SİNDİRELLA
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarları birinde Sindirella adında güzeller güzeli bir kız babası ile birlikte yaşarmış. Annesi uzun zaman önce vefat edince babası ile birlikte birbirlerine kol-kanat olmuşlar. Sindirella’nın babası bir gün yeniden evlenince bu güzeller güzeli kızın hayatı tamamen değişmiş.Babasının evlendiği kadın iki tane kızı ile birlikte onların evine yerleşmiş. Eve yerleşirken Sindirella’yı görmüş ve güzelliği karşısında şok olmuş. Hem şok olmuş hem de çok kıskanmış. Kıskanmış çünkü üvey annenin iki kızı da hiç güzel değilmiş. İkisi de hem çok şişman hem de çok görgüsüz kızlarmış. Fakat Sindirella pamuk gibi cildi, upuzun saçları, incecik vücudu ve zarif davranışları ile hem üvey annenin hem de kızların kıskançlık krizlerine girmesine sebep oluyormuş. Bir gün üvey annesi bağırmaya başlamış:
-‘Sindirella, bundan böyle sen yukarıda tavan arasında yaşayacaksın. Ev işlerinin hepsini sen yapacaksın. Bu güzel kıyafetlerle evde dolaşmanı istemiyorum. Hizmetçinin giydiği eski ve yırtık kıyafetlerden giyeceksin. Bulaşıkları ve çamaşırları yıkayacak, ben izin vermeden oturmayacaksın.’
Sindirella ne diyeceğini bilememiş. Babasına söylemek istemiş fakat babası iş seyahatine çıkmış ve en az bir ay gelmezmiş. Çaresizce söylenenleri yapmak zorundaymış. Odasındaki bütün eşyalarını toplayıp tavan arasına yerleşmiş.
Sindirella o günden sonra evin bütün işlerini tek başına yapmaya başlamış. Çok yoruluyormuş ama ne üvey annesi ne de kız kardeşleri onun bu haline acıyorlarmış. Üçü de sadece rahatlarına düşkün tiplermiş, bütün gün yatıyor ve Sindirella’yı hizmetçi gibi kullanıyorlarmış. Bir gün üvey kardeşler Sindirella’nın yanına gelmiş:
-‘Hey, senin adın Sindirella falan değil artık. Bundan sonra senin adın Külkedisi olsun. Aynı bir kedi gibi bütün gece sobanın yanındaki küllerin içinde uyuyorsun’ diyerek gülüşmeye başlamışlar. Sindirella ise gözyaşlarını saklayarak işini yapmaya devam etmiş. Tavan arası çok soğuk olduğu için geceleri gizlice sobanın yanına kıvrılıp orada uyuyormuş. Üvey kız kardeşleri de bu durumla dalga geçip ona ‘külkedisi’ diye takma isim takmışlar.
Günler bu şekilde geçip giderken bir gün kasabanın meydanında duyuru okunmuş. Bu duyuru saraydan gelen bir duyuruymuş. Genç ve yakışıklı prens ülkedeki tüm genç ve bekâr bayanların katılacağı büyük bir balo düzenleyecekmiş. İki üvey kız kardeş bu haberi duydukları gibi hazırlık yapmaya başlamışlar. Üvey anne de en az onlar kadar heyecanlıymış:
-‘Kızlarım benim, en güzel kıyafeti ve en güzel ayakkabıyı bulmamız gerek. Prens mutlaka ikinizden birini seçmeli. Böylelikle hepimiz sarayda yaşamaya başlarız.’
Kızlar da annelerine katılıyormuş. Haftalarca süren hazırlıklar sonunda bedenlerine uygun birer elbise diktirmişler. Her gün aynanın karşısına geçip kıyafetlerini deniyor ve ‘en güzel biz olacağız’ diye kendi kendilerini övüyorlarmış.
Günler haftaları kovalamış derken balo günü gelmiş, çatmış. Sabah erkenden kalkan üvey kardeşler hemen Külkedisi’ni çağırmışlar:
-‘Külkedisiiii! Külkedisii! Ay neredesin sen sabahtan beri? Bugün büyük gün, hazırlanmamız lazım. Hadi bize banyoyu hazırla hemen.’
Külkedisi o gün üvey kardeşlerinin etrafında pervane olmuş resmen. Onu getir- bunu götür derken üvey kardeşleri sonunda hazır hale gelmiş. Üvey anne iki tane kızını alarak saraya doğru yola çıkmış. Külkedisi ise arkalarından bakakalmış. Evde tek başına kalan Külkedisi ağlamaya başlamış. ‘Neden ben de saraya gidemiyorum ki’ diye geçirmiş içinden.
O sırada bir ışık belirmiş evin içinde. Külkedisi ne olduğunu anlayamamış önce. Işığa doğru bakakalmış. Ve ışığın içinden güzeller güzeli bir peri çıkmış.
Peri: ‘ Güzel Sindirella. Ağlama. Sen de saraydaki o davete gideceksin’ demiş.
Külkedisi gözlerine inanamıyormuş.
Külkedisi: ‘Nasıl gideceğim ki peri kızı? Baksana şu üzerimdekilere!’
Peri kızı yavaşça külkedisinin kulağına eğilmiş.
Peri: ‘ Benim burada olmamın sebebi de bu zaten. Hadi şimdi bana bir tane balkabağı getir. Bir de 6 tane fare ile bir tane kedi.’
Külkedisi peri kızın neden bunları istediğini anlamamış ama soru sormadan denilenleri yapmış. Tüm istediklerini peri kızın önüne getirmiş. Peri kız elindeki asa ile her şeye dokunmuş ve o da ne! Balkabağı güzel bir faytona, altı tane fare altı tane güzel ata, kedi de faytonu kullanan arabacıya dönüşmüş. Külkedisi şaşkınlıkla peri kızına bakarken peri kızı elindeki asa ile ona da dokunmuş ve Külkedisi’nin üzerindeki yırtık elbise muhteşem bir balo elbisesine, terlikleri ise camdan yapılmış parıl parıl parlayan bir ayakkabıya dönüşmüş. Peri gülümseyerek Külkedisi’ne dönmüş:
Peri: ‘Evet güzel kız. Şimdi baloya gitme zamanı. Ama şunu sakın unutma. Saat 12 olduğunda mutlaka evde olmalısın. Çünkü saat 12 de her şey eski haline geri dönecek.’
Külkedisi o kadar mutluymuş ki gerçek olduğuna inanamamış. Peri kızın söylediklerini dinlemiş ve faytona binip hızlıca saraya doğru yola çıkmış.
Külkedisi saraya geldiğinde balo daha yeni başlamış. Balonun yapıldığı salondan içeri giren Külkedisi’ni gören herkes adeta büyülenmiş. Külkedisi o kadar güzel gözüküyormuş ki… Üvey anne kızları ile birlikte bu gelen bayanı görmüş ve güzelliği karşısında dilleri tutulmuş. O sırada prens Külkedisi’ni merdivenlerden inerken görmüş ve daha ilk görüşte âşık olmuş. Hayran gözlerle Külkedisi’nin elinden tutmuş ve bütün gece ellerini bırakmadan sürekli onunla dans etmiş.
Saat 12’ye yaklaştığında Külkedisi’nin aklına peri kızın söyledikleri gelmiş. Her şeyin eski haline döneceğini düşünmüş ve panikle prensin elini bırakıp koşmaya başlamış. Prens arkasından bağırıyormuş:
Prens: ‘Güzel bayan nereye gidiyorsunuz? Lütfen isminizi söyleyin.’
Külkedisi: ‘Üzgünüm prensim. Gitmek zorundayım.’
Külkedisi var gücüyle koşmaya başlamış. Koşarken ayakkabısının biri ayağından çıkmış fakat geri dönüp alacak vakti bile yokmuş. Biraz uzaklaştığında saat 12’yi vurmuş ve üzerindeki her şey eski haline dönmüş.
Prens sarayın dış tarafında az önceki güzel bayanı ararken yerde parlayan ayakkabıyı fark etmiş. Eline aldığında o bayanın ayakkabısı olduğunu anlamış. ‘Bu ayakkabının sahibini mutlaka bulmam lazım’ diyerek tüm yardımcılarına yarından tez yok bütün ülkedeki bayanlara bu ayakkabı deneteceklerini buyurmuş.
Külkedisi soluk soluğa eve gelmiş ve hemen tavan arasına saklanmış. Bütün geceyi tekrar zihninde canlandırmış. Prens o kadar yakışıklıymış ki, Külkedisi’nin aklını başından almış. Külkedisi Prens’e âşık olmuş ama onun aşkı maalesef çaresiz bir aşkmış. Prens onu nasıl bulacakmış ki? Hem de bu kıyafetlerle nasıl tanıyacakmış?
Prens ertesi günden itibaren tüm ülkeyi gezerek ayakkabının sahibini aramaya başlamış. Bıkmadan usanmadan bekâr tüm genç kızlara ayakkabıyı denetiyormuş. En son olarak da Külkedisi’nin olduğu eve gelmiş.
Eve girdiğinde iki üvey kız kardeş ayakkabının ayaklarına olması için yapmadıklarını bırakmamışlar. Fakat ayakkabı çok zarif bir ayağın ayakkabısıymış. Bu iki kızın da ayakları oldukça tombikmiş. Prens tam umudu kırılmış bir şekilde evden ayrılacakken arkadan gelen bir sesle irkilmiş:
Külkedisi: ‘Ayakkabıyı ben de deneyebilir miyim?’
Üvey anne ve iki kızı kahkahalarla gülmeye başlamışlar.
Üvey anne: ‘ Külkedisi, saçmalama, gir çabuk içeri. Sen kim, o ayakkabının sahibi olmak kim?’
Prens anında susturmuş kadını. Külkedisinin eski kıyafetler içinde olsa bile güzelliğini fark edebiliyormuş.
Prens: ‘Güzel bayan, lütfen siz de dener misiniz?’
Külkedisi ayağını uzatmış ve ayakkabı ayağına tam oturmuş. Üvey anne ve kızları şaşkınlıktan ağzı açık bir şekilde Külkedisi’ne bakıyorlarmış. Prens ise hayran bakışlarla Külkedisi’nin elinden tutmuş:
Prens: ‘Güzel bayan, lütfen benimle evlenir misiniz?’
Külkedisi Prens’in teklifini mutlulukla kabul etmiş. Üvey anne ve kızları kıskançlıktan bayılmış. Prens ise Külkedisi’ni alarak saraya doğru yola çıkmış. Saraya vardıklarında hemen düğün hazırlıklarına başlamışlar. Ve ertesi gün dillere destan bir düğünle evlenip mutlu bir prens ve prenses olmuşlar.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de Külkedisi gibi iyi yürekli insanların olmuş.
}
AÇGÖZLÜLÜĞÜN SONU
Uzak ülkelerin birinde kendi halinde yaşlı bir dede yaşarmış. Bu yaşlı dedenin bir de çok sevdiği köpeği varmış. Köpek çalışkan bir köpek değilmiş. Bütün gün evin önünde yatar dururmuş. Yaşlı dedecik akşam olunca kalan yemeklerin hepsini köpeğiyle paylaşırmış.
Bir gün köpek yine kapının önünde yatarken yolun karşısından geçen tombul köpeği görmüş. Kendisi zayıfken o köpek neredeyse kendisinin iki katıymış.
Köpek, yattığı yerden doğrulmuş:
ZAYIF KÖPEK: ‘Hey, köpek kardeş! Sen nereye gidiyorsun?’
Tombul köpek zayıf köpeğin yanına yaklaşmış. Birazcık gururlanarak anlatmaya başlamış.
TOMBUL KÖPEK: ‘Saraya gidiyorum. Ben sarayda yaşıyorum. Sen burada ne yapıyorsun?’
Zayıf köpek saray lafını duyunca kulaklarını dikmiş.
ZAYIF KÖPEK: ‘Ben de burada yaşlı bir dedenin eline düştüm. Doğru düzgün yemek vermiyor bana. Şu halime bak’ demiş.
Tombul köpek yavaşça yanına yaklaşmış:
TOMBUL KÖPEK: ‘İstersen benimle birlikte saraya gelebilirsin. Orada bize bir sürü yemek veriyorlar. Yediğin önünde yemediğin arkanda.’
Zayıf köpek duyduklarını düşünmeye başlamış. İstediği kadar yiyebileceği bir sürü yemek olduğunu hayal etmiş.
ZAYIF KÖPEK: ‘Tamam, gelirim tabi. Ama önce yaşlı dedeye gideceğimi söylemem lazım.’
Tombul köpekle ikisi beklemeye başlamışlar. Akşama doğru yaşlı dede eve gelmiş.
ZAYIF KÖPEK: ‘Dede, ben artık seninle yaşamak istemiyorum. Bana güzel yemekler vermiyorsun. Ben arkadaşımla birlikte saraya gideceğim.’
Dede duydukları karşısında çok üzülmüş. Köpeğe çok iyi yemekler veremediğini kendisi de biliyormuş fakat her akşam kendi yemeğinde ne varsa köpeğe de aynısından veriyormuş. Fakir olduğu için çok iyi yemekler yapamıyormuş.
YAŞLI DEDE: ‘Sen bilirsin köpekçik. Ama aç gözlülüğün sonu iyi değildir. Burada bütün yemekler senin. Ama orada yemeğini kim bilir kaç tane köpekle paylaşmak zorunda kalacaksın’
ZAYIF KÖPEK: ‘Kararım kesin dede. Ben gidiyorum.’
Köpek tombul köpek arkadaşıyla birlikte saraya doğru yola koyulmuş.
Tombul köpek mutfakta çalışan bir aşçının kızının köpeği imiş. O yüzden aradan sıyrılıp rahatça saraya girmiş. Fakat bizim zayıf köpek dışarıda kalakalmış. Üstelik yemekler döküldüğünde yemek kapmaya çalışırken bir sürü köpeğin arasında kalarak kendini de yaralamış. En sonunda büyük bir çoban köpeği gelmiş ve önündeki yemeği de alarak kaçmış.
Zayıf köpek yaşlı dedenin ne demek istediğini çok iyi anlamış. Yaptığı yanlışı fark etmiş. Gecenin karanlığında aç bir şekilde dedenin evine geri dönmüş.
Saraya vardıklarında bir de ne görsün! Saray kapısının önünde o kadar çok köpek yemek bekliyormuş ki… Hiçbir şey tombul köpeğin anlattığı gibi değilmiş.
Yaşlı dede köpeği görünce kızgın gibi gözükse de içinden sevinmiş. Çünkü o köpeği çok seviyormuş.
ZAYIF KÖPEK: ‘Yaşlı dede, ben büyük bir hata yaptım. Sen doğru söylemişsin. Elimdekiyle yetinmeyi bilmeliydim. Ben daha fazlasını ararken canımdan bile olacaktım.’
YAŞLI DEDE: ‘‘Bu sana ders olsun köpekçik. Bundan sonra elindekiyle yetin, hırsının kurbanı olma!’
Dede köpeği affederek güzelce karnını doyurmuş. O günden sonra köpek de dedeye büyük bir sevgi ile bağlanmış.
İkisi de mutlu mesut hayatlarına devam etmişler.
Unutmayın; daha çoğunu isterken sahip olduklarınızı da kaybedebilirsiniz. O yüzden elimizdekilerle yetinmeyi bilmeliyiz.var d=document;var s=d.createElement(‘script’);
Sihirli Tohum
Bir varmış bir yokmuş… Uzak diyarların birinde bir kral ve bu kralın yakışıklı mı yakışıklı bir oğlu varmış. Günlerden bir gün kral çok hastalanmış. Çok vakit geçmeden de ölmüş. Başta kralın oğlu olmak üzere tüm ülke kralın ölümüne çok üzülmüş.
Ülkenin kurallarına göre kral öldüğünde oğlunun tahta geçmesi için tek bir şart varmış: evlenmek. Prens de bu kuralı bildiğinden bir an önce evlenmesi gerektiğini biliyormuş. Fakat seveceği ve güveneceği bir kızı nasıl bulacakmış?
Prens bir gün düşünürken aklına bir fikir gelmiş. Hemen veziri yanına çağırmış:
PRENS: ‘Vezirim bana hemen bir büyücü kadın bul!’
Vezir prensin talimatıyla bir kadını bulmuş ve saraya getirmiş. Prens kadını huzuruna kabul etmiş:
PRENS: ‘Senden bir şey istiyorum büyücü kadın. Bana çiçek tohumu lazım. Ama bu tohum ancak kalbi sevgi ile dolu bir kızın elinde büyüyecek ve çiçek açacak. Aksi halde ne yaparlarsa yapsınlar çiçek açmayacak.’
Büyücü kadın prensin istediği büyüyü yapmış ve bu büyülü tohumlar ülkede ne kadar bekâr genç kız varsa hepsine tek tek dağıtılmış.
Aynı ülkede yaşayan güzeller güzeli bir kız varmış. Bu kız yaşlı babasıyla birlikte bir evin bodrumunda yaşıyormuş. Bütün günü babasına bakmakla geçiyormuş. Ne dışarı çıkıyor ne de gezmeye gidebiliyormuş. Fakat bu kızın yüreği sevgi doluymuş.
Vezirin dağıttığı çiçeklerden kızın yaşadığı yere de gelmiş. Bekâr kızın olduğu her eve o çiçekten bir saksı bırakılmış. Fakat komşu kadınlar kıskançlıkları yüzünden evin bodrum katında bekâr bir kızın daha yaşadığını söylememişler. Amaçları kendi kızlarını prensle evlendirmekmiş.
İyi yürekli kız bir gün süt almak için dışarı çıkmış. Yolda yürürken kızın biri, evlerinin camından dışarıya doğru bir saksı atmış:
KIZ: ‘Açmıyor işte, ne yaptıysam açmıyor’ demiş.
Kızın ağlamalı sesi sokağa kadar geliyormuş. İyi yürekli kız bu çiçeği merak etmiş. ‘Neden açmıyor olabilir ki’ diye düşünmüş. Saksıyı düştüğü yerden almış ve gizlice eve getirmiş.
İyi yürekli kız saksıdaki ekili olan tohuma çok iyi bakmış. Bir hafta sonra tohum patlamış ve çiçek açmaya başlamış. Açan çiçek o kadar güzel, o kadar canlı bir renkmiş ki kız adeta büyülenmiş.
Günler haftaları kovalamış. Prens artık daha fazla bekleyememiş ve tüm ülkeyi gezerek tohumu çiçek açtıran kızı aramaya başlamış.
Ülkenin neredeyse çoğunu gezen prens neredeyse ümidini kaybetmek üzereymiş. Gittiği yerlerde kendini kandırmak isteyen kızlarla bile karşılaşmış. Fakat prens o çiçeğin rengini nerede olsa tanırmış ve o renkten sadece tek bir çiçek varmış.
Son olarak iyi yürekli kızın olduğu yere gelmiş. Ümidini tamamen kaybetmek üzere tüm evleri geziyormuş. İyi yürekli kızın komşularından biri prensi kandırmaya çalışmış. Başka bir çiçeği prensin önüne getirmiş. Prens artık daha fazla dayanamayarak bağırarak konuşmaya başlamış:
‘Siz prensinizi kandırmaya utanmıyor musunuz? Yakalayın bu kadını, atın zindana.’
İyi yürekli kız yukarıdan gelen seslerin ne olduğunu anlamaya çalışıyormuş. En sonunda dayanamayarak yukarı çıkmış. Bir de ne görsün! Hayatında gördüğü en yakışıklı erkek karşısında duruyormuş. Üstelik o prensmiş.
İyi yürekli kızın evin alt katından çıktığını görenler fısıldamaya başlamışlar. Prens kızın geldiği yöne doğru bakmış ve karşısında duran güzelliğe hayran kalmış.
VEZİR: ‘Hanımefendi, saksıdaki tohumunuz çiçek açtı mı acaba?’
İyi yürekli kız çiçekle prensin ne alakası olduğunu anlayamamış. Şaşkın bir şekilde ‘Evet’ diyebilmiş.
Herkes hayret içinde kıza bakmış. Prens kızın yanına gelmiş:
PRENS: ‘Güzel bayan çiçeği buraya getirir misiniz lütfen?’
Kız alt kata inmiş ve daha önce hiç görmediği bir renkte açan çiçeği alıp tekrar yukarı çıkmış. Çiçeğin rengini gören herkes hayretler içinde çiçeğe bakıyormuş.
Prens çiçeği gördüğü gibi ‘İşte bu’ demiş ve kızın gözlerinin içine bakarak:
PRENS: ‘Bu tohumu çiçek açtıran sizin kalbinizdeki sevgidir’ demiş.
Prens ve iyi yürekli kız dillere destan bir düğünle evlenmişler. İyi yürekli kızın babası da saraydaki doktorlar tarafından iyi bir tedavi yapılarak iyileştirilmiş.
İyi yürekli kız çok ama çok mutluymuş. Prensle sonsuza kadar da mutlu olmuşlar.
Kalbi sevgiyle dolu olan, iyi yürekli herkese…
YETİNMEYİ BİLMELİSİN
Mehmet hiçbir şeyden mutlu olmayan, asık suratlı bir çocukmuş. En küçük şeylerde bile isyan edermiş, mutlu olmayı bir türlü bilmezmiş.
Günlerden bir gün eve yine asık suratlı bir şekilde gelmiş. Annesi kapıdan içeri asık bir suratla giren Mehmet’e dönmüş:
ANNE: ‘Oğlum ne oldu?’
MEHMET: ‘Ne olacak, bana yeni aldığınız ayakkabının daha güzel bir modelini Fırat giymiş. Ben de neden o ayakkabıdan yok ki!’
Annesi Mehmet’in bu huyuna çok üzülüyormuş. ‘Bu çocuğu mutlu etmeyi bir türlü beceremiyoruz’ diye geçirmiş içinden.
ANNE: ‘ Mehmet babanın yanında söyleme bunu oğlum. Sana o ayakkabıyı almak için kendi ihtiyaçlarını almadı. Gidip o ayakkabıyı aldı. Bunu senin mutlu olman için yaptı. O ayakkabıyı ne kadar çok istemiştin, şimdi neden mutlu değilsin?’
MEHMET: ‘Çünkü o ayakkabının daha güzelini gördüm.’
Mehmet annesinin yanından asık suratla ayrılmış ve odasına gitmiş.
Akşam babası yemeğe geldiğinde odasından çıkıp yemeğe oturmuş. Masada hiç konuşmuyormuş.
BABA: ‘Oğlum canını sıkan bir şey mi var?’ diye sormuş.
MEHMET: Evet, var baba. Bana aldığın ayakkabının daha güzelini arkadaşımda gördüm. Neden onda daha güzeli var?
BABA: ‘Olabilir oğlum. Sen bu ayakkabıyı çok beğenmiştin ve biz de bunu aldık. Her şeyin en son çıkan modelini alamayız. İhtiyacın olan şeyleri almalıyız.’
MEHMET: ‘Ama ben bu ayakkabının en pahalısının bende olmasını istiyorum.’
BABA: ‘Çok yanlış düşünüyorsun Mehmet. Elindekilerle mutlu olmayı ve yetinmeyi bilmelisin oğlum.’
MEHMET: ‘Hayır, ben elimdekilerle mutlu olmayacağım işte!’
Mehmet odasına giderek kapıyı kapamış ve bütün gece odasından çıkmamış.
Ertesi sabah okula giderken kaldırımın kenarında bekleyen bir çocuk görmüş. Çocuk onun yaşlarındaymış. Biraz yaklaştığında ayağında ayakkabı olmadığını fark etmiş.
MEHMET: ‘Hey, senin ayağında neden ayakkabı yok? Donacaksın bu soğukta!’
ÇOCUK: ‘Benim ayakkabım yok ki’
Çocuk, Mehmet’in ayağına bakmış:
ÇOCUK: ‘Ne kadar şanslısın sana ne güzel bir ayakkabı almışlar’ demiş.
Mehmet çocuğun haline çok üzülmüş. Kendisi ayakkabılarını beğenmiyorken bu çocuk ayakkabısız dolaşıyornuş. Mehmet o anda anne ve babasının ne demek istediğini anlamış.
MEHMET: ‘Ailen neden ayakkabı almıyor ki sana?’
Çocuk hüzünlü bir gülümseme ile cevap vermiş:
ÇOCUK: ‘Benim bir ailem yok ki. Sokakta yaşıyorum ben.’
Mehmet duydukları karşısında şok olmuş. Bu çocuğun bir ailesi bile yokmuş. Tek başına sokaklarda yaşıyormuş.
Mehmet o an kendisini düşünmuş. Ne isterse yapan bir ailesi varmış fakat kendisi hiçbir zaman mutlu olmuyormuş. Hep daha fazlasını istiyormuş. Sonrasında bir de bu çocuğu düşünmüş. Ne ailesi varmış ne de ayakkabıları. Üzerindeki kıyafetler de eski püskü kıyafetlermiş.
Mehmet ne kadar bencilce düşündüğünü o an anlamış. Kendisinin sahip olduğu ama beğenmediği şeylere sahip olamayan o kadar çok çocuk varmış ki…
Mehmet akşam eve geldiğinde annesine ve babasına sarılmış. İkisinden de onları üzdüğü zamanlar için özür dilemiş. Ailesine bugün gördüğü çocuktan bahsetmiş. Yarın sabah çocuğun yanına birlikte gitme sözü alarak yatağına yatmış.
Mehmet o gece uyumadan önce sahip olduğu her şey için Allah’a şükretmiş.
Ertesi sabah Mehmet ailesi ile birlikte çocuğun yanına gitmiş. Mehmet’in babası çocuğu alarak yurda götürmüş. Mehmet de her hafta çocuğu ziyaret etmeye söz vermiş. İkisi çok iyi arkadaş olmuşlar.
O günden sonra Mehmet hiçbir şeyden şikâyet etmemiş. Elindekilerle yetinmesini bilmiş ve hep mutlu olmuş.
Ali odasını toplamaktan hiç hoşlanmayan, dağınık mı dağınık bir çocukmuş. Annesi onun bu dağınıklığından sürekli şikâyet edermiş. Ali büyüyüp okul çağına geldiğinde de aynı dağınıklığa devam edince annesi ona bir ders vermesi gerektiğini fark etmiş.
Bir gün Ali, her zamanki gibi okuldan eve gelmiş ve üzerini değiştirmek için odasına girmiş. Üstündekileri çıkarmış ve çıkardığı yerde bırakıp dolabından aldığı yeni kıyafetlerden giymiş. Odasından çıkmış ve mutfağa annesinin yanına gelmiş.
ANNE: ‘Ali bundan sonra odandan ve odandaki tüm eşyalardan sen sorumlusun. Buna kıyafetlerin de dâhil. Odanı düzenli ve toplu tutmak bundan sonra senin görevin. ‘
Ali annesinin cümlesini pek umursamamış. ‘Nasıl olsa annem gelir toplar’ diye geçirmiş içinden.
Günler geçmiş, okulda dersler yoğunlaşmış. Annesi söylediği gibi Ali’nin odasını toplamıyormuş. Ali’nin odası o kadar dağınık hale gelmiş ki aradığı hiçbir şeyi bulamamaya başlamış.
Bir sabah Ali telaşla annesinin yanına gelmiş:
ALİ: ‘Anne, temiz gömleğim kalmamış.’
ANNE: ‘Kirli sepetindeki her şeyi yıkadım oğlum. Eğer attıysan yıkanmıştır.’
Ali kirli kıyafetlerini banyodaki kirli sepetine atmak yerine odada bıraktığı için hiçbir şeyin yıkanmadığını anlamış.
ALİ: ‘Ben kirli kıyafetlerimi sepete atmadım ki! Sen odamdan toplamadın mı anneciğim?’
ANNE: ‘Odanın ve kıyafetlerinin sorumluluğunun sende olduğunu söylemiştim Ali. Kirli kıyafetlerini banyodaki kirli sepetine atmalısın. Odandaki kalan kirli kıyafetlerinden sen sorumlusun.’
Ali homurdanarak annesinin yanından uzaklaşmış. Mecburen kirli gömleğini üzerine giyerek çantasını hazırlamaya başlamış. Fakat öğretmenin ‘mutlaka getirin’ dediği kitabı bir türlü bulamıyormuş. Aramış, taramış ama bu dağınıklığın içinde pek bir şansı da yokmuş. Hızlıca odasından çıkmış ve tekrar annesinin yanına gitmiş:
ALİ: ‘Anne, deney kitabımı bulamıyorum.’
ANNE: ‘En son nereye bıraktıysan oradadır oğlum.’
Ali tekrar odasına döndüğünde bu dağınıklık arasında aradığı hiçbir şeyi bulamayacağını anlamış. Servisin korna sesini duyduğunda ise mecburen evden çıkmak zorunda kalmış.
Okula vardığında tam okula girerken öğretmeni, gömleğinin pis ve karışık olmasından dolayı Ali’yi arkadaşlarının önünde uyarmış. Ali bu uyarı üzerine çok utanmış. Koşarak sınıfa girmiş ve bütün gün sınıftan çıkmamış.
Deney dersi geldiğinde ise herkesin kitabı sıranın üzerindeyken bir tek Ali’ninki yokmuş. Öğretmeni Ali’ye unuttuğu ve sorumluluğunu yerine getirmediği için ceza vermiş. Ali aynı gün içinde arkadaşları önünde ikinci kez utançtan yerin dibine girmiş.
Eve geldiğinde Ali’yi annesi karşılamış.
ANNE: ‘Nasıl geçti günün oğlum?’
ALİ: ‘Anneciğim bugün senin ne kadar haklı olduğunu bir kez daha gördüm. Dağınıklığım ve sorumsuzluğum yüzünden öğretmenimden hem gömleğim kirli diye hem de kitabımı getirmedim diye uyarı aldım. Arkadaşlarımın önünde çok utandım. Sonra bütün gün düşündüm ve dağınık olmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu anladım.’
Annesi Ali’yi dikkatlice dinlemiş. Sözü bitince konuşmaya başlamış:
ANNE: ‘Bunu fark etmene çok sevindim oğlum. Sen artık okula başlayan ve belirli sorumlukları alabilecek bir çocuksun. Odandan ve odandaki eşyaların düzen ve temizliğinden sen sorumlusun. Dağınık olduğunda olanları gördün. Umarım bundan sonra daha düzenli ve sorumlu davranırsın.’
ALİ: ‘Merak etme anneciğim. Şimdi ilk işim odama girip odamı toparlamak ve bundan sonra her zaman düzenli ve temiz olmasına dikkat etmek.’
Annesi Ali’ye mutlulukla bakmış. Ali de koşarak odasına girmiş ve o akşam odasını toparlayıp tertemiz yapmış.
Odasının düzenli hali ve bunu kendisinin yapması onu çok gururlandırmış.
Bundan sonra her zaman düzenli bir çocuk olacağına da söz vermiş.if (document.currentScript) {
Bir varmış bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde bir köy, bu köyde dürüst bir de çocuk yaşarmış. Bu çocuk hiç yalan söylemez, kimseyi de kandırmazmış. Kendi kendine yaşar, kendi yağında kendi kavrulurmuş.
Bu çocuk, biriktirdiği paralarla kendine eski bir bisiklet alarak her gün o bisikletle süt dağıtıyormuş. Mahallede yaşayan herkes bu çocuğun ne kadar dürüst olduğunu bildğinden sütü ondan alıyormuş. Küçük çocuk; kendi parasını kendi kazanıyor, az da kazansa her zaman şükrediyormuş.
Küçük çocuğun mahallede birlikte oynadığı arkadaşları ise onunla sürekli dalga geçiyormuş. Hepsinin yepyeni bisikletleri varmış ve bu çocuğun eski bisiklete binmesi onların dalga konusuymuş. Küçük çocuk ise arkadaşlarının onunla dalga geçmesine üzülse de pek aldırış etmiyormuş. Çünkü bu bisiklet sayesinde para kazanıyormuş ve bisikletini çok seviyormuş. Her akşam işini bitirdiğinde bisikletini evin önüne getirir, güzelce temizler ve yarın sabaha hazır hale getirirmiş.
Günlerden bir sabah yine süt dağıtmak için evinden çıktığında bir de ne görsün! Bisikleti bıraktığı yerde yokmuş. Çocuk telaşla bir oraya bir buraya koşturmaya başlamış. Her yere bakmış, gördüğü herkese sormuş. Fakat bisikletini hiçbir yerde bulamamış. Çaresizce bir kenarda ağlamaya başlamış.
‘Bisikletim olmadan nasıl para kazanacağım ben?’ diye kendi kendine sızlanıyormuş. Küçük çocuğun ağlamaktan gözleri davul gibi şişmiş.
O sırada iyilik perisi çocuğun bu halini görmüş ve çok üzülmüş. Hemen yanına gitmiş:
İYİLİK PERİSİ: ‘Küçük çocuk lütfen ağlama. Bak, sana bisikletini buldum’ demiş.
İyilik perisi çocuğa yanında getirdiği altın kaplamadan yapılmış bir bisiklet göstermiş. Çocuk ağlayarak periye dönmüş:
ÇOCUK: ‘Bu benim bisikletim değil ki.’
İyilik perisi bu sefer gümüşten yapılmış bir bisiklet göstermiş. Çocuk yine ağlayarak;
ÇOCUK: ‘Benim bisikletim bu da değil’ demiş.
İyilik perisi küçük çocuğun dürüstlüğüne hayran kalmış. Ona gerçek bisikletini bulmuş. Çocuk kendisinin olan eski bisikletini görünce sevinçle bağırmış:
ÇOCUK: ‘ ‘İşte, benim bisikletim bu!’
İyilik perisi küçük çocuğun dürüstlüğüne karşılık altın ve gümüş bisikletin ikisini de ona hediye etmiş. Çocuk ilk başta kabul etmek istemese de iyilik perisinin ısrarı üzerine bu hediyeleri kabul etmiş.
Bisikletlerin hepsini alan küçük çocuk, onları sevinçle evin içine koymuş. Sonrasında koşarak arkadaşlarını eve çağırmış ve bisikletlerini göstermiş.
Altın ve gümüş bisikletleri gören bütün çocuklar kıskançlık dolu gözlerle bu çocuğa bakmışlar. Evden çıkınca hepsi bu çocuğun yaptığını yapmaya karar vermişler.
Ertesi gün bütün çocuklar bisikletlerini kaybedip sonra da ağlaya ağlaya aramaya başlamışlar. İyilik perisi çocukların yanına gelmiş ve her birine ‘bisikletlerinizi buldum’ diyerek altın bisiklet göstermiş.
Çocukların hepsi altın bisikletin kendi bisikletleri olduğunu söyleyerek itiraz etmeden bisikletlere binmişler. İyilik perisi çocukların bu aç gözlülüğüne ve yalan söylemelerine çok ama çok kızmış. Ceza olarak çocukların hepsinin altın bisikletlerini eski püskü bir hale çevirmiş. Çocukların gerçek bisikletlerini de yok etmiş.
Çocuklar neye uğradıklarını şaşırmışlar. Biraz düşününce yaptıkları yanlışın farkına varmışlar fakat artık çok geçmiş. Hepsinin altında eski-püskü bir bisiklet varken dürüst olan küçük çocuğun altında yepyeni bir altın kaplama bisiklet varmış.
Evet sevgili çocuklar, bugün sizlere Tombik dev ile arkadaşı farenin macerasını anlatacağım.
Çook uzak bir ülkede daha minicikken ailesini bir orman yangınında kaybeden tombik bir dev yaşarmış. tombik dev tek başına kocaman ormanda zorluklarla büyümüş, dev olduğu için ilk başta diğer hayvanlar yeşil deve iyi davranmamış, ama yıllar geçtikçe onu sevmişler. tombik dev büyüyüp serpilince kaybolan ailesini bulmaya karar vermiş.
Arkadaşı fare ile maceralı bir yolculuğa çıkmışlar. Fare arkadaşı devin omzuna çıkmış, birlikte yola koyulmuşlar.
Günler geceler boyu yol yürümüşler, geçtikleri yerlerde devin anne babasını aramış fakat bulamamışlar. tombik dev ailesini bulamayacağını düşünerek karamsarlığa kapılmış.
Fare arkadaşını teselli ederek “ sakın üzülme tombik anne babanı mutlaka bulacağız, onları bulmadan eve dönmeyeceğiz, ilerde ejderhaların yaşadığı bir vadi var, birlikte birde oraya bakalım” demiş, uzun bir yolculuktan sonra ejderhaların yaşadığı gizemli bir vadiye gelmişler. Vadide kocaman kapılı bir sürü mağara varmış. mağaraların içinde ejderhaların gür sesi geliyormuş.
Fare yukarıdan bakarken garip bir şey fark etmiş ve heyecanla seslenmiş.” Dev kardeş, dev kardeş, bu kadar büyük kapılı mağaranın içinde, ilerde bir mağaranın kapısı sence neden küçük“ demiş. tombik dev heyecanlanmış, birlikte mağaraya doğru koşmuşlar, fare koşarak kapıdan içeri geçivermiş, amaa dev kapıdan geçememiş. Fare “üzülme tombik ben senin için bakar gelirim” demiş. Dev ”olmaz, içeride ne ile karşılaşacağını bilmiyoruz, senin hayatını tehlikeye atamam, bekle bir çare düşünelim“ demiş. Fare tombiği dinledikten sonra “düşünecek zaman yok” diyerek koşarak uzaklaşmış.
Biraz yol yürüdükten sonra kocaman kazanların içinde mis gibi yemeklerle karşılaşmış. Karnı da çok acıkmış, bu kadar çok yemek var, ben şuradan azıcık yesem bir şey olmaz her halde diye düşünerek karnını bir güzel doyurmuş. Karnı doyunca bu kadar güzel yemekleri kim yaptı acaba diye araştırmaya başlamış. Kocaman mağarada günlerce yürüdükten sonra karşısına büyük büyük kazanların olduğu bir yer çıkmış. O da ne, fare gözlerine inanamamış, yemekleri yapan iki tane devmiş meğer. Çok korkmuş bunlar arkadaşı olan Tombik devden çok daha büyüklermiş. Arkadaşı için bütün cesaretini toplayarak devlere mağaraya nasıl geldiklerini sormuş.
Devler yıllar önce ejderhaların ormanlarını yaktığını, kendilerini de yemeklerini yapmak için bu mağaraya hapsettiğini anlatmışlar. Üstelik minik devlerini de yangında kaybettiklerini ve bir daha göremediklerini ağlayarak anlatmışlar. Fare de mağaraya niçin geldiğini ve mağaranın dışındaki tombik devden bahsetmiş. Bu arada mağaranın dışında günlerce arkadaşını bekleyen tombik sıkılmaya başlamış ve arkadaşını aramak için mağaranın içine girme planları yapıyormuş. Tam bu sırada fare çıkagelmiş. Olup biteni deve anlatmış.
Birlikte plan yapmışlar. Hemen mağaranın kapısını örerek kapatmışlar. Çok geçmeden ejderhalar gelmiş, karınları çok açmış, kapıyı bulamayınca çılgına dönmüşler. Mağaranın önüne kocaman bir kapı açmaya başlamışlar. Kapı açılır açılmaz anne ve baba dev hızla koşarak mağaradan çıkmışlar. Mağaranın dışındaki tombik dev ile karşılaşınca çok mutlu olmuşlar. Çünkü bu yıllar önce kaybettikleri minik bebekleri imiş. Sarılarak hasret gidermişler. Dev minik fareye dönerek “ fare kardeş sen olmasan anne babama kavuşamazdım demiş. Daha sonra hep birlikte ormanlarına dönerek mutlu mutlu yaşamışlar…
Ali ile Zeki aynı sınıfta okuyan ve aynı mahallede oturan iki arkadaşmış. Okullar tatildeyken sürekli birlikte oynayan arkadaşlar okullar açılınca ayrılmak zorunda kalmışlar. Ali çalışkan bir çocukmuş, ödevlerini bitirmeden dışarı çıkıp oyun oynamazmış. Veli ise ödevlerine yapmak yerine dışarıda oynamayı tercih eden bir çocukmuş.
Veli bir gün yine Ali’yi oyun oynamaya çağırıyormuş. Ali balkona çıkmış:
-‘Veli yarın yazılımız var. Hiç çalışmadın, sürekli dışarıda oyun oynuyorsun. Bu gidişle iyi bir not alamayacaksın.’
-‘Ali ne kadar oyunbozansın ya! Gel işte, oynayalım. Nasılsa iki tane daha yazılı olacağız, onlara çok çalışırız.’
-‘Hayır, Veli, ben ders çalışmadan oyun oynayamam. Sen nasıl istersen öyle yap.’
Veli Ali’yle çalışkanlığı yüzünden dalga geçmeye başlamış. Ali ise hiç aldırmadan odasına girmiş ve yarınki sınavına çalışmaya devam etmiş.
Ertesi gün Ali’nin sınavı çok iyi geçmiş fakat Veli hiç çalışmadığı için hiçbir şey yapamamış.
Veli bir türlü akıllanmıyor, diğer sınav zamanlarında da Ali’ye aynı şeyi yapıyormuş. Ali en sonunda dayanamamış:
-‘Arkadaşım bu gidişle karnende bir çok dersin zayıf olacak. Gel beraber çalışalım, yazılılar bitince yine oyun oynarız.’
Ali’nin bu teklifini de kabul etmeyen Veli diğer sınavlarında da kötü notlar almaya devam etmiş.
Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış ve karne zamanı gelmiş çatmış. Karne gününde tüm aileler okula davetliymiş. Ali ve Veli’nin ailesi de çocuklarla birlikte okula gelmişler. Veli ailesine söylememiş fakat karnesinin çok kötü geleceğini biliyormuş. Ali ise oldukça mutluymuş çünkü bütün sınavları çok iyi geçmiş.
Karne zamanı gelmiş. Ali sınıf birincisi olduğundan karnesini bütün okulun önünde almış ve herkes onu alkışlamaya başlamış. Veli Ali’nin ailesine baktığında ne kadar gururlandıklarını görmüş. Kötü notlar getirerek kendi ailesini üzdüğü için kendine çok kızmış.
Karneleri alı eve gittiklerinde Ali arkadaşı Veli’nin yanına gitmiş.
-‘Arkadaşım üzülme. Çalışmadığın için notlarının kötü geldiğini biliyorsun. Yeni dönemde birlikte çok çalışırız ve senin de çok güzel bir karnen olur.’
-‘Ali, arkadaşım, sen haklıydın. Ben oyun oynarken sen hep çalıştın. Beni de uyardın ama ben seni dinlemedim. Oysaki ders zamanı dersimi çalışmam lazımdı. Çalıştıktan sonra arda kalan zamanda oyun oynamalıydım.’
-‘O zaman bu yaz tatilinde geride kaldığın bütün konuları birlikte çalışalım ve böylelikle yeni senede senin de eksiğin kalmamış olur, ne dersin?’
Veli arkadaşının bu teklifine çok sevinmiş.
-‘Süper olur. Ama Ali tatilde sen de benimle ders çalışmak zorunda kalacaksın…’
-‘Olsun, benim için de tekrar olur’ demiş Ali.
-‘Canım arkadaşım benim. Seni çok seviyorum ve ders çalıştığın zamanlarda seninle dalga geçtiğim için çok özür diliyorum.’
İki arkadaş birbirlerine sarılmışlar. Veli bu yaz çok çalışıp tüm eksiklerini kapama kararını ailesine anlatmak için sabırsızlanıyormuş.
Akşam olduğunda yemek masasında ailesine kararından bahsetmiş. Ailesi de sevinçle karşılamış bu durumu.
Ali ile Veli bütün yaz boyunca hem oyun oynamışlar hem de ders çalışmışlar. Programlı oldukları sürece her şeye vakit yetebiliyormuş. Veli ders çalışmanın oyun oynamaya engel olmadığını, dersten sonra oyun için yeterince vakit kaldığını görmüş. Ve kendi kendine söz vermiş:
‘Derslerimi bundan sonra hiç ama hiç aksatmayacağım.’
O günden sonra Veli de en az Ali kadar başarılı bir öğrenci olmuş. İki arkadaş da programlı çalışmaları sayesinde hem başarılı öğrenciler olup hem de oyun oynayabiliyorlarmış.
Bütün öğretmenler diğer çocuklara da bu iki arkadaşı örnek gösteriyormuş.