Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken eski hamam içinde… Uzak mı uzak diyarların birinde minik bir oğlan çocuğu yaşarmış. Bu oğlan çocuğunun adı Eser imiş. Eser, annesi, babası, babaannesi ve dedesi ile birlikte mutlu mesut yaşarmış. Eser’in ailesinin büyük çiftlikleri, birçok tarlaları, atları, inekleri, tavukları ve daha birçok hayvanları varmış. Eser her gün erkenden kalkar, dedesi ile birlikte atlara yem verir, tavuklara yem verip yumurtalarını toplar, dedesinin inekleri sağmasını izlermiş.
Günlerden bir gün çiftlikteki ineklerden biri yüksek sesle mölemeye başlamış. Eser ineğin sesini duyunca hemen oraya doğru koşmuş. Bir de bakmış ki ne görsün! Hamile olan inek yere yatmış, öylece kalakalmış. Bizim minik oğlan bunu görünce hemen koşup babasına ve dedesine haber vermiş. Vakit kaybetmeden ahıra gelen dede ve baba ineğin doğurmak üzere olduğunu görmüşler.
Babası hemen Eser’e dönerek:
Baba: ‘Eser oğlum, koş hemen veteriner amcaya haber ver’ demiş.
Bizim minik oğlanın yaşı küçükmüş ama elinden gelen işler büyükmüş. Hızlıca fırlamış evden ve kasabanın meydanındaki veteriner amcanın dükkânına atmış kendini.
Eser: ‘Veteriner amca yetiş, bizim ineğimiz doğurmak üzere!’
Veteriner apar topar dükkânını kapayarak düşmüş Eser’in peşine…
Veteriner ve Eser eve geldikleri gibi dedesi ve babası karşılamış onları. Üçü birlikte ahıra girerken Eser’i gelmemesi konusunda uyarmışlar.
Bizim minik oğlan dışarıda bekleyedursun, veteriner ahırda ineği sağlıkla doğurtmuş. Büyük bir sevinçle ahırdan çıkan üçlüyü gören Eser hemen koşarak ahıra doğru yaklaşmış:
Eser: ‘Babacığım, dedeciğim, ineğimiz doğdu mu?’ demiş.
Baba: ‘Evet oğlum, minik mi minik tatlı mı tatlı yavru bir ineğimiz oldu’ diye yanıt vermiş.
Eser çok heyecanlanmış. Hemen içeri girip minik yavruyu görmek istiyormuş. Ama dedesi karşı çıkmış:
Dede: ‘Dur oğlum, hele inek biraz dinlensin, ne bu acelen? Yarın gelir görürsün’ demiş.
Bizim minik oğlan dedesinin bu tavrı karşısında çok üzülmüş ancak bir şey dememiş.
Akşam olunca herkes yemek masasının etrafında toplanmış. Her akşam neşeli olan Eser’in bu akşamki durgun halleri annesinin hemen dikkatini çekmiş:
Anne: ‘Güzel oğlum neyin var senin? Neden yemek yemiyorsun?’ demiş.
Eser: ‘Anneciğim ben yeni doğan ineği görmek istiyorum ama dedem buna izin vermiyor. Yarın görürsün diyor. Oysa ben şimdi görmek istiyorum. O yavru ineği çok ama çok merak ediyorum.’ Diye yanıt vermiş.
Bunu duyan annesi oğlunun üzülmesine dayanamamış:
Anne: ‘Güzel oğlum sen şimdi yemeğini ye, yemekten sonra ben seni götüreceğim, tamam mı?’ demiş.
Eser o kadar mutlu olmuş ki sevincinden annesinin boynuna atlamış. Yemeğini hızlıca yemiş ve annesi ile birlikte ineğin yanına gitmişler. Ahır çok karanlık olduğu için, ışık da yetmediği için, Eser ineğin yavrusunu ancak uzaktan görebilmiş.
Bizim minik oğlan gece yatağa yatmış ama aklı da fikri de minik yavrudaymış. Onun ne kadar tatlı olduğunu düşünüverirken uyuyakalmış.
Sabah olduğunda erkenden uyanan Eser, heyecanla kahvaltısını etmiş ve dedesinin yanına koşmuş:
Eser: ‘Dedeciğim! Bugün bana minik ineği göstereceğine söz vermiştin. Haydi, kalk gidelim! Lütfen, lütfen !’ demiş.
Eser’in heyecanını gören dede gülümseyerek tamam demiş. İkisi de el ele tutuşup yavru ineğin yanına gitmişler. Sonunda yavru ineği tam olarak gören Eser çok mutlu olmuş.
Yavru ineğin yanına giden bizim küçük oğlan başlamış inekle konuşmaya:
Eser: ‘Korkma küçük tatlı inek. Ben senin arkadaşınım.’ Demiş.
Dedesi torununun bu ineği ne kadar çok sevdiğini görebiliyormuş.
Dede: ‘Eserciğim, bu tatlı ineğin adını sen koymak ister misin?’ demiş.
Bizim küçük oğlan bu duruma çok sevinmiş ve hemen isim düşünmeye başlamış. En sonunda:
Eser: ‘Buldum! Onun adı artık Sarıkız olsun.’ Demiş.
Eser artık her gün sabah erkenden kalkıp, Sarıkız’ın yanına gitmiş. Sarıkız’ın tüm bakımı ondan sorulur olmuş. Sarıkız da artık Eser’i tanıyormuş ve Eser’den hiç korkmuyormuş. Eser ve Sarıkız çok iyi anlaşmış ve hep birlikte büyümüş, hayat da böyle devam etmiş durmuş…
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, Develer tellal pireler berber iken, ben anamın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, uzaklarda bir yerlerde bir köy varmış. Bu köyde Ali adında bir çocuk yaşarmış. Ali genç bir çocukmuş. Ali’nin köyü çok güzelmiş. Annesi babası da çok zenginmiş. Herkes Ali’yi çok severmiş.
Yine de Ali’nin yüzü hiç gülmüyormuş. Hu genç delikanlı hep mahzun mahzun dolaşır dururmuş. Aslında her şeyi yerli yerindeymiş. Uzun mu uzun boy, güzel mi güzel gözler, kuvvetli mi kuvvetli kollar, zengin mi zengin bahçeler, akıllı mı akıllı bir kafa. Hepsi Ali’de mevcutmuş. Ama bu genç delikanlının kafasına taktığı bir şey varmış. O şey de burnunun üstünde duran kocaman et beniymiş. Ali bu et benini hiç mi hiç sevmezmiş. Sadece ben olsa gene iyi. Bu benin üstünde kocaman kocaman kıllar da varmış. Bu yüzden herkes onunla benli diye alay edermiş.
Ali köyden bir kızı çok ama çok seviyormuş. Ama kız, ne zaman Ali’yi görse gülmekten kırılıyormuş. Ali’ye baktıkça gülüyormuş. Bu yüzden Ali kızdan köşe bucak kaçıyormuş. Kızın kendisine gülmesini istemiyormuş. Bu yüzden Ali kimseyle arkadaşlık etmiyor, sadece ormanın bekçisi Ahmet amcayla dolaşıyormuş. Çünkü Ahmet amcanın da Ali’nin ki gibi kocaman bir beni varmış. Ali de kendini Ahmet amcaya yakın hissediyormuş, çünkü ikisinde de ben varmış.
Bir gece Ali tarlalarından birinden geziniyormuş. Gökyüzünde ay parıl parıl parlıyormuş. Ali bir elma ağacının kenarına oturmuş. Karşıya doğru bakarken bir de ne görsün ! Toprağın altından türlü türlü cüceler çıkıyormuş. Teker teker, bir mantarın, bir taşın, bir yaprağın üzerine oturmaya başlamışlar bu cüceler. Ali şaşırmış. ‘’ Ne yapacaklar acaba ? ‘’ diye düşünmeye başlamış.
Cüceler kendi aralarında birbirlerine türlü türlü tuhaf tuhaf hikayeler anlatıyorlarmış. Bir hikayeye kulak astığında Ali kendini gülmemek için zor tutmasına rağmen, kocaman bir kahkaha patlatmış. Bu kahkahayı duyan cüceler hep birlikte Ali’ye doğru dönmüşler. Ali birden şaşırmış ve korkmuş.
-‘ Bizi gözetlemeye utanmıyor musun? Madem sen bize güldün, sen de bizi güldür.’diye sormuş içlerinden bir cüce.
Bunun üzerine Ali ayağa kalkmış ve şarkı söyleyip dans etmeye başlamış. Cüceler Ali’nin dansını çok komik bulmuşlar, hepsi gülmeye başlamış.
Sabah olmuş. Ne Ali gitmek istiyor, ne de cüceler gitmek istiyormuş. Cücelerin başı;
-‘ Akşam burada tekrar buluşmak için sözleşelim. Ama senden sözünü tutacağına dair bir rehin almak istiyorum. Gelmezsen diye bizde kalabilecek bir şey almalıyım. O burnundaki et benini bize ver. Eğer gelmezsen o bizde kalmış olsun. ‘’Demiş. Buna Ali çok sevinmiş. Cüce eliyle dokunduğu gibi et beni kopuvermiş. Ali hemen eve koşmuş ve aynaya bakmış. Et beni nihayet yokmuş.
Ali hemen sevdiği kızın yanına koşmuş. Kız Ali’yi görünce şok olmuş. Ali her şeyi anlatmış. Bunun üzerine kız cüceleri görmek istediğini söylemiş. Gece olunca Ali kızı da alıp cücelerin yanına gitmiş. Ali’nin geldiğini gören cüceler çok sevinmişler. Tam et benini Ali’ye geri takacakken Ali;
-‘ Ne olur onu bana geri takma. Bekçi Ahmet’te bir tane var. Gidip ona tak. Onda iki tane olsun.’’ Demiş gülmüş. Zaten cüceler bekçiyi sevmiyormuş. Cüce bekçinin uykusunda ona et benini takıvermiş. Artık Ali de et beni yokmuş. Bekçi ise ne olduğundan habersiz mışıl mışıl uyumaya devam etmiş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, Develer tellal pireler berber iken, ben anamın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, uzaklarda bir yerlerde kocaman bir orman varmış. Bu orman öyle büyük bir ormanmış ki, bazı yerlerine bırakın insanın girmesini daha hayvanlar bile girememiş, öyle büyük ve karanlık bir ormanmış. Bu ormanda genellikle vahşi hayvanlar yaşarmış. Çünkü vahşi hayvanların en sevdiği yerler bu orman gibi büyük, karanlık, bol ağaçlı, insanların girmediği yerlermiş. Bir sürü hayvan yaşarmış bu ormanda. Kurtlar, ayılar, aslanlar, kaplanlar, yılanlar, ve bir sürü hayvan kimse birbirine zarar vermeden bu ormanda dururmuş. Bu ormanda bir de dişi kurt yaşarmış. Bu dişi kurdun dört tane yavrusu varmış. Bu yavrularına gözü gibi bakıyormuş. Onları eğitiyor, zıplamayı öğretiyormuş. Ama daha fazla doğurmak istiyormuş. Çünkü ne kadar çok çocuk doğurursa o kadar güçlü olacağını düşünüyormuş.
Günler geçmiş, aylar geçmiş. Kurt hala yeni yavrular doğuramamış. Kurt iyice kızmaya, kendi yavrularıyla da ilgilenmemeye başlamış.
Yine bir gün bu vahşi ormanda, maymunlar zıplıyormuş, filler sürürleriyle birlikte geziyorlar, geyikler birbirlerine hikayeler anlatıyor, çakallar ağaçların altında piknik yapıyorlar, kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor, çiçekler mutlu mutlu açıyor, arılar vızır vızır vızırdıyormuş. Yani her şey gayet normal gidiyormuş ormanda. Bizim dişi kurt da yavrularını alıp nehir kenarına inmiş. Nehir kenarında oturmuş. Yavruları da bir köşede kendi başlarına oynuyorlarmış. Kurt onlara bakıp iç çekmiş. Nehirin ötesinde su içen dişi aslanın dikkatini çekmiş bu kurdun iç çekişi. Merak etmiş ve kurdun yanına gitmiş.
-‘ Hayrola kurt kardeş ? Neden dertli dertli iç çekiyorsun ? Sesini karşıdan işittim ve yanına geldim. Bir problemin varsa sana yardım etmek isterim. ‘’ demiş dişi aslan.
Dişi aslanın geldiğini gören kurt baştan pek umursamamış. Benim kendi derdim bana yeter, bir de başkasıyla uğraşamam diye düşünmüş. Ama dişi aslanın söylediklerini duyunca bu düşüncelerinden çok utanmış. Dişi aslana doğru dönmüş.
-‘ Hiç sorma aslan kardeş. Derdim çok büyük. Dermanını bulamam, sende bulamazsın. ‘’ demiş.
Bunun üzerine dişi aslan iyice merak etmiş. Arkasına doğru bakmış. Kurdun dört yavrusu da gayet mutlu bir şekilde oyun oynuyorlarmış. Her şey normal gözüküyormuş.
-‘ Derdini anlatsan belki dermanını da buluruz, ne dersin ? ‘’ demiş.
Bunun üzerine bizim dişi kurt başlamış anlatmaya.
-‘ Benim dört tane evladım var. Ama bu dört evladım bana yetmiyor. Daha çok güçlenmek istiyorum. Ama bu dört evlatla nasıl güçleneceğim ki? Doğurmak istiyorum doğuramıyorum. Benim derdim budur. Var mı sende dermanı ? ‘’ diye sormuş.
Bunun üzerine dişi aslan kocaman bir kahkaha atmış.
-‘ İlahi kurt kardeş. Hiç güleceğim yoktu. Bu mu senin derdin ? Ne olmuş dört tane evladın varsa ? Bak bana. Benim bir tane oğlum var. Onu öyle bir yetiştirdim ki. O kadar güçlü yaptım ki, bak şimdi bu ormanın kralı oldu benim oğlum. Önemli olan kaç çocuğunun olduğu değil, onları ne kadar güçlü yetiştirdiğinde. Eğer doğru bir şekilde yetiştirirsen onlar çok güçlü olur. Onlar güçlü olursa sen de güçlü olursun. ‘’ demiş ve izin isteyip ormanın içine doğru yol almış.
Aslan gittikten sonra kurt düşünmüş. Aslanın dediklerinin aslında ne kadar doğru olduğunu fark etmiş. Önemli olan kaç çocuğunun olduğu değil, onları nasıl yetiştirdiğiymiş. Ve aslanın tavsiyelerine uymaya karar vermiş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, bende çok uzaklarda bir yerlerde bir köy varmış. Bu köyde çok dertli bir Adam yaşarmış. Neden mi dertliymiş diyecekseniz. Gelin anlatayım.
Bu dertli beyimizin adı Ali imiş. Ali’nin çok bereketli toprakları, tarlaları, sürülerce koyunları, bir kocaman ahır inekleri varmış. Ali bunlarla geçimini sağlarmış. Hem de ne sağlamak! Vakti zamanında köyün en zenginlerindenmiş. Ne oldu da Ali böyle dertlendi dediğinizi duyar gibiyim. Ali’ye olanlar olmuş.
Alilerin köyünün toprakları çok bereketliymiş. Her sene köylüler yağmur duası yaparlar, ve dualarının karşılığını almışlardır ki, her sene de çok güzel yağmur yağarmış. Topraklar kuraklık nedir bilmez, başka köylere göre 2 katı meyve sebze verirmiş. Gel gelelim geçen kıştan sonra, toprağın bereketi kaçmış. Birden topraklar kuraklaşmaya, üstünde ot bile bitmemeye başlamış. E hal böyleyken, Ali’nin topraklarında da hiçbir meyve büyümez, hiçbir sebze büyümez olmuş. Tarlalarına ne ekse hemencik kuruyorlarmış. Böyle olunca hayvanları da aç kalmış ve birer birer zayıf düşmüşler. Gün geçtikçe hayvanlar açlıktan ölmeye başlamışlar. Lakin gel gelelim aylar geçiyor topraklarda hala ot bitmiyormuş. Ali’nin karısı da açlıktan vefat etmiş. Ali evde bir başına kalakalmış. Hayvanları ölmüş, karısı ölmüş, Ali yaşıyormuş. Ben bu acıyla nasıl yaşarım. Bu kadar derde nasıl katlanacağım ben diye düşünürken birden aklına bir fikir gelmiş. Dünya’nın en dertsiz insanını bulacak , onun yanında çalışmak için yalvaracakmış. Böyle hayal kurup düşmüş yollara. Yollar gitmiş, yollar giderken günler geçmiş aylar geçmiş. Kimi görse, en az onun kadar dertliymiş gördüğü bulduğu insanlar. Daha da gitmiş. Dereleri tepeleri aşmış. Bir gün yürürken kocaman bir ev görmüş.Daha önce hiç o kadar süslü ve büyük bir ev görmemiş. Bahçesinden içeri girdiğinde bir de bakmış ki tüm bahçede meyve ağaçları, tarlalar, tarlalarda sebzeler, hepsi de çok sağlıklı duruyorlarmış. Ali bu duruma çok şaşırmış. Kendi köyü kurakken bu köyde bütün yemişler kocamanmış. Kapıyı çalıp, evin sahibini görmek istediğini söylemiş. Uşak kapıyı açıvermiş. Kapı kocaman bir salona açılmış. Salonun sonunda da kocaman bir masanın öbür ucunda bir adam oturuyormuş. Ali usulca seslenmiş.
-‘ Merhaba! Ben yabancı bir köyden geliyorum. Dünya’nın en dertsiz adamını arıyordum. Ve buldum. Sizin bahçeniz çok güzel. Bir sürü yemiş var. Oysa bizim köyümüzde ağaçlarda yaprak bile kalmadı. Bütün hayvanlarımız öldü. Çoğu köylü açlıktan öldü. Bende evimden çıktım geldim. Dünyanın en dertsiz insanın yanında çalışacağıma yemin verdim. Ne olur izin verin sizin yanınızda çalışayım.’’
Bunu duyan adam cevap vermiş.
-‘Ey oğul! Sen sanır mısın ki ben dertsizim? 6 oğlum vardı. Kuraklıktan, açlıktan hepsi öldü. Bütün yemişlerim çürüdü, bütün hayvanlarım öldü. Aynı senin gibi perişan haldeydim. Bir gün umudum tükendiğinde yanımda ufacık bir orman perisi beliriverdi. Bana elindeki tohumları verip, bunları ekmemi söyledi. Bende ektim. Böyle güzel bir bahçeye sahipsem hepsi umudumun tükendiği zaman beliren o peri sayesindedir. Şimdi sana tavsiyem şudur ki; köyüne dön ve sabret. Sabreden derviş muradına erermiş. Sen bekle, inanırsan peri gelir seni de bulur.’’
Adamın dediklerini dinleyip dönmüş Ali. Aylar sonra uyandığında yatağının ucunda bir avuç tohum bulmuş. İşte o zaman anlamış ki eğer gerçekten sabrederse zamanla istedikleri kabul olurmuş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellallığı pireler berber iken, ben anamın beşiği de tandır mıngır sallanır iken, buradan çok uzaklarda bir yerlerde bir cadı yaşarmış. Bu cadı o kadar güçlü bir cadıymış ki sinirlendiği birşeyi hemencecik taşa dönüştürebiliyormuş. Bu yüzden kimse onunla arkadaşlık edemiyormuş. Aslında bu cadı iyi bir cadıymış ama birisi onu sinirlendirdiğin de istemeden de olsa onlara baktığı an karşısındaki insan taşa dönüşüyormuş. Gel zaman git zaman günler ayları aylar yılları kovalamış. Cadı genelde şatosunda duruyormuş. Ara sıra ormana hava almak çıkar, kuşları sever, çiçekleri kokluyormuş. Ama bir avcının bir hayvanı öldürdüğünü gördüğünde çok sinirlenir, avcıya baktığı an avcı taşa dönermiş. Yine böyle bir gün ormanda dolaşırken bir avcı görmüş. Avcı bir tavşanı vurmuş. Cadı o kadar üzülmüş, o kadar sinirlenmiş ki birden ağlamaya başlamış. Cadının ağlama sesini duyan avcı arkasına dönmüş. Avcı bir de ne görsün! Bu zamana kadar gördüğü en güzel kızmış cadı. Yemyeşil iri iri gözleri, bukle bukle siyah saçları, bembeyaz teni, incecik beli, upuzun boyu varmış. Avcı cadıyı gördüğü an aşık olmuş. Ama cadı ağlıyormuş ve oldukça öfkeli gözüküyormuş. Avcı cadıya yaklaşmaya başlamış. Bu sırada cadı da avcıya bakıyormuş. Bu zamana kadar gördüğü en uzun boylu, en güzel yüzlü erkekmiş. Sapsarı saçları, masmavi gözleri varmış avcının. Cadı da avcıya aşık olmuş. Ama şu an ona çok sinirliymiş. Eğer avcının gözlerine bakarsa avcı taşa dönecekmiş. Avcının kendine doğru geldiğini görmüş hemen başını eğmiş. Hala çok sinirli ve üzgünmüş. Cadı kafasını erdiğinde, bir el birden çenesini okşamış. Cadı avcının olduğunu biliyor fakat avcıya bakamıyormuş. Birden avcı canının kafasını kaldırmış ve gözümde gelmişler. Cadı ” eyvah. Şimdi taşa döneceksin. ” demiş. Ama birden bire ikisinin gözlerinin ortasında bir ışık belirlenmiş. Cadının taşlaşma büyüsü avcıya etki etmiyormuş. Cadı çok sevinse de birden aklına bir soru gelmiş. Acaba bu avcı da büyücü olabilir miymiş ? Cadının suratındaki değişiklikleri gören avcı sormuş. Benim hakkımda merak ettiğin bir şeyler mi var leydim? Demiş. Cadı da cevap vermiş.
– ‘ Evet. Ben birisine çok kızdığımda o kişinin gözlerine bakarsam o kişi taşlaşıyor. Sen neden taşlaşmadın çok şaşırdım.’
Avcı da bu duruma şaşırmış. Birlikte konuşa konuşa, kendilerini anlata anlata cadının şatosuna doğru gitmişler. Cadının şatosuna geldiklerinde cadı avcıyı içeriye davet etmiş. Avcı da kabul etmiş. Dışarıdan bakıldığında şato çok korkutucu gözüküyormuş. İçeriye girdiklerinde avcı çok şaşırmış. Şatonun içi o kadar güzel, o kadar renkliymiş ki. Renk renk çiçekler, altınlar, gümüşler varmış. Avcı sormuş:
-‘ Dışarıdan çok ürkütücü görünüyorken içi nasıl da böyle olabilir ?’’
Cadı cevap vermiş.
‘ Ben aslında kötü biri değilim. Ama insanları istemeden taşlaştırdığımdan dolayı, kimsenin yanıma yaklaşmasını istemiyorum. Onları taşlaştırdığımda çok üzülüyorum.’’
Cadının evinde bir ayna varmış. Ayna her şeyi doğru söylermiş. Cadı olan biteni aynaya anlatmış. Ayna da cevap vermiş.
-‘ Sevgili leydim. İşte bu gerçek aşktır. Gerçek aşk engel tanımaz.’ Demiş.
Cadı ve avcı bir aya kalmaz evlenmişler. Yüzüklerini taktıkları anda şatonun dışı da içi gibi neşeli gözükmüş. Biraz zaman geçtikten sonra bir de bakmışlar ki cadı artık sinirlendiği insanları taşlaştırmamaya başlamış. İşte bunlar hep gerçek aşkın sayesinde olmuş. Bir ömür boyu mutlu yaşamışlar.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, Develer tellal pireler berber iken, ben anamın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, uzaklarda bir yerlerde büyülü bir orman varmış. Bu ormanda ağaçlar, bitkiler, çiçekler, böcekler, hatta hayvanlar bile büyülü imiş. Ormanda her derde deva şifalı bitkiler, otlar, ağaçlar bulunurmuş. Hepsi kendi aralarında mutlu mesut yaşarlarmış. Kimse kimseye karışmaz, hepsi birbiriyle iyi geçinirmiş.
Günlerden bir gün, öğleden sonra vakitlerinde, ormanın kenarından bir ağlama sesi gelmiş. Bizim birde ormanımızda çok meraklı bir baykuşumuz varmış. Bu baykuş her şeyi öğrenmek ister, her şeyi duymak, her şeyi görmek istermiş. İşte bu ağlama sesini duyan bizim baykuş durur mu ? Hemen sesin geldiği yöne doğru uçmuş. Amanın! Bir de ne görsün ? Bir fare büyülü ormanın az ilerisinde bir köşede içini çeke çeke ağlıyormuş. Baykuş dayanamamış gitmiş sormuş. Fare başlatmış anlatmaya, hem anlatıyor hem de ağlıyormuş.
-‘Benim canımdan çok sevdiğim bir küçük oğlum var. Biz her gün birlikte gezer, yiyecek bir şeyler bulup evimize döneriz. Bazen bulamadığımızda köylülerin bahçelerine gider, orada ararız. Yine bugün köylülere gittik. Ben başka bahçeye oğlum ise başka bir bahçeye gitti. Herkes yiyeceğini bulduktan sonra büyük ağacın orada bekleyecekti. Ben gittim fakat oğlum gelmedi. Merak ettim oğlumun gittiği bahçeye gittim. Bir de ne göreyim! Oğlum yerde yatıyor. Yediği şey zehirliymiş. Nefes alıyor, ama yerinden kalkmıyor. Ne olur yardım et baykuş kardeş. Oğlumun derdine bir deva bul.’ demiş ve yine ağlamaya başlamış.
Büyülü ormanda da Kraliçe Baykuş varmış. Bu kraliçe baykuşun tedavi etmediği hayvan, bitki, ağaç, böcek kalmazmış. Bizim baykuşun aklına kraliçe baykuş gelmiş.
-‘ Büyülü ormanda Kraliçe Baykuş yaşar. O her şeyi iyileştirir. Gel seni onun yanına götüreyim.’’ Demiş baykuş. Fareyi yanına almış ve kraliçe baykuşa gitmişler. Fare derdini ağlaya ağlaya bir bir anlatmış. Farenin çok ağladığını gören Kraliçe Baykuş çok üzülmüş.
-‘Üzülme fare hanım. Senin derdinin devası bendedir. Bana bir ağacın yaprağı lazım. Ama öyle bir ağaç bul ki, üzerinde ne çiçek ne böcek, hiçbir canlı ölmemiş olsun. O ağcı bulup ondan yaprak getirdiğinde oğlun iyileşecek. ‘’ demiş.
Bunu duyan anne fare hemen büyülü ormandaki ağaçlara koşmuş. İlk gördüğü ağaca sormuş.
-‘ Ey ulu ağaç. Üzerinde bir canlı ölmüş müdür? ‘’
Ağaç:
-‘Bir böcek ölmüştür.’’
Bir başka ağaca sormuş.
-‘Bir kuş ölmüştür.’’
Fare böyle böyle bir sürü ağaca sormuş. Hepsinin üstünde bir şeyler ölmüş. Fare tam umudunu kaybedecekken, karşısına parıl parıl parlayan pembe bir ağaç çıkmış. Ağaç o kadar güzelmiş ki, fare gözlerine inanamamış. Hemen gidip ağaca sormuş.
-‘Ağaç kardeş! Üzerinde hiçbir şey ölmüş müdür? ‘’
Ağaç gülerek cevap vermiş.
-‘Ben büyülü ormanın ağacıyım. Ama benim özelliğim farklı, her ne kadar güzel gözüksem de kimse bana dokunamaz. O yüzden Hayır, üzerimde hiçbir şey ölmemiştir.’’
Bunu duyan fare olanları anlatmış. Ağaç da memnuniyetle bir yaprağını koparıp fareye vermiş. Fare hemen kraliçe baykuşun yanına gitmiş. Kraliçe baykuş hemen bir ilaç hazırlamış anne fareye vermiş. Fare çok teşekkür edip yoluna koyulmuş. Hemen bahçeye varıp oğluna ilacı içirmiş. Oğlu hemencecik iyileşivermiş. O günden sonra da anne oğul nereye giderlerse hep beraber gitmişler. Annesi oğlunun yanından hiç ayrılmamış. Bizim meraklı baykuş da hep onlarla gezmiş. Bir daha hiç ayrılmamış.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, çok uzak diyarlarda küçük prens adından gerçekten de prens olan biri yaşarmış. Küçük prens şaşırtılacak şekilde küçük boydaymış. Küçük prens bir evden biraz daha büyük bir gezegende yaşıyormuş. Küçük prensin gezegeninde yanardağlar, çiçekler ve otlar varmış. Bu otlar zararlı otlarmış ve küçük prens her gün gezegenini dolaşıp bu zararlı otları temizlemekle uğraşıyormuş. Her ne kadar her gün temizlese de ertesi gün zararlı otlar tekrar çıkıyorlarmış. Küçük prens gezegeniyle ilgilenmeyi çok severmiş. Her sabah kalkıp yanardağlarını temizler, çiçeklerini sular, zararlı otlarını temizlermiş. Zararlı otlara özellikle de baobap ağaçlarına çok dikkat edermiş. Baobap ağaçları zamanında temizlenmezse köklerini çok uzaklara salar, eğer gezegen de küçük ise gezegeni paramparça ederlermiş.
Bir gün küçük prens baobap fidanlarının arasında gezerken orada bir gül olduğunu fark etmiş. Küçük prens duyduğu hayranlığı saklayamamış;
-‘’Öyle güzelsiniz ki! ‘’ demiş güle.
Bunu duyan gül de cevap vermiş;
-‘’Ben güneş ile beraber doğdum’’ demiş.
Gül çok nazlı bir gülmüş. Hiçbir şeyden memnun olmuyor, hiçbir şekilde mutlu olamıyormuş. Küçük prense şöyle demiş;
-‘’Akşam olunca üzerimi bir cam fanus ile kapatırsanız iyi olur. Gezegeniniz çok soğuk. Gezegeninizin bu kadar soğuk olması benim için hiç iyi değil. ‘’
Küçük prens gülün sürekli mızmızlanması küçük prensin canını sıkıyormuş. Küçük prens kendini çok yalnız hissediyormuş. Hep bir arkadaşı olsun istermiş. Arkadaş bulabilmek için uzaklara gitmeye karar vermiş. Gitmeden önce de gülünü son bir defa sulamış ve ondan ayrılma zamanı geldiğinde Küçük prensin içini çok büyük bir hüzün kaplamış.
Küçük prens yolculuğu sırasında bir çok gezegen gezmiş. Bu gezegenlerden birinde hiçbir uyruğu olmayan bir kral ile, başka bir gezegende daha kendi gezegenini tanımayan bir coğrafyacı ile karşılaşmış. Bir başka gezegende ise bir fenerciyle karşılaşmış. Fenercinin gezegeni öylesine küçükmüş ki, fenerci gece olduğunda fenerini yakıyor, fener yanar yanmaz hemen gün doğuyormuş. Feneri söndürmek zorunda kalıyormuş. Feneri söndürdüğünde gece oluyor, yaktığında ise gün doğuyormuş.
Küçük prens en sonunda dünyaya ayak basmış. Önce çok şaşırmış. Çölde tek başına yürürken bir tilkiyle karşılaşmış. Tilkiyi görünce;
-‘’Gel biraz oyun oynayalım. Çok yalnızım.’’ Diyivermiş. Ne var ki tilki ;
-‘’Ben seninle oyun oynayamam. Çünkü ben evcil değilim.’’ Demiş.
Küçük prens;
-‘’Evcil ne demek? ‘’ diye sormuş.
Tilki cevap vermiş;
-‘’Bağlanmak demektir. Eğer sen beni evcilleştirirsen ben senin dünyada biricik olurum, sen de benim için dünyada biricik olursun. Ne olur evcilleştir beni ! ‘’ demiş.
Küçük prense kendisini nasıl evcilleştirebileceğini anlatmış. Küçük prens de tilkiyi evcilleştirmiş. Ne var ki Küçük Prens gezegenini ve gülünü çok özlüyormuş. Bu yüzden geri dönmeye karar vermiş ve tilkiye veda etmiş. Ama Küçük Prens arkadaşını bırakacağı için çok üzülüyormuş. Tilki ona ;
-‘’Senin altın sarısı saçların var. Buğdaylar da altın sarısı. Buğdayları gördüğüm zaman aklıma sen geleceksin. Oradan esen rüzgarlar bana senin sesini hatırlatacak.’’ Demiş.
Küçük prens bunun üzerine çok uzaklara gitse de tilkiyi hep kalbinde taşıyacağını fark etmiş. Küçük prens gezegenine dönmüş. Gülüne ve yanardağlarına kavuşmuş. Gülüne ve gezegenine kavuştuğu için çok mutluymuş. Her gece mutlu bir şekilde yıldızları izlemiş. Siz de küçük prens gibi her gece yıldızları bakarken küçük prensi göremeseniz de onları dinleyip onlardan gelen sesleri duyabilirsiniz.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, buradan çok uzaklarda bir yerlerde Tospiş adında bir kaplumbağa varmış. Tospiş çok meraklı bir kaplumbağaymış. Farklı bir hayvan farklı bir böcek gördüğünde onları takip eder, farklı farklı yerlere gidermiş. Tospiş bir gün ailesiyle ormanda gezerken bir solucana rastlamış. Bu solucan yavaş yavaş ormanın derinliklerine doğru ilerliyormuş. Bizim tospiş de merak etmiş ve solucana şöyle seslenmiş:
-Solucan kardeş nereye gidiyorsun?
Solucan da cevap vermiş:
-‘’ Ormanın ötesinde parlayan bir köy var. Orada birçok solucan arkadaşım var. Onların yanına gidiyorum. ‘’ demiş.
Tospiş cevap vermiş:
-‘’ İyi yolculuklar solucan kardeş. Soruma cevap verdiğin için teşekkür ederim. ‘’
Tospiş ailesiyle yoluna devam ederken aklı sürekli solucandaymış. Acaba gitti mi diye merak etmiş. En sonunda dayanamamış ve merakına yenik düşerek ailesinin yanından ayrılarak solucanın gittiği yola sapmış. Tospiş solucana yetişmek istiyormuş ama bir türlü yetişemiyormuş. Ailesinden de gittikçe uzaklaşıyormuş.
Tospiş solucanın peşinde giderken yolda başka bir solucana daha rastlamış. Hemen ona seslenmiş.
-‘’ Solucan kardeş merhaba. Ormanın ötesinde parlayan bir köy varmış. Başka bir solucan arkadaşım bana bu yoldan gidildiğini söyledi. Ama ben 1 saattir gidiyorum hala köye varamadım. Sen de o köye mi gidiyorsun? Eğer sen de o köye gidiyorsan ben de seninle gelebilir miyim? ‘’
Solucan cevap vermiş:
-‘’ Merhaba kaplumbağa kardeş. Evet, ben de o köye gidiyorum. İstersen benimle gelebilirsin. Ama o köy biraz uzakta. Eğer benimle şimdi yola çıkarsan iki günde varabiliriz.’’
Tospiş parlayan köyün çok uzakta olduğunu öğrenince çok korkmuş. Çünkü ailesinin yanından ayrılırken izin almadığını ve eğer o köye giderse ailesinin çok korkacağını, tospişin kaybolduğunu düşünüp çok üzüleceklerini ve tospişi günlerce arayacaklarını düşünmüş ve solucana şöyle demiş:
-‘’ Yardımın için çok teşekkür ederim solucan kardeş. Ama ben seninle gelemem. Çünkü ailemden izin almadım. Eğer seninle gelirsem ailem beni çok merak eder. Beni bulamazlarsa çok üzülürler. O yüzden ben buradan geri dönmeliyim. Sana iyi yolculuklar diliyorum. Kendine iyi bak solucan kardeş.’’
Tospiş geldiği yoldan geri gitmeye başlamış. Çiçeklere böceklere baka baka giderken birden havanın karardığını fark etmiş. Akşam olmaya başlamış. Tospiş korkmuş.
-‘’ Eyvah! Akşam oldu. Ben şimdi ailemin yanına nasıl geri döneceğim? ‘’
Tospiş böyle devam düşünüp yoluna devam ederken tospişin ailesi de tospiş kayboldu zannedip bütün arkadaşlarıyla tospişi aramaya başlamışlar. Saatler geçtikçe üzülüp merak etmişler. Tüm ailesi arkadaşları ile birlikte tospişi arıyorlarmış.
Tospiş korkarak yoluna devam etmiş ve ailesinden son ayrıldığı yere gelmiş. Tospişin ailesi tospişin geldiğini görünce hemen onun yanına gitmişler.
-‘’ Tospiş nerelerdeydin seni çok merak ettik sana bir şey oldu diye çok korktuk saatlerdir seni arıyorduk nereye gittin? ‘’
Tospiş cevap vermiş:
-‘’ Çok özür dilerim. Ben yolda bir solucanla karşılaştım. Ormanın ötesinde parlayan bir köy varmış. Merak ettim ve oraya gitmek istedim ama çok uzakmış gidemedim geri döndüm. Size haber vermediğim için çok özür dilerim bir daha yapmayacağım. ‘’
Ailesi tospişin özrünü kabul etmiş bir daha bu şekilde habersiz bir yere gitmemesi için uyarmışlar ve yollarına devam etmişler. Tospiş de ailesinden uzaklaştığında çok korktuğunu bir daha uzaklaşmaması gerektiğini uzaklaşırsa onların merak edeceklerinin farkına varmış ve bir daha ailesine haber vermeden ve onlardan izin almadan hiçbir yere gitmemiş.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, çok ama çok uzak diyarların birinde büyük bir masal diyarı varmış… Masal diyarında masallar hiç bitmez, uslu duran ve yaramazlık yapmayan tüm çocuklar bu masalları dinlermiş. İşte o masallardan birisi senin gibi uslu duran çocuklara gelsin…
Bir varmış bir yokmuş. Uzak mı uzak diyarların birinde güzeller güzeli, şekerler şekeri bir kız yaşarmış. Bu kızın adı Naya imiş. Naya hayvanları çok seven, bahçede koşup oynayan doğa dostu bir kızmış.
Günlerden bir gün Naya’ya babası güzeller güzeli bir papağan hediye etmiş. Bu papağan o kadar güzel o kadar büyükmüş ki Naya bu papağanı çok sevmiş. Renkli tüyleri her baktığından onu büyülüyormuş. Bu papağan bir de o kadar güzel konuşuyormuş ki… Hatta Naya ile karşılıklı olarak konuşan bu papağan, Naya’ya güzel bir arkadaşlık da yapıyormuş. Ancak papağanın aklı fikri her zaman esas yurdunda yani koskocaman ormanlardaymış.
Papağan eskiden büyük mü büyük, güzel mi güzel bir ormanda yaşıyormuş. Ailesi ve arkadaşları ile birlikte bu ormanda hayatını devam ettirirken bir gün avcılardan birisi papağanı esir almış. Onu uzun bir süre kafeste tutan bu acımasız avcı, gün geldiğinde de papağanı en çok para veren müşteriye satmış. Papağan o gün bu gündür ormanın özlemi ile yanar tutuşur, ne arkadaşlarını ne de ailesini bir türlü unutmazmış.
Papağan bir gün dayanamamış ve içinden geçenleri bu güzel yürekli minik kıza anlatmaya karar vermiş. Naya’yı karşısına alan papağan, başlamış tüm hayatını anlatmaya:
Papağan: ‘Naya, benim güzel yürekli arkadaşım. Ben sana hayat hikâyemi anlatayım mı? Ben eskiden büyük ve güzel bir ormanda yaşayan mutlu bir papağandım. Ancak bir gün acımasız avcının teki geldi ve beni esir alarak hem arkadaşlarımdan hem de ailemden ayırdı. Üstelik bu da yetmezmiş gibi beni uzun bir süre kafeste esir tuttu. Sonra da en çok para veren müşterisine sattı. Benim burnumda hala o ormanların kokusu var. Hem yaşadığım o ormanı hem de arkadaşlarımı inan çok özledim’ demiş.
Naya haftalardır kendisine arkadaşlık eden bu güzel papağanın hikâyesini duyunca o kadar üzülmüş ki… Kendisini evinden ve ailesinden uzakta düşünmüş ve hemen gözünden birkaç damla yaş süzülmeye başlamış. Naya bu düşünceyi kendisi için bile düşünemezken, nasıl olur bu papağana yapabilirmiş! Bu acımasızlığı kendisine yakıştıramamış.
Naya: ‘Papağan kardeş, inan ben bunların hiçbirini bilmiyordum. Seni babam aldı ve bana getirdi. Ben seni evinden yurdundan arkadaşlarından ayırdıklarını bilsem hiç kabul eder miydim’ demiş.
Papağan bu güzel minik kızın kalbinin güzelliğini zaten biliyormuş. Sorun onda değil acımasız avcıdaymış. Ancak Naya’nın pes etmeye hiç ama hiç niyeti yokmuş. Aklına şahane bir fikir gelmiş.
Naya hızlıca kalkmış yerinden. Papağan ne olduğunu bile anlamadan kendisini eski demir bir kafesin içerisinde bulmuş. Şaşkınlık içerisinde sormuş Naya’ya:
Papağan: ‘Naya, arkadaşım, ne yapacaksın bana? Neden beni kafes içerisine koydun?’
Naya papağana hiçbir şey söylemeden almış kafesi eline. Evin dışarısına çıkmış önce. Etrafa bakınmış ve var gücüyle koşmaya başlamış. Evlerinin hemen yakınında bulunan ormana doğru koşmuş. Annesi ve babası görmeden bu işi bitirmeliymiş.
Ormanın içerisine girdiklerinde Naya kafesi yere koymuş ve ne olduğunu anlamayan papağana dönmüş:
Naya: ‘Sevgili papağanım. Ben senin başına gelenlere razı olamam. Seni şimdi salacağım ve sen de gidip hem arkadaşlarına hem de ormanına kavuşacaksın. Ancak bir daha dikkatli ol ve hiçbir avcıya yakalanma’ demiş.
Papağan bu güzel yürekli kıza ne kadar teşekkür etse azmış. Gözünden iki damla yaş akarken Naya kafesin kapısını açmış ve papağan özgürlüğüne doğru uçmuş.
Naya papağanın arkadaşlığına o kadar alışmış ki bir an yaptığının doğru mu olduğunu sorgulamış kendi kendine. Ama onun evine ve arkadaşlarına kavuşması Naya için her şeyden önemliymiş.
Naya ertesi sabah uyandığında bir de ne görsün! Dün salıverdiği papağan odasının penceresinin kenarında onun uyanmasını beklemesin mi? Naya hemen kalkmış yatağından, penceresini açmış:
Naya: ‘Güzel papağanım, senin ne işin var burada?’
Papağan: ‘Sen beni özgürlüğüme kavuşturdun. Ailem ve arkadaşlarım ile yeniden buluşmamı sağladın. Ama ben de bu iyiliğini unutmam güzel yürekli arkadaşım. Her gün seninle sohbet etmek için geleceğim yanına. Tamam, evime ve arkadaşlarıma kavuşmuş olabilirim ama senin arkadaşlığın benim için her şeyden önemli’ demiş.
Naya anlamış ki iyilik eden her zaman iyilik görür. Ve yapılan iyilik her zaman karşılığını bulur. O gün bu gün papağan her gün Naya’yı ziyaret etmiş, onunla uzun saatler sohbet etmiş. Onların dostluğu hiç ama hiç bitmemiş. Gökten üç elma düşmüş…
Siz hiç katı yürekli zenginin hikâyesini dinlediniz mi? Haydi bakalım masal saatine, masallar diyarından sizin için seçilen masalı dinlemeye…
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; çok ama çok uzak yerlerin birinde büyük bir köy varmış. İlkbaharın, tüm güzelliğini sergilediği ve ağaçların açan çiçekleri ile rengârenk süslediği bu köyde herkes güler yüzlü, merhametli ve iyi kalpliymiş. Zaten bu kadar güzel bir köyde kötü kalpli insanlar yaşayamazmış ki! Bu köyde yaşayanlar bir karıncayı bile incitmekten korkarlarmış.
Fakat bu köyde bir tane de kötü bir adam yaşarmış. Bu kötü adamın kese kese altınları, elmasları, gümüşleri, sandık sandık incileri de varmış. Yani bu kötü adam aynı zamanda köyün en zengin adamıymış. Altınları, gümüşleri olsa ne olacak, bu adamın bir kez olsun güldüğünü gören henüz olmamış. Çaresizlikten kapısını kim çalsa onu en ağır sözlerle kovarmış elinden. Ne o kimseden ne de köylüler ondan hiç ama hiç hoşlanmazmış.
Günlerden bir gün elbiseleri yıpranmış, açlıktan beti benzi solmuş bir adam bu kötü zengin adamın evinin önüne gelmiş. Tüm cesaretini toplayarak kapısını da çalmış. Kapıyı açan hizmetçi, karşısında dilenci kılıklı bu adamı görünce hemen paniklemiş:
Hizmetçi: ‘Hey, sen bu evin sahibini tanır mısın? Bu evin sahibi çok kötü ve katı yürekli bir adamdır. Ondan yardım geleceğini düşünme sakın, sana hiçbir şey vermez. Üstelik üzerine bir sürü de laf söyler. Bence ondan ağır bir söz işitmeden gitsen iyi olur’ demiş.
Hizmetçi zavallı yoksul adam ile konuşurken evin sahibi gelmesin mi! Kapısında duran yardıma muhtaç adamı görünce gür sesiyle evi inletmiş adeta:
Katı yürekli zengin adam: ‘Kimsin sen be cüretsiz! Senin beni rahatsız etmeye ne hakkın var?’
Yardıma muhtaç adam çekinerek uzatmış elini;
Fakir adam: ‘ Efendim, mazur görünüz ancak ben çok açım. Bir parça ekmek verin sizden başka hiçbir şey istemem. Siz de bir ekmek ile iyilikte bulunmak istemez misiniz’ demiş.
Katı yürekli zengin adam öfkeden ne yapacağını şaşırmış:
Katı yürekli zengin adam: ‘Sen benim kim olduğumu ve bu evden bir dilenciye, bir lokma ekmek çıkmadığını bilmiyorsun herhalde! Var git yoluna. Ekmeğini başka kapılarda ara’ demiş.
Bu sözleri işiten fakir adam çok ama çok üzülmüş. Usulca çekmiş elini, hiçbir şey demeden dönmüş arkasını gitmiş. Fakir adam bir yandan yürürken bir yandan da o kadar zenginlik içerisinde hiç mutlu olmayan ‘sözde zengin’ adamı düşünerek onun haline acımış. İçinden şu cümlelerigeçirmiş:
‘Ben fakirim, herkes benim bu halime acıyor. Ancak asıl acınması gereken bu adam. Ne kadar zengin olursa olsun, mutluluğun formülünü bulamaz.’
Günler geceleri, haftalar yılları kovalamış. Belki on yıl, belki on-beş geçmiş. Bu güzel köy olduğu gibi kalmış, ölen ölmüş, kalan kalmış. Kimi zor günler yaşamış, kimi ise hiç ummadığı anda mutlu haberler almış. Peki, katı yürekli o zengin adama ne mi olmuş? Zengin adamın başına bir felaket gelmiş. Övündüğü, kimse ile paylaşmadığı o serveti sanki toz olmuş uçmuş. Paraları, altınları, gümüşleri en sonunda da evi gitmiş elinden. O da artık sokaklarda yaşayan fakir bir adam olmuş çıkmış.
Bir gün açlıktan beti benzi solmuş bir şekilde köyün sokaklarında dolaşırken, büyük ve ihtişamlı bir evin önünde durmuş. Bu evden belki kendisine yardım eden çıkabilirmiş. Hiç düşünmeden hemen evin kapısını çalmış. O anda bir zamanlar kendisinin de ne kadar zengin olduğunu hatırlayan bu adam, yaptığı her şeyden kapısından çevirdiği her fakir adamdan utanmış.
Kapıyı açan hizmetçi karşısındaki dilenciyi görünce konuşmasına fırsat bile vermeden evin sahibine seslenmiş. Dilenci tam bir şey söyleyecekken karşısına evin sahibi gelince korkmuş ve susmuş. Evin sahibi gülümseyerek bakmış bu fakir adama:
Evin sahibi: ‘Hoş geldiniz, aç mısınız açıkta mısınız? Geçin içeri lütfen karnınızı doyuralım’ demiş.
Bir zamanların katı yürekli zengin adamı şimdinin fakir adamı evin sahibinin bu tavrına çok şaşırmış. Zengin bir adam nasıl bu kadar iyi yürekli olabilirmiş? Bir zamanlar burnundan kıl aldırmayan o zengin adam karşısındaki zengin adamın bu iyi yürekli hali karşısında çok sevinmiş ama eski yaptıkları için de bir o kadar üzülmüş ve utanmış.
Güzel çocuklar şunu sakın unutmayın: bu dünyada en büyük zenginlik iyiliktir.