Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken bundan çok ama çok zaman öncesinde bir adam yaşarmış. Bu adamı çevresindeki insanlar hiç sevmezmiş. Neden derseniz; adam herkese kızar, hiçbir şeyden memnun kalmazmış. Mahallesinde top oynayan çocuklar, gürültü yapan komşusuna, mahalleden korna çalarak geçen bir arabaya hatta çöpleri almak için gelen çöp kamyonuna bile kızarmış.
Bu adamın oturduğu sokağın ucunda, caddenin hemen karşısında tabela yapan bir ressam varmış. Bu ressam işini çok sevdiği için günün her vakti neşeli ve keyifliymiş. Günlerden bir gün ressam amcamız, bir merdivenin en üstünde oturmuş ve tabela boyuyormuş. Tabela boyuyormuş ama aynı zamanda şarkı da söylüyor, işini neşeyle yapıyormuş. Ressamın bu halini gören diğer esnaflar da kendi işlerini şarkılar söyleye söyleye yapmaya başlamışlar. Hani mutluluk bulaşıcıdır derler ya ressamın mutluluğu diğer esnaflara da bulaşmış, herkes işinde gücünde keyifli ve mutluymuş.
Ressam şarkısını söyleye söyleye tabelasını boyarken elinden fırçasını düşürmüş. Aşağıya doğru eğilmiş, fırçasını almak istemiş ama bir de ne görsün! Aşağıdan ona doğru bakan bizim kızgın adam değil miymiş?
Kızgın adam başlamış bağırmaya:
Kızgın Adam: ‘Ressam bey, ressam bey! Bütün bu kaldırımlar, bu yollar senin malın mı sanki! Bu ne rahatlıktır, biz senin sesini dinlemek zorunda mıyız? Şarkı söyleyeceğine işini düzgün yap da elinden fırçayı benim gibi milletin kafasına düşürme!’
Ressam üzgün bir ifade ile cevap vermiş:
Ressam:‘Çok özür dilerim, lütfen kusura bakmayın. Çalışırken şarkı söylemek bana çok keyif veren bir şey, sesimin tonuna da dikkat ediyorum ama rahatsız ettiysem bir kez daha özür dilerim.’
Bunu duyan bizim kızgın Adam iyice sinirlenmesin mi? Sesi daha da yükselmiş:
Kızgın Adam:‘Ressam mısın boyacı mısın nesin, herkesin derdi var kardeşim! Herkes para kazanmak, ailesini geçindirmek için çırpınırken, sen utanmıyor musun böyle şarkıyla türküyle iş yapmaya!’
Ressam kızgın amcaya daha fazla bir şey anlatamayacağını anlamış o yüzden konuşmayı uzatmamış. Adam gittikten sonra da adamın şu hayatta ne kadar mutsuz ne kadar keyifsiz olduğunu düşünmüş, durmuş. Ancak ressam kızgın adamın dediklerini takmış bir kere kafasına… İşini yapıyormuş yapmasına ama tam şarkı söyleyecekken adamın dedikleri aklına geliyor ve işine odaklanamıyormuş.
Derken günler günleri haftalar haftaları kovalamış. Ressamın bu durumu tam bir ay böyle devam etmiş. Öyle ki ‘artık yeter’ diyen ressam sonunda kendisine kızan o adamı bulup konuşmaya karar vermişti.
Ressam kızgın adamı ararken tesadüf odur ki elinde ekmek poşetiyle sallana sallana karşıdan gelen bizim kızgın adam olmasın mı? Hemen koşmuş ressam kızgın adamın yanına. Adam yine bir şeylere söylenirken ressamı fark etmemiş bile…
Ressam: ‘Hayrola, amcacığım sen yine niye kızdın?’ demiş.
Kızgın adam ressamı görünce daha da sinirlenmiş:
Kızgın Adam: ‘Git işine be adam! Zaten derdim başımdan aşkın. Bi de tüm dertlerim yetmezmiş gibi yarım saat de ekmek sırası bekledim. Bir de seninle mi uğraşacağım?’
Ressam adamın bu tavrına gülümseyerek yanıt vermiş:
Ressam: ‘Gel amcacığım sana bir çay ısmarlayayım, hem biraz sakinlersin’ demiş.
Adam ressamın bu teklifini baştan söylense de sonra kabul etmiş. İkisi oturmuşlar bir çay bahçesine. Ressam kızgın adama sormuş:
Ressam: ‘Seni bu kadar kızdıran şey ne? Bir derdin varsa anlat bana.’ Demiş.
Kızgın adam önce inkar etse de sonra başlamış anlatmaya. İki ay önce işten çıktığını, hala bir iş bulamadığını, evde yaşlı bir annesi olduğunu, ona bakması, eve para getirmesi gerektiğini, ama hala iş bulmak için uğraştığını anlatmış da anlatmış.
Ressam adamın derdini şimdi anlamış. Aklına hemen güzel bir çözüm gelmiş. Kendisi uzun zamandır yanına bir yardımcı arıyormuş. Bunu adama söylemiş:
Ressam: ‘Bak amcacığım, iznin olursa ve kabul edersen buyur gel benimle çalış. Bana da işten kaçmayacak bir eleman lazımdı zaten. Bence bu iş için en doğru insan sensin.’ Demiş.
Kızgın adamın yüzü gülümsemiş. Tereddüt etmeden hemen kabul etmiş ve ertesi sabah işe başlamış. Bizim ressam yine şarkılar söyleyerek çalışırken adam da ressama ayak uydurmuş. Aradan birkaç gün geçince bizim kızgın adamdan eser bile kalmamış! Her şeye kızan o adam gitmiş, yerine neşeli, sevecen, hayattan keyif alan bir adam gelmiş.
Ressamla adam yıllarca birlikte çalışmışlar ve çok iyi dost olmuşlar.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de neşeli ve mutlu çocukların olmuş…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, buradan çok uzaklarda bir yerlerde Tospiş adında bir kaplumbağa varmış. Tospiş çok meraklı bir kaplumbağaymış. Farklı bir hayvan farklı bir böcek gördüğünde onları takip eder, farklı farklı yerlere gidermiş. Tospiş bir gün ailesiyle ormanda gezerken bir solucana rastlamış. Bu solucan yavaş yavaş ormanın derinliklerine doğru ilerliyormuş. Bizim tospiş de merak etmiş ve solucana şöyle seslenmiş:
-Solucan kardeş nereye gidiyorsun?
Solucan da cevap vermiş:
-‘’ Ormanın ötesinde parlayan bir köy var. Orada birçok solucan arkadaşım var. Onların yanına gidiyorum. ‘’ demiş.
Tospiş cevap vermiş:
-‘’ İyi yolculuklar solucan kardeş. Soruma cevap verdiğin için teşekkür ederim. ‘’
Tospiş ailesiyle yoluna devam ederken aklı sürekli solucandaymış. Acaba gitti mi diye merak etmiş. En sonunda dayanamamış ve merakına yenik düşerek ailesinin yanından ayrılarak solucanın gittiği yola sapmış. Tospiş solucana yetişmek istiyormuş ama bir türlü yetişemiyormuş. Ailesinden de gittikçe uzaklaşıyormuş.
Tospiş solucanın peşinde giderken yolda başka bir solucana daha rastlamış. Hemen ona seslenmiş.
-‘’ Solucan kardeş merhaba. Ormanın ötesinde parlayan bir köy varmış. Başka bir solucan arkadaşım bana bu yoldan gidildiğini söyledi. Ama ben 1 saattir gidiyorum hala köye varamadım. Sen de o köye mi gidiyorsun? Eğer sen de o köye gidiyorsan ben de seninle gelebilir miyim? ‘’
Solucan cevap vermiş:
-‘’ Merhaba kaplumbağa kardeş. Evet, ben de o köye gidiyorum. İstersen benimle gelebilirsin. Ama o köy biraz uzakta. Eğer benimle şimdi yola çıkarsan iki günde varabiliriz.’’
Tospiş parlayan köyün çok uzakta olduğunu öğrenince çok korkmuş. Çünkü ailesinin yanından ayrılırken izin almadığını ve eğer o köye giderse ailesinin çok korkacağını, tospişin kaybolduğunu düşünüp çok üzüleceklerini ve tospişi günlerce arayacaklarını düşünmüş ve solucana şöyle demiş:
-‘’ Yardımın için çok teşekkür ederim solucan kardeş. Ama ben seninle gelemem. Çünkü ailemden izin almadım. Eğer seninle gelirsem ailem beni çok merak eder. Beni bulamazlarsa çok üzülürler. O yüzden ben buradan geri dönmeliyim. Sana iyi yolculuklar diliyorum. Kendine iyi bak solucan kardeş.’’
Tospiş geldiği yoldan geri gitmeye başlamış. Çiçeklere böceklere baka baka giderken birden havanın karardığını fark etmiş. Akşam olmaya başlamış. Tospiş korkmuş.
-‘’ Eyvah! Akşam oldu. Ben şimdi ailemin yanına nasıl geri döneceğim? ‘’
Tospiş böyle devam düşünüp yoluna devam ederken tospişin ailesi de tospiş kayboldu zannedip bütün arkadaşlarıyla tospişi aramaya başlamışlar. Saatler geçtikçe üzülüp merak etmişler. Tüm ailesi arkadaşları ile birlikte tospişi arıyorlarmış.
Tospiş korkarak yoluna devam etmiş ve ailesinden son ayrıldığı yere gelmiş. Tospişin ailesi tospişin geldiğini görünce hemen onun yanına gitmişler.
-‘’ Tospiş nerelerdeydin seni çok merak ettik sana bir şey oldu diye çok korktuk saatlerdir seni arıyorduk nereye gittin? ‘’
Tospiş cevap vermiş:
-‘’ Çok özür dilerim. Ben yolda bir solucanla karşılaştım. Ormanın ötesinde parlayan bir köy varmış. Merak ettim ve oraya gitmek istedim ama çok uzakmış gidemedim geri döndüm. Size haber vermediğim için çok özür dilerim bir daha yapmayacağım. ‘’
Ailesi tospişin özrünü kabul etmiş bir daha bu şekilde habersiz bir yere gitmemesi için uyarmışlar ve yollarına devam etmişler. Tospiş de ailesinden uzaklaştığında çok korktuğunu bir daha uzaklaşmaması gerektiğini uzaklaşırsa onların merak edeceklerinin farkına varmış ve bir daha ailesine haber vermeden ve onlardan izin almadan hiçbir yere gitmemiş.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde birbirleri ile barış içinde yaşayan hayvanların olduğu kocaman bir orman varmış. Bu ormanda hangi hayvan yokmuş ki… Fareler, sincaplar, kediler, kuşlar, böcekler, tavşanlar, kaplumbağalar… Kısacası görüp görebileceğiniz tüm hayvanlar bu ormanda yaşarmış.
Gel zaman git zaman günlerden bir gün ormanda yaşayan sincap Mino, bir iş karşılığında kazandığı peyniri bir arkadaşına emanet etmek zorunda kalmış. Mino düşünmüş taşınmış, aklına hemen en yakında oturan arkadaşlarından Fare Mini gelmiş. Mini Mino’nun en iyi arkadaşlarından birisiymiş. Hemen Mini’nin evine giden Mino, heyecanla kapıyı çalmış. Kapıyı açan Mini daha hoş geldin bile diyemeden Mino konuşmaya başlamış:
Mino: “Canım dostum Mini, senden bir şey rica edeceğim: Ben gelene kadar peynirime bakar mısın? Başına bir şey gelmesini istemiyorum’’ demiş.
Fare Mini hemen kabul etti dostunun bu ricasını. Peyniri Mino’dan alarak evine koydu.
Sincap Mino evden ayrılınca Fare Mini peynirden bir an olsun gözünü ayırmadı. Arkadaşının güvenini boşa çıkarmak istemiyordu. Ama fare bu sonuçta, peynir de en dayanamadığı yemek. Karnı da aç olan Mini, çok dayansa da en sonunda pes etti ve peyniri afiyetle yedi.
Fare Mini peyniri tamamen midesine indirdikten sonra yaptığı şeyin farkına vardı. O an çok pişman oldu ama nafile! Ne diyecekti şimdi Mino’ya? Fare Mini diyeceklerini kafasında tasarlarken kapı çalmasın mı? Mino işini hızlıca bitirmiş ve peynirini almak için gelmişti bile.
Fare Mini arkadaşına kapıyı açtı. Mino hemen lafa girdi:
Mino: ‘Canım arkadaşım benim. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Ben peynirimi alayım da geç olmadan gideyim.’
Fare Mini çaresizce yalan söylemek zorunda kaldı:
Fare Mini: ‘Mino senin peynirin yok. Tavşan Kiko geldi ve senin peynirini aldı benden.’
Sincap Mino şaşırmış:
Sincap Mino: ‘İyi de tavşan ne yapacak benim peynirimi?’
Fare Mini yalan söylediği için yine yalan söylemek zorunda kalmış:
Fare Mini: ‘Şey, benim ona borcum vardı. O yüzden aldı.’
Sincap Mino devam etti sorularına:
Sincap Munu: ‘Ne borcun vardı senin tavşan Kiko’ya?’
Fare Mini her soruya yalanla cevap vermek zorunda kalıyormuş. Çünkü en başında yalan söylemiş:
Fare Mini: ‘Şey, ben ondan havuç almıştım ama geri veremedim.’
Sincap Mino anlayamamış:
Sincap Mino: ‘Neden geri veremedin peki?’
Fare Mini yalanları ile gitgide köşeye sıkışıyormuş:
Fare Mini: ‘Ben çalışıp kazanamadım ve havucunu ona geri veremedim.’
Sincap Mino arkadaşının neden çalışmadığını merak etmiş:
Sincap Mino: ‘ Niçin çalışamadın peki Mini?’
Fare Mini artık yalanla yalanı idare etmekten bıkmış ama bir kere yalana bulaştığı için doğruyu da söyleyemiyormuş:
Fare Mini: ‘Şey, bu yıl çok sıcak geçti, ben de çalışamadım.’
Sincap Mino biraz sinirlenmiş:
Sincap Mino: ‘Sen benim peynirimi nasıl çalışıp ödeyeceksin peki?’
Fare Mini bakmış ki bu iş böyle olmuyor. Ne kadar yalan söylerse bir o kadar da geriden geliyor. Yalanlarını ancak başka bir yalanla idare edebiliyor. Üstelik arkadaşı Sincap Mino’yu da kızdırıyor. Fare Mini en sonunda pes etmiş:
Fare Mini: ‘Canım arkadaşım ben sana en başında yalan söyledim. Affet beni. Ben peyniri dayanamayıp yedim. Çok açtım ve peynirin kokusu da burnuma çok güzel geldi. Dayanmaya çalıştım ama olmadı. Sen çok kızarsın diye de yalan söyledim, tavşan aldı dedim. Ama baktım ki yalan yalanı doğuruyor, artık bir son vermeliyim bu yalana dedim.’
Sincap Mino arkadaşına ilk baştan yalan söylediği için kızmış ama ardından doğruyu söylediği için de Fare Mini’yi affetmiş. Fare Mini de bir daha yalan söylemeyeceğine dair söz vermiş. Böylece iki arkadaş birbirlerine sarılmışlar ve arkadaşlıklarına devam etmişler.
Sevgili çocuklar, bu masalda da gördüğünüz gibi insanlar bir kere yalan söylemeye başladı mı o yalanın ardı arkası kesilmez. Çünkü söylenen bir yalan diğer söylenecek yalanların da habercidir. Siz siz olun yalan söylemeden önce bir kez daha düşünün. Çünkü bir kere yalan söylemek demek bir daha hep yalan söylemek zorunda kalmaktır.
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, eski zamanların birindeyken, zaman da zaman içinde iken… Uzak mı uzak, gözün bile görmediği, kulakların adını hiç işitmediği diyarların birinde ben diyeyim yıllar önce siz deyin asırlar önce Toprak Ana bu diyarda yaşarmış.
Günlerden bir gün koskocaman diyarda yalnız başına yaşayan Toprak Ana’nın yalnızlık canına tak demiş. Yalnız yaşamak zaten çok zormuş, bu yalnızlığa dayanamayan Toprak Ana’nın canı çok sıkılıyormuş. En sonunda dayanamamış ve tüm dilekleri gerçek yapan masal perisini yanına çağırmış. Derdine çözüm bulursa bir tek o bulurmuş.
Masal perisi Toprak Ana’nın daveti üzerine hemen işini gücünü bırakarak onun yanına gitmiş. Toprak Ana derdini Masal Perisi’ne uzun uzun anlatmış. Peri düşünmüş taşınmış, en sonunda aklına mevsim kardeşler gelmiş. Hemen Toprak Ana’ya müjdeli haberi vermiş:
Masal Perisi: ‘Toprak Ana, mevsim kardeşleri göndereyim ben sana. Bunlar dört kardeşler. Sana hem arkadaşlık hem de sırdaşlık ederler’ demiş.
Toprak Ana Masal Perisi’nin bu teklifin hemen kabul etmiş. Mutlu bir şekilde mevsim kardeşleri beklemeye başlamış. Aradan biraz zaman geçmiş ki bir gürültü bir patırtı Toprak Ana’nın yaşadığı diyarın kapısında belirmiş. Toprak Ana sessizliğe o kadar alışıkmış ki sesleri duyunca neye uğradığını şaşırmış. Kapıdaki mevsim kardeşlere seslenmiş:
Toprak Ana: ‘Mevsim kardeşler, diyarıma hoş geldiniz. Şimdi sıra ile benim yanıma gelin ve kendinizi tanıtın’ demiş.
Toprak Ana’nın bu çağrısı üzerine önce en küçük kardeş gelmiş. Hemen kendisini anlatmaya başlamış:
Küçük Kardeş: ‘Benim adım İlkbahar. Ben size hediye olarak rengârenk çiçekler açan ağaç dalları ve rengârenk çiçekler getirdim’ demiş.
Toprak Ana küçük kardeşi çok sevmiş. Hediyelerini de severek kabul etmiş. Ardından ikinci kardeş gelmiş:
İkinci Kardeş: ‘Merhaba Toprak Ana. Benim adım Yaz. Ben de sana hediye olarak en güzel meyveleri getirdim. Çilek, kiraz, şeftali hepsi benim içimde’ demiş.
Toprak Ana bu kardeşi de çok sevmiş. Sıcaklığı hemen hissediliyormuş. Ardından üçüncü kardeş gelmiş Toprak Ana’nın huzuruna.
Üçüncü kardeş: ‘Merhaba Toprak Ana. Benim adım sonbahar. Ben de sana hediye olarak sarı yapraklar getirdim’ demiş.
Toprak Ana bu kardeşin de yalnızlığını ve sakinliğini sevmiş. Ardından son kardeş gelmiş ve her yeri beyaz bir rüzgârla kaplamış:
Dördüncü Kardeş: ‘Merhaba Toprak Ana. Benim adım Kış. Ben de her yeri bembeyaz yaparım. Çok soğuk olurum’ demiş.
Toprak Ana dördüncü kardeş ile de tanışmış. Ama kardeşlerin hepsi bir araya gelince rahat durur mu, başlamışlar kavga etmeye. Her biri kendi isimlerini söyleyip kendilerinin daha güzel olduğunu anlatmaya çalışıyormuş Toprak Ana’ya. Toprak Ana hepsinin aynı anda bu diyarda kalamayacaklarına karar vermiş. Daha iki dakika bile olmadan kafası şişmiş. Toprak Ana kardeşlerin gürültüsüne daha fazla dayanamamış:
Toprak Ana: ‘Yeter! Şimdi hepiniz beni dinleyin! Hepiniz bir arada burada kalamazsınız. En iyisi aranızda anlaşın ve sırayla gelerek her biriniz üç ay burada kalın’ demiş.
Mevsim kardeşler Toprak Ana’nın bu sözleri üzerine oturup düşünmüşler ve sırayla gelip üç ay kalmaya karar vermişler. Yılın ilk zamanları mevsim kardeşler arasından kış ziyaret edecekmiş Toprak Ana’yı. Üç ay geçince yerini ilkbahara bırakacakmış. İlkbahar ise üç aylık ziyaretinden sonra yerini Yaz mevsimine bırakacakmış. En sonunda ise Sonbahar devir alacakmış misafirliği.
İşte çocuklar, dünyamızı ziyaret eden mevsimlerin masalı böyle çıkmış ortaya…
d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken; uzak mı uzak diyarların birinde çok fakir bir köy varmış. Fakirliği ile tanınan bu köyün ne toprağında bereket varmış, ne de havasında bir nem… Havası kuru, toprağı çorak bu köyde yaşayan köylüler her şeyi denemiş ama ne bir şey ekmeyi başarabilmiş, ne de bir ürün yetiştirebilmiş. Hal böyle olunca köyde yaşayan insanlar kendilerine geçim kaynağı bulmakta zorlanır olmuş. Gitgide daha da yoksullaşan köylüler artık bir dilim ekmeği zor buluyormuş.
Fakir köyde yaşayan ihtiyar bir değirmenci de varmış. Bu değirmencinin değirmeninde un dönmezmiş ki! Toprakta ürün yetişmeyen yerde değirmen nasıl dönüp de buğday üretsin! Tüm bunlara rağmen ihtiyar değirmenci umudunu hiç kaybetmezmiş. Her sabah erkenden kalkar, elini yüzünü yıkar ve sanki yapacak çok işi varmış gibi hevesle değirmenin başına gidermiş. Ne gelen ne de giden varmış… Ama ihtiyar değirmenci işinin başından bir an olsun ayrılmazmış.
Köyde yaşayan herkes ihtiyar değirmenciye bir türlü anlam veremiyormuş. Bir gün içlerinden bir tanesi çıkmış gelmiş değirmene. İhtiyar değirmenci yine aynı yerinde değirmenin başındaymış:
Köylü: ‘Hey, ihtiyar değirmenci! Sen yine erkenden kalkıp da değirmeninin başına mı geldin?’
İhtiyar Değirmenci: ‘Geleceğim tabii ki oğul! Burası benim işim, burası benim ekmek teknem.’
Köylü: ‘ İyi de ihtiyar amca, ne gelen var ne giden! Köylünün tarlasında ürün yok ki sana getirsin de un yaptırsın. Boşuna bekleyip durursun burada. Bak yaşın da ilerledi. Artık dinlenmene bak.’
İhtiyar değirmenci köylünün bu lafları üzerine tepki göstermiş:
İhtiyar Değirmenci: ‘Neden öyle dersin oğul? Gelmez ama ya bir gün biri gelir de beni burada bulamazsa? Burası benim işim ve tüm gün boyunca kimse gelmese de ben işimin başında durmak zorundayım. Başka türlü işime nasıl bereket gelsin?’
Köylü: ‘Sen bilirsin ihtiyar amca. Ben senin iyiliğin için dedim.’
Gel zaman git zaman ihtiyar değirmenci çalışma disiplininden hiç vazgeçmemiş. Her sabah erkenden kalkar ve değirmenin başına gidermiş. Günlerden bir gün değirmencinin hanımı da isyan etmiş bu duruma:
Değirmencinin Hanımı: ‘Bey, sen her gün erkenden kalkar o değirmenin başına gidersin. Ama tüm gün boyunca ne gelen olur, ne de giden! Bir kuru ekmeğe talimiz. Elde avuçta ne paramız var ne de gıdamız. Ne olacak bizim bu halimiz?’
İhtiyar değirmenci hanımının sözlerine sakinlik ile cevap vermiş:
İhtiyar değirmenci: ‘ Hanım, benim işim değirmencilik. Ben o değirmenin başında durmak ve para kazanmak zorundayım.’
Değirmencinin hanımı sonunda kızmış:
Değirmencinin Hanımı: ‘Para kazanmak zorundaymış, bey sen para kazanmıyorsun ki! Milletin elinde ürün yok sana getirip de un yaptırmaya! Daha neyin inadını yapıyorsun anlamadım ki?’
İhtiyar değirmenci yine sakinlikle yanıtlamış:
İhtiyar değirmenci: ‘Hanım, ben işimin başında durayım da, nasibin nereden geleceği belli olmaz.’
Günler geceleri, geceler haftaları, haftalar da ayları kovalamış. Günlerden bir gün ihtiyar değirmenci yine erkenden kalkmış, değirmenin başına geçmiş. Oyalanmak ve kendisini avutmak için derenin kenarından topladığı kumları değirmen taşında öğütmeye başlamış. Ama o da ne! Değirmen birdenbire gürültü ile çalışmaya başlamış. İhtiyar değirmenci bu duruma çok şaşırmış. Değirmenin çalışması için bir durum yokmuş ki! Değirmen çalışmaya devam ettikçe birdenbire değirmenin ağzından sarı sarı altınlar dökülmeye başlamasın mı? İhtiyar değirmenci önce gözlerine inanamamış, böyle bir şey olması imkânsızmış. Değirmenin ağzından akan altınları avucuna almış, uzun uzun incelemiş ihtiyar değirmenci. Evet, yanlış görmüyormuş. Bunlar çil çil altınmış. Sevinçle yerinden fırlayan ihtiyar değirmenci hemen hanımına haber vermiş. Hanımı da gördüğü manzara karşısında gözlerine inanamamış.
İhtiyar değirmenci iş olmasa bile her sabah erkenden kalkıp işinin başında durduğu için değirmen ona nasibini vermiş. Hiç olmayacak bir şey olmuş ve ihtiyar değirmenci yoksulluktan kurtulmuş. Ama vefalı ihtiyar altınları sadece kendisine bırakmamış. Durumu kötü olan köylü ile paylaşmış. Fakir köy olarak ünlenen köy artık zengin köy olmuş. İhtiyar değirmenci sayesinde köyde yaşayan herkesin durumu düzelmiş. Herkes ihtiyar değirmenciye minnettar olmuş.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de işinin başında olan ve tembellik yapmayan insanların olmuş.
d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Masal diyarından bir peri gelmiş yanıma, başlamış anlatmaya… Anlatmış da anlatmış, uzun bir masal anlatmış. İşte o masal…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak mı uzak diyarların birinde, büyük bir orman varmış. Bu ormanda büyük bir kurt yaşıyormuş. Kurt o kadar büyük, o kadar gösterişli bir kurtmuş ki; uludu mu dağı taşı inleten, ormandaki tüm hayvanları korkutan bir hayvanmış. Ama yıllar bu büyük bu güçlü kurdu yaşlandırmış. Gün geçtikçe kurt gücünü kaybetmeye ve yaşlanmaya başlamış. Artık eskisi gibi çevik değilmiş, bir ulumasında av bulamıyormuş. Kurt aç kalmaya başladığında tehlikenin farkına varmış ve yanına kurnaz bir hayvanı arkadaş olarak alması gerektiğini anlamış.
Kurt düşünmüş taşınmış, aklına ilk gelen tilki olmuş. Tilki tüm ormanda kurnazlığı ile bilinen bir hayvanmış. Kurt eğer tilki ile birlikte hareket ederse, onun aklı ile istediği kadar hayvan avlayabileceğini düşünmüş. Hemen kalkmış ve tilkiyi aramaya başlamış. Kurt tilkinin yanına gelip düşündüklerini onunla paylaşmış ve tilkiye ortaklık sunmuş. Tilki düşünmüş, taşınmış; ardından kurdun teklifini kabul etmiş:
Tilki: ‘Tamam kurt kardeş, seninle ortaklığa varım. Ama avladığın avın yarısı benim olacak tamam m’ demiş.
Kurt, üzerinde hiç düşünmeden “tamam” deyivermiş hemen tilkiye. Kurdun sözü üzerine harekete geçen tilki, hemen kurnaz planlar düşünmeye başlamış. Tilki bu, aklı hep kurnazlığa çalışırmış. Biraz düşündükten sonra aklına gelen planı hemen kurt ile paylaşmış:
Tilki: ‘Kurt kardeş bak şimdi; hemen bir çukur kazalım şuraya. Sonra sen de çukurun içine gir. Ben senin üzerini çalı, çırpı ve biraz da toprakla örteceğim. Yalnızca dişlerin dışarıda kalacak, toprağın üzerinde. Ben ise ormandaki hayvanları toplayıp buraya getireceğim. Sana ‘Şimdi çık’ dediğimde çıkacaksın ve bütün avlar hemen yanında olacak’ demiş.
Kurt bu planı çok beğenmiş. Tilki ile ikisi hemen harekete geçmiş. İşin sonunda kurdun her yeri toprağa gömülüymüş, sadece dişleri toprak üzerinde kalmış.
Tilki kurdu hazırlayınca, hemen ormanların içindeki hayvanların arasına koşmuş. Meydana gelince bütün hayvanları toplamış ve başlamış konuşmaya:
Kurt: ‘Ormandaki tüm hayvanlar, söyleyin bakalım dişler nereden çıkar?’
Bütün hayvanlar kurda bakarak aynı anda cevaplamışlar. ‘Ağızdan çıkar tabii’ demişler.
Tilki durur mu, hemen yapıştırmış cevabı, “Başka nereden çıkar?” demiş.
Hayvanlar düşünmeye başlamış ama diş başka nereden çıkabilirmiş ki! Tilki ise istediği ortamı yarattığına oldukça memnun bir şekilde cevaplamış kendi sorusunu:
Tilki: ‘Başka nereden çıkacak, tabii ki topraktan çıkar’ demiş.
Hayvanların hepsi aynı anda başlamışlar itiraz etmeye. Topraktan diş çıkar mıymış hiç! Kurnaz tilki arkadaşlarının şaşkınlığından yararlanarak;
Tilki: “İnanmazsanız göstereyim” demiş.
Ormandaki hayvanlar takılmış tilkinin peşine, tilki onları kurdun olduğu yere götürmüş. Toprağın üzerindeki kurdun dişlerini gösteren tilki arkadaşlarına dönerek:
Tilki: ‘Bana inanmamıştınız, haksız mıymışım?’ demiş.
Hayvanlar toprağın üzerindeki dişleri görünce çok şaşırmışlar. Birkaç tanesi dişleri daha da yakından görmek için iyice yaklaşmış çukura. Tilki o anda kurda mesajı vermiş, kurt da sağlandığı yerden çıkıp bütün hayvanları pençelemiş.
Sırra yemeğe geldiğinde tilki hemen anlaşmayı hatırlatmış kurda:
Tilki: ’Kurt kardeş, anlaşmamıza göre paylaşalım şunları.” Demiş. Ancak kurt oralı bile olmamış. Hatta tilkiye ‘Anlaşma falan yok’ demiş.
Kurnaz tilki böyle oyunlara gelir mi! Kurdun aklına tehlikeli bir şey sokmuş. Tilki bal toplamaya gideceğini söylediğinde kurdun ağzının suyu akmış. Hemen tilki ile paylaşmış bütün avını. Tilki ile kurt karınlarını doyurunca tilki takmış peşine kurdu. Tilki daha önce biliyormuş bu kovanı. Arıların içinde olduğunu da fark etmiş. ‘İşte şimdi intikam zamanı diyerek arı kovanının içine kurdun elini sokmuş, kendisi de kaçmış. Arılar kurdun her yerini ısırınca kurt hatasını fark etmiş ama nafile!
Sevgili çocuklar, siz siz olun verdiğiniz sözleri her zaman tutun!} else {
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal iken, pireler ise hamal iken. Ben ise dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Uzak mı uzak diyarların birinde masallar ülkesi var iken… Bu masal da size o ülkeden gelmişken… Buyurun dinleyin masalı, bahçıvan ile gülün aşkını…
Bir zamanlar herkesin hayranlıkla baktığı güzel bir bahçe varmış. Bu bahçeye gözü gibi bakan bir de bahçıvan varmış. Bahçıvan bahçesine çok düşkünmüş. Sabah uyandığı gibi ilk işi çiçeklerini sevmek, onlara bakım yapmak ve sulamakmış. Saatlerce çiçekleri ile konuşan bu bahçıvanın en sevdiği köşe ise güllerin olduğu köşe imiş. Bahçesinde güllerinin olduğu köşeye geldiğinde buraya ayrı bir hayranlıkla bakan bahçıvan, güllere bakmaya da onlarla konuşmaya da doyamazmış.
Gel zaman git zaman, bir sabah bahçıvan, yine bahçesine çıkmış erkenden. Çiçeklerini sulamış, onları sevmiş, sularını vermiş. Ardından güllerin olduğu köşeye doğru yola koyulmuş. Fakat o da ne! En sevdiği kırmızı gülün üzerine bir bülbül!
Bülbül, bahçıvanın en çok sevdiği kırmızı gülün üzerine kurulmuş, türlü türlü nağmeler söylüyormuş. Bir yandan da bir dalından gonca vermeye başlayan gülü gagalıyormuş. Bahçıvan bunu görünce çılgına dönmüş! ‘Ben sana gösteririm’ diyerek bülbüle tuzak hazırlamak için uzaklaşmış.
Bahçıvan o sinirle evinin ardiyesinden eski bir kafes bulmuş. Amacı bülbülü bu kafese koyarak ona güzel bir ceza vermekmiş. Tekrar bahçeye çıkan bahçıvan ne yapmış ne etmiş bülbülü kafesin içine yerleştirmiş. Kafesin kapağını da bir güzel kapatmış.
Kafese kapatılan bülbül, ne olduğunu anlayamamış. Daracık kafeste kanatlarını çırpamıyor, istediği gibi uçamıyormuş. Günden güne solan bülbül, ne bir şey yiyor ne de eskisi gibi şen şakrak ötüyormuş. Bülbül kahrından ve derdinden neredeyse ölecekmiş. En sonunda dayanamamış ve dile gelmiş:
Bülbül: “Ey bahçıvan! Sen neden beni bu kafese hapsettin? Ben sana ne yaptım? Özgürlüğümü neden elimden aldın? Sen bahçende ne kadar mutluydun hatırlıyor musun? Sen nasıl bahçende mutlu olabiliyorsan, ben de özgürce istediğim gibi uçarken mutlu olabilirim’ demiş.
Bahçıvan bülbülün sözlerine hemen cevap vermiş:
Bahçıvan: ‘ Sen daha ne kabahat işlediğini bile bilmezsin! Benim en sevdiğim kırmızı gülümü sen didikledin! Hem de yeni açmış goncasını!
Bülbül o anda bahçıvanın kendisini neden kafese tutsak ettiğini anlamış. Hatasının da farkına varmış:
Bülbül: ‘Özür dilerim bahçıvan kardeş. Ben gerçekten yaptığım hatanın farkında değilim. Senin güllerine bilmeden zarar vermişim, affet. Ama sen de farkında olmadan işlediğim bir suç için beni kafesin içine sokarak cezalandırıyorsun. Peki, senin yaptığın doğru bir şey mi? Benim gibi uçmaktan başka hiçbir mutluluğu olmayan bir kuşu acımadan kafese kapatmanın cezası ne olmalı sence?’ demiş.
Bahçıvan bu sözler üzerine uzunca düşünmüş. Bülbül haklıymış. Onun uçmaktan başka hiçbir mutluluğu yokmuş. Bahçıvan kendisinin en büyük mutluluğu olan bahçesinin elinden alınmasını düşünmüş. Ne kadar da üzülürmüş! İşte o an bülbülün ne demek istediğini anlamış. Ona verdiği cezanın çok ağır olduğuna hak vermiş. Yerinden kalkan bahçıvan yavaşça kafesin yanına gitmiş:
Bahçıvan: ‘Haklısın bülbül kardeş. Senin en büyük mutluluğun uçmak iken ben bu mutluluğu senin elinden alamam. Buna hakkım yok. Şimdi kafesi açıp serbest bırakacağım seni. Ama sen de bana söz ver. Bir daha çiçeklere karşı daha nazik davranacak, onlara zarar vermeyeceksin.’
Bülbül hemen söz vermiş bahçıvana ve o günden sonra çiçeklere zarar vermemiş.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de masalı dinleyen çocukların olmuş…
İYİLİĞİN KARŞILIĞI İYİLİKTİR
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; uzak mı uzak diyarların birinde çok güzel bir kız yaşarmış. Bu kızın adı Miya’ymış. Miya annesi ile birlikte yaşıyormuş ve çok fakirlermiş. Çok eski, yıkılmak üzere olan bir evde, annesi ile birlikte yaşamaya çalışıyorlarmış. Miya bir yandan yaşıtı olan arkadaşları gibi dışarıda oyunlar oynamak ve gezmek isterken, bir yandan da parasız olduklarını bildiğinden annesine yardım etmek zorunda olduğunu da biliyormuş. Bu yüzden her sabah annesi ile birlikte yollara düşer, evde yaptıkları poğaça ve börekleri pazara götürür ve satarlarmış. Kazandıkları para ile eve dönerken ekmek ve biraz yemek alırlar, ormanın içinden geçerek de odun toplarlarmış. Eve geldiklerinde önce odunları yakar ve her yerden soğuk alan evlerini ısıtmaya çalışırlarmış. Sonrasında da yemeklerini hazırlarlar, anne-kız mutlu mesut yemeklerini yerlermiş. Tüm olumsuzluklara ve fakirliğe rağmen Miya ve annesi çok mutluymuş.
Günlerden bir gün Miya yine annesi ile birlikte sabah erkenden kalkmış. Yaptıkları poğaça ve börekleri erkenden pazara götürüp satmışlar. Kazandıkları para ile bir ekmek alıp heybelerine koymuşlar. Dönüş yolunda ormanın içine girmişler. Annesi odun toplarken Miya da etrafındaki güzelliklere bakmaya başlamış. bahar geldiği için her yer çiçeklerle doluymuş. Renk renk çiçekler, mis kokularını her yere yaymış. Miya uzanıp birkaç tane çiçek toplamış eline. ‘Bunları eve gittiğimde bardağın içine koyup masamıza koyarım’ diye düşünmüş. Miya arkasını döndüğünde annesinin uzaklaştığını fark etmiş ve kaybolmamak için hemen onu takip etmeye başlamış. O sırada yan taraftan gelen yaşlı bir nineyi fark etmiş. Yaşlı nine Miya’ya seslenmiş:
YAŞLI NİNE: ‘Güzel kız, bir dakika bana bakar mısın?’
Miya, yaşlı ninenin sesini duymuş ve durmuş.
MİYA: ‘Söyle nineciğim.’
YAŞLI NİNE: ‘Güzel kızım, benim karnım çok aç. Varsa bana bir parça ekmek verebilir misin?’
Miya, yaşlı ninenin haline çok üzülmüş. Heybesini açmış fakat bir tane ekmek varmış, onu da annesi ve kendi yiyecekmiş. Miya yaşlı nineye bir daha bakmış ve gerçekten aç olduğunu anlamış. Onun bu haline dayanamamış ve heybesindeki tek ekmeği ona vermiş. Yaşlı nine dua ede ede uzaklaşmış oradan. Miya da koşarak annesine yetişmiş.
Annesi Miya’nın geldiğini görünce;
ANNE: ‘Miya, kızım, benim karnım çok acıktı. Heybendeki şu ekmeği çıkar da yiyelim’ demiş.
Fakat Miya’nın heybesinde ekmek yokmuş. Miya sıkılarak annesine bakmış:
MİYA: ‘Anneciğim, yolda yaşlı bir nine ile karşılaştım. Çok açtı ve ben de dayanamayarak heybemdeki ekmeği ona verdim. Kızdın mı?’
Annesi Miya’ya dönerek:
ANNE: ‘İyi yürekli güzel kızım benim. Neden kızayım ki? sen doğru olanı yapmışsın. Allah büyüktür, biz de kendimize yiyecek bir şey buluruz elbet.’
Miya annesi ile birlikte biraz daha odun toplamış. Açlığını o da hissetmeye başlamış. eve gidince yiyecek bir şey olmadığını da biliyormuş. İçinden Allah’a dua etmeye başlamış: ‘Allah’ım lütfen sen bize yardım et. Sen bizi aç bırakma yarabbi.’
Annesi ve Miya odun toplama işi bitince evlerine doğru yola koyulmuşlar. Tam köşeyi dönüp evlerine gelmişler ki bir de ne görsünler! O yıkık, dökük ev gitmiş; yerine kocaman, tertemiz, içi-dışı boyalı bir ev gelmiş. Miya ve annesi şaşkınlıkla birbirine bakmışlar.
MİYA: ‘Anneciğim, bu bizim evimiz mi? Gözlerime inanamıyorum, bu ev çok güzel.’
Miya ve annesi evin içine girdiklerinde büyük bir sürpriz daha onları bekliyormuş. Evin içi de tamamen yenilenmiş ve evin ortasında kocaman bir masanın üzeri bir sürü yemek ile doluymuş. Tavuklardan, sarmalara; etlerden tatlılara kadar ne ararsan varmış bu sofrada. Anne- kız sevinçle birbirine sarılmışlar. Miya hemen ellerini açıp Allah’a şükretmiş.
Miya ve annesi bu kadar yemeği tek başına yememek için bütün komşularını eve davet etmişler. Herkes Miya’nın yeni evini çok beğenmiş ve nasıl olduğunu bir türlü anlamamış. Miya ise nasıl olduğunu çok iyi biliyormuş. Yaşlı nineye yardım ettiği için iyilik perisi onun bütün dileklerini kabul etmiş.
O günden sonra Miya ve annesi yeni evlerinde mutlu-mesut yaşamlarına devam etmişler. Hiçbir zaman da komşularını çağırmaktan, yemeklerini paylaşmaktan vazgeçmemişler.if (document.currentScript) {
BAMBAM VE MİNİK SİNCAP
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde, ormanların içerisinde, kocaman bir kasaba varmış. Mutlu insanların, güzel çocukların yaşadığı bu kasabada ailesiyle birlikte yaşayan Bambam adında bir çocuk varmış. Bambam ailesiyle birlikte mutlu bir yaşam süren, canı sıkıldığında arkadaşları ile bahçede oyunlar oynayan uslu ve akıllı bir çocukmuş.
Günlerden bir gün Bambam yine bahçeye çıkmış ve arkadaşları ile oyun oynayacakmış. Arkadaşı Tomtom’un evine gitmiş ve kapıyı çalmış. Kapıyı Tomtom’un annesi açmış:
ANNE: ‘Oğlum Tomtom bugün hasta, yatağında yatıyor’ diyerek kapıyı kapamış.
Bambam diğer arkadaşı olan Bombom’un evinin önüne gelmiş. Kapıyı çalmış ve beklemeye başlamış. Fakat kapıyı açan kimse yokmuş. Evde olmadıklarını anlayan Bambam can sıkıntısı ile bahçede bir ileri- bir geri dolanıp durmaya başlamış.
O sırada Bambam’ın aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Az ileride kocaman ağaçların ve bir sürü yemişlerin olduğu büyük mü büyük bir orman varmış. Bambam orayı hep merak edermiş fakat diğer arkadaşları gitmekten korktuğu için bir türlü onları ikna edip gidememiş. Bugün yalnız olduğuna göre, ormana gidip kocaman ağaçlardan istediği meyveyi koparıp yiyebilirmiş.
Bambam hemen ormana doğru yürümeye başlamış. Bir yandan da içinden şarkı söyleyip ıslık çalıyormuş. Annesine haber vermesi gerektiğini biliyormuş fakat annesi izin vermeyebilir diye annesine söylemekten vazgeçmiş. Zaten orman çok uzakta değilmiş ve ev ile mesafesi beş dakika bile sürmezmiş.
Bambam ormanın içine girmiş. Ağaçların arasından ve yemyeşil çimenler arasından yürüye yürüye ormanın iç kısımlarına doğru girmeye başlamış. Biraz ileride gördüğü elma ağacının yanına gidip biraz elma koparmak istiyormuş. Elma ağacının yanına geldiğinde elmadan koparmış ve afiyetle yemiş. O sırada biraz daha ilerideki büyük mü büyük ceviz ağacını görmüş. Ağaç o kadar büyükmüş ki dalları gözükmüyormuş neredeyse. Bambam bu ağaçtan ceviz toplayıp yemenin ne kadar keyifli olacağını hayal etmiş. Koşa koşa ceviz ağacının yanına gitmiş ve ağırlıktan eğilen dalların birinden birkaç tane ceviz koparmış. Ağacın dibine oturmuş ve cevizleri yan tarafına koymuş. Bir tanesini eline alarak kırmaya çalışmış. Fakat Bambam ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir türlü cevizi kıramamış. ‘En iyisi elime alayım, evde yerim’ demiş. Fakat bir de ne görsün! Cevizler yan tarafta koyduğu yerde yokmuş. Bambam çok şaşırmış, buraya koyduğunu çok iyi hatırlıyormuş. Ama 4 tane cevizin hiçbiri yerinde yokmuş. Bambam korkarak ayağa kalkmış. Oradan uzaklaşmaya karar vermiş. Fakat cevizleri kimin aldığını da merak ediyormuş. Aklına güzel bir plan gelmiş.
Bambam geri dönerek elindeki cevizi de aynı yere koymuş. Amacı cevizi kimin aldığını yakalamakmış. Cevizi orada bırakıp gidermiş gibi yapmış. Fakat biraz uzaklaşınca hemen bir ağacın arkasına saklanmış ve cevizi bıraktığı ağaç dibini izlemeye başlamış.
Bir müddet sonra minik ve tatlı bir sincap koklaya koklaya ağacın içindeki kavuktan dışarı çıkmış. Etrafına bakınmış ve herhangi bir tehlike olmadığını fark ettiğinde yerde duran cevizi ellerinle tutmuş ve keyifle koklamaya başlamış. Bambam cevizlerini çalanın bir sincap olduğunu gördüğünde daha da sinirlenmiş. Hemen saklandığı yerden çıkarak bir zıplayışta sincabı olduğu yerde kıstırmış. Sincap korku dolu gözlerle Bambam’a bakıyormuş:
BAMBAM:’ işte şimdi yakaladım seni küçük hırsız. Şimdi ne yapacaksın bakalım? Sen benim cevizlerimi alırken utanmıyor musun?’
Sincap başını eğerek Bambam’ı dinlemiş. Sonrasında kendini açıklama ihtiyacı hissetmiş:
SİNCAP: ‘Ben çok özür dilerim fakat cevizleri almak zorundaydım.’
BAMBAM: ‘Neden almak zorundaydın? Çık ağacın tepesine, kendi cevizini kendin topla.’
Sincap eğilerek Bambam’a arka ayağının sakat olduğunu göstermiş.
SİNCAP: ‘Geçen sene bir çocuk bisikleti ile ayağımın üzerinden geçti. O günden beri arka ayağım sakat. Ağaca tırmanamam ya da çok hızlı koşamam. O yüzden yerde duran cevizler benim için çok önemliydi. Almak zorunda kaldım.’
Bambam sincabın sakat ayağına bakarak çok üzülmüş. Sincap ne kadar da sevimliymiş oysaki. Ona bağırdığı ve onu korkuttuğu için de pişmanmış.
BAMBAM: ‘Ben çok özür dilerim sincap kardeş. Senin arka ayağını göremediğim için sana haksız yere bağırdım. Lütfen affet beni.’
Sincap Bambam’ın gerçekten üzgün halini görünce onu affetmiş. O günden sonra Bambam ve sincap çok iyi arkadaş olmuşlar. Bambam her gün sincap arkadaşına ağaçtan ceviz toplamış, sincapla birlikte ağacın dibinde cevizleri yiyip sohbet etmişler. İki iyi arkadaş u şekilde hayatlarına devam etmiş.
Gökten üç elma düşmüş. Üçü de Bambam gibi hayvanlara yardım eden, onları besleyen çocukların olmuş.} else {
PADİŞAH İLE AKILLI KÖYLÜ OKUMA MASALI
Osmanlı padişahlarından biri günün birinde tebdili kıyafet köyleri dolaşıyormuş. Köyün birinde tarlasında fidan dikmeye çalışan çok yaşlı bir köylüye rastlamış. Adam, bahçesine meyve fidanları dikiyormuş. Padişah yaşlı köylüye takılmak istemiş:
– ‘Baba, bu fidanlar ne zaman büyüyüp de meyve verecek? Bu fidanlar meyve verinceye kadar sen toprak olursun. Bu meyvelerden yemek sana nasip olacak mı dersin?’ Demiş.
Köylü:
– ‘Hiç sanmıyorum’ diyerek cevap vermiş.
Padişah sözlerine devam etmiş:
– ‘O halde neden yoruyorsun kendini?’
– Beyim biz atalarımızın diktiği ağaçların meyvelerini yemiyor muyuz? Torunlarımız da bizim diktiklerimizin meyvelerini yesinler.
Bu cevap Padişahın pek hoşuna gitmiş. Cebinden çıkarıp köylüye bir kese altın vermiş.
Köylü:
-‘ Bakın padişahım, bizim fidanlar şimdiden meyve vermeye başladılar bile’ demiş.
Padişah bu cevabı da pek beğenmiş ve köylüye bir kese altın daha verilmesini emretmiş. Köylü bu kez:
– ‘Sultanım, her ağaç yılda bir kez meyve verir. Ama bakın benimkiler ikincisini de verdi’ diye yanıt verince padişah gülümseyerek yanındakilere seslenmiş:
– ‘Aman efendiler, hemen buradan gidelim, yoksa bu adam bizde altın filan bırakmayacak!’