Günlerden bir gün Zeynep’in canı çok sıkılmış. Evde oturmak yerine bahçeye çıkıp biraz oyun oynamak istiyormuş.
-‘Anneciğim ben bahçeye çıkabilir miyim?’
-‘Tamam, dikkatli ol kızım.’
-‘Peki, anneciğim’ demiş Zeynep.
Evden çıktığında yan bahçede oynayan arkadaşı Fatoş’u görmüş.
-‘Aa, Zeynep gelsene beraber oynayalım’ demiş Fatoş.
İkisi birlikte bahçede oynayıp zıplamaya başlamışlar. Bir müddet sonra yorulmuşlar ve karınları acıkmış. Zeynep içeri girecekken Fatoş onu durdurmuş.
-‘Arkadaşım baksana şuradaki ağaca! Üzerinde kıpkırmızı elmalar var’ demiş.
Zeynep yolun karşısındaki bahçeye baktığında büyük ve üzerinde kırmızı elmalar olan ağacı görmüş. Elmalar çok güzel görünüyormuş.
– ‘Hadi gel Zeynep, gidip ağaçtan elma koparalım ve yiyelim’ demiş Fatoş.
– ‘Kimseden izin almadan bunu yapamayız’ diye cevap vermiş Zeynep.
Fatoş ise Zeynep’in söylediğine pek aldırmamış.
-‘Zeynep ne kadar da korkaksın! Ne olabilir ki? Birkaç tane elma koparacağız ve yiyeceğiz.’
Zeynep bunun yanlış olduğunu bilse de o sırada elmalar gözüne çok güzel görünmüş. Karnı da o kadar açmış ki…
-‘Tamam, ama sadece birkaç tane koparacağız.’
Fatoş ve Zeynep el ele tutuşarak karşı tarafa geçmişler ve Zeynep gözcülük yaparken Fatoş da ağaçtan elmaları koparmış. Zeynep tedirgin bir şekilde etrafına bakıyormuş. Birisinin onları görmesinden çok korkuyormuş. Fatoş da birkaç tane değil bir sürü elma koparınca Zeynep bağırmış:
-‘Fatoş, yeter daha fazla koparma!’
Fatoş iki-üç tane elmayı da eline alarak ağaçtan inmiş. Zeynep bu yaptıklarının çok yanlış bir şey olduğunu bir kere daha söylese de Fatoş çoktan elmayı yemeye başlamış. O sırada bir kadın bağırmaya başlamış:
-‘Sizi gidi küçük hırsızlar sizi! Gelin bakayım buraya!’
Bahçenin kenarından çıkan kadın Fatoş ve Zeynep’in oturduğu yere koşmaya başlamış. Kızların ikisi de korkuyla yerlerinden kalkıp koşmaya başlamışlar. O sırada Zeynep ve Fatoş’un annesi de kapının önüne çıkmış.
-‘Anneciğim, kurtar bizi.’
Kızların ikisi panikle Zeynep’in annesinin yanına koşmuşlar. Zeynep’in annesi ise ellerindeki elmaları görünce olanları anlamış.
-‘Hanımefendi bu iki kız benim ağacımdan elma çaldılar. Kendi gözlerimle gördüm.’
O sırada Fatoş’un annesi de yanlarına gelmiş. Zeynep ve Fatoş utançlarından annelerinin yüzlerine bakamıyormuş.
-‘Zeynep, kızım, böyle bir şeyi nasıl yaparsınız? Biz size izinsiz hiçbir şey almamanız gerektiğini öğretmedik mi?’
Zeynep utanç dolu bir sesle konuşmaya başlamış:
-‘Yaptığımızın yanlış olduğunu biliyoruz anneciğim. Ama karnımız çok acıkmıştı ve elmalar çok güzel görünüyordu. Biz de bir-iki tane koparmak istedik.’
Fatoş’un annesi konuşmaya başlamış:
-‘Kızım keşke izin isteseydiniz. O bahçe sizin bahçeniz değil. O yüzden izin almadan giremezsiniz ve meyve koparamazsınız.’
Fatoş da Zeynep’in arkasından sessizce konuşmaya başlamış:
-‘Anneciğim özür dileriz.’
-‘Bizden değil bahçenin sahibinden özür dilemeniz gerekiyor küçük hanımlar.’
Zeynep ve Fatoş karşılarında duran kadına bakmışlar.
-‘Teyzeciğim yaptığımızın yanlış olduğunu biliyoruz. Canımız çok isteyince dayanamadık ama izin almamız gerekiyordu. Çok özür dileriz.’
Kadın küçük kızların özür dilemesinden sonra yumuşamış.
-‘Yaptığınız çok yanlış bir şey. Bir daha asla izin alamdan başkasının bahçesine girmeyin ve ağaçlarından meyve koparmayın. Ayrıca canınız ne zaman isterse bana söylemeniz yeterli. Ben sizin için koparırım ve size veririm.’
Kadın evine gittiğinde ikisinin de annesi birbirlerine bakmışlar:
-‘Bu küçük kızlara yaptıkları yanlış için nasıl bir ceza versek acaba?’ demişler.
Zeynep ve Fatoş yaptıkları yanlış yüzünden hem çok utanmışlar hem de üstüne ceza almışlar. Ve bir daha izinsiz olarak kimsenin bahçesine girmeyeceklerine ve ağaçlarından bir şey koparmayacaklarına söz vermişler.
Biz biz olalım izin almadan kimsenin bahçesine de girmeyelim, eşyalarına da dokunmayalım.} else {
ÇİKOLATAYI ÇOK YERSEK NELER OLUR?
Zeynep çikolatayı çok seven bir kızmış. Annesinin tüm uyarılarına rağmen çikolatayı fazla miktarda yemeye devam ediyormuş. En sonunda annesi eve çikolata almamaya başlamış. Zeynep bu duruma çok kızmış ve kendine çikolata almak için kumbarasında para biriktirmeye başlamış.
Zeynep bir gün evden gizlice çıkmış ve evlerinin tam karşısındaki bakkala gidip kumbarasındaki bütün parayla çikolata almak istediğini söylemiş. Bakkal amca Zeynep’e bakmış:
-‘Ne yapacaksın sen bu kadar çok çikolatayı’ diye sormuş.
-‘Annem istedi’ diye yalan söylemiş Zeynep.
Bakkal çikolataları Zeynep’e vermiş ve Zeynep koşa koşa eve gelmiş. Annesine gözükmeden odasına girmiş ve çikolataları kimsenin bulamayacağı bir yere saklamış. O sırada annesinin sesini duymuş:
-‘Zeynep ne yapıyorsun odanda?’
Annesine gözükmek için odasından çıkmış ve aldığı çikolataları yiyeceği zamanın hayalini kurmaya başlamış.
Annesi markete giderken Zeynep’e evden çıkmamasını ve kimseye kapıyı açmamasını sıkı sıkı tembih etmiş. Zeynep de annesinin gitmesini fırsat bilerek hemen çikolatalarını sakladığı yerden çıkarmış ve yemeye başlamış. Annesi gelene kadar hepsini yemek istiyormuş. Biraz midesi ağrısa da çikolataları bırakmamış ve hepsini yemiş.
Akşam olunca Zeynep’in babası eve gelmiş ve hep birlikte yemek masasına oturmuşlar. Birdenbire Zeynep kaşınmaya başlamış. Birazcık da karnı ağrıyormuş.
-‘Zeynep ne oldu kızım’ diye sormuş annesi.
-‘Vücudum kaşınıyor anne. Bir de karnım ağrıyor.’
Annesi ayağa kalkıp Zeynep’in vücuduna baktığında Zeynep’in vücudunun kabardığını görmüş.
-‘Kızım sen alerji olmuşsun. Hadi hemen doktora gidiyoruz’ demiş.
Zeynep ise korkarak ağlamaya başlamış. Doktora gitmek istemiyormuş. Çünkü doktora giderse gizli gizli yediği çikolatalar ortaya çıkacakmış.
-‘Anne ben doktora gitmek istemiyorum.’
-‘Kızım gitmek zorundayız. Alerji olmuşsun. Sana dokunan bir şey olmalı. Ve bunu bilmeliyiz.’
Zeynep her ne kadar istemese de doktora gitmişler. Doktor Zeynep’i muayene ettikten sonra Zeynep’e ne yediğini sormuş. Zeynep de mecburen yediği çikolataları itiraf etmek zorunda kalmış. Zeynep o kadar çok çikolata yemiş ki vücudu alerji yapmış. Doktor Zeynep’e çok çikolata yemenin zararlı olduğunu, çikolatanın dişleri nasıl çürüttüğünü çizgi filmle anlatmış. Zeynep çikolatayı çok yiyen çocuğun dişlerinin çürüdüğünü ve çok kötü olduğunu görünce korkmuş.
-‘Ben de çikolatayı çok yersem benim de dişlerim böyle mi olacak’ diye sormuş doktora.
Doktor da kafasını sallayarak ‘Evet’ demiş.
Zeynep’in kaşıntısının geçmesi için doktor ona iğne yapmış. Zeynep iğne vurulmayı hiç sevmiyormuş fakat kendi hatası yüzünden bu iğneyi vurulmak zorundaymış.
Hastaneden eve geldiklerinde annesi ve babası Zeynep’le konuşmuşlar. Zeynep annesine çikolataları bakkaldan aldığını itiraf etmiş. Annesi ve babası Zeynep’e kızmış ve bir daha asla böyle bir şey yapmaması gerektiğini anlatmış. Zaten Zeynep de hem iğne yediği için hem de vücudunda alerji yüzünden minik kabarcıklar olduğu için yaptığından çok pişmanmış. Annesinden ve babasından özür dilemiş ve bir daha yapmayacağına söz vermiş.
Zeynep o gece rüyasında çikolatayı çok yediği için dişlerinin çürüdüğünü ve çok ağrıdığını görmüş. Uyandığında aynaya bakmış ve dişlerinin sağlam olduğunu görünce kocaman bir ‘oh’ çekmiş. Bir daha asla ama asla o kadar çok çikolata yemeyecekmiş.
Çikolata ve şekerli tüm gıdalar dişlerimize zarar verir. Tatlı ve şekerli gıdaları çok yememeye özen gösterelim ve yedikten sonra mutlaka dişlerimizi fırçalayalım.
Bir varmış bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde acımasız bir kral yaşarmış. Bu kralın güzeller güzeli bir kızı varmış. Kral kızını çok severmiş. Onu gözünden bile sakınırmış. Sarayın dışına çıkamayan genç kızın bütün günü sarayın içinde dadıları ile geçermiş. Hiç arkadaşı olmayan bu güzel prensesin güzelliği herkesin dilindeymiş. Fakat halktan hiç kimse prensesi göremiyormuş. Kral kesin yasak koyarak kızının yanına saray görevlilerinden başka kimseyi yaklaştırmıyormuş.
Günlerden bir gün prensesin canı çok sıkılmış. Ne yaptıysa can sıkıntısı bir türlü geçmiyormuş. Biraz bahçeye çıkıp gezinmek istemiş. Dadılarının uyumasını fırsat bilerek gizli bir tünelden tek başına bahçeye inmeyi başarmış. Prenses kocaman bahçede tek başına dolaşabilmenin özgürlüğünü yaşıyormuş. Çiçeklerin içinden yürüyerek bir o çiçeği kokluyormuş, bir diğer çiçeği. Mutluluğuna diyecek yokmuş. Güzel havanın da verdiği keyifle içinden bir şarkı mırıldanmaya başlamış. Hem şarkı söylüyormuş hem de çiçek topluyormuş. Tam o sırada daha önce fark etmediği bir yol prensesin dikkatini çekmiş. Yola doğru yürümeye başlamış. Topraktan olan bu yol etrafındaki taştan duvarlar yüzünden insanı biraz ürkütüyormuş. ‘Burası nereye gidiyor acaba?’ diye düşünen prenses yavaş yavaş sarayın bahçesinden uzaklaşmaya başlamış. Yolu takip etme merakı bir süre sonra korkuya dönüşmeye başlamış. Hiç bilmediği bir yolda tek başına kalakalmış.
-‘Kimse yok mu?’ diye bağırmış prenses. Yol onu gizli bir mağaranın önüne çıkarmış. Prenses korksa da bu mağarada birilerinin yaşayıp yaşamadığını merak etmiş. ‘Eğer birileri yaşıyorsa onlarla arkadaş olabilirim belki’ diye düşünmüş.
Yavaşça mağaranın içine girmiş ve karanlığa gözlerinin alışmasını beklemiş. O sırada tekrar bağırmış:
-‘Merhaba, kimse yok mu?’
Prenses tam ümidi kesip geri dönecekken mağaranın içinden bir ses duymuş. Önce biraz ürpermiş. Sonrasında sesin geldiği yöne doğru dönmüş:
-‘Kim var orada?’
Bir süre bekledikten sonra mağaranın içinden çıkan bir cüce görmüş. Korkarak kaçmaya çalışan prensesin arkasından seslenmiş cüce:
-‘Güzel prenses, korkma! Bizden sana zarar gelmez.’
Prenses olduğu yerde durmuş. Cüceye doğru bakmış tekrar. Başına şapka takan bu cüce oldukça sevimli gözüküyormuş.
-‘Biz derken senden daha var mı bu mağarada?’
Cüce prensesin bu sorusuna gülerek yanıt vermiş:
-‘Biz toplam on tane cüceyiz güzel prenses. Babanızın zulmünden kaçıp bu mağaraya sığındık. Siz bizi bilmezsiniz ama biz sizi uzaktan da olsa görmüştük.’
-‘Nasıl yani? Siz buraya babam yüzünden mi kaçtınız?’
-‘Evet prenses. Babanız çok acımasız bir kraldır. Ülkedeki herkes ondan çok korkar. Bir gün biz sarayın bahçesinde kralımıza gösteri yaparken aramızdan biri sizi pencereden görmüş. Güzelliğiniz karşısında büyülenmiş adeta. Babanız size baktığımızı görünce bizi ölümle cezalandırdı güzel prenses. Biz de elinden kurtulmak için kaçıp bu mağaraya sığındık.’
Kendisi yüzünden bu şirin cücenin ve onun arkadaşlarının bu mağarada yaşamaya mahkûm olması prensesi çok üzmüş. O sırada cücenin diğer arkadaşları da ortaya çıkmış birer birer.
-‘Arkadaşlarım bu güzel prensesi hatırlamışsınızdır.’
Tüm cüceler birbirinden tatlı, şirin mi şirinlermiş. Prensesin hepsine kanı ayrı bir ısınmış.
-‘Memnun olduk güzel prenses.’
-‘Haydi, arkadaşlar prensese hoş geldin şarkısı söyleyelim.’
Cüceler hemen sıraya girerek hem şarkı söylemeye hem de dans etmeye başlamışlar. Prenses bir yandan cücelerin nasıl bu kadar yetenekli olduklarını düşünürken bir yandan da onlarla birlikte dans ediyormuş. O kadar çok eğleniyormuş ki zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmamış.
Kral ise kızının ortadan kaybolduğunu öğrenmiş ve çok kızmış. Her yere haber göndermiş. Askerleri her yeri didik didik etmiş. Ve sonunda birkaç asker mağarayı bulmuş ve yorgunluktan uyuyakalan prensesi ve etrafındaki cüceleri toplayıp saraya götürmüş.
Prenses uyandığında sarayda olduğunu görmüş ve aklına hemen cüce arkadaşları gelmiş. Koşa koşa odasından çıkmış ve babasının yanına varmış.
-‘Babacığım cüce arkadaşlarım nerede’ diye sormuş prenses telaşla.
-‘Onlar senin arkadaşın falan olamaz. Hepsini öldürteceğim. Seni kaçırmak ne demekmiş görsünler’ diye cevap vermiş kral.
-‘Fakat onlar beni kaçırmadılar babacığım. Ben onların yanına gittim. Ve onları benim yüzümden o mağaraya mahkûm etmene de çok kızdım.’
Kral prensesin bu sözleri üzerine şaşırmış.
-‘Kim anlattı sana bunları?’ diye gürlemiş.
-‘Cüce arkadaşlarım bana her leyi anlattı baba. Ben onları çok sevdim. Onların yanında ilk defa bu kadar mutlu oldum. Onlar benim arkadaşlarım oldu. Şimdi senden tek bir isteğim var: Lütfen onlar da sarayda kalsın.’
Kral kızının bu isteği üzerine bir müddet düşünmüş.
-‘Sen onları çok mu sevdin bakayım’ diye sormuş prensese.
-‘Evet, babacığım onları çok sevdim ve onlarla birlikteyken çok eğlendim. Benim hiç arkadaşım yok ve sarayda canım çok sıkılıyor. Lütfen artık arkadaşlarım olmasına ve biraz dışarı çıkmama izin ver babacığım.’
Kral kızının bu sözleri üzerine daha fazla dayanamamış ve cüceleri odasına çağırtmış.
-‘Bundan sonra hepiniz sarayda yaşayacaksınız. Siz kızımı çok mutlu etmişsiniz, dolayısıyla beni de mutlu ettiniz. Bundan sonra eviniz burasıdır.’
Prenses koşarak babasına sarılmış. Cüceler de sevinçten zıplayarak birbirlerine sarılmışlar.
O günden sonra prenses ve cüceler sarayda mutlu mesut bir hayat sürdürmüşler. Cüceler tüm sarayın eğlencesi olmuş. Kral bile onlar sayesinde sürekli gülen bir adam haline gelmiş.
Şunu hiçbir zaman unutmayalım arkadaşlar: Mutluluk bir sihirdir ve etkisi tüm etrafa yayılır. Eğer siz mutlu olursanız etrafınızdaki herkes mutlu olur.
Günlerden soğuk bir kış günüymüş. Dışarıda lapa lapa kar yağıyormuş. Küçük Zeynep üzerine en kalın kazağını giyerek koltukta oturmuş, dışarıda yağan karı izliyormuş. ‘Ne kadar da güzel yağıyor’ diye düşünmüş içinden.
Küçük Zeynep bu güzel manzaranın tadını çıkarırken birdenbire camın önüne gelen iki tane kuşu fark etmiş. Kuşlar camın kenarına konmuşlar ve camdan içeri bakmaya başlamışlar. Kuşların ikisi de çok güzelmiş. Bir tanesi bembeyazmış tıpkı dışarıda yağan kar gibi. Diğeri ise gri renkte imiş.
Zeynep oturduğu yerden kuşları incelerken kuşlardan bir tanesi camı tıklatmaya başlamış. Zeynep şaşırmış kuşun camı tıklamasına. Kuş bir daha tıklamış sanki Zeynep’e bir şey söylemek istermiş gibi. Zeynep de koltuktan kalkmış ve camın kenarına yaklaşmış. İki kuş da masum masum Zeynep’e bakıyorlarmış. Daha fazla dayanamayan Zeynep uzanıp camı açmış.
ZEYNEP: ‘Cici kuşlar, siz çok mu üşüdünüz bakayım?’
KUŞ: ‘Evet, çok üşüdük ve çok acıktık. Kar yağdığı için bütün yiyeceklerimiz karın altında kaldı.’
Zeynep kuşların bu haline çok üzülmüş ve onları içeri almış.
ZEYNEP: ‘Anneciğim, gelir misin?’
ANNE: ‘A, bu kuşlar ne kadar güzel böyle.’
ZEYNEP: ‘Anne bu kuşlar çok acıkmış. Onlara yemek verelim mi?’
ANNE: ‘Tabii kızım.’
Annesi mutfağa gidip kuşlara yemeleri için bir şeyler getirmiş. Zeynep de bu sırada kuş arkadaşlarına merak ettiklerini sormaya başlamış.
ZEYNEP: ‘Siz bu soğuklara nasıl dayanıyorsunuz?’
KUŞLAR: ‘Bazen dayanabiliyoruz ama çok soğuk olduğunda maalesef birkaç arkadaşımız ölebiliyor.’
Zeynep kuşun söylediklerine çok üzülmüş. Soğuk hava yüzünden birçok kuş ölebiliyormuş.
ZEYNEP: ‘Öyleyse insanların pencerelerinin önlerine sizin için sürekli yemek koymaları lazım.’
KUŞLAR: ‘Keşke herkes senin gibi düşünceli olsa.’
Zeynep o anda karar vermiş. Yarın okula gittiğinde ilk işi bu konuyu arkadaşlarına anlatmak olacakmış. Herkes dikkat ederse kuşlar bu havalarda aç kalmaz ve ölmezlermiş.
Yemeğini yiyen kuşlar Zeynep’le oyun oynamaya başlamış. Kuşlar bildikleri şarkıları Zeynep’e söylerken Zeynep de onlara okulda öğrendiği yeni şarkıları öğretiyormuş. Küçük Zeynep bu iki kuşla çok iyi arkadaş olmuş. Daha sonra onları odasına götürmüş ve ayısı Bonbon ile tanıştırmış. Kuşlar bonbondan biraz korksalar da onun oyuncak olduğunu öğrendiklerinde rahatlamışlar.
Gece olduğunda hava daha da soğumuş. Zeynep kuşların ikisini de evden çıkarmamış. Kuşlarla birlikte odasında güzel bir uyku uyumuşlar.
Sabah olduğunda gecenin soğuğu gitmiş ve hava güneş açmış. Bunu gören kuşlar çok sevinmişler. Hemen Zeynep’i uyandırmışlar.
KUŞLAR: ‘Bizim gitmemiz lazım. Hava çok güzel ve kendimize yiyecek bir şeyler bulmalıyız. Hem diğer arkadaşlarımız da bizi merak etmiştir.’
ZEYNEP: ‘Ama ben sizi çok sevmiştim. Neden gidiyorsunuz?’
KUŞLAR: ‘ Biz yine geliriz ki. Seni her gün ziyaret etmeye geliriz.’
Zeynep biraz üzülmüş. Ama sonrasında kuşların arkadaşlarının onları merak ettiğini düşünmüş.
ZEYNEP: ‘Peki öyleyse. Beni unutmayın ama sizi çok özleyeceğim.’
KUŞLAR: ‘Biz de seni çok özleyeceğiz ve hiç unutmayacağız. Seni çok sevdik Zeynep. Kendine iyi bak. Ve bu öğrendiklerini okulda tüm arkadaşlarına anlat.
Zeynep o gün okula gittiğinde bütün arkadaşlarına yaşadıklarını anlatmış. Soğuk havalarda camların önüne kuşların yemesi için mutlaka bir şeyler koyulması gerektiğini söylemiş. Öğretmenleri de Zeynep’e bu duyarlılığından dolayı teşekkür etmişler ve tüm sınıf arkadaşlarına Zeynep’i alkışlatmışlar.
Bizler de soğuk havalarda dışarıda yaşayan canlıları unutmayalım. Onlar için bir kap içinde yemek ve su bırakalım. Unutmayalım arkadaşlar, onların yaşamlarına devam etmesi için buna ihtiyaçları var.
SEVİMLİ TIRTIL
Bir varmış bir yokmuş. Yemyeşil ormanların olduğu güzel bir ülke varmış. Yeşil mi yeşil, büyük mü büyük ormanların birinde ise uçmayı bilmeyen küçücük bir serçe yavrusu yaşarmış. Serçe yavrusunun annesi onu bırakıp gidince tek başına kalmış bu kocaman ormanda. Ne yapacağını bilemeden minik adımlarla bir o yana bir bu yana gezer dururmuş. Uçmaya çalışsa da nasıl uçacağını bilmediği için başarılı olamıyormuş. Karnı acıktığında ise bulduğu küçük solucanları yiyerek karnını doyurmaya çalışıyormuş.
Günlerden bir gün minik serçenin karnı çok açmış ve yiyecek bulması gerekiyormuş. Uçmayı denemiş fakat bir türlü başarılı olamıyormuş. Uçmayı başaramadığı için kanat çırparak koşmaya başlamış. Bir süre koştuktan sonra tam ümidini kaybedecekken karşısına sevimli bir tırtıl çıkmış. Minik serçe mutlu mutlu tırtılın yanına koşmuş ve tam onu yiyeceği sırada sevimli tırtıl birdenbire konuşmaya başlamış:
-‘Serçe kardeş, serçe kardeş, beni yeme lütfen.’
Minik serçe şaşırmış. Karşısında konuşan bir tırtıl varmış. Heyecanlanarak sormuş:
-‘Seni neden yemeyeceğim ki?’
Sevimli tırtıl serçenin yanına yaklaşmış ve konuşmaya devam etmiş:
-‘Çünkü ben bir tırtılım ve eğer üç hafta beklersen kelebek olacağım. Kelebek olduktan sonra sana uçmayı öğretebilirim. Birlikte yiyecekler bulabiliriz. Arkadaş olabiliriz.’
Minik serçe iyice şaşırmış. ‘Bu nasıl olur’ diye düşünmeye başlamış. Karşısında duran tırtıl ona kelebek olacağını söylüyormuş. ‘Buna inanmalı mıyım’ diye düşünmüş içinden. Fakat önüne gelen bu fırsatı da kaçırmak istemiyormuş. Tırtılın söylediğinin doğru olup olmadığını görmek için beklemeye karar vermiş.
-‘Tamam, üç hafta bekleyeceğiz ve eğer dediğin gibi olmazsa seni yemek zorunda kalacağım.’
Minik serçe ve tırtıl o günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar. Tırtıl da hiç vakit kaybetmeden kozasını örmeye başlamış. Gece gündüz demeden çalışıyormuş. Kozasını örmeli ki o koza yırtılıp kelebek olabilmeliymiş. Tırtıl hummalı bir çalışma ile kozasını örerken minik serçe de onu izliyormuş. Olabilecekleri o kadar merak ediyormuş ki…
Günler geceleri kovalamış, güneş açmış kapamış derken üç hafta gelmiş çatmış. Minik serçe tırtılın söylediği şeyi çok merak ettiğinden heyecanla olacakları bekliyormuş. Ertesi gece güne dönerken minik serçenin merakla beklediği şey gerçekleşivermiş. Koza yırtılmış ve rengârenk kanatlarıyla sevimli tırtıl artık kelebek olmuş.
Minik serçe gördükleri karşısında çok şaşırmış. Tırtılın dediği şey gerçek olmuş. Karşısında rengârenk kanatlarıyla duran sevimli kelebeğe bakmış:
-‘Tırtıl kardeş, sen nasıl böyle kelebek oldun, hala inanamıyorum’ demiş.
-‘Ee ben sana demiştim serçe kardeş. Sen de beni yemedin, bekledin. İşte şimdi bir kelebeğim. Benim de artık kanatlarım var. Birlikte göklere kadar uçabiliriz.’
Minik serçe bu olayla doğadaki ilk deneyimini yaşamış. Tırtılın kelebek oluşuna şahit olmuş.
-‘Öyleyse hoş geldin kelebek kardeş.’
Minik serçe ve sevimli kelebek o günden sonra çok iyi arkadaş olmuşlar. Kelebek, minik serçeye uçmayı ve yiyecekler bulmayı öğretmiş. İkisi birlikte göklere kadar yükselip, sonsuza kadar dost olmuşlar.
Siz de bir gün ormanda yürürken sevimli bir tırtıl görürseniz eğer ona iyi bakın. O tırtıl belki de kozasını örer ve bir gün rengârenk kanatlarıyla kelebek olup uçuverir.
}
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde, güneşin yakıp kavurduğu sıcağından her şeyi
kuruttuğu uzunca bir çöl varmış. Bu çöl, güneşin kavurucu sıcağında u-yanmış kavrulmuş; yağmura
hasret kalmış. Hiçbir bitki ve hiçbir çiçek bu çölün sıcağında yaşayamaz, daha bir gün bile dolmadan
kurur gidermiş.
Fakat bu çölün ortasında inanılmaz bir mucize varmış. Bu yakıcı, kavurucu sıcakta; çölün ortasında
küçük bir göl varmış. Bu göl, çölün yakıcı sıcağına rağmen kurumazmış. Nedeni ise çok basitmiş: bu
göl sevgi gölüymüş.
Gölü, yakıcı çölün ortasında barındıran tek şey, etrafında yaşayan hayvanların sevgisiymiş. Gölün adı
bu sebeple sevgi gölüymüş. Etraftaki hayvanların sevgisi ve bir arada oluşu bu gölün varlığını koruyan
tek etmenmiş.
Günlerden bir gün kurnaz bir tilki kendisine av ararken, sıcakta kafası karışınca kendisini bu kavurucu
çölün içinde bulmasın mı? Kurnaz tilki; bu çölden nasıl kurtulacağını düşünmüş durmuş ama nafile! Bu
çölden çıkış yolunu bir türlü bulamıyormuş. Etrafın ne bir iz varmış ne de bir yol!
Kurnaz tilki az gitmiş uz gitmiş… Ama çölden bir türlü kurtulamamış. Kavurucu sıcağın altında
yürümekten de o kadar susuz kalmış ki! işte o anda kurnaz tilki sevgi gölünü fark etmiş. Tilki kendi
kendisine konuşmaya başlamış:
Tilki: ‘Allah Allah serap mı görüyorum acaba? Bu çölün ortasında göl ne arar ki!’
Tilki her ne kadar serap gördüğünü düşünse de bir yandan da gölün yanına doğru yürümüş.
Yakınlaştıkça bu gölün gerçek olduğunu ve içindeki suyun da gerçek olduğunu anlamış. Göle çok
yaklaşan tilkinin vücudu susuzluğa daha fazla dayanamamış ve göle ramak kala bayılmış, kalmış…
O sırada göl etrafında yaşayan iki tane fare hoplaya zıplaya göle su içmeye geliyormuş. Göle yaklaşan
fareler, bir de ne görsünler! Kocaman bir tilki baygın bir şekilde yerde yatıyor! İki küçük fare hemen
sevgi gölünün yanına giderek göle ne yapmaları gerektiğini sormuşlar:
Fare: ‘Sevgi gölü, hemen yakınında bayılmış bir tilki var. Biz ne yapacağımızı bilemedik. Senin aklına
ihtiyacımız var’ demiş.
Sevgi Gölü: ‘Tilki arkadaşınıza yardım etmemiz gerekiyor dostlarım. Şimdi sizden ricam tilkiyi
sürükleyerek buraya getirmeniz.’
İki fare sevgi gölünün dedikleri üzerine hemen harekete geçmiş. Tilkinin yanına gitmişler ve tilki
sırtlayıp göle kadar taşımışlar. Zavallı tilki susuzluktan o kadar zayıflamış ki…
Tilkiyi gölün yanına koyan iki fare, kenara çekilmiş ve sevgi gölünün yapacaklarını incelemiş. Sevgi
gölü tilkiye sularından sıçratmış. Devamında ise dalga yaratarak tilkiyi içine almış.
Tilki suyun içine girdiğinde kendine gelmeye başlamış. Sevgi gölü, şefkat dolu suları ve yüreği ile tilkiyi
iyileştirmeyi başarmış.
İki fare de boş durmak istememiş. Hemen arkadaşlarına haber vermişler ve tilkiye yiyecek bir şeyler
bulmak için arayışa başlamışlar. Bir süre sonra birçok yiyecek ile sevgi gölünün kenarına gelmiş iki fare
ve diğer arkadaşları.
Hayvanlar sevgi gölünün yanına geldiğinde tilki çoktan kendine gelmiş bile. Hayvanları gören kurnaz
tilkinin adeta gözleri açılmış. ’Bu hayvanlar tam da benim ağzıma göre’ diyen tilki içinden geçen kötü
düşünceleri belli etmek istememiş.
Tilki sevgi gölünün etrafında bu hayvanlar ile bir arada yaşamaya başlamış fakat bir planı varmış.
Hayvanların arasına fitne fesat sokup onları birbirine küstürecekmiş. Planını uygulayan tilki, kısa
sürede bütün hayvanları birbirine düşürmüş. Hayvanlar artık sürekli olarak kavga etmeye başlamış.
Bunun sonucunda ise sevgi gölü küçülmüş, küçülmüş, minicik kalmış…
Gölün küçüldüğünü anlamayan hayvanlar kendi aralarında kavgaya devam ediyormuş. Bir tek fareler
fark etmiş gölün durumunu. Ardından hata yaptıklarını da anlamış. Bütün arkadaşlarını toplayıp
tilkinin onları birbirine düşürdüğünü, gölün ne kadar da küçüldüğünü anlatmış. Hayvanların hepsi
farelere hak vermiş. Birbirlerinden özür dilemiş ve eskisi gibi dost olmuş.
Göl, hayvanların barışması üzerine eskisi gibi yine kocaman bir sevgi gölü olmuş. Bütün hayvanlar
gölün etrafında oynayıp zıplamaya devam etmiş. Bir tek tilkiyi saf dışı etmişler. Tilki hayvanları
tekrardan birbirine düşürmek için çok uğraşmış ama nafile… Hayvanlar birbirlerine daha da sıkı bir
bağ ile bağlanmış.
Göl ise hayvanların sevgisi ve dostluğu ile büyümüş, büyümüş… Okyanus kadar kocaman olmuş, çölü
de içine almış.
Gökten üç elma düşmüş…
Bir varmış bir yokmuş. Kocaman dağların arkasında, yemyeşil bir ova üzerine kurulmuş şirin mi şirin
bir kasaba varmış. Doğanın en güzel yeşil rengi hep bu kasabada olurmuş. Bahar gelince rengarenk
çiçekler açar, dereler şakır şakır akarmış. Kuzuların me’lemesi, kuşların cıvıltıyla ötmesi bu kasabayı
daha da bir güzel yaparmış. Bu kasabada yaşayan herkes çok mutluymuş. Böylesine güzel bir yerde
insan nasıl mutlu olmaz ki. Kasabanın güzelliği insanlara da yansımış. Kasabada yaşana herkes birbirini
çok sever ve hep birbirlerine yardımcı olurlarmış.
Kasabada yaşana minik bir Zeynep varmış. Kasabanın en mutsuz kızı minik Zeynep’miş. Mutsuz olması
için aslında hiçbir neden yokmuş. Zeynep dünyalar güzeli bir kızmış. Masmavi gözler ve sapsarı uzun
saçları ile adeta kasabanın güzelliğine güzellik katarmış. Ancak minik Zeynep’in boyu biraz kısaymış.
Arkadaşları içerisinde en kısa boya sahip olan Zeynep bu duruma içten içe çok üzülürmüş. Bahçelere
meyve toplamaya gittiklerinde hiçbir ağaca yetişemez ve arkadaşlarının dalga konusu olurmuş. Çok iyi
bir kız olan Zeynep arkadaşları onunla dalga geçtiğinde kimseye kızıp bağıramaz hep içine atarmış. Ne
annesi ne babası ne de onlarla birlikte yaşayan tonton anneannesi Zeynep’in bu üzüntüsünün hiç
farkında değillermiş. Arkadaşları onunla sürekli dalga geçtikleri için onlarla meyve toplamaya gitmez,
dışarıda güle oynaya oyunlar oynayamazmış. Pembe bir sandalyesi varmış minik Zeynep’in. Pembe
sandalyesini odasında camın kenarına koyar, camdan dışarı izlemeye dalarmış. Minik Zeynep’in
odasından bakıldığında kasabanın akan nehri öyle güzel görünürmüş ki, Zeynep hep pembe
sandalyesinde bu nehre bakar, yaşadığı üzüntüyü düşünürmüş.
Minik Zeynep’in birde pembe kapaklı bir defteri varmış. Bu defter onun tek ve en yakın arkadaşıymış.
Zeynep cam kenarında uzun uzun nehri seyreder sonra kalkıp defterine içinden geçen üzüntülerini bir
bir yazarmış. Arkadaşları onunla dalga geçtiğinde nasıl üzüldüğünü bir minik Zeynep bilirmiş birde bu
defter. İyi kalpli Zeynep üzüntülerini defterine yazdıkça biraz olsun rahatlarmış. Ne de olsa pylaşmak
güzel şeymiş, hele de dertleri paylaşmak insana çok iyi gelirmiş. Ama Zeynep üzüntüsünü deftere
yazdıkça pembe kaplı defter Zeynep’in iyi kalbinin kırılmasına dayanamazmış sürekli ağlarmış. Zeynep
Derken günlerden bir gün Zeynep’in tonton anneannesi tam Zeynep’in odasının önünden geçerken
içerden bir ağlama sesi duymuş. Babası ile markete giden Zeynep’in evde olmadığını bildiği için kimin
ağladığını merak etmiş ve kapıyı açıp odaya bakmış. Ancak odada kimseyi görememiş. Ağlama sesi ise
hala devam ediyormuş. Birden tonton anneanne masanın üzerinde duran pembe kaplı defteri
görmüş. Evet, ağlayan bu deftermiş. Çok şaşırmış anneanne. İlk defa bir defterin ağladığını
görüyormuş. Hemen masanın başına oturmuş ve deftere’ Neler oluyor, sen bir deftersin, nasıl
ağlarsın? ‘ diye sormuş. Ama defter önce cevap vermemiş. Melek gibi bir kalbi olan anneanne tekrar
sormuş, ‘ Anlat bana derdini lütfen, benden sana zarar gelmez, belki bir yardımım dokunur’ demiş. Bu
sefer dayanamayan defter başlamış anlatmaya. Aslında Zeynep için çok üzüldüğünü, ona anlağı şeyler
yüzünden ağladığını Zeynep’in tonton anneannesine söylemiş. Zeynep’in çok yalnız ve çok mutsuz bir
çocuk olduğunu, boyu kısa olduğu için arkadaşlarının onunla dalga geçtiğini tek tek anlatmış. Ve
tonton anneanneden Zeynep’e yardım etmesini istemiş.
Anneannesi Zeynep’i her şeyden ve jerkesten çok severmiş. Defter anlattıkça anneannede ağlamaya
başlamış ve kendine kızmış. Nasıl olurda bunca zamandır Zeynep’in bu kadar mutsuz olabileceğini hiç
anlamamış. Defteri dinledikten sonra anneanne ‘ Zeynep gelmeden bu odadan çıkmam gerek, bunları
seninle konuştuğumu bilmesin’ demiş deftere ve ona ‘ sana söz veriyorum, Zeynep için her şeyi
yapacağım ve onun mutlu bir çocuk olmasına yardım edeceğim’ diyerek odadan çıkmış.
Zeynep eve geldiğinde anneannesi hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmaya başlamış. Zeynep’e
dönerek ‘ Zeynep’im melek kızım, eşyalarını hazırla seninle komşu kasabaya bir arkadaşımı ziyarete
gidelim’ demiş. Anneannesinden böyle bir isteğin neden geldiğini anlamayan Zeynep, onu kırmamak
için küçük bir çanta hazırlamış kendine. İçerisine bir çift pijama koymuş, birkaç parça da kıyafet ve
yola çıkmışlar. Zeynep kasaba dışına ilk defa çıkıyormuş ve gittikleri kasabada en az Zeynep’lerin
yaşadığı kasaba kadar güzelmiş. Anneannesinin aynı ona benzeyen şirin mi şirin bir arkadaşı varmış.
Adı da Fatma nineymiş. Fatma nine eskiden Zeynep’lerle aynı kasabada otururmuş, daha sonra bu
kasabaya gelin gelmiş. Ve anneannesi Fatma nineyi çok severmiş.
Fatma ninenin tek katlı, bahçesi havuzlu bir evi varmış. Zeynep evin etrafını merakla dolaşırken birde
ne görsün, eve doğru gülücükler dağıtarak gelen bir kız çocuğu varmış. Zeynep’i şaşırtan şey ise bu
güzel kız çocuğunun tekerlekli sandalye ile yürüyor olmasıymış. Güzel kız Zeynep’e yaklaşmış ve ‘ Sen
Zeynep olmalısın, evimize hoş geldin, ben ismim de Ayşe ‘demiş.
Ayşe Fatma ninenin torunuymuş. Bir kaza geçirmiş ve kazadan sonra bacakları sakat kamış, bir daha
hiç yürüyememiş. Ayşe ile Zeynep birlikte çok güzel iki gün geçirmişler. Dağları tepeleri dolaşmışlar,
Zeynep bahçeden meyve toplamış ve birlikte yemişler. Ayşe ile birlikte arkadaşlık ederken Zeynep
öğrenmiş ki, kısa boylu olmak hiç te önemli değilmiş, sağlığı yerindeymiş, bacakları sağlammış, geri
kalan kısmın hiç önemi yokmuş. Hem ayşe öyle mutlu bir çocukmuş ki, yürüyemiyorum diye hiç
üzülmüyormuş ve tekerlekli sandalyesi ile her yere gidiyor, her şeyi yapıyormuş.
Zeynep bu kasabadan çok büyük dersler alarak dönmüş evine ve en kısa zamanda Ayşe’yi odasında
misafir etmek isteği ile. Odasına gelir gelmez gülen gözlerle defterini açmış ve yaşadıklarını yazmış. O
yazdıkça defter ağlamış yine ama bu sefer üzüntüden değil mutluluktanmışif (document.currentScript) {
Asya 1. sınıf öğrencisiymiş. Öğretmeni Asya ve arkadaşlarının hepsi okumaya geçtiklerinde onları pikniğe getireceğini söylemiş. Asya çok heyecanlıymış, ilk kez arkadaşları ile pikniğe gidecekmiş. Asya piknik hevesi ile çok daha fazla çalışmış ve okumaya hemencecik geçmiş. Asya gibi pikniğe gitmeyi çok isteyen arkadaşları da okumaya kolay geçmiş. Okumaya geçen öğrenciler, öğretmenlerine onları ne zaman pikniğe götüreceğini sorduklarında ” diğer arkadaşlarınızda okumayı öğrenince” demiş. Çocuklar çok sinirlenmişler. Arkadaşları okumayı öğrenemedikleri için onların üstüne gitmeye başlamışlar. Hem alay etmişler hem kavga etmişler. Okumayı öğrenemeyen arkadaşları ise bu durumdan çok rahatsız olmuşlar. Artık okula dahi gelmek istemeyen bir hale bürünmüşler. Ağlayan çocuklar, okula gelmek istemeyen çocuklar…
Durumun farkına varan öğretmen, okumayı söken çocukları yanına çağırarak yaptıklarının ne kadar yanlış bir davranış olduğunu, bu yaptıkları davranışın sonucunda arkadaşlarının kendilerini kötü hissettiğini anlatmış. Böyle kötü davranmaktansa, okumaya geçme konusunda arkadaşlarına yardımcı olmalarını önermiş. Öğretmenlerinin bu önerisini beğenen Asya ve arkadaşları, okumayı öğrenemeyen arkadaşlarına yardım etmeye başlamışlar. Okulda, evde, tenefüste her zaman ve her yerde durmaksızın çalışmış ve çalıştırmışlar. Sonunda arkadaşları okumaya geçmiş. Bu durumdan hem okumayı bilen öğrenciler, hem de okumayı yeni öğrenen öğrenciler mutlu olmuşlar. Arkadaşlarının sayesinde okumayı öğrenen öğrenciler ise arkadaşlarına çok teşekkür etmişler.
Hem öğrencilerinin okumaya geçmesini ödüllendirmek, hem de onların bu takdire şayan yardımlaşmasını ödüllendirmek için söz verdiği gibi pikniğe götürmüş. Piknikte envaye çeşit yiyecek ile buluşan öğrenciler hepsinin tadına bakmak istemişler. Kurabiyelere, büskivilere süt ve meyva suları eşlik etmiş. Ardından meyvalar ile ağızlarını tadlandırmışlar. Sonra ise güzelce oyunlarını oynamışlar. Asya ve arkadaşları mükemmel bir gün geçirmiş. Okumaya geçmelerinden de ziyade, yardımlaşmanın önemini anlamışlar. Ve o günden sonra daima birbirlerine yardım etmişler.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Yunuslar evrenin en akıllı canlısıdır. Ormanların kralı gücünden ötürü aslanmış ancak denizlerin kralı zekasından ötürü yunusmuş. Yunus öyle güçlü bir hayvan değilmiş. Bir köpekbalığı ile savaşamazmış mesela. Ama yunus öyle zekiymiş ki, her durumun üstesinden ustalıkla gelirmiş. Yunusun deniz krallığını onaylamayan hayvanlar varmış ve kendi aralarında toplanıp konuşurlarmış:
Köpekbalığı: Denizimize komşu denizden bir saldırı olsa, yunus bizi nasıl yönetir. O bırakın 200 köpekbalığını, bir köpek balığına dahi karşı koyacak gücü yok.
Ahtapot: Ben sizler kadar güçlü değilim ama kollarım sayesinde düşmanı etkisiz hale getirebilirim. Onu sımsıkı tutabilirim.
Pirana: Bizlerde küçüğüz ama küçüklüğümüz demek değil ki, biz hiçbirşey yapamayız. Bizler koca bir canlıyı yiyebiliriz. Yunus ne yapabilir?
Deniz anası: Haklısınız, bazı canlıların kral olmaya hakkı yoktur. Belki bende öyleyim. Ancak yunus oyun oynamaktan başka ne yapar ki?
Hayvanlar hep bu şekilde yunus hakkında atıp tutarlarmış. Ve o ihtimal gerçekleşmiş, denizlerine komşu denizden bir saldırı olmuş. Hepsinin paçası tutuşmuş saldırı alarmını duyduklarında. Yunus korkusuzca saldırının olduğu bölgeye gitmiş ve onları deniz altındaki evine davet etmiş. Milyonlarca deniz askeri yunusun evine konuk olmuş. Köpekbalığı, ahtapot, pirana, deniz anası ve daha birçok deniz canlısı kumun dibine girerek gizlenmişler. Yunus dertlerini sormuş, deniz askerleri ise şu şekilde yanıtlamış:” Senden önce köpekbalığı bizim denizimize sefer düzenlemişti. Onun intikamını almaya geldik. ” demişler. Yunus ise ” Ne intikamı ben savaşmak istemiyorum, hatta ayrı ayrı ülkelerde olmak istemiyorum. Gelin kardeş olalım, sizin deniziniz bizim denizimiz, bizim denizimiz sizin deniziniz olsun” demiş. Yunus’un bu sözleri şaşırtmış ama askerleri ikna etmiş.
Ve o günden sonra, denizlerde hiç kaos olmamış, denizler hep sakin ve mutlu kalmış…