Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; bundan yıllar önce, güzel mi güzel bir kasaba varmış. Fakat bu kasabanın kötü bir özelliği de varmış. Bu kasabada kışlar çok uzun sürermiş. Öyle uzun sürermiş ki, insanlar soğuk havadan bıkarmış. İlkbahar gelsin, ağaçlar çiçek açsın, kırlarda oynasınlar diye dört gözle beklerlermiş. Bir an önce bu soğuk havalardan kurtulmak için gece gündüz dua ederlermiş.
Günler günleri kovalamış ve bu kasabanın kış mevsiminde sona gelinmiş. Kasabada yaşayanlar bir sabah uyandıklarına güneş açtığını görmüş ve çok mutlu olmuş. Güneşin yüzünü göstermesi ile kasabada yaşayan herkes, kendini dışarı atmış. Kimi kırlara gezintiye çıkmış, kimi çoluğu çocuğu ile yemyeşil çimlerde piknik yapmış. Çocuklar soğuk havalarda evde oturmaktan o kadar sıkılırlarmış ki, güneşli havaların gelmesi ile sabahtan akşama kadar dışarıda oyun oynar, güneşin ve sıcak havanın keyfini çıkarırlarmış.
Kışın soğuk havasında donan nehirler, yaz mevsiminin gelmesi ile çözülür, gürül gürül akarmış. Bir yandan da kış soğuğunda boynu bükük kalan ağaçlar rengârenk çiçeklerini açarmış. Mis kokulu çiçekler de cömertçe kokularını yayarmış etrafa…
Yine güneşli bir günde, üç yakın arkadaş sözleşmiş ve yemyeşil ormanın içinde yürüyüşe çıkmış. Amaçları açan bütün çiçekleri görmek, etraftaki yemişleri keşfetmekmiş. Hem ormanda gezen arkadaşlar hem de birbirileri ile muhabbet ederek, doğanın keyfini çıkarıyormuş.
Üç yakın arkadaş muhabbet ederken ne kadar yürüdüklerinin farkına varmamışlar. Az gitmişler, uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. Bir de bakmışlar ki kasabadan çok uzaklaşmışlar. Hemen kendilerine bir ağaç gölgesi bulup dinlenmek için kendilerini çimlerin üzerine atmışlar.
Üç arkadaş bir yandan dinlenip bir yandan da nehirin akan sesi ile huzur bulurken, arkadaşlardan birinin eline çivi gibi bir şey batmış. Adam olduğu yerde irkilmiş, eline bakan şeyin ne olduğunu merak etmiş. Toprağı eşeleyip eline batan şeyi bulmak istemiş ama karşısına demir kapaklı bir şey çıkmış. Adam arkadaşlarına dönerek:
‘Hey, ben burada bir şey buldum’ demiş.
Arkadaşları adamın ne bulduğuna bakmak için demiri yerinden oynatmışlar. Bir de ne görsünler! Demir açılmış ve karşılarına bir tünel çıkmış. Hepsinin içinde korku olsa da tünelin sonunda ne olduğunu merak ettiklerinden içeri girmeye karar vermişler.
Üç arkadaş tünelde karanlıkta biraz yürüdükten sonra bir kapı ile karşılaşmışlar. Zar-zor kapıyı açtıklarında bir de ne görsünler! Oda gibi bir yer, parıl parıl parlıyor! Parlamasının sebebi ise odanın içindeki çil çil altınlar, mücevherler, daha neler neler. Üç arkadaş ‘zengin olduk’ diye sevinip birbirine sarılmış ve en az bir saat sevinmiş.
Sevinçleri bittiğinde oturmuş, düşünmüşler. ‘Bu altınları buradan nasıl çıkaracağız’ derdine düşmüşler. İçlerinden bir tanesi fırlamış öne doğru:
Arkadaş: ‘Ben buldum. Ben kasabaya gidip atları alayım. Bu altınları da atlara yükleyelim.’
Hepsi bu fikre ‘tamam’ demiş ve arkadaşlardan biri kasabaya doğru yola koyulmuş. Kasabaya giderken adamın aklına kötü fikirler gelmeye başlamış. ‘Ben neden bu altınları üç kişi paylaşayım ki! Onları öldürürüm hepsi benim olur’ demiş içinden.
Kasabaya gittiğinde eşine bir sürü yemek hazırlatmış. Bu yemeklerin içine de en etkili zehirden koymuş. Amacı arkadaşlarına bu yemeği yedirmek ve onları öldürmekmiş. Atları da bulan adam tekrar arkadaşlarının yanına doğru yola koyulmuş.
Bu sırada altınların olduğu mağarada arkadaşlarını bekleyen iki adam da kendi aralarında kötü planlar yapmaya başlamış. ‘Biz neden bu altınları üç kişi paylaşalım ki?’ demiş içlerinden biri. ‘Geldiğinde onu öldürelim. Bütün altınlar bizim olsun.’ İki arkadaş diğer arkadaşlarını öldürmek için anlaşmışlar.
Arkadaşları elinde yemek tencereleri ile mağaraya girdiğinde iki arkadaş da kapının sağından ve solundan adamın üzerine doğru atlamış ve arkadaşlarını oracıkta öldürmüş. Artık altınların sadece ikisinin olduğuna sevinen arkadaşlar, karınları çok aç olduğundan hemen tenceredeki yemekleri yemeye başlamış. Yemekler zehirli olduğundan çok geçmeden bu iki arkadaş da ölmüş.
Böylece bir mağara dolusu altın, aç gözlülükleri yüzünden üç arkadaştan hiçbirine nasip olmamış!} else {
Uyuyan Güzel
Bir varmış bir yokmuş.
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Keçiler berber iken,
Develer tellal, mandalar hamal,
Horozlar imam iken..
Ben dedemin beşiğini,
Tıngır mıngır sallar iken.
Anam kaptı yarmayı,
Ben kavradım sarmayı
Anam dedi bırak sarmayı..
Ben ana dedim, sen de bırak yarmayı.
Anam bıraktı yarmayı..
Fırladım kaçtım anahtar deliğinden.
Gittim, gittim.. Tam altı ay yürüdüm..
Arkama bir baktım ki ne göreyim?
Bir karış yol gitmişim.
Neyse tekrar başladım yürümeye,
Bu kez, bir altı ay daha gittim.
Bir kulak verdim ki, tellallar bağırıyor.
Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu kim yiyecek? diye.
Hemen eve gittim.
Bir kavak ağacı vardı,
Kırk kişi tuttum yontturdum;
Kırk kişi tuttum oydurdum.
Bir kepçe yaptırdım.
Omuzladım kaldırdım,
Dizlerimi daldırdım..
Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu,
O kepçeye aldırdım öyle bir yuttum ki,
Dudaklarımın bile haberi olmadı..
Neyse ayrıldım oradan.
Gittim gittim, bir memlekete vardım.
Bir kahveye girdim.
Baktım hepsinin gözleri parlıyor.
Gözleriniz neden parlıyor öyle? dedim.
Evlendik de ondan, dediler.
Beni de evlendirin dedim, olur dediler.
Aldılar bana bir kız.
Boyunu sorsan minare kadar,
Gözleri lokma tavası,
Memeleri un çuvalı kadar.
Sümükleri sarkar, görenler korkar..
Aman Allahım yandım dedim beni kurtar..
Kaç bakalım, kaçmaz mısın?..
Git bakalım gitmez misin?
İndim sarayın bahçesine.
Baktım ki çiçekçiler çiçek, gülcüler gül aşılıyor.
Haşlamacılar haşlama haşlıyor..
Susun! Masalcı masala başlıyor.
Bundan yıllar yıllar önce, güzel mi güzel bir kasaba varmış. Fakat bu kasabanın kötü bir özelliği de varmış. Bu kasabada kışlar çok uzun sürermiş. Öyle uzun sürermiş ki, insanlar soğuk havadan bıkarmış. İlkbahar gelsin, ağaçlar çiçek açsın, kırlarda oynasınlar diye dört gözle beklerlermiş. Bir an önce bu soğuk havalardan kurtulmak için gece gündüz dua ederlermiş.
Günler günleri kovalamış ve bu kasabanın kış mevsiminde sona gelinmiş. Kasabada yaşayanlar bir sabah uyandıklarına güneş açtığını görmüş ve çok mutlu olmuş. Güneşin yüzünü göstermesi ile kasabada yaşayan herkes, kendini dışarı atmış. Kimi kırlara gezintiye çıkmış, kimi çoluğu çocuğu ile yemyeşil çimlerde piknik yapmış. Çocuklar soğuk havalarda evde oturmaktan o kadar sıkılırlarmış ki, güneşli havaların gelmesi ile sabahtan akşama kadar dışarıda oyun oynar, güneşin ve sıcak havanın keyfini çıkarırlarmış.
Kışın soğuk havasında donan nehirler, yaz mevsiminin gelmesi ile çözülür, gürül gürül akarmış. Bir yandan da kış soğuğunda boynu bükük kalan ağaçlar rengârenk çiçeklerini açarmış. Mis kokulu çiçekler de cömertçe kokularını yayarmış etrafa…
Yine güneşli bir günde, üç yakın arkadaş sözleşmiş ve yemyeşil ormanın içinde yürüyüşe çıkmış. Amaçları açan bütün çiçekleri görmek, etraftaki yemişleri keşfetmekmiş. Hem ormanda gezen arkadaşlar hem de birbirileri ile muhabbet ederek, doğanın keyfini çıkarıyormuş.
Üç yakın arkadaş muhabbet ederken ne kadar yürüdüklerinin farkına varmamışlar. Az gitmişler, uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. Bir de bakmışlar ki kasabadan çok uzaklaşmışlar. Hemen kendilerine bir ağaç gölgesi bulup dinlenmek için kendilerini çimlerin üzerine atmışlar.
Üç arkadaş bir yandan dinlenip bir yandan da nehirin akan sesi ile huzur bulurken, arkadaşlardan birinin eline çivi gibi bir şey batmış. Adam olduğu yerde irkilmiş, eline bakan şeyin ne olduğunu merak etmiş. Toprağı eşeleyip eline batan şeyi bulmak istemiş ama karşısına demir kapaklı bir şey çıkmış. Adam arkadaşlarına dönerek:
‘Hey, ben burada bir şey buldum’ demiş.
Arkadaşları adamın ne bulduğuna bakmak için demiri yerinden oynatmışlar. Bir de ne görsünler! Demir açılmış ve karşılarına bir tünel çıkmış. Hepsinin içinde korku olsa da tünelin sonunda ne olduğunu merak ettiklerinden içeri girmeye karar vermişler.
Üç arkadaş tünelde karanlıkta biraz yürüdükten sonra bir kapı ile karşılaşmışlar. Zar-zor kapıyı açtıklarında bir de ne görsünler! Oda gibi bir yer, parıl parıl parlıyor! Parlamasının sebebi ise odanın içindeki çil çil altınlar, mücevherler, daha neler neler. Üç arkadaş ‘zengin olduk’ diye sevinip birbirine sarılmış ve en az bir saat sevinmiş.
Sevinçleri bittiğinde oturmuş, düşünmüşler. ‘Bu altınları buradan nasıl çıkaracağız’ derdine düşmüşler. İçlerinden bir tanesi fırlamış öne doğru:
Arkadaş: ‘Ben buldum. Ben kasabaya gidip atları alayım. Bu altınları da atlara yükleyelim.’
Hepsi bu fikre ‘tamam’ demiş ve arkadaşlardan biri kasabaya doğru yola koyulmuş. Kasabaya giderken adamın aklına kötü fikirler gelmeye başlamış. ‘Ben neden bu altınları üç kişi paylaşayım ki! Onları öldürürüm hepsi benim olur’ demiş içinden.
Kasabaya gittiğinde eşine bir sürü yemek hazırlatmış. Bu yemeklerin içine de en etkili zehirden koymuş. Amacı arkadaşlarına bu yemeği yedirmek ve onları öldürmekmiş. Atları da bulan adam tekrar arkadaşlarının yanına doğru yola koyulmuş.
Bu sırada altınların olduğu mağarada arkadaşlarını bekleyen iki adam da kendi aralarında kötü planlar yapmaya başlamış. ‘Biz neden bu altınları üç kişi paylaşalım ki?’ demiş içlerinden biri. ‘Geldiğinde onu öldürelim. Bütün altınlar bizim olsun.’ İki arkadaş diğer arkadaşlarını öldürmek için anlaşmışlar.
Arkadaşları elinde yemek tencereleri ile mağaraya girdiğinde iki arkadaş da kapının sağından ve solundan adamın üzerine doğru atlamış ve arkadaşlarını oracıkta öldürmüş. Artık altınların sadece ikisinin olduğuna sevinen arkadaşlar, karınları çok aç olduğundan hemen tenceredeki yemekleri yemeye başlamış. Yemekler zehirli olduğundan çok geçmeden bu iki arkadaş da ölmüş.
Böylece bir mağara dolusu altın, aç gözlülükleri yüzünden üç arkadaştan hiçbirine nasip olmamış!
For foradan sür süreden,
Manisa’dan Tire’den,
Yenice çıktım buradan,
Konaraktan göçerekten,
Lale, sümbül biçerekten,
Kahve, tütün içerekten.
Sulu yerde peynir ekmek,
Susuz yerde kavun, karpuz yiyerekten,
Az gittim, uz gittim,
Birde arkama baktım,
Bir arpa boyu yol gitmişim.
Eve vardım, ekmek yedim,
Hoca”ya vardım değnek yedim,
Babam bana darı verdi,
Ben darıyı kuşa verdim.
Kuş bana kanat verdi,
Ben kanadı havaya verdim,
Hava bana yağmur verdi,
Ben yağmuru yere verdim.
Yer bana çimen verdi,
Ben çimeni koyuna verdim.
Koyun bana kuzu verdi,
Ben kuzuyu bey’e verdim,
Bey bana katır verdi.
Bindim katırın beline,
Gittim urum eline,
Katır beni düşürdü,
Elimi yüzümü şişirdi.
Kızlar geldi bakmaya,
Kıyamadım öpmeye.
Ninem geldi almaya,
Yollarıma bakmaya.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; ormanın içinde upuzun boyu ile yaşayan bir zürafa varmış. Bu zürafanın adı Mıstık’mış. Mıstık, boyunun uzun olmasının avantajını kullanıp, en yüksekteki ağaçların dallarına bile ulaşabiliyormuş. Bu nedenle Mıstık’ın karnı hiç ama hiç aç kalmıyormuş. İstediği zaman istediği ağacın yapraklarını kolayca yiyebiliyormuş.
Bir gün Mıstık’ın karnı yine çok acıkmış. Önüne çıkan kocaman ağacın yapraklarını hiç düşünmeden şapur-şupur yemeye başlamış. Derken ağacın içinden gelen bir ses Mıstık’ın olduğu yerde sıçramasına neden olmuş:
Kuş: ‘Hey! Sen ne yaptığını sanıyorsun? Canavar mısın sen? Uzak dur yuvamdan da evimden de!’
Zürafa Mıstık neye uğradığını şaşırmış! Sesin geldiği yere baktığında minik bir kuşun kendisine kafa tuttuğunu görmüş:
Zürafa Mıstık: ‘Ben canavar değilim ki! Ben sadece karnımı doyurmak istiyordum. Burada senin evin olduğunu da bilmiyordum. Özür dilerim.’
Minik kuş bakmış ki bu zürafa gerçekten çok iyi bir zürafa. Öyleyse ben de ona yardım edeyim diye geçirmiş içinden.
Minik Kuş: ‘Zürafa kardeş, ben seni çok sevdim. İstersen şöyle yapalım. Ben uçayım, sana yuva olmayan ağaçları göstereyim. Sen de o ağaçlardan yemek ye. Böylece kimseye zarar vermiş olmazsın.’
Zürafa, kuşun bu teklifi karşısında çok mutlu olmuş. O günden sonra ikisi de birbiri ile çok iyi arkadaş olmuşlar. Kuş Zürafa Mıstık’a yemek yiyeceği ağacı gösterirken; Zürafa Mıstık’ ta bulduğu tırtılları minik kuş ile paylaşıyormuş.
Günlerden bir gün Zürafa Mıstık yine ağaçtan yemek yerken ayağının altından gelen bir ses ile irkilmiş:
Tavşan: ‘Hey! Az daha beni ayağınla eziyordun!’
Zürafa sesin geldiği yere bakmış ki ayağının dibinde küçük bir tavşan!
Zürafa: ‘Kusura bakma tavşan kardeş, yanlışlıkla oldu. Ağaçların tepesinde kuş ile birlikte yemek ararken seni görmedim.’
Tavşan zürafanın uzun boyuna çok imrenmiş. Onun gibi uzun boylu olup da ağaçlara yüksekten bakmayı çok istermiş. Bu isteğini zürafaya söylediğinde ise, zürafa ‘bundan kolay ne var’ diyerek bindirmiş tavşanı tepesine. Böylece Zürafa Mıstık, kendisine iki tane çok iyi arkadaş bulmuş.
Tavşan, minik kuş ve Zürafa Mıstık bütün gün oyunlar oynamış. Ormanın yeşilliklerinde koşmuş, oynamış; hoplamış, zıplamış. Derken hava kararmaya başlamış. Minik kuş hemen arkadaşlarını uyarmış:
Kuş: ‘Arkadaşlar, hava kararmadan evlere geri dönmeliyiz.’
Zürafanın ise eve geri dönmeye hiç niyeti yokmuş.
Zürafa: ‘Arkadaşlar, neden eve geri döneceğiz ki! Bütün gece oyun oynamaya devam edelim işte.’
Zürafanın dedikleri tavşan ve kuşun aklına yatsa da hava kararınca ikisi de korkmuş ve hızlıca evlerine gitmiş. Zürafa tek başına kalsa da evine gitmemeye inat etmiş. Zaten uykuyu da çok sevmiyormuş. Eve gitmesinin bir anlamı yokmuş.
Gecenin karanlığında tek başına ormanın içinde gezinen zürafanın bir vakitten sonra canı sıkılmaya başlamış. Çünkü oyun oynayacağı bir arkadaşı kalmamış ve karanlık da iyice artmıştı. Zürafa en sonunda eve gitmeye karar verdi fakat gecenin karanlığında evinin yolunu da bulamadı.
Zürafa Mıstık en sonunda uykusuna yenik düşerek olduğu yerde uyumak için ıslak çimlerin üzerine yattı. Bütün gece orada uyudu.
Ertesi sabah olduğunda Zürafa Mıstık uyanmıştı ama yerinden kalkamıyordu. Çünkü bütün gece soğukta yattığı için her yeri tutulmuştu. Üstelik üşütmüştü ve soğuktan da tir tir titriyordu.
O geceden sonra zürafa iyice hastalanmış, yataklara düşmüş. Yatakta olduğu için arkadaşları ile oyun da oynayamamış. O anda yaptığı hatanın farkına varmış ama iki hafta yatakta hasta yatmaktan da kurtulamamış.
Zürafa iyileştikten sonra bir daha gece karanlığı çökmeden arkadaşlarını uyarıyor, hepsi evinin yolunu tutuyormuş. Zürafa artık uykuyu da çok seviyor; yatağından başka yerde uyumuyormuş.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, çok uzak diyarların birinde bir karı koca varmış. Bu çiftin çocukları yokmuş ama bir kız çocuk sahibi olmak istiyorlarmış. Aradan biraz geçtikten sonra kadın hamile olduğunu öğrenmiş. Bu çiftin evinin karşısında ise çok güçlü bir cadının evi varmış. Cadının evinin bahçesinde güzel mi güzel marullar duruyormuş. Kadın hamile ya canı bu marulları çok çekmiş. Kocasına;
-‘’Ben sadece bu marullardan yemek istiyorum.’’ Demiş. Ama marullar cadının olduğu için kocası yememesi gerektiğini söylemiş.
Hamile kadın bu marullardan yemediği her gün zayıflamaya başlamış. Başka bir şey yemiyormuş sadece o marullardan yemek istiyormuş. Kadının bu halini gören kocası tüm cesaretini toplayıp cadının evinin bahçesine gizlice girmiş ve bir avuç marul yaprağı toplamış. Kadın kocasının getirdiği marulları afiyetle yemiş, ama kadına yetmemiş. Ertesi gün adam yine cadının bahçesine gitmiş ama bu sefer cadı bahçede onu bekliyormuş. Cadı;
-‘’ Sen benim evimin bahçesine girmeye nasıl cesaret edersin ?’’ diye bağırmış.
Adam da cadıya karşılık vermiş;
-‘’Karım hamile. Canı sizin marullarınızdan çekiyor ve başka bir şey yemek istemiyor.’’
Cadı cevap vermiş.
-‘’Bunun için benden izin alabilirdin değil mi ?’’
Adam da cevap vermiş;
-‘’ İzin almaya çok korktum. Ama karım sizin marullarınızdan yemezse hastalanacak. ‘’
Cadının aklına bir fikir gelmiş;
-‘’ O zaman seninle bir anlaşma yapalım. Sen ve eşin buradan istediğiniz kadar marul alabilirsiniz. Ama bebek doğduktan sonra o bebeği bana vereceksiniz. ‘’
Kadının kocası korkusundan bu şartı hemen kabul etmiş. Birkaç ay sonra bebek doğmuş, cadı hemen gelip bebeği almış ve adını Rapunzel koymuş. Cadı küçük kıza çok iyi bakmış. Rapunzel 16 yaşına geldiğinde dünyalar güzeli bir kız olmuş. Cadı Rapunzel’i yüksek bir kuleye yerleştirmiş. Bu kulenin hiç merdiveni yokmuş. Sadece tepesinde ufak bir penceresi varmış. Cadı 16 yaşına gelene kadar Rapunzel’in sarı saçlarını hiç kesmemiş. Cadı Rapunzeli ziyarete gittiğinde rapunzel altın sarısı saçlarını uzatır cadı da kızın saçlarından tutunup yanına çıkarmış.
Bir gün bir prens avlanmak için ormana çıkmış. Uzaklardan çok güzel bir ses duymuş. Atını oraya doğru sürmüş. Sonunda Rapunzelin olduğu kuleye gelmiş. Ama ne merdiven varmış, ne de yukarı çıkmak için başka bir yol varmış. Güzel sesin büyüsüne kapılan prens her gün Rapunzelin kulesinin oraya gidip onun sesini dinlemiş. Bir gün yine oralarda gezinirken kulenin altındaki cadıyı fark etmiş. Cadı rapunzel diye seslenmiş ve bir kız saçlarını aşağıya doğru atmış, cadı da bu saçlardan tutunarak yukarıya doğru çıkıvermiş. Bunu gören prens ertesi gün akşama doğru kulenin altına gelmiş ve rapunzel diye bağırmış. Bunu duyan Rapunzel saçlarını uzatmış ve prens tutunarak Rapunzelin yanına gitmiş. Rapunzel ilk defa annesi sandığı cadıdan başka birini görünce korkmuş. Prens Rapunzele âşık olduğunu söylemiş. Rapunzel artık prensten korkmuyormuş. Bir süre bu şekilde prensle buluşmuşlar. Prens en sonunda Rapunzele evlenme teklifi etmiş Rapunzel de bu teklifi kabul etmiş. Ama rapunzel bu kuleden aşağıya inemiyormuş. Rapunzelin aklına bir fikir gelmiş. Prens her geldiğinde bir kumaş getiriyormuş, rapunzel de bunları birbirine ekleyerek uzun bir kumaş parçası yapmış.
Bir gün rapunzel ağzından kaçırıvermiş.
-‘’Anne, prens senden daha hızlı tırmanıyor saçlarıma.’’
Bunu duyan cadı ‘’Hangi prens ?’’ diye bağırmış Rapunzele her şeyi anlattırmış. Cadı Rapunzelin saçlarını kesivermiş ve onu çok uzaklarda bir çöle göndermiş. Cadı kulede durup prensi beklemiş. Cadı Rapunzelden kestiği saçı aşağıya uzatmış, prens de tırmanmış. Karşısında cadıyı gören prens Rapunzelin başına kötü bir şey geldiğini anlamış. Cadı prensi kulenin penceresinden aşağıya atmış. Prens çalıların üstüne düşmüş, çalılar gözlerine batmış ve prens kör olmuş. Kör prens günlerce yürüyüp Rapunzeli aramış görmeyen gözleriyle. Bir gün fark etmeden Rapunzelin olduğu çöle varmış. Uzaklardan yine bir ses duymuş. Bu Rapunzelin sesiymiş. Prens Rapunzele seslenmiş. Rapunzel de onu tanımış. Sonunda birbirlerini bulmuşlar. Onu görünce Rapunzel ağlamaya başlamış. Rapunzelin gözyaşları prensin gözlerine damlamış ve birden bir mucize olmuş, prensin gözleri görmeye başlamış. Birlikte yola çıkıp prensin ülkesine gitmişler. Rapunzel ve prens bir ömür boyu çok mutlu yaşamışlar.
Sevgili çocuklar! Tarihinizde neler yaşandığını bilerek yaşamak ve tarihteki yaşanan olaylardan ders çıkarmak çok önemlidir. İşte size örnek olacak güzel bir tarih masalı…
Bir varmış, bir yokmuş. Osmanlı Devleti’nin parlamaya başladığı dönemlerde, başarılar artarda geliyor ve devlet de gittikçe büyüyormuş. Padişahların yerine oğullarından biri tahta geçiyor, devlet güçlenerek büyümeye devam ediyormuş. Osmanlı Devleti’nin başındaki padişahlardan biri olan ülkeyi başarı ile yöneten Sultan 2. Murat ise; daha ölmeden devlet işlerinden elini ayağını çekmek istemiş. Oğlunun ülkeyi de başarı ile yöneteceğinden emin olan Sultan 2. Murat, Balkan Devletleri ile on yıl süren ikili anlaşmalar imzalayarak barış ortamını sağlamış ve devleti 12 yaşında olan oğlu Sultan Mehmet’e bırakarak dinlenmeye çekilmiştir.
Balkan Devletleri ise, tahtın başına on iki yaşında bir çocuğun geçtiğini görünce durur mu? Hemen aralarında imzaladıkları anlaşmayı hiçe sayarak Macar Kralı Ladislas öncülüğünde saldırı planları yapılmaya başlandı. Haçlı Ordusu, savaş planlarını uygulamaya geçirmek için hiç vakit kaybetmeden Kasım ayının dokuzuncu günü Varna şehrine ayakbastı. Haçlı Ordusu’nun saldırı hazırlığında olduğu haberi Osmanlı Devleti’ne ulaştığında ise, Osmanlı Devleti acilen bir harp meclisi toplayarak durumu masaya yatırdı.
Harp Meclisi’nde dinlenmeye çekilen Sultan Murat’a mektup yazılmasına ve durumun bildirilmesine karar verildi. Bu mektupta Sultan Murat’tan derhal tahta çıkması ve ordunun başına geçmesi de bildirilecekti.
Mektup hazırlandı ve Sultan Murat’a gönderildi. Sultan Murat mektubu alıp birkaç kez okudu. Ardından mektuba şu cevabı yazdı:
‘Oğlum olan Sultan Mehmet’e hilafet makamını ve saltanat tahtını devretmekten kastım, bundan böyle istirahat etmektir. Padişahlık Sultan Mehmet’indir ve her Padişah gibi din ve devletini korumak ile yükümlüdür!’
Sultan Murat’ın cevap mektubu hızlıca saraya ulaşmış. Genç padişah Sultan Mehmet ise mektubu merakla okumuş. Babasının yazdıkları onu kısa süren bir şaşkınlığa uğratsa da, hemen cevap yazdırmak için emir verdirtmiş. Sultan Mehmet, küçük yaşına rağmen en az babası kadar cesur ve babası kadar akıllı bir devlet adamıymış. Gördüğü eğitimler onu oldukça donanımlı ve başarılı bir devlet adamı olmak için hazırlamış. Sultam Mehmet, bir an bile tereddüt etmeden cevap mektubunu yazdırmış:
‘Cihan sultanlığı kendisinde ise derhal tahtının başına gelmesi ve düşmana ders vermesi farzdır! Yok, padişah kendi değil de ben isem bir padişah olarak emrediyorum: Derhal ordunun başına geçsin! Verilen emirlere uymak üzerinize elzemdir!’
Bu emri içeren mektubu kısa sürede alan Sultan Murat, oğlunun kararlılığından ve verdiği karardan çok memnun kalmış. Hemen hazırlıklarını yaparak ordunun başına geçmiş ve başarılı bir savaş ile Haçlıları Kosova’da büyük bir yenilgiye uğratmış! Bu yenilgi aynı zamanda tarihte büyük bir hezimet olarak da yerini almış.
Bu olaydan sonra henüz on iki yaşında babasının kendisine bıraktığı tahta oturarak devleti yönetme sorumluluğu alan ve babasına yazdığı mektup ile ne kadar cesur ve doğru kararlar verebileceğini gösteren Sultan Mehmet, tam yirmi bir yaşına geldiğinde, adını tarihe altın harfler ile yazdıran bir padişah olmuştur. Neden mi? Küçüklüğünden beri İstanbul yani Kostanpolis’i fetih etmeyi kafasına koyan bu başarılı ve kararlı padişah, tam yirmi bir yaşına geldiğinde kimsenin fetih etmeyi başaramadığı İstanbul’u üstün zekâsı ve başarılı taktikleri ile fetih etmeyi başarmıştır. Bu fetihten sonra kendisine ‘Fatih’ unvanı verilmiş ve ülkenin başkenti artık İstanbul’a taşınmıştır. Fatih Sultan Mehmet Han, tarihin sayfalarında altın harflerle yazılı olan, örnek alınması gereken başarılı bir devlet adamı, aynı zamanda da babasına karşı saygılı bir evlattır.