Etiket: eğitici masal

SİHİRLİ TREN
SİHİRLİ TREN

 

Buralardan çok uzaklarda bir yerlerde bir lunapark varmış. Bu lunaparkın içinde bir tren varmış. Bu tren sihirli bir trenmiş. Bu trene binenler sihirli şehre açılan bir kapıdan geçerler ve bambaşka bir diyara geçerlermiş. Ama lunaparkta bu trene kimse binmek istemiyormuş çünkü dışarıdan bakıldığında o kadar eski duruyormuş ki insanlar bu trenin başına bir şey gelir diye trene binmiyorlarmış. Bizim zavallı tren de yıllardır kenarda öyle ona binecek birilerini bekler dururmuş.

Uzak diyarlarda bir de güzeller güzeli bir kız yaşarmış. Bu kızın adı Esra imiş. Esra çok çalışkan, çok meraklı, çok iyi niyetli, ailesini hiç üzmeyen bir kızmış. Esra kitap okumayı da çok severmiş. Bir gün yine kitap okurken kitapta lunaparkın resimlerini görmüş. Esra daha önce hiç lunaparka gitmemiş. Kitabı okudukça lunaparkın nasıl bir yer olduğunu iyice merak etmeye başlamış. Babasına gidip onu lunaparka götürmesini rica etmiş. Babası da Pazar günü onunla beraber lunaparka geleceğine söz vermiş. Günler geçiyor Esra çok heyecanlanıyormuş. Pazar günü Esra için sanki bir türlü gelmemiş. Cumartesi gecesi heyecandan tüm gece uyuyamamış. Pazar sabahı kalktığında ailede ilk önce o uyanmış hemen giyinmiş ve ailesi kalkana kadar onlara kahvaltı hazırlamış, çünkü daha fazla zaman kaybetmek istemiyormuş. Ailesi kalktığında köyün ilerisindeki büyük lunaparka doğru yola koyulmuşlar. Lunaparka geldiklerinde Esra gözlerine inanamamış. O kadar çok oyuncak varmış ki ! Ayrıca hepsi böyle ışıl ışıl parlıyormuş adeta. Esra’nın meraklı olduğunu söylemiştik. Tüm o ışıltının yanında kenarda bir tren varmış. Çok eski püskü, tozlu, üzerinde ne ışığı ne de yazısı varmış orada öylesine bekliyormuş. Esra merak etmiş ve bilet satılan yere gidip o trenin neden o şekilde olduğunu sormuş. Bilet kesen amca da Esra’ya, yıllardır o trene kimsenin binmediğini, o trenden insanların korktuğunu ve binmek istemediklerini söylemiş. Esra zavallı trene çok üzülmüş ve amcaya o trene binmek istediğini söylemiş. Amca da şaşıracak o treni çalıştırmış. Esra trene binmiş ve tren hareket etmeye başlamış. Tren bir tünele girmiş. Biraz tünelde gittikten sonra tünelin ucunda ışıl ışıl bir görüntüyle karşılamış. Tren birden durmuş. Esra da tren durunca inivermiş. Bir de ne görsün? Karşısında şu ana kadar gördüğü en güzel manzara varmış. Bambaşka bir diyara açılan bir kapıymış. Esra merak edip ormana doğru ilerlemiş. İleride gölün başında çok güzel giyimli bir çocuk göle doğru oturup düşünüyormuş. Esra bir derdi var herhalde diye düşünmüş ve yanına gidip usulca oturmuş. Esra’nın yanına geldiğini gören çocuk birden irkilmiş. Esra çocuğa derdini sormuş. Çocuk da bu diyarda her istedigim var ama hic sohbet edecek arkadasi olmadigini soylemis uzgun bir halde, ve babasinin bu durumu anlamadigindan yakinmis. Esra da çocuğa en iyi şeyin babasına doğruları söylemenin olduğunu söylemiş. Bir süre muhabbet ettikten sonra arkada tren homurdanmaya başlamış. Esra’nın gitme vakti gelmiş. Ama ikisi de ayrılmak istemiyorlarmış. Esra trene binip gitmiş. Bir sure gecmis uzerinden ama birbirlierini düşünüyorlarmis hep; ne de guzel konusup oynamislar o kisacik zamanda o guzel yerde. Bir türlü aklından çıkmıyormuş ikisinin de. Bir gün Esra’larin kapıları çalmış. Bir de bakmış ki o çocuk ve babası karşısında duruyorlarmış. Meğerse çocuk o diyarının Prensi imiş. Babasına Esra ile arkadaslik yapmak istedigini soyleyip doğruları söyleyip, babasıyla birlikte Esra’lara gezmeye gelmişler. O günden sonra da prens ve Esra ayni diyarda mutlu mesut arkadaslik yapmislar. Tren de eski ihtişamına devam edip iki dünya arasında gidip gelmeye devam etmiş.

Küçük Prens
Küçük Prens

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, çok uzak diyarlarda küçük prens adından  gerçekten de prens olan biri yaşarmış. Küçük prens şaşırtılacak şekilde küçük boydaymış. Küçük prens bir evden biraz daha büyük bir gezegende yaşıyormuş. Küçük prensin gezegeninde yanardağlar, çiçekler ve otlar varmış. Bu otlar zararlı otlarmış ve küçük prens her gün gezegenini dolaşıp bu zararlı otları temizlemekle uğraşıyormuş. Her ne kadar her gün temizlese de ertesi gün zararlı otlar tekrar çıkıyorlarmış. Küçük prens gezegeniyle ilgilenmeyi çok severmiş. Her sabah kalkıp yanardağlarını temizler, çiçeklerini sular, zararlı otlarını temizlermiş. Zararlı otlara özellikle de baobap ağaçlarına çok dikkat edermiş. Baobap ağaçları zamanında temizlenmezse köklerini çok uzaklara salar, eğer gezegen de küçük ise gezegeni paramparça ederlermiş.

Bir gün küçük prens baobap fidanlarının arasında gezerken orada bir gül olduğunu fark etmiş. Küçük prens duyduğu hayranlığı saklayamamış;

-‘’Öyle güzelsiniz ki! ‘’ demiş güle.

Bunu duyan gül de cevap vermiş;

-‘’Ben güneş ile beraber doğdum’’ demiş.

Gül çok nazlı bir gülmüş. Hiçbir şeyden memnun olmuyor, hiçbir şekilde mutlu olamıyormuş. Küçük prense şöyle demiş;

-‘’Akşam olunca üzerimi bir cam fanus ile kapatırsanız iyi olur. Gezegeniniz çok soğuk. Gezegeninizin bu kadar soğuk olması benim için hiç iyi değil. ‘’

Küçük prens gülün sürekli mızmızlanması küçük prensin canını sıkıyormuş. Küçük prens kendini çok yalnız hissediyormuş. Hep bir arkadaşı olsun istermiş. Arkadaş bulabilmek için uzaklara gitmeye karar vermiş. Gitmeden önce de gülünü son bir defa sulamış ve ondan ayrılma zamanı geldiğinde Küçük prensin içini çok büyük bir hüzün kaplamış.

Küçük prens yolculuğu sırasında bir çok gezegen gezmiş. Bu gezegenlerden birinde hiçbir uyruğu olmayan bir kral ile, başka bir gezegende daha kendi gezegenini tanımayan bir coğrafyacı ile karşılaşmış. Bir başka gezegende ise bir fenerciyle karşılaşmış. Fenercinin gezegeni öylesine küçükmüş ki, fenerci gece olduğunda fenerini yakıyor, fener yanar yanmaz hemen gün doğuyormuş. Feneri söndürmek zorunda kalıyormuş. Feneri söndürdüğünde gece oluyor, yaktığında ise gün doğuyormuş.

Küçük prens en sonunda dünyaya ayak basmış. Önce çok şaşırmış. Çölde tek başına yürürken bir tilkiyle karşılaşmış. Tilkiyi görünce;

-‘’Gel biraz oyun oynayalım. Çok yalnızım.’’ Diyivermiş. Ne var ki tilki ;

-‘’Ben seninle oyun oynayamam. Çünkü ben evcil değilim.’’ Demiş.

Küçük prens;

-‘’Evcil ne demek? ‘’ diye sormuş.

Tilki cevap vermiş;

-‘’Bağlanmak demektir. Eğer sen beni evcilleştirirsen ben senin dünyada biricik olurum, sen de benim için dünyada biricik olursun. Ne olur evcilleştir beni ! ‘’ demiş.

Küçük prense kendisini nasıl evcilleştirebileceğini anlatmış. Küçük prens de tilkiyi evcilleştirmiş. Ne var ki Küçük Prens gezegenini ve gülünü çok özlüyormuş. Bu yüzden geri dönmeye karar vermiş ve tilkiye veda etmiş. Ama Küçük Prens arkadaşını bırakacağı için çok üzülüyormuş. Tilki ona ;

-‘’Senin altın sarısı saçların var. Buğdaylar da altın sarısı. Buğdayları gördüğüm zaman aklıma sen geleceksin. Oradan esen rüzgarlar bana senin sesini hatırlatacak.’’ Demiş.

Küçük prens bunun üzerine çok uzaklara gitse de tilkiyi hep kalbinde taşıyacağını fark etmiş. Küçük prens gezegenine dönmüş. Gülüne ve yanardağlarına kavuşmuş. Gülüne ve gezegenine kavuştuğu için çok mutluymuş. Her gece mutlu bir şekilde yıldızları izlemiş. Siz de küçük prens gibi her gece yıldızları bakarken küçük prensi göremeseniz de onları dinleyip onlardan gelen sesleri duyabilirsiniz.

MERAKLI KAPLUMBAĞA TOSPİŞ
MERAKLI KAPLUMBAĞA TOSPİŞ

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, buradan çok uzaklarda bir yerlerde Tospiş adında bir kaplumbağa varmış. Tospiş çok meraklı bir kaplumbağaymış. Farklı bir hayvan farklı bir böcek gördüğünde onları takip eder, farklı farklı yerlere gidermiş. Tospiş bir gün ailesiyle ormanda gezerken bir solucana rastlamış. Bu solucan yavaş yavaş ormanın derinliklerine doğru ilerliyormuş. Bizim tospiş de merak etmiş ve solucana şöyle seslenmiş:

-Solucan kardeş nereye gidiyorsun?

Solucan da cevap vermiş:

-‘’ Ormanın ötesinde parlayan bir köy var. Orada birçok solucan arkadaşım var. Onların yanına gidiyorum. ‘’ demiş.

Tospiş cevap vermiş:

-‘’ İyi yolculuklar solucan kardeş. Soruma cevap verdiğin için teşekkür ederim. ‘’

Tospiş ailesiyle yoluna devam ederken aklı sürekli solucandaymış. Acaba gitti mi diye merak etmiş. En sonunda dayanamamış ve merakına yenik düşerek ailesinin yanından ayrılarak solucanın gittiği yola sapmış. Tospiş solucana yetişmek istiyormuş ama bir türlü yetişemiyormuş. Ailesinden de gittikçe uzaklaşıyormuş.

Tospiş solucanın peşinde giderken yolda başka bir solucana daha rastlamış. Hemen ona seslenmiş.

-‘’ Solucan kardeş merhaba. Ormanın ötesinde parlayan bir köy varmış. Başka bir solucan arkadaşım bana bu yoldan gidildiğini söyledi. Ama ben 1 saattir gidiyorum hala köye varamadım. Sen de o köye mi gidiyorsun? Eğer sen de o köye gidiyorsan ben de seninle gelebilir miyim? ‘’

Solucan cevap vermiş:

-‘’ Merhaba kaplumbağa kardeş. Evet, ben de o köye gidiyorum. İstersen benimle gelebilirsin. Ama o köy biraz uzakta. Eğer benimle şimdi yola çıkarsan iki günde varabiliriz.’’

Tospiş parlayan köyün çok uzakta olduğunu öğrenince çok korkmuş. Çünkü ailesinin yanından ayrılırken izin almadığını ve eğer o köye giderse ailesinin çok korkacağını, tospişin kaybolduğunu düşünüp çok üzüleceklerini ve tospişi günlerce arayacaklarını düşünmüş ve solucana şöyle demiş:

-‘’ Yardımın için çok teşekkür ederim solucan kardeş. Ama ben seninle gelemem. Çünkü ailemden izin almadım. Eğer seninle gelirsem ailem beni çok merak eder. Beni bulamazlarsa çok üzülürler. O yüzden ben buradan geri dönmeliyim. Sana iyi yolculuklar diliyorum. Kendine iyi bak solucan kardeş.’’

Tospiş geldiği yoldan geri gitmeye başlamış. Çiçeklere böceklere baka baka giderken birden havanın karardığını fark etmiş. Akşam olmaya başlamış. Tospiş korkmuş.

-‘’ Eyvah! Akşam oldu. Ben şimdi ailemin yanına nasıl geri döneceğim? ‘’

Tospiş böyle devam düşünüp yoluna devam ederken tospişin ailesi de tospiş kayboldu zannedip bütün arkadaşlarıyla tospişi aramaya başlamışlar. Saatler geçtikçe üzülüp merak etmişler. Tüm ailesi arkadaşları ile birlikte tospişi arıyorlarmış.

Tospiş korkarak yoluna devam etmiş ve ailesinden son ayrıldığı yere gelmiş. Tospişin ailesi tospişin geldiğini görünce hemen onun yanına gitmişler.

-‘’ Tospiş nerelerdeydin seni çok merak ettik sana bir şey oldu diye çok korktuk saatlerdir seni arıyorduk nereye gittin? ‘’

Tospiş cevap vermiş:

-‘’ Çok özür dilerim. Ben yolda bir solucanla karşılaştım. Ormanın ötesinde parlayan bir köy varmış. Merak ettim ve oraya gitmek istedim ama çok uzakmış gidemedim geri döndüm. Size haber vermediğim için çok özür dilerim bir daha yapmayacağım. ‘’

Ailesi tospişin özrünü kabul etmiş bir daha bu şekilde habersiz bir yere gitmemesi için uyarmışlar ve yollarına devam etmişler. Tospiş de ailesinden uzaklaştığında çok korktuğunu bir daha uzaklaşmaması gerektiğini uzaklaşırsa onların merak edeceklerinin farkına varmış ve bir daha ailesine haber vermeden ve onlardan izin almadan hiçbir yere gitmemiş.

YARAMAZ FİL YAVRUSU POPİ’NİN BAŞINA GELENLER
YARAMAZ FİL YAVRUSU POPİ’NİN BAŞINA GELENLER

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde büyük bir fil ailesi yaşıyormuş. Bu fil ailesinin en küçük yavruları olan yavru fil, ailenin en inatçı ve en yaramaz üyesiymiş. Küçük yavru filin adı Popiymiş. Popi, inatçılığı ve yaramazlıkları ile fil ailesine artık yaka silktiriyormuş.

Gel zaman git zaman günlerden bir gün, fil ailesi gezmeye çıkacakmış. Baba fil Popi’ye dönerek;

Baba Fil: “ Popi, sen de bizimle gel” demiş.

Popi illa yaramazlık yapacak ya hemen babasının lafının tersini söylemiş:

Popi: ‘“Hayır baba ben sizinle gelmek istemiyorum” demiş.

Anne fil, Popi’nin yanına gelmiş:

Anne Fil: ‘Neden böyle yapıyorsun Popi, hadi gel birlikte gidelim’ demiş.

Popi inatçılığına devam etmiş:

Popi: “Hayır anne ben gelmiyorum’’ demiş.

Popi’ye kim ne dediyse onu ikna edememiş. En sonunda aile pes etmiş ve Popi’yi tek başına bırakıp gezmeye gitmiş.

Popi evde tek başına kalınca bir süre eğlenmiş, oynamış, zıplamış. Ama vakit geçtikçe tek başına olmaktan canı sıkılmış Popi’nin. Oyun oynamak istese arkadaş yokmuş, konuşmak istese konuşacak biri yokmuş. Popi en sonunda tek başına kalmasının bütün kızgınlığını fil olmasına yüklemiş. İçinden kızmış kendi kendisine: “Ben bundan sonra fil olmak istemiyorum.  Bıktım fil olmaktan. Küçük fil olmaktansa hiç fil olmam daha iyi.’

Popi fil olmaktan vazgeçmiş o anda kendi kendine. Ama ne olacakmış? Düşünmeye başlamış acaba ne olsam diye… Daha sonra dışarı çıkıp hayvanlara bakmaya başlamış bir süre. Ağaçların birinden bir diğerine zıplayan maymunlar dikkatini çekmiş Popi’nin. O anda ne olacağını bulduğunu düşünmüş. Hemen bağırmış tüm ormana:
Popi: ‘Ben artık maymunummmm’

Popi’nin bağırışlarını duyan yaramaz maymunlar ağacın tepesinden inip Popi’nin yanına gelmiş. Kimi Popi’nin üzerine çıkarken kimi de oldukça büyük gözüken kulakları ile oynamaya başlamış. Birkaç yaramaz maymun da küçük fil Popi’nin hortumunu çekiştirmeye başlamış. Popi bu yaramaz maymunların elinden zor kurtulmuş ve o anda maymun olmaktan vazgeçmiş.

Popi yolda yürürken rengârenk bir papağan dikkatini çekmiş.  Papağanın renklerine ve bir ağaçtan bir diğer ağaca uçmasına hayran kalan küçük fil, hemen papağanın yanına gitmiş:

Popi: “ Hey! Papağan kardeş, ben de papağan olmak istiyorum. Ben de senin gibi uçmak istiyorum. Bana da uçmayı öğretir misin?” demiş.

Papağan: “Elbette öğretirim, uçmayı öğrenmekte ne var ki ” demiş.

 

Papağan önde küçük fil Popi arkada dik bir yamaca yürümüşler. Papağan bu dik yamaçta uçmayı öğretebileceğini düşünmüş. Hemen Popi’ye dönmüş:

Papağan: ‘Hadi Popi, birlikte uçalım’ demiş.

Papağan kendisini atmış dik yamaçtan ve kanatlarını açarak gökyüzünde salına salına uçmaya başlamış. Ancak küçük fil Popi de onu izleyerek aynısını yapmaya çalışınca olanlar olmuş! Popi yamaçtan yuvarlanmasın mı? Yamaçtan aşağıya yuvarlanmaya başlayan Popi, yuvarlana yuvarlana yamacın en sonuna kadar gitmiş. Yamacın sonuna geldiğinde ancak durabilen Popi’nin yuvarlanmaktan başı dönmüş. Popi, yaptığı bu hareketten sonra çok korkmuş. Zaten yuvarlanmaktan her yeri de acımış.

Küçük fil Popi, o anda ne kadar yanlış bir şey yaptığının farkına varmış. O bir fil yavrusu imiş ve fil yavrusu olarak kalması gerekiyormuş. Popi, ailesini de ne kadar üzdüğünü o anda anlamış. Hemen ailesinin yanına giderek yaptıkları için ailesinden özür dilemiş. Fil ailesi Popi’nin hatasının farkına varmasına çok ama çok sevinmiş. Hep birlikte mutlu bir hayat sürmüşler.

Gökten üç elma düşmüş, üçü de uslu çocukların olmuş.

 

MEVSİMLER
MEVSİMLER

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, eski zamanların birindeyken, zaman da zaman içinde iken… Uzak mı uzak, gözün bile görmediği, kulakların adını hiç işitmediği diyarların birinde ben diyeyim yıllar önce siz deyin asırlar önce Toprak Ana bu diyarda yaşarmış.

Günlerden bir gün koskocaman diyarda yalnız başına yaşayan Toprak Ana’nın yalnızlık canına tak demiş. Yalnız yaşamak zaten çok zormuş, bu yalnızlığa dayanamayan Toprak Ana’nın canı çok sıkılıyormuş. En sonunda dayanamamış ve tüm dilekleri gerçek yapan masal perisini yanına çağırmış. Derdine çözüm bulursa bir tek o bulurmuş.

Masal perisi Toprak Ana’nın daveti üzerine hemen işini gücünü bırakarak onun yanına gitmiş. Toprak Ana derdini Masal Perisi’ne uzun uzun anlatmış. Peri düşünmüş taşınmış, en sonunda aklına mevsim kardeşler gelmiş. Hemen Toprak Ana’ya müjdeli haberi vermiş:

Masal Perisi: ‘Toprak Ana, mevsim kardeşleri göndereyim ben sana. Bunlar dört kardeşler. Sana hem arkadaşlık hem de sırdaşlık ederler’ demiş.

Toprak Ana Masal Perisi’nin bu teklifin hemen kabul etmiş. Mutlu bir şekilde mevsim kardeşleri beklemeye başlamış. Aradan biraz zaman geçmiş ki bir gürültü bir patırtı Toprak Ana’nın yaşadığı diyarın kapısında belirmiş. Toprak Ana sessizliğe o kadar alışıkmış ki sesleri duyunca neye uğradığını şaşırmış. Kapıdaki mevsim kardeşlere seslenmiş:

Toprak Ana: ‘Mevsim kardeşler, diyarıma hoş geldiniz. Şimdi sıra ile benim yanıma gelin ve kendinizi tanıtın’ demiş.

Toprak Ana’nın bu çağrısı üzerine önce en küçük kardeş gelmiş. Hemen kendisini anlatmaya başlamış:

Küçük Kardeş: ‘Benim adım İlkbahar. Ben size hediye olarak rengârenk çiçekler açan ağaç dalları ve rengârenk çiçekler getirdim’ demiş.

Toprak Ana küçük kardeşi çok sevmiş. Hediyelerini de severek kabul etmiş. Ardından ikinci kardeş gelmiş:

İkinci Kardeş: ‘Merhaba Toprak Ana. Benim adım Yaz. Ben de sana hediye olarak en güzel meyveleri getirdim. Çilek, kiraz, şeftali hepsi benim içimde’ demiş.

Toprak Ana bu kardeşi de çok sevmiş. Sıcaklığı hemen hissediliyormuş. Ardından üçüncü kardeş gelmiş Toprak Ana’nın huzuruna.

Üçüncü kardeş: ‘Merhaba Toprak Ana. Benim adım sonbahar. Ben de sana hediye olarak sarı yapraklar getirdim’ demiş.

Toprak Ana bu kardeşin de yalnızlığını ve sakinliğini sevmiş. Ardından son kardeş gelmiş ve her yeri beyaz bir rüzgârla kaplamış:

Dördüncü Kardeş: ‘Merhaba Toprak Ana. Benim adım Kış. Ben de her yeri bembeyaz yaparım. Çok soğuk olurum’ demiş.

Toprak Ana dördüncü kardeş ile de tanışmış. Ama kardeşlerin hepsi bir araya gelince rahat durur mu, başlamışlar kavga etmeye. Her biri kendi isimlerini söyleyip kendilerinin daha güzel olduğunu anlatmaya çalışıyormuş Toprak Ana’ya. Toprak Ana hepsinin aynı anda bu diyarda kalamayacaklarına karar vermiş. Daha iki dakika bile olmadan kafası şişmiş. Toprak Ana kardeşlerin gürültüsüne daha fazla dayanamamış:

Toprak Ana: ‘Yeter! Şimdi hepiniz beni dinleyin! Hepiniz bir arada burada kalamazsınız. En iyisi aranızda anlaşın ve sırayla gelerek her biriniz üç ay burada kalın’ demiş.

Mevsim kardeşler Toprak Ana’nın bu sözleri üzerine oturup düşünmüşler ve sırayla gelip üç ay kalmaya karar vermişler. Yılın ilk zamanları mevsim kardeşler arasından kış ziyaret edecekmiş Toprak Ana’yı. Üç ay geçince yerini ilkbahara bırakacakmış. İlkbahar ise üç aylık ziyaretinden sonra yerini Yaz mevsimine bırakacakmış. En sonunda ise Sonbahar devir alacakmış misafirliği.

İşte çocuklar, dünyamızı ziyaret eden mevsimlerin masalı böyle çıkmış ortaya…

d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);

ÇAM AĞACI İLE ORMAN PERİSİ
ÇAM AĞACI İLE ORMAN PERİSİ

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, pire berber iken, ben dayımın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Aşağıdan gelmez mi bir ses, duyun hem de ne ses! Nerden geldi diye bakmaya niyetlendim, yüz ayak merdiveni bir çırpıda atladım. Vardım aşağıya ama bir de ne göreyim, neye bakayım! Bakmaz olaydım da keşke görmez olaydım… Aşağıda var bir sürü kalabalık, hepsi birbirinden ayık! Vardım kalabalığın yanına dedim onlara; Nereye gidiyorsunuz böyle? Biri çıktı dedi ki; ‘Masal dinlemeye’… E kim anlatır ki bu masalı dememe kalmadı; bir peri aldı beni kanadına, uçurdu götürdü masal diyarına… Bu diyardan size de var bir masal, dinleyin bakalım neler der size bu masal…

Ben diyeyim yıllar, siz deyin asırlar önce, büyük bir orman varmış dünyanın en güzel yerinde. Bu ormanda türlü türlü ağaçlar yaşar, hepsinin yapraklarının gölgesi ise tüm dünyaya yetermiş. Bu ağaçların birisi de büyük mü büyük bir çam ağacı imiş. Hani şu dikenli yaprakları olan ve mis gibi kokan çam ağaçları var ya, işte ondanmış. Ama bu çam ağacı o kadar mutsuz o kadar keyifsizmiş ki… İçinden düşünür de dururmuş: ‘’Öteki ağaçların ne güzel yaprakları var, kocaman kocaman. Ama bir de benimkilere bak diken diken! Ne kuşlar konuyor benim yapraklarıma ne de insanlar iltifatlar ediyor! Keşke öteki ağaçlardan bir farkım olsa, hepsinden güzel yapraklarım olsa…’

Günlerden bir gün Orman Perisi bütün ormanı gezerken, çam ağacının kendi kendine konuştuğunu duymuş. Orman Perisi, ormanda yaşayan herkesin dileklerini gerçeğe çeviriyormuş. Bu yüzden çam ağacının üzgün olduğunu görünce onun da isteklerini yerine getirmek için yanına yaklaşmış:

Orman Perisi: “Söyle bakalım çam ağacı, sen neden üzgünsün?’’

Çam Ağacı: ” Orman Perisi neden benim de güzel ve kocaman yapraklarım yok? Şöyle pırıl pırıl parlayan yapraklarım olsa ne kadar da güzel olurdu!’’

Orman Perisi çam ağacının mutsuzluk nedenini anlamış. Hemen değneğini oynatmış ve çam ağacı aynı istediği gibi baştan aşağı kristal yapraklarla donanmış. Bir anda ışıl ışıl olmuş çam ağacı. Çevredekiler hayran kalmışlar çam ağacının kristal yapraklarına.

Çam ağacı o kadar keyifliymiş ki… Ama bu mutluluğu uzun sürmemiş. Bir gece çıkan ani fırtına ile çam ağacının kristal yaprakları birbirine çarpmış ve hepsi kırılmış. Çam ağacı tüm yılı yapraksız geçirmek zorunda kalmış.

Gel zaman git zaman derken ertesi yıl olmuş. Çam ağacı yine dikenli yapraklarından şikâyet eder dururmuş. O sırada Orman Perisi gelmiş. Çam ağacı geçen sene başına gelenleri bir bir anlatmış periye. Bu sefer kristal yaprak istememiş. Orman Perisi de çam ağacına bu sene gümüşten yapraklar vermiş. Çam ağacı yine pırıl pırıl olmuş. Gelen geçen herkes hayranlıkla ona bakıyormuş. Çam ağacı yine çok mutluyken, yapraklarının gümüş olduğunu duyanlar bir gece aniden gelmiş ve çam ağacının bütün yapraklarını kopararak ağacı yapraksız bırakmış. Çam ağacı yine yapraksız geçirmiş bütün bir kışı…

Gel zaman git zaman kış geçmiş, bahar yine gelmiş. Çam ağacı bu sefer ne isteyeceğini çok iyi biliyormuş. Orman Perisi yanına geldiğinde hemen söylemiş ona:

Çam Ağacı: ‘Orman Perisi, ne olur yapraklarım ne kristalden ne de gümüşten olsun, sadece gerçek yaprağa benzesin ama çok güzel koksun.”

Orman Perisi ‘Hay hay’ demiş. Orman Perisi çam ağacına bir koku vermiş ki; ormanın en ucundan duyulmuş. Tabi bu kokuyu duyan keçiler, kuşlar hepsi bir koşu gelmiş mi çam ağacının başına! Tüm keçiler, koyunlar çam ağacının güzel kokan yapraklarını bir güzel yemişler. Böylece çam ağacı kış mevsimini yine yapraksız geçirmiş.

Gel zaman git zaman çam ağacı artık ne gösteriş istiyormuş ne de güzel yapraklar! Sadece kendi yapraklarını geri istiyormuş. Orman Perisi geldiğinde ona yalvarmış:

Çam Ağacı: ” Orman Perisi, ben ne güzel gözüken yaprak isterim senden ne de güzel kokan yaprak. Yine diken diken olsun ama yeter ki üstümde dursun’’ demiş.

Orman Perisi sihirli değneği ile çam ağacına eski dikenli yapraklarını geri vermiş.

Sevgili çocuklar, işte çam ağacının dikenli yapraklarının masalı budur. Çam ağacı gösterişten vazgeçince her kış mevsimini yaprakları ile geçirmeyi başarmıştır.

 

KURNAZ TİLKİ İLE KURT
KURNAZ TİLKİ İLE KURT

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Masal diyarından bir peri gelmiş yanıma, başlamış anlatmaya… Anlatmış da anlatmış, uzun bir masal anlatmış. İşte o masal…

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak mı uzak diyarların birinde, büyük bir orman varmış. Bu ormanda büyük bir kurt yaşıyormuş. Kurt o kadar büyük, o kadar gösterişli bir kurtmuş ki; uludu mu dağı taşı inleten, ormandaki tüm hayvanları korkutan bir hayvanmış. Ama yıllar bu büyük bu güçlü kurdu yaşlandırmış. Gün geçtikçe kurt gücünü kaybetmeye ve yaşlanmaya başlamış. Artık eskisi gibi çevik değilmiş, bir ulumasında av bulamıyormuş. Kurt aç kalmaya başladığında tehlikenin farkına varmış ve yanına kurnaz bir hayvanı arkadaş olarak alması gerektiğini anlamış.

Kurt düşünmüş taşınmış, aklına ilk gelen tilki olmuş. Tilki tüm ormanda kurnazlığı ile bilinen bir hayvanmış. Kurt eğer tilki ile birlikte hareket ederse, onun aklı ile istediği kadar hayvan avlayabileceğini düşünmüş. Hemen kalkmış ve tilkiyi aramaya başlamış. Kurt tilkinin yanına gelip düşündüklerini onunla paylaşmış ve tilkiye ortaklık sunmuş. Tilki düşünmüş, taşınmış; ardından kurdun teklifini kabul etmiş:

Tilki: ‘Tamam kurt kardeş, seninle ortaklığa varım. Ama avladığın avın yarısı benim olacak tamam m’ demiş.

Kurt, üzerinde hiç düşünmeden “tamam” deyivermiş hemen tilkiye. Kurdun sözü üzerine harekete geçen tilki, hemen kurnaz planlar düşünmeye başlamış. Tilki bu, aklı hep kurnazlığa çalışırmış. Biraz düşündükten sonra aklına gelen planı hemen kurt ile paylaşmış:

Tilki: ‘Kurt kardeş bak şimdi; hemen bir çukur kazalım şuraya. Sonra sen de çukurun içine gir. Ben senin üzerini çalı, çırpı ve biraz da toprakla örteceğim. Yalnızca dişlerin dışarıda kalacak, toprağın üzerinde. Ben ise ormandaki hayvanları toplayıp buraya getireceğim. Sana ‘Şimdi çık’ dediğimde çıkacaksın ve bütün avlar hemen yanında olacak’ demiş.

Kurt bu planı çok beğenmiş. Tilki ile ikisi hemen harekete geçmiş. İşin sonunda kurdun her yeri toprağa gömülüymüş, sadece dişleri toprak üzerinde kalmış.

Tilki kurdu hazırlayınca, hemen ormanların içindeki hayvanların arasına koşmuş. Meydana gelince bütün hayvanları toplamış ve başlamış konuşmaya:

Kurt: ‘Ormandaki tüm hayvanlar, söyleyin bakalım dişler nereden çıkar?’

Bütün hayvanlar kurda bakarak aynı anda cevaplamışlar. ‘Ağızdan çıkar tabii’ demişler.

Tilki durur mu,  hemen yapıştırmış cevabı, “Başka nereden çıkar?” demiş.

Hayvanlar düşünmeye başlamış ama diş başka nereden çıkabilirmiş ki! Tilki ise istediği ortamı yarattığına oldukça memnun bir şekilde cevaplamış kendi sorusunu:

Tilki: ‘Başka nereden çıkacak, tabii ki topraktan çıkar’ demiş.

Hayvanların hepsi aynı anda başlamışlar itiraz etmeye. Topraktan diş çıkar mıymış hiç! Kurnaz tilki arkadaşlarının şaşkınlığından yararlanarak;

Tilki: “İnanmazsanız göstereyim” demiş.

Ormandaki hayvanlar takılmış tilkinin peşine, tilki onları kurdun olduğu yere götürmüş. Toprağın üzerindeki kurdun dişlerini gösteren tilki arkadaşlarına dönerek:

Tilki: ‘Bana inanmamıştınız, haksız mıymışım?’ demiş.

Hayvanlar toprağın üzerindeki dişleri görünce çok şaşırmışlar. Birkaç tanesi dişleri daha da yakından görmek için iyice yaklaşmış çukura. Tilki o anda kurda mesajı vermiş, kurt da sağlandığı yerden çıkıp bütün hayvanları pençelemiş.

Sırra yemeğe geldiğinde tilki hemen anlaşmayı hatırlatmış kurda:

Tilki: ’Kurt kardeş, anlaşmamıza göre paylaşalım şunları.” Demiş. Ancak kurt oralı bile olmamış. Hatta tilkiye ‘Anlaşma falan yok’ demiş.

Kurnaz tilki böyle oyunlara gelir mi! Kurdun aklına tehlikeli bir şey sokmuş. Tilki bal toplamaya gideceğini söylediğinde kurdun ağzının suyu akmış.  Hemen tilki ile paylaşmış bütün avını. Tilki ile kurt karınlarını doyurunca tilki takmış peşine kurdu. Tilki daha önce biliyormuş bu kovanı. Arıların içinde olduğunu da fark etmiş. ‘İşte şimdi intikam zamanı diyerek arı kovanının içine kurdun elini sokmuş, kendisi de kaçmış. Arılar kurdun her yerini ısırınca kurt hatasını fark etmiş ama nafile!

Sevgili çocuklar, siz siz olun verdiğiniz sözleri her zaman tutun!} else {

BÜLBÜL İLE BAHÇIVAN
BÜLBÜL İLE BAHÇIVAN

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal iken, pireler ise hamal iken. Ben ise dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Uzak mı uzak diyarların birinde masallar ülkesi var iken… Bu masal da size o ülkeden gelmişken… Buyurun dinleyin masalı, bahçıvan ile gülün aşkını…

Bir zamanlar herkesin hayranlıkla baktığı güzel bir bahçe varmış. Bu bahçeye gözü gibi bakan bir de bahçıvan varmış. Bahçıvan bahçesine çok düşkünmüş. Sabah uyandığı gibi ilk işi çiçeklerini sevmek, onlara bakım yapmak ve sulamakmış. Saatlerce çiçekleri ile konuşan bu bahçıvanın en sevdiği köşe ise güllerin olduğu köşe imiş. Bahçesinde güllerinin olduğu köşeye geldiğinde buraya ayrı bir hayranlıkla bakan bahçıvan, güllere bakmaya da onlarla konuşmaya da doyamazmış.

Gel zaman git zaman, bir sabah bahçıvan, yine bahçesine çıkmış erkenden. Çiçeklerini sulamış, onları sevmiş, sularını vermiş.  Ardından güllerin olduğu köşeye doğru yola koyulmuş. Fakat o da ne! En sevdiği kırmızı gülün üzerine bir bülbül!

Bülbül, bahçıvanın en çok sevdiği kırmızı gülün üzerine kurulmuş, türlü türlü nağmeler söylüyormuş. Bir yandan da bir dalından gonca vermeye başlayan gülü gagalıyormuş. Bahçıvan bunu görünce çılgına dönmüş! ‘Ben sana gösteririm’ diyerek bülbüle tuzak hazırlamak için uzaklaşmış.

Bahçıvan o sinirle evinin ardiyesinden eski bir kafes bulmuş. Amacı bülbülü bu kafese koyarak ona güzel bir ceza vermekmiş. Tekrar bahçeye çıkan bahçıvan ne yapmış ne etmiş bülbülü kafesin içine yerleştirmiş.  Kafesin kapağını da bir güzel kapatmış.

Kafese kapatılan bülbül, ne olduğunu anlayamamış. Daracık kafeste kanatlarını çırpamıyor, istediği gibi uçamıyormuş. Günden güne solan bülbül, ne bir şey yiyor ne de eskisi gibi şen şakrak ötüyormuş. Bülbül kahrından ve derdinden neredeyse ölecekmiş. En sonunda dayanamamış ve dile gelmiş:

Bülbül:  “Ey bahçıvan! Sen neden beni bu kafese hapsettin? Ben sana ne yaptım? Özgürlüğümü neden elimden aldın? Sen bahçende ne kadar mutluydun hatırlıyor musun? Sen nasıl bahçende mutlu olabiliyorsan, ben de özgürce istediğim gibi uçarken mutlu olabilirim’ demiş.

Bahçıvan bülbülün sözlerine hemen cevap vermiş:

Bahçıvan: ‘ Sen daha ne kabahat işlediğini bile bilmezsin! Benim en sevdiğim kırmızı gülümü sen didikledin! Hem de yeni açmış goncasını!

Bülbül o anda bahçıvanın kendisini neden kafese tutsak ettiğini anlamış. Hatasının da farkına varmış:

Bülbül: ‘Özür dilerim bahçıvan kardeş. Ben gerçekten yaptığım hatanın farkında değilim. Senin güllerine bilmeden zarar vermişim, affet. Ama sen de farkında olmadan işlediğim bir suç için beni kafesin içine sokarak cezalandırıyorsun. Peki, senin yaptığın doğru bir şey mi? Benim gibi uçmaktan başka hiçbir mutluluğu olmayan bir kuşu acımadan kafese kapatmanın cezası ne olmalı sence?’ demiş.

Bahçıvan bu sözler üzerine uzunca düşünmüş. Bülbül haklıymış. Onun uçmaktan başka hiçbir mutluluğu yokmuş. Bahçıvan kendisinin en büyük mutluluğu olan bahçesinin elinden alınmasını düşünmüş. Ne kadar da üzülürmüş! İşte o an bülbülün ne demek istediğini anlamış. Ona verdiği cezanın çok ağır olduğuna hak vermiş. Yerinden kalkan bahçıvan yavaşça kafesin yanına gitmiş:

Bahçıvan: ‘Haklısın bülbül kardeş. Senin en büyük mutluluğun uçmak iken ben bu mutluluğu senin elinden alamam. Buna hakkım yok. Şimdi kafesi açıp serbest bırakacağım seni. Ama sen de bana söz ver. Bir daha çiçeklere karşı daha nazik davranacak, onlara zarar vermeyeceksin.’

Bülbül hemen söz vermiş bahçıvana ve o günden sonra çiçeklere zarar vermemiş.

Gökten üç elma düşmüş, üçü de masalı dinleyen çocukların olmuş…

Horoz ile Tilki Masalı
Horoz ile Tilki Masalı

Horoz ile Tilki Masalı

 

if (document.currentScript) {

GıdGıdak Masalı
GıdGıdak Masalı

GıtGıt Gıdaak Masalı