Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal, pireler berber, develer ise hamal iken… Uzak bir diyarda aksakallı bilge dede, gelin de kulak verin ne der size bu bilge dede…
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde küçük bir kasabanın içerisine Aylin isimli bir kız yaşarmış. Aylin çok tatlı ve sevimli bir kızmış. Tek bir kötü özelliği varmış o da her şeyin kusursuz olmasını istemesiymiş. Kendisini hiç hata yapmayan biri olarak gördüğü için etrafında hata yapan birilerini görünce onlara sinir olurmuş. Çoğu arkadaşına sırf bu yüzden kızdığı zamanlar bile olmuş. Arkadaşları ilk başlarda herkesin hata yapabileceğini, hata yapmanın doğal bir şey olduğunu anlatmaya çalışsalar da bir süre sonra Aylin’in bu özelliğini umursamamaya başlamışlar.
Günlerden bir gün Aylin, okuldan eve gelirken kırtasiyenin vitrinindeki bir oyuna gözü takılmış. Kırtasiyenin vitrininde Aylin’in uzun zamandır istediği büyük bir kelime oyunu kutu içerisinde duruyormuş. Üstelik üzerinde yazdığına göre %50 indirime bile girmiş. Aylin o kadar mutlu olmuş ki hemen eve gidip bunu babasına söylemek için can atıyormuş.
Aylin eve girdiğinde üzerini bile değiştirmeden koşarak babasının yanına gitmiş:
Aylin: ‘Babacığım, benim uzun zamandır istediğim büyük bir kelime oyunu vardı ya hani? Bizim okulun yanındaki kırtasiyede o oyun indirime girmiş. Yarın bana o oyunu alabilir misin?’ demiş.
Babası Aylin’in uzun zamandır o oyunu istediğini biliyormuş. Kızına gülümseyerek;
Baba: ‘Tabii ki alırım kızım.’ Demiş.
Aylin o gece heyecandan zor uyumuş. Ertesi gün okuldaki derslerin bir an önce bitmesi ve hemen eve gitmek için saatleri sayar olmuş. Sonunda okul bitmiş ve Aylin koşa koşa evin yolunu tutmuş.
Aylin eve geldiğinde hızlıca kapıyı açarak babasına seslenmiş:
Aylin: ‘Babacığım, ben geldim. Oyunum nerede?’
O sırada Aylin’in annesi mutfaktan çıkmış.
Anne: ‘Kızım baban daha gelmedi işten. Bugün çok yoğunmuş, geç kalabilirmiş. Hadi sen gir içeri kızım’ demiş.
Aylin’in önce biraz canı sıkılsa da sonrasında babasını beklemek onu heyecanlandırdığı için hoşuna bile gitmeye başlamış. Aradan iki saat geçince babası kapıyı açarak selam vererek eve girmiş.
Aylin babasının eve girdiğini görünce koşarak babasının yanına gelmiş:
Aylin: ‘Babacığım seni ne çok bekledim bir bilsen… Hani oyunum nerede?’ demiş.
Babası o an kırtasiyeye uğramayı unuttuğunu hatırlamış. Bugün o kadar yoğun bir günmüş ki kızının istediği oyunu almak tamamen aklından çıkmış.
Baba: ‘Kızım, iş yerinde bugün çok yoğun bir gündü. Tamamen aklımdan çıkmış, özür dilerim. Ama sana söz yarın sabah kırtasiye açıldığı gibi gider ve alırım” demiş.
Aylin çok ama çok sinirlenmiş. Babası böyle bir şeyi nasıl unuturmuş!
Aylin: ‘Baba sana dün oyunu almanı kaç kez söyledim, nasıl unutursun ya!’
Babası kızının yanına yaklaşmış:
Baba: ‘Kızım gerçekten unutmuşum. Ofis bugün çok yoğundu. Bir hata yaptı, senden de özür diledim, hadi uzatmayalım lütfen.’ demiş.
Ancak Aylin durur mu?
Aylin: ‘Bu hatanın özrü olmaz baba! Sana kaç kere hatırlattım, bu yaptığın hata değil düpedüz umursamazlık!’ demiş ve bir hışımla odasına geçmiş.
Bütün gece odasında oturan Aylin, kızgınlığından ne annesi ne de babası ile konuşmuş. Odasında kendi kendine otururken sinirden bir süre sonra da uyuyakalmış. Ertesi gün babası söz verdiği gibi oyunu alsa da Aylin babasına hala kızgınmış.
Bu olayın üzerinden çok zaman geçmemiş ki Aylin’in başına gelen bir olay ona herkesin hata yapabileceğini ve bazı şeyleri unutabileceğini göstermiş. Bu olay ne miymiş? Günlerden bir gün okulda Türkçe dersinde öğretmen herkesin ödevlerini masasına getirmesini istemiş. Ancak Aylin Türkçe dersinden ödevi olduğunu o anda hatırlamış. Bir önceki gün öğretmeninin ödev verdiği ‘affetmek’ başlıklı kompozisyonu herkes yazmış bir tek Aylin hariç. Aylin kendi kendine çok sinirlenmiş, böyle bir hatayı nasıl yapabilirim diye kızmış durmuş. En sonunda öğretmen onun adını söylediğinde Aylin ödevi unuttuğunu söylemiş ve özür üzerine özür dilemiş.
Öğretmen: ‘Aylinciğim belli ki ödevini unutmuşsun, insanlık hali bu olabilir tabii. Hata yapmışsın ve özür de diledin, bir şey olmaz. Kendine bu kadar yüklenme’ demiş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken eski hamam içinde… Uzak mı uzak diyarların birinde minik bir oğlan çocuğu yaşarmış. Bu oğlan çocuğunun adı Eser imiş. Eser, annesi, babası, babaannesi ve dedesi ile birlikte mutlu mesut yaşarmış. Eser’in ailesinin büyük çiftlikleri, birçok tarlaları, atları, inekleri, tavukları ve daha birçok hayvanları varmış. Eser her gün erkenden kalkar, dedesi ile birlikte atlara yem verir, tavuklara yem verip yumurtalarını toplar, dedesinin inekleri sağmasını izlermiş.
Günlerden bir gün çiftlikteki ineklerden biri yüksek sesle mölemeye başlamış. Eser ineğin sesini duyunca hemen oraya doğru koşmuş. Bir de bakmış ki ne görsün! Hamile olan inek yere yatmış, öylece kalakalmış. Bizim minik oğlan bunu görünce hemen koşup babasına ve dedesine haber vermiş. Vakit kaybetmeden ahıra gelen dede ve baba ineğin doğurmak üzere olduğunu görmüşler.
Babası hemen Eser’e dönerek:
Baba: ‘Eser oğlum, koş hemen veteriner amcaya haber ver’ demiş.
Bizim minik oğlanın yaşı küçükmüş ama elinden gelen işler büyükmüş. Hızlıca fırlamış evden ve kasabanın meydanındaki veteriner amcanın dükkânına atmış kendini.
Eser: ‘Veteriner amca yetiş, bizim ineğimiz doğurmak üzere!’
Veteriner apar topar dükkânını kapayarak düşmüş Eser’in peşine…
Veteriner ve Eser eve geldikleri gibi dedesi ve babası karşılamış onları. Üçü birlikte ahıra girerken Eser’i gelmemesi konusunda uyarmışlar.
Bizim minik oğlan dışarıda bekleyedursun, veteriner ahırda ineği sağlıkla doğurtmuş. Büyük bir sevinçle ahırdan çıkan üçlüyü gören Eser hemen koşarak ahıra doğru yaklaşmış:
Eser: ‘Babacığım, dedeciğim, ineğimiz doğdu mu?’ demiş.
Baba: ‘Evet oğlum, minik mi minik tatlı mı tatlı yavru bir ineğimiz oldu’ diye yanıt vermiş.
Eser çok heyecanlanmış. Hemen içeri girip minik yavruyu görmek istiyormuş. Ama dedesi karşı çıkmış:
Dede: ‘Dur oğlum, hele inek biraz dinlensin, ne bu acelen? Yarın gelir görürsün’ demiş.
Bizim minik oğlan dedesinin bu tavrı karşısında çok üzülmüş ancak bir şey dememiş.
Akşam olunca herkes yemek masasının etrafında toplanmış. Her akşam neşeli olan Eser’in bu akşamki durgun halleri annesinin hemen dikkatini çekmiş:
Anne: ‘Güzel oğlum neyin var senin? Neden yemek yemiyorsun?’ demiş.
Eser: ‘Anneciğim ben yeni doğan ineği görmek istiyorum ama dedem buna izin vermiyor. Yarın görürsün diyor. Oysa ben şimdi görmek istiyorum. O yavru ineği çok ama çok merak ediyorum.’ Diye yanıt vermiş.
Bunu duyan annesi oğlunun üzülmesine dayanamamış:
Anne: ‘Güzel oğlum sen şimdi yemeğini ye, yemekten sonra ben seni götüreceğim, tamam mı?’ demiş.
Eser o kadar mutlu olmuş ki sevincinden annesinin boynuna atlamış. Yemeğini hızlıca yemiş ve annesi ile birlikte ineğin yanına gitmişler. Ahır çok karanlık olduğu için, ışık da yetmediği için, Eser ineğin yavrusunu ancak uzaktan görebilmiş.
Bizim minik oğlan gece yatağa yatmış ama aklı da fikri de minik yavrudaymış. Onun ne kadar tatlı olduğunu düşünüverirken uyuyakalmış.
Sabah olduğunda erkenden uyanan Eser, heyecanla kahvaltısını etmiş ve dedesinin yanına koşmuş:
Eser: ‘Dedeciğim! Bugün bana minik ineği göstereceğine söz vermiştin. Haydi, kalk gidelim! Lütfen, lütfen !’ demiş.
Eser’in heyecanını gören dede gülümseyerek tamam demiş. İkisi de el ele tutuşup yavru ineğin yanına gitmişler. Sonunda yavru ineği tam olarak gören Eser çok mutlu olmuş.
Yavru ineğin yanına giden bizim küçük oğlan başlamış inekle konuşmaya:
Eser: ‘Korkma küçük tatlı inek. Ben senin arkadaşınım.’ Demiş.
Dedesi torununun bu ineği ne kadar çok sevdiğini görebiliyormuş.
Dede: ‘Eserciğim, bu tatlı ineğin adını sen koymak ister misin?’ demiş.
Bizim küçük oğlan bu duruma çok sevinmiş ve hemen isim düşünmeye başlamış. En sonunda:
Eser: ‘Buldum! Onun adı artık Sarıkız olsun.’ Demiş.
Eser artık her gün sabah erkenden kalkıp, Sarıkız’ın yanına gitmiş. Sarıkız’ın tüm bakımı ondan sorulur olmuş. Sarıkız da artık Eser’i tanıyormuş ve Eser’den hiç korkmuyormuş. Eser ve Sarıkız çok iyi anlaşmış ve hep birlikte büyümüş, hayat da böyle devam etmiş durmuş…
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, çok uzak diyarlarda küçük prens adından gerçekten de prens olan biri yaşarmış. Küçük prens şaşırtılacak şekilde küçük boydaymış. Küçük prens bir evden biraz daha büyük bir gezegende yaşıyormuş. Küçük prensin gezegeninde yanardağlar, çiçekler ve otlar varmış. Bu otlar zararlı otlarmış ve küçük prens her gün gezegenini dolaşıp bu zararlı otları temizlemekle uğraşıyormuş. Her ne kadar her gün temizlese de ertesi gün zararlı otlar tekrar çıkıyorlarmış. Küçük prens gezegeniyle ilgilenmeyi çok severmiş. Her sabah kalkıp yanardağlarını temizler, çiçeklerini sular, zararlı otlarını temizlermiş. Zararlı otlara özellikle de baobap ağaçlarına çok dikkat edermiş. Baobap ağaçları zamanında temizlenmezse köklerini çok uzaklara salar, eğer gezegen de küçük ise gezegeni paramparça ederlermiş.
Bir gün küçük prens baobap fidanlarının arasında gezerken orada bir gül olduğunu fark etmiş. Küçük prens duyduğu hayranlığı saklayamamış;
-‘’Öyle güzelsiniz ki! ‘’ demiş güle.
Bunu duyan gül de cevap vermiş;
-‘’Ben güneş ile beraber doğdum’’ demiş.
Gül çok nazlı bir gülmüş. Hiçbir şeyden memnun olmuyor, hiçbir şekilde mutlu olamıyormuş. Küçük prense şöyle demiş;
-‘’Akşam olunca üzerimi bir cam fanus ile kapatırsanız iyi olur. Gezegeniniz çok soğuk. Gezegeninizin bu kadar soğuk olması benim için hiç iyi değil. ‘’
Küçük prens gülün sürekli mızmızlanması küçük prensin canını sıkıyormuş. Küçük prens kendini çok yalnız hissediyormuş. Hep bir arkadaşı olsun istermiş. Arkadaş bulabilmek için uzaklara gitmeye karar vermiş. Gitmeden önce de gülünü son bir defa sulamış ve ondan ayrılma zamanı geldiğinde Küçük prensin içini çok büyük bir hüzün kaplamış.
Küçük prens yolculuğu sırasında bir çok gezegen gezmiş. Bu gezegenlerden birinde hiçbir uyruğu olmayan bir kral ile, başka bir gezegende daha kendi gezegenini tanımayan bir coğrafyacı ile karşılaşmış. Bir başka gezegende ise bir fenerciyle karşılaşmış. Fenercinin gezegeni öylesine küçükmüş ki, fenerci gece olduğunda fenerini yakıyor, fener yanar yanmaz hemen gün doğuyormuş. Feneri söndürmek zorunda kalıyormuş. Feneri söndürdüğünde gece oluyor, yaktığında ise gün doğuyormuş.
Küçük prens en sonunda dünyaya ayak basmış. Önce çok şaşırmış. Çölde tek başına yürürken bir tilkiyle karşılaşmış. Tilkiyi görünce;
-‘’Gel biraz oyun oynayalım. Çok yalnızım.’’ Diyivermiş. Ne var ki tilki ;
-‘’Ben seninle oyun oynayamam. Çünkü ben evcil değilim.’’ Demiş.
Küçük prens;
-‘’Evcil ne demek? ‘’ diye sormuş.
Tilki cevap vermiş;
-‘’Bağlanmak demektir. Eğer sen beni evcilleştirirsen ben senin dünyada biricik olurum, sen de benim için dünyada biricik olursun. Ne olur evcilleştir beni ! ‘’ demiş.
Küçük prense kendisini nasıl evcilleştirebileceğini anlatmış. Küçük prens de tilkiyi evcilleştirmiş. Ne var ki Küçük Prens gezegenini ve gülünü çok özlüyormuş. Bu yüzden geri dönmeye karar vermiş ve tilkiye veda etmiş. Ama Küçük Prens arkadaşını bırakacağı için çok üzülüyormuş. Tilki ona ;
-‘’Senin altın sarısı saçların var. Buğdaylar da altın sarısı. Buğdayları gördüğüm zaman aklıma sen geleceksin. Oradan esen rüzgarlar bana senin sesini hatırlatacak.’’ Demiş.
Küçük prens bunun üzerine çok uzaklara gitse de tilkiyi hep kalbinde taşıyacağını fark etmiş. Küçük prens gezegenine dönmüş. Gülüne ve yanardağlarına kavuşmuş. Gülüne ve gezegenine kavuştuğu için çok mutluymuş. Her gece mutlu bir şekilde yıldızları izlemiş. Siz de küçük prens gibi her gece yıldızları bakarken küçük prensi göremeseniz de onları dinleyip onlardan gelen sesleri duyabilirsiniz.
Siz hiç katı yürekli zenginin hikâyesini dinlediniz mi? Haydi bakalım masal saatine, masallar diyarından sizin için seçilen masalı dinlemeye…
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; çok ama çok uzak yerlerin birinde büyük bir köy varmış. İlkbaharın, tüm güzelliğini sergilediği ve ağaçların açan çiçekleri ile rengârenk süslediği bu köyde herkes güler yüzlü, merhametli ve iyi kalpliymiş. Zaten bu kadar güzel bir köyde kötü kalpli insanlar yaşayamazmış ki! Bu köyde yaşayanlar bir karıncayı bile incitmekten korkarlarmış.
Fakat bu köyde bir tane de kötü bir adam yaşarmış. Bu kötü adamın kese kese altınları, elmasları, gümüşleri, sandık sandık incileri de varmış. Yani bu kötü adam aynı zamanda köyün en zengin adamıymış. Altınları, gümüşleri olsa ne olacak, bu adamın bir kez olsun güldüğünü gören henüz olmamış. Çaresizlikten kapısını kim çalsa onu en ağır sözlerle kovarmış elinden. Ne o kimseden ne de köylüler ondan hiç ama hiç hoşlanmazmış.
Günlerden bir gün elbiseleri yıpranmış, açlıktan beti benzi solmuş bir adam bu kötü zengin adamın evinin önüne gelmiş. Tüm cesaretini toplayarak kapısını da çalmış. Kapıyı açan hizmetçi, karşısında dilenci kılıklı bu adamı görünce hemen paniklemiş:
Hizmetçi: ‘Hey, sen bu evin sahibini tanır mısın? Bu evin sahibi çok kötü ve katı yürekli bir adamdır. Ondan yardım geleceğini düşünme sakın, sana hiçbir şey vermez. Üstelik üzerine bir sürü de laf söyler. Bence ondan ağır bir söz işitmeden gitsen iyi olur’ demiş.
Hizmetçi zavallı yoksul adam ile konuşurken evin sahibi gelmesin mi! Kapısında duran yardıma muhtaç adamı görünce gür sesiyle evi inletmiş adeta:
Katı yürekli zengin adam: ‘Kimsin sen be cüretsiz! Senin beni rahatsız etmeye ne hakkın var?’
Yardıma muhtaç adam çekinerek uzatmış elini;
Fakir adam: ‘ Efendim, mazur görünüz ancak ben çok açım. Bir parça ekmek verin sizden başka hiçbir şey istemem. Siz de bir ekmek ile iyilikte bulunmak istemez misiniz’ demiş.
Katı yürekli zengin adam öfkeden ne yapacağını şaşırmış:
Katı yürekli zengin adam: ‘Sen benim kim olduğumu ve bu evden bir dilenciye, bir lokma ekmek çıkmadığını bilmiyorsun herhalde! Var git yoluna. Ekmeğini başka kapılarda ara’ demiş.
Bu sözleri işiten fakir adam çok ama çok üzülmüş. Usulca çekmiş elini, hiçbir şey demeden dönmüş arkasını gitmiş. Fakir adam bir yandan yürürken bir yandan da o kadar zenginlik içerisinde hiç mutlu olmayan ‘sözde zengin’ adamı düşünerek onun haline acımış. İçinden şu cümlelerigeçirmiş:
‘Ben fakirim, herkes benim bu halime acıyor. Ancak asıl acınması gereken bu adam. Ne kadar zengin olursa olsun, mutluluğun formülünü bulamaz.’
Günler geceleri, haftalar yılları kovalamış. Belki on yıl, belki on-beş geçmiş. Bu güzel köy olduğu gibi kalmış, ölen ölmüş, kalan kalmış. Kimi zor günler yaşamış, kimi ise hiç ummadığı anda mutlu haberler almış. Peki, katı yürekli o zengin adama ne mi olmuş? Zengin adamın başına bir felaket gelmiş. Övündüğü, kimse ile paylaşmadığı o serveti sanki toz olmuş uçmuş. Paraları, altınları, gümüşleri en sonunda da evi gitmiş elinden. O da artık sokaklarda yaşayan fakir bir adam olmuş çıkmış.
Bir gün açlıktan beti benzi solmuş bir şekilde köyün sokaklarında dolaşırken, büyük ve ihtişamlı bir evin önünde durmuş. Bu evden belki kendisine yardım eden çıkabilirmiş. Hiç düşünmeden hemen evin kapısını çalmış. O anda bir zamanlar kendisinin de ne kadar zengin olduğunu hatırlayan bu adam, yaptığı her şeyden kapısından çevirdiği her fakir adamdan utanmış.
Kapıyı açan hizmetçi karşısındaki dilenciyi görünce konuşmasına fırsat bile vermeden evin sahibine seslenmiş. Dilenci tam bir şey söyleyecekken karşısına evin sahibi gelince korkmuş ve susmuş. Evin sahibi gülümseyerek bakmış bu fakir adama:
Evin sahibi: ‘Hoş geldiniz, aç mısınız açıkta mısınız? Geçin içeri lütfen karnınızı doyuralım’ demiş.
Bir zamanların katı yürekli zengin adamı şimdinin fakir adamı evin sahibinin bu tavrına çok şaşırmış. Zengin bir adam nasıl bu kadar iyi yürekli olabilirmiş? Bir zamanlar burnundan kıl aldırmayan o zengin adam karşısındaki zengin adamın bu iyi yürekli hali karşısında çok sevinmiş ama eski yaptıkları için de bir o kadar üzülmüş ve utanmış.
Güzel çocuklar şunu sakın unutmayın: bu dünyada en büyük zenginlik iyiliktir.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, çok uzak bir yerlerde Moku adında küçük beyaz bir fare yavrusu varmış. Moku etraftaki hayvanlarla oynamayı çok severmiş. Diğer hayvanlar da Moku’yu severler ve onunla oynarlarmış. Bir de Çiki adında sarı bir kedi yavrusu varmış. Ama onun Moku kadar arkadaşı yokmuş. Moku ne zaman Çiki’nin yanına gitse Çiki korkup kaçıyormuş. Moku Çiki’nin ondan korktuğunu fark etmiş ve bu duruma çok üzülmüş. Moku bir köşeye çekilmiş ve düşünmeye başlamış.
‘’ Acaba Çiki ile nasıl arkadaş olabilirim? Benden korkmamasını nasıl sağlayabilirim? ‘’
Birden Moku’nun aklına bir fikir gelmiş. Çiki’nin nasıl oynamayı sevdiğini öğrenirse onunla birlikte oyun oynayıp onunla arkadaş olabilirim diye düşünmüş. Ertesi gün Moku Çiki’nin olduğu bahçeye gitmiş ve Çiki’yi izlemeye başlamış. Çiki tek başına bahçenin bir köşesinde bir ip yumağıyla oynuyormuş. Tüm gün Çiki’yi izlemiş. Çiki ara sıra oynayıp ara sıra süt içiyor, biraz dinlendikten sonra da tekrardan iple oynuyormuş.
Ertesi gün Moku yine Çiki’nin bahçesine gitmiş. Bahçedeki büyük ağacın arkasına saklanmış. Çiki yine iple oynuyormuş. Çiki tam oynarken yanlışlıkla ip yumağı ağacın oraya kaçmış. Moku kendine doğru yuvarlanan ip yumağını görmüş. Birden aklına bir fikir gelmiş.
-‘’ Ben bu ipliği tutup Çiki’ye geri götürürsem belki benimle arkadaş olabilir ve birlikte oynayabiliriz. ‘’
Moku hemen ipi tutmuş ve ağacın arkasına saklanmış. İpin ağacın arkasına gittiğini gören Çiki ağaca doğru koşmuş. Ağacın yanına gittiğinde birden şaşırmış. Bir fare elinde Çiki’nin ip yumağını tutuyormuş. Çiki çekinmiş ve arkaya doğru bir iki adım atmış. Çiki’nin çekindiğini gören Moku hemen Çiki’ye seslenmiş.
-‘’ Hey! Merhaba! Benim adım Moku. Ben bir fareyim. Peki ya senin adın ne küçük sarı tatlı kedi? ‘’
Çiki Moku’nun onunla konuştuğunu görünce önce şaşırmış. Sonra biraz çekinerek cevap vermiş.
-‘’ Merhaba benim adım Çiki. Bende bir kediyim. ‘’
Moku Çiki’nin ona cevap vermesine çok sevinmiş hemen konuşmaya başlamış.
-‘’ Çiki benimle birlikte oyun oynamak ister misin? İstersen benimle birlikte diğer arkadaşlarımla da oyun oynayabilirsin. ‘’
Çiki biraz düşünmüş. Tek başına oyun oynarken canının sıkıldığı aklına gelmiş ve şöyle demiş.
‘’ Evet. Seninle bir oyun oynayabilirim Moku. ‘’
Moku Çiki’nin oyun teklifini kabul etmesine çok sevinmiş ve hemen ağacın arkasından çıkmış. Oyun oynamaya başlamışlar. Çiki ip yumağını patisiyle uzaklara atıyor, Moku da hemen koşup oradan ip yumağını alıp Çiki’ye geri getiriyormuş. Tüm gün boyunca bu şekilde oynamışlar.
Ertesi gün Moku yine Çiki’nin bahçesine gittiğinde Çiki’yi ağacın kenarında Moku’yu beklerken bulmuş. Çiki;
-‘’ Hoş geldin Moku. Ben de seni bekliyordum. İstersen bugün arkadaşlarını çağırabilirsin. Hep birlikte oyun oynarız. ‘’
Bunu duyan Moku hemen gidip diğer arkadaşlarını çağırmış. Bu sefer de Çiki, Moku’nun yediği yiyeceği gidip bir yerlere saklıyor, Moku da gidip yiyeceğini buluyormuş. Moku’nun arkadaşları geldiğinde ise hep birlikte önceki gün yaptıkları gibi ip yumağı fırlatma oyunu oynamışlar. Günün sonunda hepsi arkadaş oldukları için çok mutluymuş. Günün sonunda Moku ile Çiki yarın tekrar oynamak üzere sözleşmişler. Moku yolda evine giderken
‘’Aslında birisiyle arkadaş olmanın çok zor bir şey olmadığını, sadece karşısındakini daha iyi tanıyıp onun neyi sevip sevmediğini öğrendikten sonra arkadaş olmak ve oyun oynamanın çok kolay olduğunu ‘’ düşünmüş ve gülümseyerek yoluna devam etmiş.
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak kasabaların birinde Zeynep adından mutlu bir kız yaşarmış. Zeynep, her gün erkenden uyanır, kahvaltısını yapar, ardından da bahçede bütün gün oyunlar oynarmış. Ne annesini ne de babasını üzen Zeynep, hem çok akıllı hem de çok sevimli bir kızmış.
Günlerden bir gün Zeynep yine horozların sesi ile başladı güne. ‘Üüüüüü’ diye bağıran horozlar, tüm kasabaya uyanmasını söylüyordu. Zeynep, horozların nasıl erkenden uyanıp güçlü sesleri ile insanlarını uyandırdıklarını düşünmüş bir müddet. ‘Onların da görevi bu’ diye geçirmiş içinden ve yatağından kalkarak elini yüzünü yıkamış ve kahvaltıyı hazırlamak için annesine yardım etmek için mutfağa geçmiş:
Zeynep: ‘Anneciğim günaydın, bugün ne kadar güzel bir gün!’
Annesi gülümseyerek karşılamış küçük Zeynep’i:
Anne: ‘Günaydın canım kızım. Bugün çok güzel bir gün, haklısın. Zeynepçiğim, bahçeden bana domates-biber ve salatalık toplar mısın?’
Zeynep’in en sevdiği işlerden birisi bahçeye girip bahçeden bir şeyler toplamakmış. Annesi de çok sevdiğini bildiği için bu işi sürekli ona veriyormuş. Zeynep, sebzeleri dalından koparmanın ve onların güzel kokusunu koklamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu küçük yaşta öğrendiği için çok şanslıymış. Büyük şehirlerde yaşayan arkadaşlarından bazıları sebzelerin nasıl yetiştiğini bile bilmiyormuş.
Zeynep, terliklerini giymiş ve koşar adımlarla bahçeye doğru yol almış. Hava mis gibiymiş ve her taraf yemyeşilmiş. Kuşlar, bu güzel havanın tadını çıkarmak için şarkılar söylerken, Zeynep de onlara eşlik ediyormuş:
‘Lay lay lay lomm’
Tam bu sırada Zeynep bir ses duymuş. Hemen susarak etrafı dinlemeye başlamış. Sesler bahçeden geliyormuş. Zeynep eğilerek ve küçük adımlarla bahçeye doğru yürürken konuşanların kim olduğunu da merak ediyormuş. Ancak bahçede kimse yokmuş. Zeynep, duruma şaşırarak daha da yaklaşmış bahçeye… O da ne! Konuşanlar meğerse bahçedeki havuçlarmış. Zeynep bu duruma çok şaşırmış ve sessiz olmaya özen göstererek havuçları dinlemeye başlamış:
Havuç: ‘Baharın ortasına geldik ama kışa daha çok var’ demiş.
Öteki havuç arkadaşına dönmüş hemen:
Havuç: ‘İlla kış mı gelmesi lazım! Yaz da kış da biz olmalıyız yemek sofralarında’ demiş.
Arkadaşlarına katılan bir diğer havuç:
Havuç: ‘Bizim faydalarımız saymakla bitmez. Mesela bizi yiyen kişilerin gözleri daha sağlıklı olur, daha iyi görür çünkü biz de C vitamini var’ demiş
Diğer havuçlar da arkadaşlarını onaylamış. Bir başka havuç lafa girmiş:
Havuç: ‘Bizi yiyen unutkan da olmaz arkadaşlar. Çünkü biz zihni de güçlendiriyoruz. Sadece yaşlıların değil, gençlerin de çocukların da havuç yemesi çok faydalıdır’ demiş.
Diğer havuç arkadaşını onaylamış:
Havuç: ‘Ben çocukların yerinde olsam her gün havuç yerdim. Böylece gözlerim sağlıklı olurdu ve unutkanlık olmazdı’ demiş.
Zeynep, duyduklarına öyle şaşırmış ki… Kendisi havucu hiç yemediği için bütün bu anlatılanlardan eksik kalmıştı. Eğer böyle yapmaya devam ederse ileride gözleri bozulabilir ve gözlük takmak zorunda kalabilirdi.
Zeynep hemen ayağa kalkmış. Elinde bulunan sepet ile hızlıca havuçların yanında gitmiş ve sepetine bir sürü havuç doldurup evine geri dönmüş. Eve döndüğünde herkes Zeynep’e hayretle bakıyormuş. Çünkü sepetinin içinde bolca havuç varmış. Annesi merakla sormuş:
Anne: ‘Zeynep kızım bu havuçları neden topladın?’
Zeynep: ‘Anneciğim, ben şimdiye kadar havuç yemeyerek ne kadar büyük bir hata yaptığımı anladım. Meğer havuç gözlere çok iyi geliyormuş ve zihnimizi güçlendiriyormuş. Ben bundan sonra bol bol havuç yiyeceğim ve gözlerim hep sağlam olacak’ demiş.
Gökten üç havuç düşmüş, üçü de havuçları çok seven çocukların olmuş…
ODUNCUNUN TALİHİ HİKÂYESİ
Vakti zamanında pek çalışkan bir adam varmış. Ama çalışarak kazandığı para karnını doğru dürüst doyurmaya bile yetmezmiş. İşi evden eve odun taşımak, ev hanımlarına yakacak satmakmış. Günlerden bir gün yine ormanda çalışıyorken garip sesler gelmiş kulağına. Aldırmayıp, kente satmak için indireceği odunları kesip yığmaya devam etmiş. Kendini işine kaptırmış çalışırken fil çığlığına benzer bir ses işitmiş yeniden. Çok korkmuş ama korkusunu bastırıp, ne olduğunu anlamak için yürümüş dosdoğru sesin geldiği yana. Bir de bakmış ki, güzeller güzeli bir kız, dolanmış dallara çalılara oradan çıkamıyor. Hemen koşmuş, dalları kesip kızı kurtarmış.
“Kimsin, adın ne?” diye sormuş oduncu.
Oduncuyu gören kız:
“Önce sen söyle bana adını” demiş.
Şaşkınlığa düşen oduncu kekeleyerek adını söyleyince kız kendinden emin bir şekilde:
‘Bak, sen beni tanımazsın. Ama ben seni tanırım. Ben senin talihinim. O dalları kestiğin yer var ya; işte orada hak ettiğin paralar duruyor, al onları’ demiş.
Oduncu şaşırmış:
“Para mı, ne parası” demiş.
Kız hemen cevap vermiş:
“Elbette sen bunca yıl çalıştın, çok paran oldu. Hiç korkma, al onu. Bu paranın hepsi senindir. Ne istersen yapabilirsin onunla.”
Başka soru soramadan almış adamcağız paraları. Tüm olanları da bir düş sanıyormuş. Yarı şaşkın yarı sevinçli evine dönmüş. Evde eşi de inanmamış anlattıklarına. Oduncu ve eşinin hayatları birden farklılaşmış, mutlu olmuşlar. Köydeki herkes de görüyormuş yaşamlarının değiştiğini. Başlamışlar ‘bu parayı nereden buldunuz’ diye zavallıları sorgulamaya. Köylü de merak ediyormuş bu parayı nasıl elde ettiklerini, evlerini yeniden döşeyecek, yeni mobilyalar ve giysiler alacak zenginliğe nasıl ulaştıklarını.
Oduncu köylülerin tüm sorularına tek bir cümle ile yanıt veriyormuş:
– “Ormanda talihimle konuştum.”
Köyün en tembeli olan bir adam bunu duyunca acele koşup ormana gitmiş ve başlamış talihini çağırmaya. Ormanın içinden bir koca karı çıkmamış mı adamın karşısına! Kadının yüzü bumburuşuk, üstü başı hırpani, perişan haldeymiş. Tembel adam korkarak;
-“Böyle çirkin ve korkunç olan sen benim talihim misin?”demiş.
-“Ya nasıl olmalıydım sence? Hiç çalışmadan talih istiyorsun. Önce çaba göster, sonra görelim ne ola…”demiş yaşlı kadın.
Tembel adam çalışmak lafını duyunca yokuştan aşağı koşmuş, kuyruğuna neft yağı sürülmüşçesine. Sonra da bir şeycik edinememiş yaşamında. Eren ermiş muradına, biz de geldik masalımızın sonuna.
Vakit, gece yarısını geçmişti. Kalp, atışlarını yavaşlatmış; akciğer soluk alıp verme hızını düşürmüştü. Beyin ise, renkli bir rüyaya başlamıştı.
Mide:
-‘Of! Gözümü uyku tutmuyor. Ağzıma kadar tıka basa doluyum. İçimi sıkıntılar basıyor’ diye inlemeye başladı.
Beyin, hemen uyandı:
-‘Ne oluyor orada?’ diye sordu.
Karaciğer:
-‘Ne olacak, midenin gene uykusu kaçtı. Oburluğun sonu işte budur.’ Dedi.
Mide karaciğerin bu sözlerinden alındı:
-‘Bütün suç bende mi?’
Karaciğer:
-‘Aldığın fazla besinlerin bana da zararı dokunuyor. Onların getirdiği maddelerle uğraşırken yorgun düşüyorum’ dedi.
Karaciğer ve midenin tartışmasına toplardamar da karıştı:
-‘Kanımdaki yağların oranı gene yükseldi. Geriye zorlukla dönüyorum. Karaciğerin bu yağları düzene sokması gerekirdi’ dedi.
Karaciğer hemen kendini savundu:
-‘Sen de suçu bana mı yüklüyorsun arkadaş!’
Atardamar havasız kalmıştı:
-‘Susun artık! İşime engel oluyorsunuz. Ah, biraz daha temiz hava olsaydı keşke’ diye inledi.
Bu sözler üzerine Akciğer, soluk alıp vermeyi hızlandırdı. Ama temiz hava bir türlü gelmiyordu.
Beyin:
-‘Arkadaşlar! Birbirinizi suçlamayı bırakın. Siz görevlerinizi yerine getirdiniz’
Karaciğer hemen söze girdi:
-‘Şu mide dostumuz da görevini yapsa iyi olacak doğrusu!’
Beyin, mideyi savundu:
-‘Bu fazla yemeklerin sorumlusu mide değil arkadaşlar’ dedi.
Karaciğer şaşırdı:
-‘E, kim öyleyse?’
Beyin yanıt verdi:
-‘Kim olacak, sahibimiz! Biz bir insanın organlarıyız. Onun bu akşam yemeğini fazla kaçırması, sizleri böyle uykusuz bıraktı’ diyerek durumu açıkladı.
Akciğer:
-‘Ama temiz hava da yok. Oksijensiz kaldım. Hiç böyle zorluk çekmemiştim’ dedi.
Kalp:
-‘Arkadaşlar ben de gittikçe kötüleşiyorum’ dedi.
Beyin hemen duruma müdahale etti:
-‘Sahibimiz fazla yemek yediğinden hemen ağırlaştı, uykuya daldı. Her akşam yemeğinden sonra yaptığı gibi, bir gezinti yapmadı. Yatak odasının pencereleri de sıkıca kapalı duruyor. Dışarıdaki temiz hava içeriye giremiyor’ dedi.
Mide telaşlandı:
-‘Ne yapacağız öyleyse? Bunun bir çaresi yok mu?’
Kalp:
-‘Onu uyandıralım’ dedi.
Atardamar sordu:
-‘İyi de nasıl uyandıracağız?’
Beyin:
-‘Çok kolay. Şimdi ben korkulu bir rüya göreceğim. Kalp hızlı hızlı atacak. Ter bezleri ter salgılayacak. Sahibimiz de uyanmak zorunda kalacak’ dedi.
Mide sevinçle bağırdı.
-‘Yaşasın!’
Beyin:
-‘Susun da artık rüyaya başlayayım’ dedi.
Bütün organlar, derin bir sessizlik içine girdiler.
Beyin, hemen bir rüya düzenledi. İnsan, rüyasında karanlık bir kuyuya düşen oğlunu kurtarmak için çırpınıyordu. Kocaman bir yılan geldi, boynuna dolandı. O sırada kalp, “güm güm” diye sesli sesli attı. Ter bezleri, yağmur gibi ter salgıladılar. Adam, korkuyla uyandı. Alnı, boynu ter içindeydi. Yataktan heyecanla fırladı. Pencereyi açtı. Balkona çıktı. Derin derin solup alıp verdi. Sonra çocuk odasına gitti. Oğlu, mışıl mışıl uyuyordu. “Ne korkunç bir rüyaydı!” diye mırıldandı. Bir bardak maden suyu içti. Odaları dolaştı. “Galiba akşam yemeğini fazla kaçırmışım” diye düşündü.
Az sonra rahatlamış olarak yatağına yattı. Hemen uyudu, derin bir uykuya daldı.
Beyin:
-‘Geçmiş olsun çocuklar! Artık biz de rahat bir uyku çekebiliriz’ dedi.
KELOĞLAN İLE DEV
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; uzak mı uzak diyarların birinde güzel bir ülke varmış. Bu ülkenin birçok köyünün birinde de Keloğlan adında hem kel, hem tembel hem de haylaz bir çocuk annesi ile birlikte yaşarmış. Keloğlan iş yapmayı hiç sevmezmiş. Onun en sevdiği şey bütün gün yatıp uyumakmış. Annesi çamaşır yıkar, bulaşık yıkar, yemek yapar, uğraşır da uğraşırmış ama Keloğlan yardım etmek yerine annesine de daha da iş çıkarırmış.
Günlerden bir gün Keloğlan annesini o kadar çok kızdırmış ki, annesi onu evden kovmuş. ‘Git biraz pazarda çarşıda dolaş da iş bul’ diyerek çarpmış kapıyı suratına. Keloğlan da el mahkûm çıkmış gitmiş çarşıya. Çarşının ortasında bir kalabalık toplandığını görünce merak eden keloğlan yavaşça kalabalığa yaklaşmış. Gür sesli bir tellal bir şeyler anlatıyormuş. Keloğlan dikkat kesilmiş:
TELLAL: ‘Aranızda cesur, kendine güvenen, güçlü, cengâver bir babayiğit var mıdır ey ahali? Bu cengâvere bir iş vereceğim ve karşılığında yüz altın vereceğim.’
Keloğlan yüz altını duyunca daha bir dikkat kesilmiş. Kalabalık arasından bakmış ki kimse çıkmıyor, kendini öne atmış:
KELOĞLAN: ‘Ben varım tellal.’
Tellal Keloğlan’a şöyle bir bakmış. Bu çocuk çok cılızmış, tellal çocuğun işi başarabileceğine inanmamış.
TELLAL: ‘Bu iş ağır v büyük bir iş. Ata binilmesi lazım, uzun süre seyahat edilmesi lazım. Sen yapamazsın.’
KELOĞLAN: ‘Ben at da binerim, seyahat de ederim. Uykusuzluğu da dayanırım, susuzluğa da. Ne görev verirseniz yaparım.’
Tellal bakmış ki Keloğlan çok istekli, onun bu hevesini kırmak istememiş.
TELLAL: ‘Peki öyleyse. Yarın çarşı meydanına gel. Orada buluşup hareket edeceksiniz. Uzak bir diyara gidip oradan belirli mallar alıp buraya geleceksiniz.’
Keloğlan tellalın verdiği parayı almış ve sevinçle eve gitmiş. Evde paranın bir kısmını annesine vermiş. Annesi çok sevinmiş. İlk defa Keloğlan eve para getiriyormuş.
Ertesi sabah erkenden kalkan Keloğlan güzelce hazırlanmış ve çarşı meydanına doğru yola koyulmuş. Çarşı meydanına geldiğinde kafile onu bekliyormuş. Kafile başı Keloğlan’a atını vermiş ve yola çıkmışlar.
Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler. Yollar bitmiyormuş. Keloğlan çok ama çok yorulmuş. Yine de atından inmemiş, tellalın gözüne girmek için kendini zorlamış. Sonunda büyükçe bir düz alana geldiklerinde kafile başı burada konaklayacaklarını söylemiş. Keloğlan da atından indiği gibi kendini çimenlerin üzerine atmış.
Kafile başı Keloğlan’ın dibine gelerek gür sesiyle konuşmuş:
TELLAL: ‘keloğlan kalk bakayım. Karşıdaki kuyuya gidip bize su getireceksin, hadi!’
Keloğlan şok olmuş. Bu yorgunluğun üzerine bir de kuyuya kadar yürümek gözünde o kadar büyümüş ki. Fakat göze girmek için denilen işi yapmak zorundaymış.
Birkaç kişi ile birlikte kuyunun yanına gitmişler. Yanındakiler Keloğlan’ı ip ile kuyuya sarkıtmış. Kuyunun yarısına kadar Keloğlan birdenbire yan tarafta bir kapı açıldığını ve hızlıca kapıdan içeri çekildiğini fark etmiş. Nee uğradığını anlamadan ipi de kopmuş ve kendini koskocaman, güzel mi güzel bir bahçede buluvermiş.
Keloğlan etrafına bakakalmış. Her yer rengarenk çiçeklerle, yemyeşil ağaçlarla kaplıymış. Çiçeklerin ortasında da güzel bir kız duruyormuş. Keloğlan kızdan gözünü alamamış. O sırada kızın arkasında kocaman duran zenci adamı fark etmiş. Kızı korur gibi bir hali varmış. Keloğlan etrafını incelerken arkadan gelen gür bir sesle irkilmiş. Arkası döndüğünde kocaman bir dev Keloğlan’ın karşısında dikiliyormuş.
DEV:’ Hey sen’ söyle bakalım bunlardan hangisi güzel; kız mı, çiçekler mi?
Keloğlan ne diyeceğini şaşırmış. Ama yanlış bir şey de söylemek istemiyormuş.
KELOĞLAN: ‘Gönül kime nasıl bakarsa güzel odur’ demiş.
Dev aldığı yanıttan memnun bir şekilde tekrar sormuş:
DEV: ‘Peki zenci mi daha çirkin, yoksa kuyunun içi mi?’
Keloğlan yine aynı yanıtı vermiş:
KELOĞLAN: ‘Gönül kimi severse güzel odur’ demiş.
Dev kuyuya inen herkese bu soruları sorarmış. Kuyuya inen herkes şaşkınlıktan ya kız güzel dermiş ya da çiçekler. Dev de cevabı beğenmez hepsini yermiş. Fakat keloğlan’ın cevaplarını çok beğenmiş.
DEV: ‘Sen çok akıllı ve zeki bir oğlana benziyorsun. Şimdi sana üç tane nar vereceğim. Bunları al, dönerken evine götür’ demiş.
Keloğlan da devin verdiği narları almış ve kuyuya salınan bir kovanın içine binerek yukarı doğru çıkmış.
Kuyunun başındakiler Keloğlan’ın o kuyudan sağ salim çıktığını gördüğünde şok olmuşlar. Şimdiye kadar o kuyuya inip de sağ çıkabilen kimse yokmuş. Keloğlan’ın bunu nasıl başardığını merak eden kafile, bütün gece Keloğlan’ın macerasını dinlemiş ve ona gıptayla bakmış.
Keloğlan kafile ile birlikte emanetleri alıp köyüne getirmiş ve görevini bitirmiş. Hemen koşa koşa annesinin yanına gitmiş. Annesi evde Keloğlan’ı bekliyormuş ve geldiğini görünce çok sevinmiş. Anne-oğul hasret giderirken Keloğlan’ın canı nar yemek istemiş. Devin ona verdiği narlardan birini ortadan ikiye kesmiş. Bir de ne görsün! Narın içinden kıymetli mi kıymetli mücevherler çıkmasın mı? Keloğlan da anası da çok mutlu olmuşlar.
O günden sonra Keloğlan köyün en zenginlerinden biri olmuş. Anası ile birlikte zenginlik ve mutluluk içinde yaşamış, gitmiş…