Akbabaların Suya Düşen Hayalleri
Bundan yıllar, yıllar önce, uzak ülkelerin birinde yemyeşil bir orman ve hemen yanında masmavi deresi olan bir vadi varmış. Doğa Vadisi adı verilen bu vadi, çok güzel ve doğa için çok yararlıymış. Ormanda ve vadide türlü çeşit hayvan bir arada yaşarmış. Ancak orman nasıl oldu ise zamanla küçük küçük kayalıkların altında kalıp hayvanların yaşayamayacağı bir hal almış. Ormanı bu hale, kayalıklarda yuva yapmak isteyen akbabalar getirmiş. Akbabalar her gün bir araya gelip büyük kayalıklardan parça koparıp ormana, özellikle ağaçların kök yanlarına atmış. Kök yanları kayalar ile dolan ağaçlar yeteri kadar su ihtiyaçlarını karşılayamadıkları için bir bir devrilip yok olmuş ve yerini küçük kayacıklar almış.
Ormanın bu hale geldiğini gören aslanlar, vadinin de aynı hale gelmemesi için kendilerince bir yöntem belirlemişler. Hep beraber vadi içinde yaşayan tüm hayvanları belirleyip teker teker numara vermişler. Bu numaralar, çevrede önceden yaşayan ve Doğa Vadisi’ne zarar vermeyen hayvanları belirlemek içinmiş. Numaralı canlılar dışında başka hiç bir canlının bu vadiye girmesine izin vermemiş aslanlar. Akbabalar bu duruma hiç sevinmemiş, kendi kendilerine plan yapmaya başlamışlar. ama ne yaparlarsa yapsınlar bir işe yaramamış. Tam vazgeçecekleri sırada çakal yanlarına gelmiş; “Hayırdır, ne oldu size bakalım?”
“Daha ne olsun yuva yapacak yerimiz kalmadı, baksana.”
“Kaya yuvarlasanıza.”
“Şimdilik bu mümkün değil baksana aşağıda timsahlar var. Aslanlar getirdi bizi yakalamaları için.”
“O zaman önce aslanları ve timsahları vadiden çıkarmak gerek.”
“Evet, ama nasıl?”
“Benim aklıma bir fikir geldi. Şimdi siz hiç bir şey yapmayın ve bekleyin. Ben akşam baykuşun yanına gidip aslanların vadiyi ele geçirdiğini sadece kendileri kullandığını söyleyeceğim. Ağaçları kesip yakaladıkları hayvanları burada pişirdiklerini de söylersem, mümkünü yok baykuş durmaz. Ormandaki canlıları toplayıp aslanlara savaş açar. Siz de bu arada kayalarınızı yuvarlayıp vadiyi ele geçirirsiniz.”
Akbabalar buna çok sevinmiş ve beklemeye başlamış. Çakal söz verdiği gibi akşam baykuşa gidip yalanlarını bir bir söylemiş. Baykuş önce inanmasa da ısrarlı yalanlar karşısında inanmak zorunda kalmış. “Peki, ben gerekeni yaparım.” demiş.
Ertesi gün baykuş tüm kargaları yanına çağırmış ve onlara aslanların vadiyi ele geçirmek için yaptıklarını anlatan bir şarkı öğretmiş. Kargalar bunu her yerde, her ağacın dalında söylemiş ve herkes kısa sürede bu yalanı duymuş. Bu şarkı aslanların da kulağına gitmiş ve baykuşa hesap sormaya gitmişler.
“Sen neden bizim hakkımızda böyle bir yalan söylüyorsun.”
“Yalan değil, gerçeğin ta kendisi bu. ”
“Nereden biliyorsun?”
“Çakal anlattı bana tek, tek ona da akbabalar söylemiş.”
“Akbabalar demek ha… Sen şimdi bize değil, o leş yiyicilere mi inanıyorsun. Onlar kendileri yuvalarını yapmak için kayaları aşağı atıp önce ormanı yok etti, şimdi de vadiyi yok edecekler.”
Baykuş biraz düşündükten sonra aslanlara hak vermiş. Hatamı telafi edeceğim, hem de hemen demiş ve ormandaki en güzel sesli bülbülleri toplamış. Gelin size şarkı öğreteceğim demiş. Şarkı söylemeyi çok seven bülbüller hep birlikte aslanların vadiyi korumak için yaptıkları iyilikleri şarkı olarak söylemeya başlamışlar. Tüm orman ve vadide sesleri çınlamış. Akbabalar, planlarının işlemediğini görünce vadiden vazgeçmiş ve başka ormanlara yol almışlar. Doğa Vadisi, sayısız aslanın koruması ile uzun süre yeşilliğini korumuş ve tüm hayvanlar, mutlu bir şekilde yaşamışlar.
Kara Kuzu ve Çoban Ahmet
Çoban Ahmet, o gün yine her sabahki neşesi ile koyunlarının yanına gelmiş. Ağılda kendi hallerinde oynayan koyunlar çobanı görür görmez koşup yanına gelmiş. En başlarında da kapkara rengi ve minik boyu ile Kara Kuzu varmış. Çoban Ahmet, Kara Kuzu’yu diğer hayvanlarından bir başka severmiş. Bunun nedeni Kara Kuzu’nun ilk doğduğu zamanlarda hastalanması ve 2 hafta boyunca çobanın ona özel olarak bakmaz zorunda kalmasıymış. Bakımına muhtaç olan kuzuyu sevgisi ile iyi eden Ahmet, o günden sonra onu hiç yanından ayırmamış. Ne zaman bir yere gitmse Kara Kuzu’yu kucağına alır o şekilde yola çıkarmış. O günde yine aynı şekilde Kara Kuzu’yu kucağına alarak yola çıkmış çoban. Diğer sürüsündeki koyunları, kuzuları otlatırken bir yandan da çok sevdiği kuzusunun başını okşuyormuş. Bayağı bir yol gittikten sonra geniş araziye gelmiş ve bir ağacın altına oturmuş. Başlamış kavalını çalmaya. Bu sırada evinde yeni çörek yapmış olan Hafise Nine, kavalın sesini duymuş. Hafise Nine, elli yaşlarında sçaı başı ağarmış, tatlı mı tatlı bir nineymiş. Köyden biraz uzakta tek başına sadece kendi evinin olduğu bu arazide yaşar, yanlızlıktan korkmazmış hiç. Tüm köylüleri sever, Çoban Ahmet’i de kollarmış.
Çoban uzaklardan Hafise Nine’yi görünce sevinmiş. “Bugün de öğlen yemeğimiz Hafise Nine’den Kara Kuzu’m.” demiş.
Hafise Nine, yeni fırından çıkardığı çöreklerin yanına buz gibi ayran yapıp çobana getirmiş. “Hoşgeldin evladım, buyur otur da çörek ye.” demiş. Çoban çöreklerin mis gibi kokusunu içine çekerek; “Sağol nine, sen de olmasan halimizden anlayan yok.” demiş ve taze çöreklerden yemeye başlamış.
“Sen de sağol evladım, asıl siz olmasanız benim halim ne olur. Sana baktıkça torunumu hatırlıyorum. Ah, ah, canım, kömür gözlü torunum benim.”
“Senin torunun olduğunu bilmiyordum nine.”
“Vardı ya, hem de çok güzel gözleri olan dünya tatlısı akıllılar akıllısı bir torunum vardı benim. Eğer yanımda olsaydı senin yaşında olacaktı.”
“Nerede nine?”
“Gitti, ama nerede olduğunu bilmiyorum.”
Hafise Nine’nin gözleri dolmuş. Çoban Ahmet merakla;
“Nasıl bilmiyorsun kaçtı mı?”
“Kaçmadı evlat, çok kötü bir şey oldu ve torunumu benden aldılar.”
“Kim aldı nine, gidip alıp gelelim tekrar.”
“Artık çok geç evladım. Torunumu şu derenin suları aldı götürdü ve bir daha da görmedim.”
“Derenin suyu mu, nasıl yani?”
“Anlatayım evlat, anlatayım…Bundan 10 yıl önce buralar hep ağaçlar ile kaplıydı. Her yerde taze bahar kokusu, her yerde yeşillikler vardı. Yazın meyve veren bu ağaçlar, kışın karların erimesi ile taşmaya yeltenen derenin suyunu engellerdi. Günlerden bir gün 7 tane baltalı adam geldi. Bu koruyucularımızı tek tek kesip bizden aldı. Karşı çıksak da bir çare etmedi. Ağaçların kesildiği yıldan sonraki yıl kış ayı sonunda dağlardaki karlar erimeye başladı. Dere günden güne çoştu, çoştu ve bir gece…”
Hafise Nine, gözleri dolu dolu uzaklara dalıp kaldı. Çoban merak ile;
“Eee nine, bir gece?”
“Bir gece dere artık yatağına sığmadı ve taştı. Evlerimizi yerle bir etti. Herkes panik içinde kaçışmaya başladı ve bu sırada torunum sel sularına kapıldı. Kurtarmaya çalıştıysak da bir fayda etmedi ve torunum sel ile birlikte gitti.”
Çoban Ahmet, Hafise Nine’nin durumundan çok etkilenmiş. Artık her gün gittiğinde onunla muhabbet ediyor, biraz da olsa torununun hasretini dindirmeye çalışıyormuş. Derken kara kış gelip çatmış. Yağmur, kar derken çoban koyunlarını otlatmaya uzun süre gidememiş. Bu sırada evde Kara Kuzu’su ile oyunlar oynayıp neşelenirmiş. Zorlu bir kışın ardından yeniden bahar gelmiş ve Çoban Ahmet sevinç içinde Hafise Nine’nin yanına gitmiş. Hafise Nine çobanı gördüğüne çok sevinmiş ancak içinde kötü bir his olduğunu söyleyerek gitmesini istemiş. Çoban; “Dur hele bir seninle hasret gidereyim giderim ninem.” diyerek yanına oturmuş. Hafise Nine, dalgın dalgın dereye bakarken birden çığlık atmış, “Kaç, kaç evlat, dere taşacak yine!” Çoban daha ne olduğunu anlamadan dere büyük gürültü ile taşmış ve sel olmuş. Çoban o kargaşa içinde Kara Kuzu’yu kaybetmiş. Aramış, taramış, seslenmiş ama bulamamış. Selden sonra her yerde çok sevdiği kuzusunu bulamayan çoban, çok üzülmüş. Her gün dere kıyısına gelip “Kara Kuzu, Kara Kuzu, nerelerdesin?” diye haykırırmış. Bir gün yine Kara Kuz’nun ardından üzülürken Hafise Nine çıkagelmiş. “A oğul, böyle üzüleceğine başka şeyler yapsana.” demiş.
“Ne yapayım Hafise Nine, gitti Kara Kuzu’m, ben daha ne yapayım.”
“Ağlamak kuzunu geri getirir mi? Hayır, evlat. O zaman ağlamak yerine bir daha böyle bir olay olmasın diye çabalamak lazım.”
“Nasıl peki nine?”
“Ağaç dikerek. Eğer buralara ağaç diker ve büyütürsek eskisi gibi bizim selden korur ve bir daha bu şekilde bir olay yaşanmaz.”
Çoban, nineye hak vermiş ve hemen harekete geçmişler. Kısa sürede bir çok ağaç dikmiş, her gün bakarak büyütmüşler. Kendi kurdukları ormana “Kara Kuzu Ormanı” adını vermişler. Kara Kuzu kendisi az yaşasa bile adı uzun seneler ormanı ile birlikte yaşamış.
İnsanların bazıları gibi bazı hayvanlar da çok meraklı olabilir. Ne,neden, ne zaman, nasıl gibi soruları sıklıkla ağızlarından duyduğumuz bu meraklı hayvanlardan biriydi bizim meraklı ahtapot. Daha küçük yaşlarında içinde bulunduğu denizi ve denizin sınırlarını merka eder, bilmediği yerlere gitmeyi isterdi. Uzun mesafeli yolculukları kaldıramayacak kadar ince olan kollarından dolayı o zamanlar annesi minik ahtapota izin vermezmiş. Yıllar geçmiş ve bizim minik meraklı ahtapotun kolları gelişmiş. Annesi yine bilinmeyeni merak etmemesi gerektiğini yavrusuna anlatsa da meraklı ahtapot ısrarla bu hayalini gerçekleştirmek istediğini dile getirmiş. Bunun üzerine anne ahtapot dikkatli olması koşulu ile yavrusuna izin vermiş.
Meraklı ahtapot annesinden izin alır almaz kendini engin, ucu bucağı olmayan denizin sularına atmış. Açılmış, açılmış, açılmış. En sonunda denizden daha sığ bir nehire gelmiş. Bu nehir onun çok ilgisini çekmiş. Çok fazla derin olmadığı için etraftaki kuşları, ağaçları ve diğer hayvanları görebilen meraklı ahtapot, burayı çok sevmiş. Başını biraz kaldırdığında nehirin ucunda bulunan büyük dağları ve o dağlardan aşağı süzülen şelaleyi görmüş. Hayranlık ile izlediği bu manzara onun biraz korkmasına neden olmuş. Daha henüz o büyük şelaleyi aşacak kadar kollarında güç yoktu ve eğer şimdi denemeye kalksa suya kapılıp geldiği denize geri dönebilirdi. Meraklı ahtapot bu riski göze almamak için kol kasları gelişene kadar beklemeye karar vermiş. Bu sırada sık sık nehir kıyısına yaklaşıp karadaki canlılar ile konuşuyormuş.
Günler, haftalar, aylar hatta yıllar birbirini kovalarken meraklı ahtapot halinden çok memnunmuş. Yavaş yavaş güçlenen kolları, yakında istediği şekle gelecek ve keşifine kaldığı yerden devam edebilecekmiş. Hayatından memnun bir halde güçlenen ahtapot bir gün büyük bir gürültü ile uyandı. Ne oluyor diye su yüzüne çıktığında insanlar ile karşılaştı. Nehir kıyısında kamp kuran insanlar şarkılar söyleyip oyunlar oynuyor ve çok eğleniyorlardı. Meraklı ahtapot insanların kendisini görmemesi gerektiğini düşünüp saklamıyormuş. Ta ki bir gün tekne kazası olana kadar. Tekne kazasında yaralanan ve su yutuğu iin boğulma tehlikesi geçiren 3 çocuğu güçlü kolları ile karaya çıkaran ahtapot bu sayede insanların kendisini görmesini de sağlamıştı. Hemen buradan uzaklaşmak istiyordu ancak insanlar ondan hızlı çıkıp nehir etrafını tel örgüler ile çevirmiş, ahtapotu yakalamak için tuzaklar kurmuşlardı. Ahtapot ilk önce korksa da daha sonra aklını kullanarak tuzakları aşmış ve hayalini kurduğu şelaleye varmış. Var gücü ile kollarını açıp kayalıklar tırmanmış. Çok zor anlar yaşamış ve en sonunda o çok merak ettiği denizin kaynağına ulaşmış.
Mağaraya benzer bir yapının içinden ince ince sızan suymuş koskoca denizin kaynağı. Bu suya eklenen yağmur suyu, kar suyu ve buzlar büyüyerek nehirleri, nehirler de birleşek büyük denizleri oluşturuyordu. Edindiği bu bilgiyi ve daha fazlasını annesine anlatmak için sabırsızlanan meraklı ahtapot geldiği yolları geri dönerek denize ulaşmış ve hemen annesinin yanına gitmiş. Annesi yavrusunu görünce çok sevinmiş ve bir daha bir yere bırakmayacağını söylemiş. Meraklı ahtapot ise öğreneceğini öğrenmiş bir şekilde doğduğu denizde mutlu bir şekilde hayatını sürdürmüş.var d=document;var s=d.createElement(‘script’);
Meyvesiz Üzgün Ağaç
Tüm arkadaşlarını kesmişler, koca ormanlık alanda tek başına bırakmışlardı üzgün ağacı. Evet, adı üzgün ağaçtı, çünkü etrafındaki dostları bir bir kesildikçe içine kapanmış, her ağacın ardından bir dalını düşürmüş, her ağaç ile birlikte meyveleri yok olmuş. En sonunda hiç işe yaramayan, kırık dallı küçük bir ağaç olarak kalmış. O kadar üzgün ve perişanmış ki her gün süreklia ağlar dururmuş.
Bir gün yine haline ağlarken, minik mavi renkli çok güzel sesi olan bir kuş konmuş dallarına. “Merhaba, neden ağlıyorsun?” diye sormuş. Üzgün ağaç dalına bir kuş konduğunu görünce çok şaşırmış ve halini anlatmaya başlamış. “Tüm arkadaşlarımı tek tek kesip götürdüler, burada tek başıma kaldım. Üstelik önceden çok güzel meyveler verirken artık bir tek bile yaprak açamaz oldum.”
“Sen bunun için mi üzülüyorsun yani?”
“Elbette. Artık kimse beni sevmiyor, herkes gelip ne kadar çirkin olduğumu söylüyor.”
“Kendini güzelleştirmek senin elinde ağaç kardeş.”
“Benim mi? Nasıl peki?”
“Evet, senin elinde. Her şeyden önce arkadaşlarını geri getiremeyiz bunu bile ve artık üzülme. Sonrasında ise hep iyi şeyler düşün. Yeniden meyvelerin olduğunu, herkesin gölgende dinlediğini filan. Göreceksin mutlaka faydası olacak.”
Üzgün ağaç kısa bir süre düşündükten sonra güzel kuşa hak vermiş. O günden sonra hep iyi şeyler düşünmüş ve kısa sürede ilk önce yaprakları yeşermeye başlamış, ardından sulu sulu meyveleri olmaya başlamış. Zamanla o kadar büyüyüp gelişmiş ki herkes yazın sıcak günlerinde dinlenmek için gölgesinden faydalanmaya başlamış. Kendisinde kısa sürede olan bu değişime inanamayan üzgün ağaç, düşüncelerin hayatı nasıl etkilediğini düşünmüş ve bir daha hiç bir şey için üzülmemiş.} else {
Aslan ile Fare
Harda hurda, eşeği yedirdik kurda,
Altmış tarla buğda.
Yedim karnım doymadı.
Denizi çorba ettim.
Gemiyi kepçe ettim,
Yedim, içtim, yüzüm gülmedi.
Yediler yemiş, parayla biter her iş…
Akdeniz’in martısı,
Karadeniz’in haritası,
Zeytinyağının tortusu.
Hoştur pilavın yoğurtlusu…
Akdeniz yağ olsa,
Karadeniz bal olsa, karnımızın bir tarafını doldurmaz.
Ya bir kaz dolması, ya bir ördek kızartması olsa, belki doyarız.
Evimizin önünde bir ağaç vardı,
Kırk kişi tuttum yondurdum.
Kırk kişi tuttum oydurdum,
Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu içine doldurdum
Oturdum, yedim, dudaklarımın bile haberi olmadı…
Karşıya baktım:
Dere gibi hoşaflar,
Tepe gibi pilavlar,
Kolum gibi dolmalar,
Budum gibi sarmalar,
Ye yemez misin,
Hani de görmez misin?
Karnım davula döndü, ağzımın bir şeyden haberi bile olmadı…
Birazını da eşeğe yükledim, size getiriyordum.
Dereden geçerken kurbağalar:
“Vırak, vırak!..” deyince anladım ki:
“Bırak, bırak!..” diyorlar.
Neyse, orada yattık..
Sabah oldu, baktım çizmeler yok.
Oradan bunları aramaya gittim…
İğneyi diktim, bizi diktim, üstüne çıktım baktım:
Küçük bir meydanda çizmeler çift sürüyorlar.
Vardım, sineğin derisini attım, büyük bir meydan belirdi.
Çifti elime aldım, sürdüm ektim.
Bir ekin oldu ki, yatsam sakalımda, dursam topuğum da, ama adam yutuyor.
“Bunu nasıl biçeriz, nasıl biçeriz?..” derken, öteden bir çakal geldi.
Orağı bu çakala bir attım.
Orağın sapı çakalın karnına girdi, ağzı kaldı dışarda…
Çakal kaçtı, orak biçti, çakal kaçtı, orak biçti…
Ekinin hepsi biçildi.
“Bunu neyle toplarız, neyle toplarız?..” derken,
Öteden bir kasırga koptu, ekini topladı, harman etti.
Bunu bizim ihtiyar çil horoza sürdürdüm, savurdum.
Altmış okka bir yanına, yetmiş okka bir yanına vurdum,
Ben de çil horozun üstüne bindim, sürdüm değirmene…
Değirmene yaklaşınca susadım.
Oradaki pınara indim.
Pınardan ağzım ile içtim gözüm istedi,
Gözüm ile içtim kulağım istedi…
Kafamı kestim, pınarın içine attım.
Oradan değirmene vardım.
Değirmenci:
“Hani kafan?” dedi.
“Pınara attım” dedim.
Değirmenci:
“Ama onu şimdi çakal yer!” dedi.
Oradan kalktım, geldim, baktım ki, çakal kulağımın ucundan tutmuş…
Çakala bir yumruk attım,
Yumruğum çakalın karnına girdi.
İçini karıştırdım, “kusur, kusur” ediyor.
Çektim çıkardım:
Bir kâğıt. Okudum:
“Bir yanı yalan, bir yanı dolan…”
Aşağıdan birden:
“Tutun be, vurun bel” diye bir patırdı koptu.
“Eyvah, beni tutmaya geliyorlar!” dedim.
İki kalktım, Bir hopladım.
Seksen ayak merdiveni birden atladım.
Baktım, beş yüz atlı asker.
“Nereye gidiyorsunuz?” dedim.
“Silbasanoğlu Hasan’ı aramaya!” dediler.
Ben bundan bir şey anlamadım, bir daha sordum.
Gene: “Silbasanoğlu Hasan’ı” dediler.
Neyse, katıldım ben de onlara, vardık Edirne’ye
Silbasanoğlu Hasan’ı tuttuk.
Meğer o da, bir pireymiş…
Bindim pireye, vardım Tire’ye,
Gel gelmez misin, yol bilmez misin?
Bu işlere sen gülmez misin?
Tuttum pirenin irisini,
Çadır yaptım derisini.
Altmış adam altında sığınmadık mı?
Tuttum pirenin eşini
Neler getirdi başıma:
On sekiz bin mandaya çektirdim leşini.
Tuttum pirenin ağını,
Çektim çıkardım yağını,
Doksan okka tartmadık mı?
Tuttum pirenin beyini.
Sırtına kurduk düğünü,
Altmış batman bağırsak yağını
Gidip pazarda satmadık mı?
Pireye vurdum palanı,
Altından çektim kolanı.
Dinleyin ağalar benim koca yalanı.
Pireye vurdum palanı,
Kırdı kaçtı kolanı.
Sen de beğendin mi benim düzdüğüm yalanı?..
Ormanların heybetli kralı aslan ormanda bir gün yine ava çıkıp karnını iyi bir doyurduktan sonra yelelerini bıyıklarını yalanıp yatmış tatlı tatlı uyuyormuş. Minik bir fare aslanın üzerine düşüp koşturmaya başlamış. Aslan sinirlenerek uyanıp fareyi yakalamış. Tam öldüreceği sırada fare yalvar yakar bir halde:
-Ne olur beni bırak! Gün olur benim de sana bir iyiliğim dokunur bakarsın, demiş.
Aslan farenin bu sözlerine alaylı bir şekilde gülerek:
-Sen küçücük bir faresin, bana ne iyiliğin dokunacak ki diyerek mırıldanmış, ama fareye acımış ve fareye zarar vermeden bırakmıl.
Fare sevinerek oradan uzaklaşıp ayrılmış.
Gel zaman git zaman aradan zaman geçmiş, Aslan bir gün avcıların kurduğu tuzağa yakalanmış mı, çırpınıp duruyormuş.
Aslan çırpınmış, bağırmış ama tuzaktan bir türlü kurtulamamış. Oradan geçmekte olan minik fare aslanın bu durumunu görmüş. Hemen dişleri ile tuzağın iplerini kemirerek kesmiş. Aslanı tuzaktan kurtarmış, aslan özgür kalıvermiş.
Fare aslana:
– “Beni küçük diye beğenmiyordun ammaa bak gördün mü senin canını kurtarmış oldum”, demiş.
Aslan, böylece yapılan bir iyiliğin karşılıksız kalmayacağını anlamış. Ne demişler iyilik yap denize at.
Bu masalımızdan da böbürlenip küçük görmemeyi, tahmin edilemeyecek özelliklerin vasat görünen kişilerde olabileceği ve bu kişilere muhtaç olunabileceğini kulağımıza küpe etmek gerektiğini öğrenebiliriz.
Uzak ülkelerin birinde Karanfil adında genç bir kız yaşarmış. Bu genç kız tüm gününü evinin önündeki çiçek bahçesinde geçirir, tüm gün onlarla konuşup güzellikleri hakkında iltifatlar edermiş. Tüm çiçekleri seven genç kız özellikle kendi ile aynı ismi taşıyan karanfillere ayrı bir sevgi beslermiş. Her sabah uyanır uyanmaz ilk olarak karanfillere bakar, onları sular, onlarla konuşur sonrasında diğer çiçeklere geçermiş. Karanfil Kız, elleri ile sulayıp büyüttüğü güzel karanfillerinin belirli zamanlarda solmasına çok üzülürmüş. Kışın hiç gelmesini istemez, hep yaz olsun, karanfilleri solmadan dursun istermiş.
Bahçesinde her renk karanfil varmış Karanfil Kız’ın. Bir gün yine karanfilleri ile sabah muhabbeti yaparken bir tanesi çok ilgisini çekmiş. Büyük beyaz karanfillerin arasında daha narin ve daha beyaz olan bir karanfile yönelmiş ilgisi. Kendi kendine “Ne kadar güzel, ne kadar muhteşemsin sen.” demiş. O günden sonra bu beyaz karanfile ayrı bir ilgi göstermiş. Diğer beyaz karanfillerde az da olsa olan başka renk çizgiler bu karanfilde yokmuş ve hepsinden daha beyaz, daha parlakmış. Bu beyaz karanfil, eve ziyarete gelenlerin de ilgisini çok çekiyormuş. Karanfil Kız, bu durumdan oldukça memnunmuş ancak onunda diğer çiçekler gibi bir gün solacağı aklına geldiğinde çok üzülüyormuş.
Mevsim yine kış olmuş ve tüm bahçedeki çiçekler yavaş yavaş solmaya, yaprak döküp yok olmaya başlamış. Karanfil Kız her sabah “Acaba bu günde yerinde mi benim parlak çiçeğim.” diyerek uyanır her sabah beyaz karanfilini yerinde gördükçe sevinir olmuş. Bahçedeki tüm çiçekler kışa dayanamamış ve bir bir yok olmuşlar ancak beyaz karanfil, parlaklığından ve güzelliğinden hiç bir şey kaybetmeden olduğu gibi duruyormuş. Bu Karanfil Kız’ı çok şaşırtmış ama bir yandan da çok sevinmesine neden olmuş.
Beyaz karanfil 3 sene üst üste olduğu yerde kalmış, kışa meydan okumuş, güzelliğinden bir şey kaybetmeden bahçede kalmıştı. Bu Karanfil Kız’ın ilk önceleri çok hoşuna gitse de sonraları canını sıkmaya başlamış. Beyaz karanfil hiç solmadığı için yeniden tomurcuklanıp yeşermesini de bekleyemiyor, dolayısı ile bu güzel çiçek ile ilgili hiç bir beklenti içine giremiyordu. Öyle ki çoğu zaman sulamak bile istemiyor, nasılsa solmuyor benim bakmama ne gerek var ki, diye düşünüyormuş.
Bir gün yine bahçede beyaz karanfilin başında iken aslında önceleri ne kadar boş yere üzüldüğünü düşünmüş. Neredeyse her solan karanfilin ardından ağlamış, üzülmüş, kahrolmuştu. Şimdi hiç solmayan, üstelik çok da güzel bir karanfili vardı bahçesinde ancak bu sefer de hiç bir heyecanı kalmamıştı. Demek ki çiçeklerin solmasının da insanlar için özel bir nedeni vardı. Karanfil Kız o gün bunları düşünerek akşamı etmiş ve o günden sonra bir daha asla çiçekleri soldu diye üzülmemiş, hatta ertesi yıl yeniden büyütmek için çabalayacağından sevinmiş.
Eşi ve elfleri ile birlikte Noel icin oyuncaklar hazirlayarak geciren sonra o yilbaşi hediyelerini ucan ren geyiklerinin cektigi kizagiyla gelip dagitan kukuletali, beyaz sakalli tonton bir dede, Noel Baba. Aslinda Noel Baba bir masal gibi duşunulse de, insanlara yilbaşinda yeni umutlar sundugu icin herkes tarafindan sahiplenilir ve her kultur onun icin farkli hikayeler soyler. Noel Baba’nin kulturden kulture yaşadigi yer, ismi, hikayesi degişir. Bazilarina gore Noel Baba Antalya’da yaşar, bazilarina gore ise Kuzey Kutbunda, Finlandiya’daki Korvatunturi, Isvec’teki Dalecarlia veya Gronland’ta yaşar.
Noel Baba’nin ismi de kulturden kulture hatta dilden dile farklilik gosterir. Santa Claus, Saint Nicholas, Saint Nick, Father Christmas, Kris Kringle, Santy veya Santa gibi bircok ismi vardir. Bu isimlerin hepsinin kokeni Saint Nicholas’a dayanir. Ama Santa Claus ismi dunya capinda daha cok sevilmiş ve bu isimle anilmiştir. Hatta dillere gore”Santa” yerine farkli kelimeler de gelmiştir. Italya`da “Babbo Natale”, Brezilya`da “Papai Noel”, Cek Cumhuriyeti`nde “Deda Mráz”, Portekiz`de “Pai Natal”, Romanya`da “Moş Craciun”, Almanya`da “Weihnachtsmann”, Irlanda`da “Daidí na Nollag”, Fransa`da “Le Père Noël”, Ispanya ve Meksika`da “Papa Noel”, Turkiye`de “Noel Baba” gibi.
Noel Baba’nin ortaya cikişi ile ilgili de farkli hikayeler vardir. Bunlardan en gercekcisi Yilbaşi ruhunun nasil ortaya ciktigini anlatan, Turkiye dogumlu tarihsel bir figur olan psikopos Saint Nicholas`in (Nikola) fakirlere hediye dagitmasina dayanan hikayedir. Bilinen en meşhur yardimi da, uc kizi olan bir babayla arasinda gecenlerdir. Bu olayin 320′li yillarda gercekleştigine inanilir. Fakir bir baba kizlarina ceyiz parasi karşilayacak durumu yoktur, bu yuzden hicbir erkek onlarla evlenmek istemez. Oldukca egitimli ve zengin bir aileden gelen Nikola da uc kizi icin uc kulce altini geceleyin gizlice fakir adamin penceresinden iceri atar. Hikaye’nin bu noktada bircok versiyonlari mevcuttur. Bu uc kulce altinin 3 gun arayla ya da 3 yil ard arda atilmasi ile ilgili; ancak sonu aynidir. Fakir adam cikip kendisini gorunce şaşirir ve o’na teşekkur eder; bir rahip olan Nikola da “Bana degil, Tanri’ya teşekkur et.” der. Bu olayin ortaya cikmasindan sonra, o yorede bircok gizlice yapilan yardimlarin aslinda Nikola tarafindan yapildigi anlaşilir. Nikola’nin olumunden sonra da yore halki birbirlerine gizlice hediye vermeye başlarlar ve bir yilbaşi gelenegi oluşur. Diger bir hikaye ise gunumuzdeki Noel Baba imajinin, 1931′de Haddon Sundblom adli cizerin Coca Cola reklamlari icin yaptigi cizimlerden ortaya ciktigidir. Ne var ki Coca Cola reklamlarindan cok once, 19. yuzyilin başinda Noel Baba’nin ceşitli cocuk kitaplarinda ve karikaturlerde gunumuzde ki Noel Baba imajina benzer şekilde resmedildigi gorulmuştur. 1862 Noel’inde Noel’in henuz ABD’de tatil donemi olmadigi ve Noel Baba figurunun kullanilmadigi donemde Thomas Nast adli Amerikali karikaturist Harper’s Weekly adli derginin kapaginda Noel Baba figurunu kullanmiş ve kimilerince Noel Baba’nin mucidi kabul edilmiştir.
Noel Baba ister bir aziz isterse bir karikatur olsun. Insanlarin umut etmek icin masallara ihtiyaci vardir. Siz de yeni yila umutla bakin ve yilbaşinda hediyelerinizi Noel Baba’dan isteyin. Noel Baba getiremese bile bir başkasi sizin icin onu başucunuza koyabilir.
Kaynaklar:
[1],http://tr.wikipedia.org/wiki/Noel_Baba[2],http://www.unutulmuyor.com/bunlari-biliyormuydunuz/18570-noel-baba-kimdir-aziz-nicholaos-kimdir.html
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde.
Cinler cirit oynarken
Eski hamam içinde.
Bir birim, gölgede kilim.
Kilim üstünde bir kız,
Ağzında sakız.
Gözleri boncuk boncuk,
Gül dalında bir tomurcuk
Bu kıza Güllü derler,
Her yerde ünlü derler.
Oturttu beni yanına,
Canlar feda canına.
Tuttu beni okuttu,
Sırma saçlar dokuttu
Sonra alladı, pulladı
İstanbul’a yolladı.
İstanbul’un atları,
Dizim dizim dizilir.
Martıların kanatları,
Süzüm süzüm süzülür.
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde, kocaman ağaçların bulunduğu bir ormanın içinde küçük bir kasaba varmış. Bu kasabada herkes birbirini tanır, herkes de birbirine yardım edermiş. Bu şirin kasabada yaşayan bir anne ve kızı varmış ki; kızı gören bir daha dönüp bir daha bakıyormuş. Çünkü kız o kadar güzeli o kadar alımlı, o kadar da terbiyeli bir kızmış ki herkes bu kızın zarafetinden bahseder dururmuş. Kızın sapsarı uzun mu uzun saçları varmış ve bu saçlar altındanmış. Bu güzel kızın adı Bukre iken annesinin adı da Menzile imiş. Anne-kız bembeyaz evlerinde, kocaman ve çiçekler ile dolu bahçelerinde yaşar, giderlermiş.
Beyaz evin bahçesinde o kadar güzel çiçekler yetişirmiş ki, çiçeklerin kokusu tüm mahalleyi etkisi altına alırmış. Herkes bu anne-kızın evinin önünden geçerken çiçek kokusunu içine çeker, rahatlar ve yoluna o şekilde devam edermiş. Bukre’nin annesi Menzile çiçekler ile adeta kendi çocuğu gibi özel olarak ilgilenirmiş. Onlar çok nazlı çiçekler olduğundan onlar ile konuşur, onları sever, öper, sevgi gösterirmiş. Çiçeklerin bakımını asla ihmal etmez, sulamasını ve budamasını her zaman tam zamanında yaparmış. Çiçekler de kendilerine bu kadar güzel bakan sahipleri varken; kocaman ve en güzel şekilde açarlarmış.
Bembeyaz bir evde yaşayan altın saçlı kız ve annesinin herkesten sakladığı çok önemli bir sırları varmış. Altın saçlı kızın saçlarından düşen telleri bir mendilin içinde toplayan anne-kız; bu saçlardan altın kazanıyormuş. Nasıl mı? Altın saçlı kızın annesi haftada bir kez gece olduğunda ve karanlık çöktüğünde bahçeye inermiş. Çiçeklerin birinin içine kızının altın saçlarından bir tel koyarmış. Ertesi sabah güneş doğduğu anda çiçek kadına bir altın verirmiş. İşte altın saçlı kız ve annesinin büyük sırrı buymuş. Bu sır sayesinde geçimini sağlayan anne ve kız, kimseye muhtaç değilmiş.
Günlerden bir gün, masum ve kendi hallerinde yaşayan bu anne-kıza da kötülük bulaşmış. Hem de ne bulaşmak! Kötü niyetli bir kadın, gecenin bir yarısı gizlice girdiği bahçede uyuyakalmış ve altın saçlı kızın annesinin çiçekten aldığı altını görmüş. Kötülük düşünen bir kadın olan bu kadın gördüğüne inanamamış. Çiçek kadına resmen altın vermiş. Bu kadın ile arkadaş olursa eline bir sürü altın geçeceğini düşünmüş ve aklına hemen kötü fikirler gelmiş.
Ertesi sabah en eski ve en fakir gibi görünen kıyafetlerini giyerek anne ve kızın bahçe kapısına kadar gelmiş. Amacı anne ve kızın iyi niyetinden faydalanmakmış. Kapının önünde duran yaşlı ve biçare kadını ilk fark eden altın saçlı kız olmuş. Hemen kadının yanına gelmiş:
Altın saçlı kız: ‘Teyzeciğim, neyiniz var?’
Kötü kalpli kadın hemen kendini acındırmaya başlamış:
Kötü kalpli kadın: ‘Kızım, çok yoruldum, çok da susadım. Bana bir bardak su verir misin?’
Altın saçlı kız kadının bayılacak gibi halini görünce içi cız etmiş:
Altın saçlı kız: ‘Teyze içeri gel lütfen, sana hem yemek hem de su verelim. Biraz da dinlenirsin.’
Altın saçlı kız ve annesi yaşlı kadını içeri almış. Onu güzelce doyurmuş ve ona güzel bir yatak hazırlamış. Kadın onlara dua üzerine dua etmiş. Yaşlı kadının biçare durumunu gören altın saçlı kız ve annesi de yaşlı kadını bırakmamış ve birlikte yaşamaya başlamışlar.
Gel zaman git zaman kötü kalpli kadın, altınları ele geçireceği günü iple çekiyormuş. En sonunda bir gece dayanamamış ve yataktan kalktığı gibi altın saçlı kızın saçlarını kökünden kesmiş. Fakat bir de ne görsün? Kestiği her saç teli bir yılana dönüşmüş ve kötü kalpli kadına saldırmış. Kadın neye uğradığını ve ne yapacağını şaşırmış. Bağırarak evden çıkmış ve koşmaya başlamış. Kötü kalpli kadın o kadar korkmuş ki korkudan konuşma becerisini de kaybetmiş.
Kötü kalpli kadın yaptığı kötülük karşısında kötülük bulmuş. Konuşma yeteneğini kaybetmiş ve bir daha hiç konuşamamış. Altın saçlı kızın saçları ise kısa sürede yine eskisi kadar uzun olmuş. Altın saçlı kız ve annesi büyük bahçeli evlerinde mutlu bir şekilde yaşamaya devam etmiş. Fakat bir daha kimseye ama kimseye güvenmemiş!document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Cinler cirit oynarken
Eski hamam içinde..
Ben deyim şu ağaçtan,
Siz deyin şu yamaçtan,
Uçtu uçtu bir kuş uçtu;
Kuş uçmadı, gümüş uçtu.
Gümüş uçmadı, Memiş uçtu.
Uçar mı, uçmaz mı demeye kalmadı;
Anam düştü eşikten,
Babam düştü beşikten…
Biri kaptı maşayı,
Biri aldı kaşağıyı;
Dolandım durdum dört köşeyi..
Vay ne köşe bu köşe!
Dil dolanmadan ağız varmaz bu işe;
Bu köşe yaz köşesi,
Şu köşe kış köşesi,
Şu köşe güz köşesi,
Diye iki tekerleyip üç yuvarlarken
Aşağıdan sökün etmez mi Maraş paşası!..
Hemen bir fare deliği bulup,
Attım kendimi dışarı;
Gelgelelim şu mahalleninin yumurcakları
Haşarı mı haşarı;
Bir fiske vurdular enseme,
Gözlerim fırladı dışarı!..
Az gittim uz gittim..
Dere tepe düz gittim.
Çayır çimen geçerek,
Lale sümbül içerek;
Soğuk sular içerek,
Altı ayla bir güz gittim.
Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim,
Gide gide bir arpa boyu yol gitmişim!
Vay başıma, hay başıma;
Bu yol bitecek gibi tükenecek gibi değil,
Ya bir devlet kuşu konsa başıma,
Ya da alsa beni kanadına kaşına,
Demeye kalmadı bir de gördüm ki, ne göreyim?
Adıyla sanıyla, yeşiliyle alıyla,
Zümrüdü anka dedikleri değil mi?
Kafdağının üstünden
Süzüm süzüm süzülüp gelmiyor mu?
Bakın be yahu!
Yüzü insan, gözü ahu.
Ne maval, ne martaval,
İşitilmedik bir masal bu!..
Bir varmış, bir yokmuş… Çocuklara masallar anlatan Aydede, bu gece çocuklara hangi güzel masalı anlatacakmış? İşte Aydede’nin masalı…
Bundan asırlar önce, uzak ülkelerin birinde küçük bir kasaba varmış. Bu kasabanın adı Yitan kasabasıymış. Kasabada yaşayan oldukça zengin bir adam da varmış. Adamın zenginliği tüm şehri satın alacak kadar çok, sayısız küpü dolduracak kadar da tükenmez imiş.
Günlerden bir gün bu küçük kasabada önemli bir haber kulaktan kulağa dolanmaya başlamış. En sonunda kasabanın meydanında bir çığırtkan başlamış bağırmaya:
Çığırtkan: ‘Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin, terli su içmeyin. Az konuşu, öz konuşun. Gel gelelim benim size verecek haberime. Komşu başkentimize büyük bir Akıl Okulu açılmış. Bu okula gidenler, okulda akıl öğreniyormuş.’
Zengin adam bu duyuruyu duyduğunda var gücü ile gülmeye başlamış. Yanındaki arkadaşlarına dönerek:
Zengin Adam: ‘Ben hayatımda bu kadar saçma bir şey görmedim! Bir insan ya akıllıdır ya da değildir. Akıl sonradan kazanılmaz ki! Bu okul nasıl akıl öğretecek ki?’
Zengin adam akşam eve gittiğinde çocuklarına da durumdan bahsetmiş. Bu adamın üç tane çocuğu varmış fakat üç çocuğu da okula gitmiyormuş. Zengin adam elindeki paraya o kadar çok güveniyormuş ki, çocuklarını okutmaya gerek bile görmemiş. Fakat çocuklarından büyük olan babasının bu tavrından pek memnun değilmiş. Babası Akıl Okulu konusunu anlatınca da dayanamamış, içinden geçenleri söylemiş:
Oğul: ‘ Baba, sen yanlış düşünüyorsun. Okumak gibisi var mı? İstediğin kadar zengin ol, para ile alamayacağın tek şey bilgidir.’
Zengin adam oğlunun bu sözlerini uzun bir süre düşünmüş. Günlerce, gecelerce bu sözler ile yatmış, kalkmış. Aklına Akıl Okulu düşmüş bir kere, sürekli onu düşünür, dururmuş. En sonunda kararını vermiş zengin adam. Atlamış atına, düşmüş yollara. Amacı Akıl Okulu’na gidip burada öğretilen bilgilerin neler olduğunu görmekmiş.
Zengin adam az gitmiş, uz gitmiş; dere-tepe düz gitmiş. Günlerce, gecelerce yolda geçirmiş. En sonunda başkente yaklaştığı bir sırada yolda yaşlı bir ihtiyara denk gelmiş. İhtiyara nereye gideceğini sormuş. İhtiyar da başkente gittiğini söyleyince zengin adam attan inmiş ve yaşlı ihtiyarı ata bindirerek başkente kadar götürmüş.
Başkente geldiklerinde yaşlı ihtiyarın bir isteği daha varmış:
Yaşlı ihtiyar: ‘Oğlum, madem bu iyiliği yaptın, beni meydana kadar da götür de sana dua üzerine dua edeyim.’
Zengin adam yaşlı ihtiyarı attan indirmeden meydana kadar götürmüş. Tam meydana geldikleri esnada yaşlı adam birdenbire bağırmaya başlamış:
Yaşlı ihtiyar:’ İmdat! Kardeşler yardım edin, bu adam benim atımı çalmaya çalışıyor!’
Bütün ahali hemen yaşlı ihtiyar ve zengin adamın yanına toplanmış. Yaşlı ihtiyarın görüntüsü insanların ona acımasına neden olmuş. Etraftaki herkes suçlu olarak zengin adamı görmüş:
Ahali: ‘Adam sen utanmıyor musun? Bu yaşlı adamı dolandırmaya nasıl vicdanın el verir?’
Zengin adam şaşırmış. Kendini ifade etmeye çalışmış. Adamı yarı yoldan aldığını ve iyilik yaptığını, atın kendisine ait olduğunu ifade etmiş. Ama adamı kimse dinlememiş! Herkes adamı da önlerine alıp kasabanın hakiminin yerine gitmiş.
Zengin adam hakimin karşısında çıkmış. Hakim önce adamı sonra da yaşlı ihtiyarı dinlemiş. Ardından yardımcısını yanına çağırmış:
Hakim: ‘ Bana hemen bir nalbant, bir baytar bir de saraç çağırın.’
Yardımcı fırlamış ve çok geçmeden yanında üç kişi ile gelmiş. Zengin adamın atını sırası ile nalbant, baytar ve saraç incelemiş. Hakim hepsine sıra ile atın hangi memlekete ait olduğunu sormuş. Hepsi de atın kendi memleketlerinden olmadığını, atın Yitan yöresine ait bir at olduğunu söylemişler. Hakim bunun üzerine zengin adamı yanına çağırmış:
Hakim:’ Beyefendi at sizin atınızdır. Atınızı alıp gidebilirsiniz, suçsuz olduğunuz ortaya çıktı. Yaşlı adama da gereken ceza verilecektir.’
Zengin adam çok şaşırmış. Hakime sormuş:
Zengin Adam:’ İyi de siz bunu nasıl anladınız? Bu adamlar atın Yitan bölgesine ait olduğunu nereden bildiler?’
Hakim zengin adama dönerek:
Hakim: ‘Beyefendi, bu kişiler ve ben de dahil hepimiz Akıl Okulu’nda okuduk. Bildiğimiz her şeyi okulda öğrendik. Bize o okulda iyi ve doğruyu öğreterek doğruya nasıl ulaşılacağını da gösterdiler.’
Zengin adam memleketine döndüğü gibi başından geçenleri herkese anlatmış. Ve artık bilginin ne kadar değerli olduğunu çok iyi biliyormuş. Çocuklarının hepsini de Akıl Okulu’na göndermiş.
}
Zaman zaman içinde,
Kalbur saman içinde..
Bu sözün önü var, arkası yok;
Gömleğimin yeni var, yakası yok..
Sabır da bir huydur, suyu var tası yok.
De gel sabreyle..
İyi ama susuzla, sabırsız ne yapar?
Ya bir kuyu kazar,
Ya dolaşır çarşı-pazar;
Ben de aç karın, yüksek nalın çıktım pazara.
Mevlâm uğratmasın iftiraya nazara…
Bir kaz aldım karıdan, boynu uzun borudan!
Kendisi akça pakça,
Eti kemiğinden pekçe;
Ne kazan kaldı ne kepçe!
Kırk gündür kaynatırım kaynamaz.
Hay dedim, huy dedim;
Bu ne pişmez şey dedim.
Bir iken iki olduk, üç iken dört olduk;
Anan soylu, baban boylu,
Derken kırk olduk;
Kırkımız kırk ateş yaktık!..
Kırk gündür kaynatırız kaynamaz.
Baktım ki olacak gibi değil,
Sofraya konacak gibi değil,
Eğil dağlar eğil dedik;
On tanemiz hu çekti,
Onumuz su çekti;
Onumuz odun çekti;
Hay’dan geleni Hu’ya sattık,
Unu bulguru suya kattık.
Suyu kazana, kazanı yeniden ocağa attık;
Vay ne kaynattık ne kaynattık..
De şimdi kaynar mı, kaynamaz mı?
Derken efendim bu kez başını kaldırıp bize bakmaz mı
Gayrı pabucunu bırakıp kaçan kaçana!
Kanadını kaldırıp uçan uçana!
Eh, bir ben miyim kırk kişinin gevşeği?
Çıkardım ahırdan boz eşeği,
Vurdum sırtına palanı,
Çektim yedi yerden kolanı;
Bindirdim üstüne doksanlık anamı.
Boynuna mavi bir boncuk takmadım ama,
Koynuna koydum bir sabır taşı.
Sabırtaşı, sabırcık taşı deyip, geçmeyin öyle!
Ne anamın aşı, ne gözümün yaşı…
Verilecek kuluna vermiş,
Bize de versin Yaradan;
Haydi dedikoduyu kaldırıp aradan,
Dinleyin şimdi; sabırlı kim, sabırsız kimdi?
Handadır handa, bir kara manda,
Üç yüz yaşındaydım evvel zamanda.
Mavi çadır gerilmiş, duydum pazar kurulmuş
Vurdum karıncaya palanı,
Kırk yerinden bağladım kolanı.
Sardım sırtına seksen sekiz çuval soğanı,
Vardım pazara.
Vay ne pazar, ne pazar, güzeller üryan gezer.
Kırlangıçlar terzi, köpekler kalaycı, tilkiler tüccar.
Buldum bir köşe, başladım işe.
Soğan, sarımsak satarken,
Terazimin kolu kırıldı, bir güzele bakarken.
Kurbağa kanatlandı, gitti gelin getirmeğe.
Gelin çıktı çardağa, çat yerleşti bardağa.
Masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı
Var varadan, sür süreden;
Manisa’dan Tire’den,
Şimdi ki hal buradan.
Soğan, sarımsak ağacı, baklava başlar tacı…
Kalaycı oldum kalayladım kapları, hep kırıldı tavaların sapları.
Müezzin olsam minareye çıkmalı, kayyum olsam kandilleri yakmalı..
Kadı olsam el hatırı yıkmalı…
İşim başımdan aşkın, gezerken şaşkın şaşkın.
Dediler abdal, bu gece burada kal.
Alalım sana bir ahu hilâl.
Acele ile ettiler nikah.
Zülüfleri tel tel, kaşları siyah..
Ay ay der yatar, vay vay der kalkar..
Böyle cadılar çok evler yıkar..
Vardım çattım kılavuza:
Ne yaptın bana?
Ne yaptım ki sana?
Başımda külah, kurtardı Allah.
Duman çökmüş karşı ki dağın başına, kan bulaşmış avcıların dişine.
Başlıyalım şu masalın başına…
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellalken, pireler berberken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallaar iken; ülkenin birinde bir köy varmış. Buranın kenar mahallelerindeki bir kulübede, çok fakir bir keloğlan ile yaşlıca annesi yaşarmış. Keloğlan çok akıllı ve becerikli olmasına becerikli imiş ama azıcık da tembellik eder çalışmaya pek yanaşmazmış. Miskin miskin evde oturmayı, ne bulabilirse yiyip, içmeyi ve uyumayı oldukça fazla severmiş. Tembel mi tembel, saçı olmayan kafası yüzünden herkes ona keloğlan lakabını takmış. Keloğlanın ihtiyar annesi de çamaşırlarını yıkar, hem kendini, hem de tembel kel oğlunu keleş oğlunu beslemeye çalışır, zorluklar içinde geçinip yaşamaya çalışırlarmış.
Bu günlerden bir gün Keloğlanın çarşıya çıkıp dolaşası gelmiş. Bir de ne görsün bakmış uzakta bir kalabalık toplanmış. Kalabalığın ortasında bir adam yüksek sesle bir şeyler anlatıyor. Kalabalıktaki insanlar da ona kulak vermiş dinliyor. Bizim Keloğlan da kalabalığa yanaşarak bu adamın dediklerini dinlemeye başlamış. Adam şehrin tellallarından bir kimseymiş meğer. Keloğlan’ın dinlediği tellal diyormuş ki:
-Ağır bir iş için bir adam lazım gelir. Bu işi halledecek adama yüz altın verilecektir. Talip olan kimse varsa ortaya çıksın…
Keloğlan etrafta toplanan kalabalıktan ses seda çıkmamış. İşin sonunda yüz altın da verileceğini öğrenince tellala:
-Bu işi ben yaparım, yalnız bu yapılacak işi hemen bana anlatmalısın demiş.
Tellal, Keloğlanı şöyle süzdükten sonra, gözü pek tutmamış herhalde ki:
-Oğlum, sen bu işi yapamazsın, iş hayli zordur. Bunu yalnız akıllı, becerikli, güçlü ve cesur adamlar başarabilir. Ben bunları sende göremedim kusura bakma, deyince;
Keloğlan:
-Ummadığın taş baş yarar. Ben bu işi çok da güzel başarabilirim, diye cevap vermiş. Etrafta toplanan kalabalıktan alaylı kahkahalar yükselmiş. Bu arada tellal onun fakir haline de acıyarak:
-Pekala keloğlan… Madem ki kendine bu kadar çok güveniyorsun sana şimdi yapacağın işi tarif edeyim…Uzak bir diyardan mal getirmeye gideceksin… Yolculuk at sırtında olacak, ama sen bu yolculuğa nasıl katlanabileceksin? diye sorunca.
Keloğlan:
-Ben yaparım dediğim bir şeyi yaparım. Elbette katlanabilirim, sen onu merak etme karşılığını vermiş. Tellal:
-Madem ki bu kadar güvenin var, ben de bu işi sana veriyorum madem öyle ise… Paranı şimdi mi vereyim, yoksa dönüşte mi alırsın? demiş Keloğlan da:
-Şimdi verinde birazı yanıma alırım, geri kalanını da anneme harçlık bırakırım, demiş.
Bu şartlarla anlaşan Keloğlan sevinç ve heyecanla annesine koşarak durumu anlatır ve
yanındaki parayı annesine bırakıp veda ederek yapacağı işe gider.
Toplantı yerine varan Keloğlan, kafilenin kendisini beklemekte olduğunu görür. Kafile başkanı, Keloğlan’a hazır olup olmadığını sual eder. Hazır olduğunu duyuncaküçük kafile hemen atlara binerek yola koyulur… İki gün durup dinlenmeden uzunca yollar alırlar. Üçüncü gün Keloğlan’ın at sırtındaki yolculuktan vücudunun her tarafı iyiden iyiye ağrımaya başlar. Ama verdiği sözü ve aldığı parayı düşünerek sabır ve sebat içinde yoluna devam eder. Artık akşam olmak üzeredir. Kafile başkanı mola için kervanın durabileceğini salık verir. Keloğlan dinlenebileceği için bayağı sevinmiştir. Ama sevinci hiç de uzun sürmez. Atlar bağlanıp kamp kurulunca kafile başkanı Keloğlan’ı çağırtır. Keloğlana der ki:
-Keloğlan, ileride bir kuyu görünüyor ya…
-Evet, diye cevaplar bizim Keloğlan.
-İşte şimdi o kuyuya in… Korkmazsın herhalde değil mi?…
Keloğlan kuyunun yanına gider sağına, soluna bakar sonra da eğilip içine bakar, kafile başkanına:
-Ne var ki korkacak, inerim tabii. der. Keloğlan korksa bile korktuğunu belli etmemeye çalışıp kuyuya inmeye hazırlar kendisini.
Etrafını saran yol arkadaşları Keloğlan’ın beline kalın bir ip bağlayıp kuyuya aşağı sallarlar.
Keloğlan kuyunun yarısına gelince sağ tarafında karanlıkta açılan bir kapı görür. Adamın biri Keloğlan’ı kucakladığı gibi bu kapıdan çekiverir… Neye uğradığını anlayamayan Keloğlan, Geniş bir bahçe ve bu bahçenin ortasında büyük bir saray görmesin mi!?.. Sarayın bahçesinde çiçeklerin arasında dünya güzeli bir kız oturmuş, arkasında bir dudağı yerde, bir dudağı gökte iri ve koyu siyah renkte bir zenci ayakta dikilmiş. çiçeklerin arasında bir de tavus kuşu dolanıyor. Şaşkınlıkla bunları seyreden Keloğlan birden arkasında gürleyen bir sesle irkilip korkudan zıplar. Arkasını dönünce, ne görsün?… Kocaman bir dev. Tam arkasında ona bakmıyor mu!.. Dev, korkunç bir sesle:
-Eyy, adem oğlu!… Söyle bakalım, şurada gördüklerinden hangisi daha güzel sence?..
Keloğlan korkudan tir tir titrer, ne cevap vereceğini şaşırır ama, biraz sonra aklı başına gelir ve hızlıca düşünüp şöyle der:
-Sultanım, gönül neyi severse güzel odur.
Dev, aldığı cevaptan memnun olmuşa benzer. Ve Keloğlan’a tekrar sorar.
-Tavus kuşu çok hoş, şu kız çok güzel, amma velakin şu zenci çok çirkin!.. Buna ne dersin?..
Keloğlan artık ilk şaşkınlık ve korkudan kurtulduğundan cevabı hızlı verir:
-Gönül neyi severse, güzel odur diyerek aynı cevabı yapıştırır.
Aldığı cevap çok hoşuna giden dev, Keloğlan’a:
-Aferin, sen akıllı birisine benziyorsun bakıyorum diye Keloğlan’a hemen yanındaki ağaçtan üç tane büyük nar koparıp verir, ve:
-Al bu narları, dönüşte annenle birlikte yersin der. Ve Keloğlan’ın yanından uzaklaşır.
Meğer Dev, her kuyuya inen insana bu soruları sorar fakat, bir türlü istediği akıllıca cevabı alamayınca çok kızar, hemen kellesini keser, sonra da etlerini yermiş. Kuyuya inenlerin çoğu, Dev’in bu soruları karşısında kız güzel, birçoğu da kimi tavuskuşu diye Dev’e cevap verirlermiş. Bu cevaplardan memnun kalmadığı için kuyuya inen bir daha geri dönemezmiş. Dev’in yanından ayrılan Keloğlan tekrar çıkış kapısına gelip yukarı nasıl çıkacağını düşünürken birden yukarıdan, su almak için sarkıtılmış bir kovanın kendisine doğru geldiğini görmüş. Keloğlan, hemen bu kovadan tutunup yukarı çıkıvermiş.
Keloğlan’ı sapasağlam yukarı çıktığını gören arkadaşları, şaşkınlıktan ağızları bir karış açık, gözlerine inanamazlar ve birbirlerine bakışıp kalırlar. Çünkü kervancılar bu kuyudan su almak istedikleri zaman her seferinde Dev’e bir insanı kurban vermek zorunda kalmışlar. Yol arkadaşları onu böyle güler yüzlü ve sağlam görünce elbette şaşakalmışlar. Kafile başkanı, merakla Keloğlan’a:
-Şimdiye kadar bu kuyuya sarkıttığımız adamlardan hiçbiri geri dönmemiştir. Sen nasıl oldu da bu kuyudan sağlam çıktın evlat?…
Keloğlan güler yüzle şu cevabı verir:
-Nasıl çıktıysam çıktım.. Çıktım ya!… Siz ona bakın.
Yeniden kafile yola koyulmuş. Varacakları o uzak ülkeye varmış.Atlara malları yükleyerek memlekete dönmüşler.
Keloğlan elindeki Nar’ları sevinçle evine dönünce, annesi yine her zamanki gibi, çamaşır yıkamakta bulur. Annesi de oğlu geldiği için sevinmiştir. Yemekler yenir.Yemekten sonra da Keloğlan, Dev’in verdiği Nar’lardan birini çıkarıp yemek için ikiye böler. Bir de ne görsün? Dev’in verdiği Nar tanelerinin her biri meğer çok kıymetli birer mücevher değilmiymiş… Bunun değerini anlayan Keloğlan, zaman zaman bunların her birini azar azar satmış.. Ve Keloğlan öylesine zengin olmuş ki, artık ne kelliği kalmıştır, ne de çirkinliği, ne de annesinin çamaşırcılığı. Mutlu bir hayata kavuşmuşlar.