Etiket: eğitici çocuk hikayeleri

MERAKLI OĞLAN
MERAKLI OĞLAN

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal pireler berber iken,ben dayımın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken,buralardan çok uzaklarda bir yerlerde bir kadının çok güzel ve çok marifetli bir oğlu varmış. Bu kadın oğlunu daha iyi eğitim alsın diye saraya vermiş. Bir gün sarayın padişahı hükümdarın canı sıkılmış. Saraydaki herkesi odasına toplamış ve sormuş.

‘’İçinizde Ali Cengiz oyunu bilen var mıdır ?’’

Bizim kadının oğlu durur mu? Hemen atlamış.

‘’Hünkârım! Eğer izin verirseniz ben giderim, hemen öğrenirim ve gelip sizinle Ali Cengiz oyununu oynarım’’ demiş. Hükümdar biraz düşünmüş ve izin vermeye karar vermiş. Bizim oğlan da eşyalarını toplamış ve yola koyulmuş. Saraydan çıkmış ve oyunu bilen birini bulmak için şehre doğru yürürken bir seyyah ile karşılamış. Seyyah çocuğunun bu küçük yaşta tek başına nereye gittiğini merak etmiş ve sormuş.

‘’Küçük delikanlı! Hayrola, yolculuk nereye böyle?’’ demiş.

Çocuk da cevap vermiş.’’ Hükümdarımın canı sıkılmış Ali Cengiz oyunu oynamak istedi fakat koskoca sarayda ben de dâhil hiç kimse Ali Cengiz oyununu bilmiyormuş. Ama ben merak ettim ve hünkârdan izin aldım öğrenmek için şehre gidiyorum.’’ Demiş. Bunun üzerine seyyah

‘’Hay Allah! Derdin bu mu evladım? Gel ben sana öğretirim. Çocukluğumdan beri o oyunu oynarım ben. Eğer sen de istersen gel oyunu sana ben öğreteyim.’’ Demiş. Çocuk da daha fazla yol gitmek istememiş ve seyyahın teklifini kabul etmiş ve seyyahla birlikte seyyahın evine doğru yola çıkmışlar. Yol boyunca muhabbet edip iyice anlaşmaya başlamışlar. Eve geldiklerinde seyyah çocuğu karşısına oturtmuş ve oyunu anlatmaya başlamış. Daha sonra oyuna ara verdiklerinde oğlan evi gezmek istemiş. Bir de bakmış ki bir odada bir kız iki gözü iki çeşme ağlıyor. ‘’Ne oldu sana güzel kız?’’ diye sormuş oğlan kıza. Kız da cevap vermiş. ‘’Seyyah beni okutmak için aldı, ne istediyse yaptım, nasıl dediyse okudum ama öğrenmedim diye beni buraya hapsetti. Sen sen ol onun dediklerini tekrarlama. Sen ona ne soruyorsa tam tersi cevap ver. Ama kitabını mutlaka düzen oku.’’ Demiş.

Daha sonra oğlan odaya geri döndüğünde seyyah buna bir kitap vermiş. Kitapta Ali Cengiz oyununu anlatıyormuş. Seyyah ne diyorsa delikanlı tam tersini tekrarlamış ama göz ucuyla da kitabı düz bir şekilde okumuş. Ve Ali Cengiz oyununu öğrenmiş. Ali Cengiz oyununda her kim ne zaman ne isterse onu olabiliyormuş. Çocuk iyice aklına kazımış. Seyyah ne derse yanlış cevaplar veriyormuş. Seyyah da kızmış ve bunu kızın yanında odaya kilitlemiş. Buradan ne yapsak nasıl çıksak diye düşünürken aklına bir fikir gelmiş. Bizim seyyahın tavukları varmış ve tavuklarını çok severmiş. Her gün onları otlatmak için bahçeye çıkartırmış. Hemen kıza da Ali Cengiz oyununu anlatmış. Kız da öğrenmiş. Seyyah bunları sabah ziyaret etmiş ve oradan tavuklarının yanına gitmiş. Seyyah tam tavukların yanına giderken bizim oğlanla kız hemen tavuk olup diğer tavukların arasına karışmışlar. Seyyah hiçbir şeyden şüphelenmemiş. Daha sonra ise seyyah tam bahçeden ayrıldığında kızla kuş olup uçmuşlar. Seyyah da bir bakmış ki tavuklardan iki tanesi kuş olmuş uçuyormuş. Hemen anlamış onların kaçtığını o da kuş olmuş ve arkalarından uçmaya başlamış. Oğlanla kız hemen saraya gitmişler ve başlarına gelenleri padişaha anlatmışlar. Bunların arkasından uçan seyyah tam saraya girecekken sarayın askerleri seyyahı yakalamışlar ve ömür boyu hapse atmışlar. Bizim delikanlı ve kız da evlenmiş. O günden sonra da padişahı hep eğlendirmişler. Hepsi mutlu mesut yaşamış.

ARKADAŞLIK HİKÂYESİ
ARKADAŞLIK HİKÂYESİ

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ben diyeyim yıllar sen de asırlar önce… Develer tellal iken, pireler ise berber iken… Pireden berber olur mu demeyin, olur mu olur, gelin bakın siz güzel bir arkadaşlık masalının nasıl olduğunu dinleyin…
Çok ama çok uzun zaman önce, uzak mı uzak diyarların birinde herkesin mutlu olarak yaşadığı küçük bir kasaba varmış. Bu kasabaya haftanın üç günü lezzetli mi lezzetli dondurmaları olan Dondurmacı Yaşar Amca gelirmiş. Kasabada dondurma satan başka hiçbir yer olmadığı için kasabadaki tüm çocuklar dondurmacı Yaşar Amca’nın gelmesini sabırsızlıkla beklermiş.
Yaşar amca dondurmalarını büyük bir motorun arka tarafına yerleştirdiği özel bir soğutuculu dolap ile getirirmiş. Bu dolapta her çeşit dondurma varmış. Aklınıza gelebilecek her türlü meyve ve her renk dondurma… Çocuklar Yaşar Amca’nın dondurmalarının her çeşidini çok ama çok seviyorlarmış.
Siz bir de Yaşar Amca’nın dondurma sattığı motorunu görseniz! Yaşar Amca özenle süslediği bu motoruna rengârenk balonlar bağlamış, süsler yaptırmış. Dondurmacının motosikleti tam bir festival havasındaymış. Kendisinden önce motosikletinden çalan güzel müzikler duyulur, dondurmacının gelmesini bekleyen çocuklar büyük bir sevinç ile kasabanın meydanında toplanırmış.
Günlerden bir gün dondurmacı Yaşar Amca yine kasabanın girişindeki yolda motosikleti ile gözükmüş. Motosikletten gelen müziği duyan çocuklar büyük bir sevinç ile kasabanın meydanında toplanmış. Yaşar Amca kasabanın meydanına vardığında çocukların büyük bir heyecan ve neşe ile kendisini beklediğini görmüş:
Dondurmacı Yaşar Amca: ‘Hey çocuklar dondurmacı amcanız geldi! Haydi, bakalım herkes sıraya girsin ve hangi dondurmadan yiyeceğini belirlesin.’
Çocuklar büyük bir neşe ile sıraya girmişler. Bütün hafta boyunca topladıkları harçlarından bir miktar ellerine alıp sıranın kendilerine gelmesini beklemeye başlamışlar. Ancak o sırada dondurmayı çok seven çocuklardan birisi olan Ali’nin sıraya girmediğini fark etmişler. Arkadaşları bir köşede duvara yaslanmış duran Ali’ye seslenerek:
Arkadaşlar: ‘Ali, neden sıraya girmiyorsun? Bak dondurma bitecek, gel hadi!’ demişler.
Ali sessizce bir kenarda durmaya devam ediyormuş. Arkadaşları Ali’nin bir şeye üzgün olduğunu anlamışlar. Sıradan çıkıp Ali’nin yanına gitmişler. Ali’nin arkadaşlarından birisi olan Ömer sormuş:
Ömer: ‘Canım arkadaşım neyin var senin? Neden burada tek başına duruyorsun? Hadi gel dondurma alalım’ demiş.
Ali Ömer’e bakarak:
Ali: ‘Benim param yok arkadaşım. O yüzden bugün dondurma alamayacağım’ demiş.
Ömer ve diğer çocuklar Ali’nin neden sıraya girmediğini şimdi çok iyi anlamış. Ali’nin durumuna üzülen çocuklar hemen kendi aralarında toplanarak harçlarından bir kısmını da Ali için toplamışlar. Ömer arkadaşlarının verdiği paralar ile Ali’nin yanına gelmiş tekrardan:
Ömer: ‘Canım arkadaşım, sen de bizimle dondurma alabilirsin. Bugünlük dondurmanı biz ısmarlayalım. Gel hadi’ demiş.
Ali, arkadaşlarının yaptığı bu davranış karşısında çok mutlu olmuş. Arkadaşlarının hepsine tek tek teşekkür etmiş. Ali ve arkadaşları büyük bir sevinç ile dondurmacı Yaşar Amca’nın motosikletinin yanına gelmişler.
Dondurmacı Yaşar Amca en başından beri çocukların kendi aralarında geçen bu diyalogu kenardan da olsa gözlemlemiş. Arkadaşlarının Ali’ye yaptıkları bu davranışı çok beğenen dondurmacı amca yanına gelen çocuklara gülümseyerek:
Dondurmacı Amca: ‘Siz az önce arkadaşınızın bir kenarda kalmasına müsaade etmeyerek ve sıradan çıkıp onun yanına giderek çok güzel bir şey yaptınız çocuklar. Arkadaşlık nasıl olur herkese gösterdiniz. Bu seferlik hepinize dondurmalar benden olsun, afiyet olsun’ demiş.
Gökten üç elma düşmüş; üçü de arkadaşlarının zor zamanında yanında olanların olmuş.

UÇMAK İSTEYEN ÖMER
UÇMAK İSTEYEN ÖMER

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Dereden geldim, tepeden geldim, koştum koştum ama bir arpa boyu yol gittim. Oturdum bir ağaç altına, daldı gözlerim uykuya. Uykumda bir peri, hem de güzeller güzeli. Oturdu yanıma, başladı anlatmaya… Ne mi anlattı? O da masalımızda…

Bir varmış bir yokmuş… Eski zamanların birinde, küçük bir köyde yaşayan zeki mi zeki, çalışkan mı çalışkan bir çocuk varmış. Bu çocuğun adı da Ömer’miş. Ömer hem çok çalışkan hem de çok meraklıymış. Aklına takılan her şeyi öğretmenlerine sorar, araştırır durur ama sonunda muhakkak bulurmuş.

Ömer’in küçük yaşından itibaren kuşlara karşı özel gör ilgisi varmış. Ne zaman boş kalsa kendisini bahçeye atar, kuşların nasıl uçtuğunu izler dururmuş. Hatta çoğu zaman gözlem yapmak için köyün bile dışına çıkar, kendisine bir tepe bulup onun üzerine çıkarak kuşları daha yakından izlermiş. Ömer’in annesi ve babası çocuklarının kuşlara karşı neden bu kadar ilgili olduğu merak eder dururmuş. Ömer ise her seferinde kuşların nasıl uçabildiğini bir gün keşfedeceğini söyleyerek anne ve babasını şaşırtmış.

Ömer’in kuşlarla bu kadar yakından ilgilenmesinin tek bir nedeni varmış aslında… Ömer de tıpkı kuşlar gibi gökyüzünde süzüle süzüle uçmak istiyormuş. Dünyanın dört bir yanını dolaşmak ve dünyayı yukarıdan izlemek en büyük hayaliymiş. Bu hayalinden kimselere bahsetmeyen Ömer, kuşları izlerken bir gün kendisinin de uçacağı günleri hayal edip duruyormuş. Günler geçmiş, Ömer büyümüş ama hayalleri hiç değişmemiş.

Günlerden bir gün Ömer’in öğretmeninin erkek kardeşi olan Selim Bey Ömer’lerin okuluna gelmiş. Herkes Selim Bey’in pilot olduğu konuşurken normalde arkadaşlarının sohbetlerine pek dahil olmayan Ömer hemen yerinden sıçrayarak:

Ömer: ‘Selim Bey pilot muymuş?’

Arkadaşları: ‘Evet, hem de uzun zamandır pilotluk yapıyormuş’ demiş.

Ömer heyecanla sınıftan çıkmış ve hemen Selim Bey’i bulmak için öğretmenler odasına gitmiş. Selim Bey, ablası ve diğer öğretmenler ile birlikte oturuyor, sohbet ediyormuş. Öğretmeni Ömer’in geldiğini görünce ona dönmüş:

Öğretmen: ‘Ömer, gel bakalım, bir şey mi diyeceksin?’

Ömer: ‘Sohbetinizi böldüğüm için özür dilerim ama ben Selim Bey ile konuşmak istiyorum’ demiş.

Selim Bey kendisine meraklı gözlerle bakan çocuğa dönerek:

Selim Bey: ‘Sevgili Ömer, ne konuşacaksın bakalım benimle?’

Ömer heyecanla girmiş söze:

Ömer: ‘Şey, ben sizin pilot olduğunuzu duydum. Ben de küçüklüğümden beri uçmak isteyen, kuşlara bakıp uçma hayalleri kuran biriyim. Sizinle tanışmak istiyorum’ demiş.

Selim Bey Ömer’e yanındaki koltuğa oturması için kafasıyla işaret vermiş. Ömer ve Selim Bey neredeyse üç saate yakın sohbet etmişler. Ömer aklındaki tüm soruları sormuş, Selim Bey de cevaplamış.

Ömer artık hayali için ne yapması gerektiğini çok iyi biliyormuş. Bütün okul hayatı boyunca düzenli, sorumluluk sahibi ve çalışkan bir çocuk olmaya devam etmiş. Yıllar geçmiş, Ömer büyümüş ve üniversite sınavına girmiş. Sınav sonuçları açıklandığında, Ömer hayali için gerekli olan ilk adımı atmanın sevinci içerisindeymiş. İstediği üniversite ve istediği bölümü kazanmış.

Ömer çok çalışmaya devam ederek başarılı bir pilot adayı olarak mezun olmuş.. İlk uçağı uçurduğunda yaşadığı mutluluk ise tarifsizmiş.

Yıllardan sonra Ömer ülkenin en başarılı pilotlarından birisi olarak gösterilmiş. Tıpkı eğitim hayatında olduğu gibi iş hayatında da çok çalışkan ve azimli biriymiş. Bu özellikleri ile Ömer artık ülkenin en iyi pilotları arasında yer almış.

Ömer her uçuşunda uçağı ile birlikte gökyüzünde süzülürken kuşlara bakıp gülümsüyormuş. Kuşlar sayesinde keşfettiği uçma hevesi şimdi hayatında en mutlu olduğu işi yapmasına sebep olmuş. Ömer, havada iken özgürlüğünün tadını çıkarıyor; uçuşunun olmadığı günlerde de küçük kasabalara giderek okulları ziyaret ediyormuş. Burada pilot olmak isteyen çocuklara yardımcı oluyormuş. Tıpkı zamanında Selim Bey’in ona yaptığı gibi…

E çocuklar ne demişler; çalışan her zaman kazanır. İşleyen demir hep ışıldar.

 

EN BÜYÜK ZENGİNLİK İYİLİKTİR
EN BÜYÜK ZENGİNLİK İYİLİKTİR

Siz hiç katı yürekli zenginin hikâyesini dinlediniz mi? Haydi bakalım masal saatine, masallar diyarından sizin için seçilen masalı dinlemeye…

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; çok ama çok uzak yerlerin birinde büyük bir köy varmış.  İlkbaharın, tüm güzelliğini sergilediği ve ağaçların açan çiçekleri ile rengârenk süslediği bu köyde herkes güler yüzlü, merhametli ve iyi kalpliymiş. Zaten bu kadar güzel bir köyde kötü kalpli insanlar yaşayamazmış ki! Bu köyde yaşayanlar bir karıncayı bile incitmekten korkarlarmış.

Fakat bu köyde bir tane de kötü bir adam yaşarmış. Bu kötü adamın kese kese altınları, elmasları, gümüşleri, sandık sandık incileri de varmış. Yani bu kötü adam aynı zamanda köyün en zengin adamıymış. Altınları, gümüşleri olsa ne olacak, bu adamın bir kez olsun güldüğünü gören henüz olmamış. Çaresizlikten kapısını kim çalsa onu en ağır sözlerle kovarmış elinden. Ne o kimseden ne de köylüler ondan hiç ama hiç hoşlanmazmış.

Günlerden bir gün elbiseleri yıpranmış, açlıktan beti benzi solmuş bir adam bu kötü zengin adamın evinin önüne gelmiş. Tüm cesaretini toplayarak kapısını da çalmış. Kapıyı açan hizmetçi, karşısında dilenci kılıklı bu adamı görünce hemen paniklemiş:

Hizmetçi: ‘Hey, sen bu evin sahibini tanır mısın? Bu evin sahibi çok kötü ve katı yürekli bir adamdır. Ondan yardım geleceğini düşünme sakın, sana hiçbir şey vermez. Üstelik üzerine bir sürü de laf söyler. Bence ondan ağır bir söz işitmeden gitsen iyi olur’ demiş.

Hizmetçi zavallı yoksul adam ile konuşurken evin sahibi gelmesin mi! Kapısında duran yardıma muhtaç adamı görünce gür sesiyle evi inletmiş adeta:

Katı yürekli zengin adam: ‘Kimsin sen be cüretsiz! Senin beni rahatsız etmeye ne hakkın var?’

Yardıma muhtaç adam çekinerek uzatmış elini;

Fakir adam: ‘ Efendim, mazur görünüz ancak ben çok açım. Bir parça ekmek verin sizden başka hiçbir şey istemem. Siz de bir ekmek ile iyilikte bulunmak istemez misiniz’ demiş.

Katı yürekli zengin adam öfkeden ne yapacağını şaşırmış:

Katı yürekli zengin adam: ‘Sen benim kim olduğumu ve bu evden bir dilenciye, bir lokma ekmek çıkmadığını bilmiyorsun herhalde! Var git yoluna. Ekmeğini başka kapılarda ara’ demiş.

Bu sözleri işiten fakir adam çok ama çok üzülmüş. Usulca çekmiş elini, hiçbir şey demeden dönmüş arkasını gitmiş. Fakir adam bir yandan yürürken bir yandan da o kadar zenginlik içerisinde hiç mutlu olmayan ‘sözde zengin’ adamı düşünerek onun haline acımış. İçinden şu cümlelerigeçirmiş:
‘Ben fakirim, herkes benim bu halime acıyor. Ancak asıl acınması gereken bu adam. Ne kadar zengin olursa olsun, mutluluğun formülünü bulamaz.’

Günler geceleri, haftalar yılları kovalamış. Belki on yıl, belki on-beş geçmiş. Bu güzel köy olduğu gibi kalmış, ölen ölmüş, kalan kalmış. Kimi zor günler yaşamış, kimi ise hiç ummadığı anda mutlu haberler almış. Peki, katı yürekli o zengin adama ne mi olmuş?  Zengin adamın başına bir felaket gelmiş. Övündüğü, kimse ile paylaşmadığı o serveti sanki toz olmuş uçmuş. Paraları, altınları, gümüşleri en sonunda da evi gitmiş elinden. O da artık sokaklarda yaşayan fakir bir adam olmuş çıkmış.

Bir gün açlıktan beti benzi solmuş bir şekilde köyün sokaklarında dolaşırken, büyük ve ihtişamlı bir evin önünde durmuş. Bu evden belki kendisine yardım eden çıkabilirmiş. Hiç düşünmeden hemen evin kapısını çalmış. O anda bir zamanlar kendisinin de ne kadar zengin olduğunu hatırlayan bu adam, yaptığı her şeyden kapısından çevirdiği her fakir adamdan utanmış.

Kapıyı açan hizmetçi karşısındaki dilenciyi görünce konuşmasına fırsat bile vermeden evin sahibine seslenmiş. Dilenci tam bir şey söyleyecekken karşısına evin sahibi gelince korkmuş ve susmuş. Evin sahibi gülümseyerek bakmış bu fakir adama:

Evin sahibi: ‘Hoş geldiniz, aç mısınız açıkta mısınız? Geçin içeri lütfen karnınızı doyuralım’ demiş.

Bir zamanların katı yürekli zengin adamı şimdinin fakir adamı evin sahibinin bu tavrına çok şaşırmış. Zengin bir adam nasıl bu kadar iyi yürekli olabilirmiş? Bir zamanlar burnundan kıl aldırmayan o zengin adam karşısındaki zengin adamın bu iyi yürekli hali karşısında çok sevinmiş ama eski yaptıkları için de bir o kadar üzülmüş ve utanmış.

Güzel çocuklar şunu sakın unutmayın: bu dünyada en büyük zenginlik iyiliktir.

 

 

KELOĞLAN VE SİHİRLİ ŞAPKASI
KELOĞLAN VE SİHİRLİ ŞAPKASI

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken; uzak mı uzak diyarların birinde büyük mü büyük, güzel mi güzel bir köy varmış. Bu köy içinde bir de Keloğlan diye bir oğlan varmış. Keloğlanın kafasında hiç saç olmadığı için herkes ona ‘Keloğlan’ demiş ve adı gel zaman git zaman ‘Keloğlan’ olarak kalmış. Keloğlan köyün içerisinde annesi ile birlikte yaşar, kimseye bulaşmadan günlerini geçirirmiş.

Keloğlan bu, adından da belli, kafasında hiç saç yok ki! Bu yüzden üşürmüş keloğlanın kel kafası. Günlerden bir gün annesi daha fazla dayanamamış oğlanın bu haline. ‘Gel’ demiş oğluna ‘pazara gidip sana güzel bir şapka alalım.’ Keloğlan sevinmiş, çünkü havalar soğumaya, kafası da üşümeye başlamış.

Keloğlan ve annesi ağır adımlar ile pazara giderken yolda karşılarına aksakallı bir dede çıkmış. Aksakallı dede anne ile keloğlanı görünce yaklaşmış yanlarına:

Ak Sakallı: ‘Keloğlan, keleş oğlan. Ne arıyorsun söyle bakalım aksakallı dedene’ demiş.

Keloğlan zaten tembel biri imiş, buradan pazara kadar yürümek çok zor gelmiş. Hemen aksakallıya cevap vermiş:

Keloğlan: ‘ Merhaba aksakallı dede, ben bir şapka almak için pazara gidiyorum’ demiş.

Aksakallı dede kaftanının altından güzel bir şapka çıkarmış. Keloğlana uzatarak:

Ak Sakallı: ‘Al bu şapkayı kullan. Ancak bilesin ki benim şapkalarım sihirlidir. Eğer bir gün gelir de çok darda kalırsan, “şapkam davran, kurtar beni bu durumdan” de. Şapkan seni o durumun içinden kurtaracak. Eğer paraya sıkışırsan hemen ‘şapkam davran, ver bana altınlarından” de, sana altın verecek. Eğer olur da şapkanı çaldırırsan da hemen ” şapkam davran, bana gel şapkam” de, şapka hemen senin başına gelecek’ demiş.

Keloğlan aksakallı dedenin anlattıklarını can kulağı ile dinlemiş. Aksakallı dede şapkayı ona verdiğinde ise çok mutlu olmuş. ‘Artık benim sihirli bir şapkam var’ diyerek anası ile birlikte mutlu-mesut dönmüş köyüne.

Eve geldiklerinde Keloğlanın anası hemen girmiş söze:

Anne: ‘Ah benim kel oğlum, keleş oğlum. Nereden bilelim o ihtiyarın bize yalan atmadığını? Sen şimdi bir dene bakalım şapka altın verecek mi?’

Keloğlan annesinin dediğini yapmış. ‘Şapkam davran, ver bana altınlarından’ demiş. Bir de ne görsün! Şapkanın içinden altınlar dökülmesin mi odanın içine!  Keloğlan ve annesi altınları görünce sevinç içinde hemen pazara gitmiş ve tüm ihtiyaçlarını almışlar. Herşeyi yüklemek için bir de eşek almışlar. Doldurmuşlar tüm yükleri eşeğe, düşmüşler anası ile Keloğlan yola…

Daha yolun yarısına gelmeden eşkıyalar çevirmesin mi yollarını! Tepesine kadar yük dolu eşeği görünce hiçbir şey sormadan eşeği alan eşkıyalar, iyi bir ganimet bulduk diye sevinmişler. Ancak Keloğlan durur mu? ‘Şapkam davran, kurtar beni bu durumdan’ demiş. Demesi ile birlikte şapkanın içinden bir sürü köpek çıkmasın mı? Köpekler hırsızları kovalamış ve Keloğlan bu durumdan kurtulmuş.

Keloğlan anası ile birlikte sonunda eve varmış. Birlikte satın aldıkları tüm eşyaları indirmişler. Ardından yemek yapıp yemişler, içmişler. Gece olunca da kafasındaki şapkayı çıkarıp uykuya dalmış Keloğlan.

Gece Keloğlan ve anası uyurken eve üç tane hırsız girmesin mi? Evden üç-beş bir şey çaldıktan sonra çıkarken hırsızlardan birisi Keloğlan’ın sihirli şapkasını görmesin mi? Şapkayı da almış eline, takmış kafasına. O sırada kolu çarpmış vazoya, vazonun sesine uyanmış bizim Keloğlan. Bir de ne görsün, üç tane iri-yarı hırsız evin içinde, üstelik birinin kafasında sihirli şapkası var! Keloğlan’ın aklına hemen sihirli sözcükler gelmiş. ‘Şapkam davran, bana gel şapkam” demiş. Şapka hırsızın kafasından çıkarak uça uça gelmiş kendi kafasına koymuş. Hırsızlar uçan şapkayı gördüklerinde çok korkmuşlar. Korkularından ne aldılar ise bırakıp kaçmışlar.

Keloğlan ve anası hırsızların gitmesi ile derin bir nefes almış. Şapkanın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anlayan Keloğlan, bundan sonra şapkasına gözü gibi bakmış.

Aksakallı dedenin verdiği sihirli şapka sayesinde Keloğlan anası ile birlikte huzur içinde uzun yıllar yaşamış. Kimin başı sıkışsa, derdi olsa ona da yardım etmiş. Herkes Keloğlan’dan ‘kahraman’ diye bahsetmiş.

Gökten üç elma düşmüş, üçü de yardımsever çocukların olmuş.

 

 

YARAMAZ FİL YAVRUSU POPİ’NİN BAŞINA GELENLER
YARAMAZ FİL YAVRUSU POPİ’NİN BAŞINA GELENLER

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde büyük bir fil ailesi yaşıyormuş. Bu fil ailesinin en küçük yavruları olan yavru fil, ailenin en inatçı ve en yaramaz üyesiymiş. Küçük yavru filin adı Popiymiş. Popi, inatçılığı ve yaramazlıkları ile fil ailesine artık yaka silktiriyormuş.

Gel zaman git zaman günlerden bir gün, fil ailesi gezmeye çıkacakmış. Baba fil Popi’ye dönerek;

Baba Fil: “ Popi, sen de bizimle gel” demiş.

Popi illa yaramazlık yapacak ya hemen babasının lafının tersini söylemiş:

Popi: ‘“Hayır baba ben sizinle gelmek istemiyorum” demiş.

Anne fil, Popi’nin yanına gelmiş:

Anne Fil: ‘Neden böyle yapıyorsun Popi, hadi gel birlikte gidelim’ demiş.

Popi inatçılığına devam etmiş:

Popi: “Hayır anne ben gelmiyorum’’ demiş.

Popi’ye kim ne dediyse onu ikna edememiş. En sonunda aile pes etmiş ve Popi’yi tek başına bırakıp gezmeye gitmiş.

Popi evde tek başına kalınca bir süre eğlenmiş, oynamış, zıplamış. Ama vakit geçtikçe tek başına olmaktan canı sıkılmış Popi’nin. Oyun oynamak istese arkadaş yokmuş, konuşmak istese konuşacak biri yokmuş. Popi en sonunda tek başına kalmasının bütün kızgınlığını fil olmasına yüklemiş. İçinden kızmış kendi kendisine: “Ben bundan sonra fil olmak istemiyorum.  Bıktım fil olmaktan. Küçük fil olmaktansa hiç fil olmam daha iyi.’

Popi fil olmaktan vazgeçmiş o anda kendi kendine. Ama ne olacakmış? Düşünmeye başlamış acaba ne olsam diye… Daha sonra dışarı çıkıp hayvanlara bakmaya başlamış bir süre. Ağaçların birinden bir diğerine zıplayan maymunlar dikkatini çekmiş Popi’nin. O anda ne olacağını bulduğunu düşünmüş. Hemen bağırmış tüm ormana:
Popi: ‘Ben artık maymunummmm’

Popi’nin bağırışlarını duyan yaramaz maymunlar ağacın tepesinden inip Popi’nin yanına gelmiş. Kimi Popi’nin üzerine çıkarken kimi de oldukça büyük gözüken kulakları ile oynamaya başlamış. Birkaç yaramaz maymun da küçük fil Popi’nin hortumunu çekiştirmeye başlamış. Popi bu yaramaz maymunların elinden zor kurtulmuş ve o anda maymun olmaktan vazgeçmiş.

Popi yolda yürürken rengârenk bir papağan dikkatini çekmiş.  Papağanın renklerine ve bir ağaçtan bir diğer ağaca uçmasına hayran kalan küçük fil, hemen papağanın yanına gitmiş:

Popi: “ Hey! Papağan kardeş, ben de papağan olmak istiyorum. Ben de senin gibi uçmak istiyorum. Bana da uçmayı öğretir misin?” demiş.

Papağan: “Elbette öğretirim, uçmayı öğrenmekte ne var ki ” demiş.

 

Papağan önde küçük fil Popi arkada dik bir yamaca yürümüşler. Papağan bu dik yamaçta uçmayı öğretebileceğini düşünmüş. Hemen Popi’ye dönmüş:

Papağan: ‘Hadi Popi, birlikte uçalım’ demiş.

Papağan kendisini atmış dik yamaçtan ve kanatlarını açarak gökyüzünde salına salına uçmaya başlamış. Ancak küçük fil Popi de onu izleyerek aynısını yapmaya çalışınca olanlar olmuş! Popi yamaçtan yuvarlanmasın mı? Yamaçtan aşağıya yuvarlanmaya başlayan Popi, yuvarlana yuvarlana yamacın en sonuna kadar gitmiş. Yamacın sonuna geldiğinde ancak durabilen Popi’nin yuvarlanmaktan başı dönmüş. Popi, yaptığı bu hareketten sonra çok korkmuş. Zaten yuvarlanmaktan her yeri de acımış.

Küçük fil Popi, o anda ne kadar yanlış bir şey yaptığının farkına varmış. O bir fil yavrusu imiş ve fil yavrusu olarak kalması gerekiyormuş. Popi, ailesini de ne kadar üzdüğünü o anda anlamış. Hemen ailesinin yanına giderek yaptıkları için ailesinden özür dilemiş. Fil ailesi Popi’nin hatasının farkına varmasına çok ama çok sevinmiş. Hep birlikte mutlu bir hayat sürmüşler.

Gökten üç elma düşmüş, üçü de uslu çocukların olmuş.

 

OBUR KAPLUMBAĞA MASALI
OBUR KAPLUMBAĞA MASALI

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde bulunan sevgi ülkesinin içerisinde büyük bir bahçe varmış. Bu bahçe öyle güzel bir bahçeymiş ki her gören ona hayran kalırmış. Meyveler- sebzeler büyüdüğünde rengârenk gözükür, çiçek açan ağaçlar bahçeyi adeta bir tablo haline çevirirmiş.

Bu güzel bahçenin içerisinde bir sürü hayvan yaşar, her biri diğerleri ile iyi geçinerek mutlu ve huzurlu bir hayat sürermiş. Bu hayvanların arasında senelerden beri arkadaş olan iki kaplumbağa yaşarmış. Bu kaplumbağalardan birisinin adı Teyşa iken diğerinin adı da Pişni imiş. Teyşa ile Pişni o kadar iyi anlaşırlarmış ki, bu güzel bahçede tüm dostlar kendilerine bu ili arkadaşı örnek alırmış.

Teyşa çok hareketli bir kaplumbağa imiş. Oldukça yardımsever ve çalışkan olan Teyşa, bahçede kimin yardıma ihtiyacı varsa hemen yanına koşarmış. Pişni ise tembel mi tembel, dünya yansa umuru olmayan,  başkalarına yardım etmekten de pek hoşlanmayan bir kaplumbağaymış. Pişni sadece yemek yemeyi çok sever, bahçede gördüğü her şeyi yermiş. Bu yüzden Pişni çok tombul bir kaplumbağa imiş, artık neredeyse zor hareket ediyormuş.

Teyşa her gün yürüyüşünü yapan ve sağlığına dikkat eden bir kaplumbağa iken, arkadaşı Pişni ise onun tam tersi imiş. Teyşa sabah yürüyüş yaparken yolda gördüğü hayvanlarla tanışır ve onlarla sohbet edip arkadaş olurken, Pişni ise her gün yaptığı gibi bol bol yemek yiyerek Teyşa’nın yanına gelmesini beklermiş.

Teyşa, arkadaşı olan Pişni’ye sürekli olarak hareket etmesi gerektiğini ve çok yemek yediğini söylese de Pişni buna aldırmaz, kendi bildiğini yapmaya devam edermiş.

Günlerden bir gün Teyşa, ısrar kıyamet, yalvar yakar Pişni’yi bahçede yürüyüş yapmaya ikna etmiş. Çok mutlu olan Teyşa hemen Pişni ile birlikte yürürken ona tanıştığı yeni hayvanları göstermeye başlamış. Ancak bir­kaç adım giden Pişni “Yoruldum!” diye şikâyet etmeye başlamasın mı? Teyşa arkadaşını ilk günden yormak istemediği için uygun bir yerde durmuşlar. Yürüyüşün başından beri bir şey yemeyen Pişni’nin aklında sadece yemek yemek varmış. Yiyecek bir şeyler bulmak için etrafa bakmaya başlayan Pişni, daha önce hiç görmediği kırmızı meyvelerle örülü bir sarmaşık görmüş. Yemek için hemen ileri doğru atılmış. Arkadaşı Teyşa;

Teyşa: ‘Hayır, Pişni onları yememelisin. Ne olduğunu bilmiyorsun ki, ilk defa gördün. Onlar zararlı olabilirler’ demiş.

Pişni: ‘ Baksana kırmızı kırmızı meyveler. Ne kadar da güzel görünüyor, bence sen de gelip yemelisin’ demiş.

Teyşa yalvarsa da yakarsa da Pişni’yi yemekten vazgeçirememiş. Pişni ne olduğunu bilmediği kırmızı meyvelerden tıka basa yedikten sonra uyumaya gitmiş. Karnı da tok olduğundan hemen uykuya dalacakmış ama o da ne! Pişni dayanılmaz bir karın ağrısı ile kıvranmaya başlamasın mı? Pişni bir yandan kıvranıyor bir yandan da arkadaşına sesleniyormuş:

Pişni: ‘Teyşa, gel kurtar beni…!’

Teyşa, var gücüyle arkadaşının yanına koşmuş; ama elinden gelen hiçbir şey yokmuş. Pişni karın ağrısıyla kıvranırken Teyşa’nın aklına geçen gün tanıştığı ve arkadaş olduğu geyiği çağırmak gelmiş. Geyikle sohbet ederlerken sağlık konularında çok bilgili olduğunu hatırlayan Teyşa, hemen geyiğin yanında almış soluğu. Geyik durumu anladıktan sonra şifalı otlardan bir ilaç hazırlamış ve Pişni’ye bu ilacı içirmiş.

Pişni’nin karın ağrısı içtiği şey sayesinde geçmiş. O günden itibaren Pişni bir daha asla bilmediği yiyecekleri yememe kararı almış. Teyşa’nın ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlamış. O günden itibaren Teyşa’nın sözünden çıkmamış.

Gökten üç elma düşmüş…

 

KORKAK FARELERİN SONU
KORKAK FARELERİN SONU

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken; ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Buralardan çok çok uzaklarda, tüm çocukların mutlu olduğu bir masal köyü varmış… Masal köyünün içinde neler yokmuş ki… Konuşan hayvanlar mı istersin, neşe ile koşuşan çocuklar mı istersin… Hepsi bir arada ve mutlu bir şekilde yaşarmış. Masal köyünde masallar hiç bitmezmiş, ama bu masallardan sadece uslu çocuklar dinleyebilirmiş. İşte o masallardan biri masal köyünden uslu duran tüm çocuklara…

Bir varmış bir yokmuş. Köyün birinde yaşayan bir sürü fareler varmış. Hatta köyün adı bu fareler yüzünden ‘Fareköy’ olarak bilinirmiş. Köyde yaşayan bu farelerin kimseye bir zararı olmazmış. Onlar kendi aralarında toplanırlar, eğlenirler, oynarlar, zıplarlarmış. Köye de insanlara da zarar vermek, onlar için hiç uygun davranışlar değilmiş. Hatta aralarından böyle davrananlar olduğunda hemen grup dışında bırakırlarmış. Bu köyde yaşayan farelerin esas amacı insanlarla barış içinde yaşayıp gitmekmiş.

Günler haftaları, haftalar da ayları kovalamış. Fareler mutlu mesut yaşayıp giderken, hiç ummadıkları bir bela gelmiş başlarına. Köye çok eğitimli ve farelerden hiç hoşlanmayan kocaman bir kedi gelmiş. Kedinin adı da ‘Avcı’ imiş. Kediye neden bu ismin verildiğini merak eden fareler çok geçmeden sorularının yanıtını da bulmuş. Avcı kedi, geldiği köyde farelerin neredeyse hepsini yakaladığı için ona ‘Avcı’ ismi layık görülmüş.

Avcı ismindeki bu kedi, mutlu mesut yaşayan bütün fareleri adeta canından bezdirmiş. Eskiden kafalarına göre dışarı çıkan, oynayan-zıplayan farelere göz açtırmayan Avcı, gördüğü fareleri de öldürmekten çekinmiyormuş. Fareler artık iyice acıkmaya başlamış. Kimse cesaret edip de yuvalarından çıkıp evlerin mutfaklarından bir şeyler getiremiyormuş.

Fareler en sonunda isyan etmişler. En büyük ve en yaşlı olanları:

Yaşlı Fare: ‘Bu böyle olmaz. En yakın zamanda toplantı yapıp bir çözüm bulmamız lazım’ demiş.

Avcı kedinin arkadaşları ile gezmeye gittiği bir günü fırsat bilen fareler, en yaşlı olan farenin evinde toplantı yapmaya karar vermişler.  Köyde yaşayan bütün farelerin katıldığı bu toplantıda acil olarak bir çözüm bulunması gerekiyormuş.

Fareler toplanınca o kadar kalabalık olmuşlar ki; her kafadan bir ses çıkıyormuş. En sonunda yaşlı fare dayanamamış ve bastonu ile yere vurmuş:

Yaşlı Fare: ‘Arkadaşlar yeter! Hep bir ağızdan konuşmaya devam ederseniz hiçbir çözüm bulamayacağız. Bakın benim bir önerim var. Avcı kedinin boynuna bir çıngırak asalım. Çıngırak sayesinde Avcı kedinin bize yaklaştığını anlayabiliriz ve hemen deliklerimize saklanabiliriz’ demiş.

Farelerin hepsi bu öneriyi çok beğenmiş. Yaşlı fareyi alkışlamaya başlamışlar. Onun bu önerisi sayesinde farelerin hayatı kurtulabilirmiş. Yaşlı fare sözlerine devam etmiş:
Yaşlı Fare: “Ancak bir sorunumuz var. Avcı kedinin boynuna çıngırak asmamız lazım. Peki çıngırağı kedinin boynuna kim asacak?’

Toplantıya katılan farelerin hepsi birdenbire susmuş. Az önce yaşlı fareyi alkışlayanlar şimdi kendilerini geriye doğru itiyormuş. Yaşlı fare en genç olana dönmüş önce. Genç fare hemen bir bahane uydurarak ‘Ben yapamam’ demiş. Yaşlı fare başkasına dönmüş ama nafile ondan da aynı cevap.

Farelerin ger biri bir bahane uydurarak toplantıyı terk etmiş. Toplantı sonunda kimse Avcı kedinin boynuna çıngırağı asacak cesareti kendinde bulamamış. O günden sonra da tam bir baş belası olan Avcı kedi farelere göz açtırmamaya devam etmiş.

Sevgili çocuklar, siz siz olun önemli konularda üzerinize düşen görevleri yapmaktan kaçmayın.} else {

HAVUCUN FAYDALARI HİKÂYESİ
HAVUCUN FAYDALARI HİKÂYESİ

Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak kasabaların birinde Zeynep adından mutlu bir kız yaşarmış. Zeynep, her gün erkenden uyanır, kahvaltısını yapar, ardından da bahçede bütün gün oyunlar oynarmış. Ne annesini ne de babasını üzen Zeynep, hem çok akıllı hem de çok sevimli bir kızmış.

Günlerden bir gün Zeynep yine horozların sesi ile başladı güne. ‘Üüüüüü’ diye bağıran horozlar, tüm kasabaya uyanmasını söylüyordu. Zeynep, horozların nasıl erkenden uyanıp güçlü sesleri ile insanlarını uyandırdıklarını düşünmüş bir müddet. ‘Onların da görevi bu’ diye geçirmiş içinden ve yatağından kalkarak elini yüzünü yıkamış ve kahvaltıyı hazırlamak için annesine yardım etmek için mutfağa geçmiş:

Zeynep: ‘Anneciğim günaydın, bugün ne kadar güzel bir gün!’

Annesi gülümseyerek karşılamış küçük Zeynep’i:

Anne: ‘Günaydın canım kızım. Bugün çok güzel bir gün, haklısın. Zeynepçiğim, bahçeden bana domates-biber ve salatalık toplar mısın?’

Zeynep’in en sevdiği işlerden birisi bahçeye girip bahçeden bir şeyler toplamakmış. Annesi de çok sevdiğini bildiği için bu işi sürekli ona veriyormuş. Zeynep, sebzeleri dalından koparmanın ve onların güzel kokusunu koklamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu küçük yaşta öğrendiği için çok şanslıymış. Büyük şehirlerde yaşayan arkadaşlarından bazıları sebzelerin nasıl yetiştiğini bile bilmiyormuş.

Zeynep, terliklerini giymiş ve koşar adımlarla bahçeye doğru yol almış.  Hava mis gibiymiş ve her taraf yemyeşilmiş. Kuşlar, bu güzel havanın tadını çıkarmak için şarkılar söylerken, Zeynep de onlara eşlik ediyormuş:

‘Lay lay lay lomm’

Tam bu sırada Zeynep bir ses duymuş. Hemen susarak etrafı dinlemeye başlamış. Sesler bahçeden geliyormuş. Zeynep eğilerek ve küçük adımlarla bahçeye doğru yürürken konuşanların kim olduğunu da merak ediyormuş. Ancak bahçede kimse yokmuş. Zeynep, duruma şaşırarak daha da yaklaşmış bahçeye… O da ne! Konuşanlar meğerse bahçedeki havuçlarmış. Zeynep bu duruma çok şaşırmış ve sessiz olmaya özen göstererek havuçları dinlemeye başlamış:

Havuç: ‘Baharın ortasına geldik ama kışa daha çok var’ demiş.

 

Öteki havuç arkadaşına dönmüş hemen:

Havuç:  ‘İlla kış mı gelmesi lazım! Yaz da kış da biz olmalıyız yemek sofralarında’ demiş.

Arkadaşlarına katılan bir diğer havuç:

Havuç: ‘Bizim faydalarımız saymakla bitmez. Mesela bizi yiyen kişilerin gözleri daha sağlıklı olur, daha iyi görür çünkü biz de C vitamini var’ demiş

Diğer havuçlar da arkadaşlarını onaylamış. Bir başka havuç lafa girmiş:

Havuç:  ‘Bizi yiyen unutkan da olmaz arkadaşlar. Çünkü biz zihni de güçlendiriyoruz. Sadece yaşlıların değil, gençlerin de çocukların da havuç yemesi çok faydalıdır’ demiş.

Diğer havuç arkadaşını onaylamış:

Havuç: ‘Ben çocukların yerinde olsam her gün havuç yerdim. Böylece gözlerim sağlıklı olurdu ve unutkanlık olmazdı’ demiş.

Zeynep, duyduklarına öyle şaşırmış ki… Kendisi havucu hiç yemediği için bütün bu anlatılanlardan eksik kalmıştı. Eğer böyle yapmaya devam ederse ileride gözleri bozulabilir ve gözlük takmak zorunda kalabilirdi.

Zeynep hemen ayağa kalkmış. Elinde bulunan sepet ile hızlıca havuçların yanında gitmiş ve sepetine bir sürü havuç doldurup evine geri dönmüş. Eve döndüğünde herkes Zeynep’e hayretle bakıyormuş. Çünkü sepetinin içinde bolca havuç varmış. Annesi merakla sormuş:

Anne: ‘Zeynep kızım bu havuçları neden topladın?’

Zeynep: ‘Anneciğim, ben şimdiye kadar havuç yemeyerek ne kadar büyük bir hata yaptığımı anladım. Meğer havuç gözlere çok iyi geliyormuş ve zihnimizi güçlendiriyormuş. Ben bundan sonra bol bol havuç yiyeceğim ve gözlerim hep sağlam olacak’ demiş.

Gökten üç havuç düşmüş, üçü de havuçları çok seven çocukların olmuş…

ÇUFÇUF TREN İLE KARAKARGA KAKLAK
ÇUFÇUF TREN İLE KARAKARGA KAKLAK

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde pireler berber iken, develer ise tellal iken, sincaplar ormanlarda zıp zıp koşar iken… Uzak mı uzak diyarların birinde büyük bir orman varmış. Bu orman, içinde yaşayan hayvanları ve bir sürü farklı ağaçları ile herkesin hayran olduğu güzellikte bir ormanmış. Bu ormanın kenarında büyük bir tren yolu da varmış.

Ormanın kenarından geçen ren yolundan her gün büyük mü büyük, güzel m güzel bir tren kasabadan şehre gitmek üzere yol alıyormuş. Ormanda yaşayan hayvanların hepsi trenin geleceği zamanı iple çekermiş. Çünkü tüm hayvanlar üzerinden dumanlar çıkaran bu treni çok ama çok severmiş. Tren ormana geldiğinde kendisini seven bütün hayvanları selamlamak ve geldiğini haber vermek için düdüğünü öttürürmüş:

 

Tren: ‘Düüüüüütt!’

 

Ormanda yaşayan hayvanlar bu sesi duydukları vakit heyecanla koşmaya başlarmış. Kiminin elinde bavulları kiminin elinde çocukları herkes trene doğru sevinçle koştururmuş. Tren tüm içtenliğiyle kendisine doğru koşan hayvanları selamlarmış. Hayvanlardan sevimli tavşanlar ve sincaplar da trenin bu selamına kulaklarını sallayarak cevap verirmiş. Ormanın renkleri dediğimiz çiçekler trene başlarını sallar, ormanın neşesi olan kuşlar ise trenle adeta yarış yaparmış Tren kendisini bu kadar sevinçle karşılayan hayvanlara ve çiçeklere keyifle güler, daha da yüksek sesle çuf, çuf ederek bacasından puf puf diye dumanını çıkarırmış.

 

Günlerden bir gün ormanın karakargası Kaklak, trenin düdüğünü öttürerek gelmesini ve tüm hayvanların onu neşe ile karşılamasını çok kıskanmış. Zaten huysuz olan Kaklak, hızla uçarak trenin yanına varmış:

 

Kaklak: “Bıktık artık senin bu sesinden tren kardeş! Senin sesini sevmiyoruz anlasana, neden öttürüp duruyorsun” demiş.

 

Tren karakarga Kaklak’ın bu sözlerine çok üzülmüş. Ormandaki tüm hayvanların kendisini çok sevdiğini zanneden tren, karakarganın lafları ile adeta yıkılmış.

Tren ertesi gün yine ormanın yanındaki yoldan geçerken tam düdüğünü çalacağı sırada aklına karakarganın söyledikleri gelmiş. Hemen kısaca çalmış düdüğünü ‘Düt’ diye ve kesmiş. Gelişini kimse duymasın diye yoldan yavaşça geçen tren, dumanını çıkara çıkara ormanın yanından geçmiş. Ormanın içinde yaşayan hayvanlar trenin neşeli düdüğünü beklerken bir de ne görsünler! Tren neşeli düdüğünü çalmadan yavaşça geçip gidiyormuş. Trene binmek isteyenler koşmaya başlasa da trene yetişememiş.

 

Tren ormanın içinden çok yavaş geçtiği için şehre varması da uzun sürmüş. Makinistler trenin gecikmesi üzerine bir arıza olabileceğini düşünmüşler. Treni bakım odasına almışlar. Kasabadan şehre de yeni bir tren koymuşlar. Bu yeni tren eski tren gibi eski değilmiş ama onun kadar neşeli de değilmiş. Asık suratı ile durur, neredeyse hiç gülmezmiş.

Ertesi gün trenin yolunu gözleyen ormandaki hayvanlar dumanı çıka çıka gelen treni görünce çok sevinmişler. Ama bir de ne görsünler! Bu tren onların sevimli, güler yüzlü treni değil!

 

Asık Suratlı tren: ‘Acele edin hantal tavşanlar, hey siz sincaplar ne diye bakıyorsunuz öyle? Bineceksiniz binin şu trene!’

 

Hayvanlar yeni trenin hem konuşmalarından hem de asık suratından hiç hoşlanmamışlar. ‘Ah ah nerede bizim eski güler yüzlü trenimiz’ diyerek ağlamaya başlamışlar.

Hayvanların bu halini gören karakarga Kaklak, trene söylediği sözlerden dolayı pişman olmuş. Herkesin onu ne kadar sevdiğini görünce, hemen şehre doğru uçup trenden özür dilemek istemiş.

 

Karga şehre uçmuş, büyük tren garına girmiş. Oradaki karga dostlarının yanına giderek telaşla sorusunu sormuş:

 

Kaklak: ‘Karga dostlarım, bu tren garında eski ve gülen suratlı, neşeli bir tren vardı. O tren nerede?’

 

Karga dostları Kaklak’a bakarak;

Kargalar: ‘O tren dün gece çok geç kaldığı için mühendisler onu bakıma aldılar’ demiş.

 

Kaklak hemen hızlıca uçmuş, gizlice bakım odasına girmiş. Gülen yüzü ile eski tren oradaymış. Ama yüzünden düşen adeta bin parçaymış. Karakarga Kaklak her şeye sebep olanın kendisi olduğunu biliyormuş ve çok pişmanmış. Hemen trenin yanına varmış:

Karakarga Kaklak: ‘Tren kardeş, ben sana geçen gün bir sürü söz söyledim, sesini sevmiyoruz dedim ya sen o laflarıma inanma! Biz seni çok seviyoruz. Sen gelmediğinde hepimiz çok üzüldük. Ben de ne kadar büyük bir yanlış yaptığımı o anda anladım’ demiş.

 

Çufçuf tren karakarganın ne kadar üzgün olduğunu görebiliyormuş. Demek ki ormandaki herkes onu çok ama çok seviyormuş. Çufçuf tren bu sözleri duyunca çok sevinmiş, neşesi yerine gelmiş. Karakargaya dönerek;

Tren: ‘Üzülme karga kardeş, ben seni affettim. Yarın geleceğim, herkese haber ver’ demiş.

 

Tren ertesi sabah eski neşesi ile ormanın içinden geçerken, ormanda yaşayan tüm hayvanlar sevinçle zıplamaya başlamış. Her şey eski günlere dönmüş ve hepsi çok mutlu olmuş…

Gökten üç elma düşmüş, üçü de neşeli çocukların olmuş…document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);