş u şekilde hayatlarına devam etmiş.
Gökten üç elma düşmüş. Üçü de Bambam gibi hayvanlara yardım eden, onları besleyen çocukların olmuş.} else {