Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde pireler berber iken, develer ise tellal iken, sincaplar ormanlarda zıp zıp koşar iken… Uzak mı uzak diyarların birinde büyük bir orman varmış. Bu orman, içinde yaşayan hayvanları ve bir sürü farklı ağaçları ile herkesin hayran olduğu güzellikte bir ormanmış. Bu ormanın kenarında büyük bir tren yolu da varmış.
Ormanın kenarından geçen ren yolundan her gün büyük mü büyük, güzel m güzel bir tren kasabadan şehre gitmek üzere yol alıyormuş. Ormanda yaşayan hayvanların hepsi trenin geleceği zamanı iple çekermiş. Çünkü tüm hayvanlar üzerinden dumanlar çıkaran bu treni çok ama çok severmiş. Tren ormana geldiğinde kendisini seven bütün hayvanları selamlamak ve geldiğini haber vermek için düdüğünü öttürürmüş:
Tren: ‘Düüüüüütt!’
Ormanda yaşayan hayvanlar bu sesi duydukları vakit heyecanla koşmaya başlarmış. Kiminin elinde bavulları kiminin elinde çocukları herkes trene doğru sevinçle koştururmuş. Tren tüm içtenliğiyle kendisine doğru koşan hayvanları selamlarmış. Hayvanlardan sevimli tavşanlar ve sincaplar da trenin bu selamına kulaklarını sallayarak cevap verirmiş. Ormanın renkleri dediğimiz çiçekler trene başlarını sallar, ormanın neşesi olan kuşlar ise trenle adeta yarış yaparmış Tren kendisini bu kadar sevinçle karşılayan hayvanlara ve çiçeklere keyifle güler, daha da yüksek sesle çuf, çuf ederek bacasından puf puf diye dumanını çıkarırmış.
Günlerden bir gün ormanın karakargası Kaklak, trenin düdüğünü öttürerek gelmesini ve tüm hayvanların onu neşe ile karşılamasını çok kıskanmış. Zaten huysuz olan Kaklak, hızla uçarak trenin yanına varmış:
Kaklak: “Bıktık artık senin bu sesinden tren kardeş! Senin sesini sevmiyoruz anlasana, neden öttürüp duruyorsun” demiş.
Tren karakarga Kaklak’ın bu sözlerine çok üzülmüş. Ormandaki tüm hayvanların kendisini çok sevdiğini zanneden tren, karakarganın lafları ile adeta yıkılmış.
Tren ertesi gün yine ormanın yanındaki yoldan geçerken tam düdüğünü çalacağı sırada aklına karakarganın söyledikleri gelmiş. Hemen kısaca çalmış düdüğünü ‘Düt’ diye ve kesmiş. Gelişini kimse duymasın diye yoldan yavaşça geçen tren, dumanını çıkara çıkara ormanın yanından geçmiş. Ormanın içinde yaşayan hayvanlar trenin neşeli düdüğünü beklerken bir de ne görsünler! Tren neşeli düdüğünü çalmadan yavaşça geçip gidiyormuş. Trene binmek isteyenler koşmaya başlasa da trene yetişememiş.
Tren ormanın içinden çok yavaş geçtiği için şehre varması da uzun sürmüş. Makinistler trenin gecikmesi üzerine bir arıza olabileceğini düşünmüşler. Treni bakım odasına almışlar. Kasabadan şehre de yeni bir tren koymuşlar. Bu yeni tren eski tren gibi eski değilmiş ama onun kadar neşeli de değilmiş. Asık suratı ile durur, neredeyse hiç gülmezmiş.
Ertesi gün trenin yolunu gözleyen ormandaki hayvanlar dumanı çıka çıka gelen treni görünce çok sevinmişler. Ama bir de ne görsünler! Bu tren onların sevimli, güler yüzlü treni değil!
Asık Suratlı tren: ‘Acele edin hantal tavşanlar, hey siz sincaplar ne diye bakıyorsunuz öyle? Bineceksiniz binin şu trene!’
Hayvanlar yeni trenin hem konuşmalarından hem de asık suratından hiç hoşlanmamışlar. ‘Ah ah nerede bizim eski güler yüzlü trenimiz’ diyerek ağlamaya başlamışlar.
Hayvanların bu halini gören karakarga Kaklak, trene söylediği sözlerden dolayı pişman olmuş. Herkesin onu ne kadar sevdiğini görünce, hemen şehre doğru uçup trenden özür dilemek istemiş.
Karga şehre uçmuş, büyük tren garına girmiş. Oradaki karga dostlarının yanına giderek telaşla sorusunu sormuş:
Kaklak: ‘Karga dostlarım, bu tren garında eski ve gülen suratlı, neşeli bir tren vardı. O tren nerede?’
Karga dostları Kaklak’a bakarak;
Kargalar: ‘O tren dün gece çok geç kaldığı için mühendisler onu bakıma aldılar’ demiş.
Kaklak hemen hızlıca uçmuş, gizlice bakım odasına girmiş. Gülen yüzü ile eski tren oradaymış. Ama yüzünden düşen adeta bin parçaymış. Karakarga Kaklak her şeye sebep olanın kendisi olduğunu biliyormuş ve çok pişmanmış. Hemen trenin yanına varmış:
Karakarga Kaklak: ‘Tren kardeş, ben sana geçen gün bir sürü söz söyledim, sesini sevmiyoruz dedim ya sen o laflarıma inanma! Biz seni çok seviyoruz. Sen gelmediğinde hepimiz çok üzüldük. Ben de ne kadar büyük bir yanlış yaptığımı o anda anladım’ demiş.
Çufçuf tren karakarganın ne kadar üzgün olduğunu görebiliyormuş. Demek ki ormandaki herkes onu çok ama çok seviyormuş. Çufçuf tren bu sözleri duyunca çok sevinmiş, neşesi yerine gelmiş. Karakargaya dönerek;
Tren: ‘Üzülme karga kardeş, ben seni affettim. Yarın geleceğim, herkese haber ver’ demiş.
Tren ertesi sabah eski neşesi ile ormanın içinden geçerken, ormanda yaşayan tüm hayvanlar sevinçle zıplamaya başlamış. Her şey eski günlere dönmüş ve hepsi çok mutlu olmuş…
Gökten üç elma düşmüş, üçü de neşeli çocukların olmuş…document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal iken, pireler ise hamal iken. Ben ise dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Uzak mı uzak diyarların birinde masallar ülkesi var iken… Bu masal da size o ülkeden gelmişken… Buyurun dinleyin masalı, bahçıvan ile gülün aşkını…
Bir zamanlar herkesin hayranlıkla baktığı güzel bir bahçe varmış. Bu bahçeye gözü gibi bakan bir de bahçıvan varmış. Bahçıvan bahçesine çok düşkünmüş. Sabah uyandığı gibi ilk işi çiçeklerini sevmek, onlara bakım yapmak ve sulamakmış. Saatlerce çiçekleri ile konuşan bu bahçıvanın en sevdiği köşe ise güllerin olduğu köşe imiş. Bahçesinde güllerinin olduğu köşeye geldiğinde buraya ayrı bir hayranlıkla bakan bahçıvan, güllere bakmaya da onlarla konuşmaya da doyamazmış.
Gel zaman git zaman, bir sabah bahçıvan, yine bahçesine çıkmış erkenden. Çiçeklerini sulamış, onları sevmiş, sularını vermiş. Ardından güllerin olduğu köşeye doğru yola koyulmuş. Fakat o da ne! En sevdiği kırmızı gülün üzerine bir bülbül!
Bülbül, bahçıvanın en çok sevdiği kırmızı gülün üzerine kurulmuş, türlü türlü nağmeler söylüyormuş. Bir yandan da bir dalından gonca vermeye başlayan gülü gagalıyormuş. Bahçıvan bunu görünce çılgına dönmüş! ‘Ben sana gösteririm’ diyerek bülbüle tuzak hazırlamak için uzaklaşmış.
Bahçıvan o sinirle evinin ardiyesinden eski bir kafes bulmuş. Amacı bülbülü bu kafese koyarak ona güzel bir ceza vermekmiş. Tekrar bahçeye çıkan bahçıvan ne yapmış ne etmiş bülbülü kafesin içine yerleştirmiş. Kafesin kapağını da bir güzel kapatmış.
Kafese kapatılan bülbül, ne olduğunu anlayamamış. Daracık kafeste kanatlarını çırpamıyor, istediği gibi uçamıyormuş. Günden güne solan bülbül, ne bir şey yiyor ne de eskisi gibi şen şakrak ötüyormuş. Bülbül kahrından ve derdinden neredeyse ölecekmiş. En sonunda dayanamamış ve dile gelmiş:
Bülbül: “Ey bahçıvan! Sen neden beni bu kafese hapsettin? Ben sana ne yaptım? Özgürlüğümü neden elimden aldın? Sen bahçende ne kadar mutluydun hatırlıyor musun? Sen nasıl bahçende mutlu olabiliyorsan, ben de özgürce istediğim gibi uçarken mutlu olabilirim’ demiş.
Bahçıvan bülbülün sözlerine hemen cevap vermiş:
Bahçıvan: ‘ Sen daha ne kabahat işlediğini bile bilmezsin! Benim en sevdiğim kırmızı gülümü sen didikledin! Hem de yeni açmış goncasını!
Bülbül o anda bahçıvanın kendisini neden kafese tutsak ettiğini anlamış. Hatasının da farkına varmış:
Bülbül: ‘Özür dilerim bahçıvan kardeş. Ben gerçekten yaptığım hatanın farkında değilim. Senin güllerine bilmeden zarar vermişim, affet. Ama sen de farkında olmadan işlediğim bir suç için beni kafesin içine sokarak cezalandırıyorsun. Peki, senin yaptığın doğru bir şey mi? Benim gibi uçmaktan başka hiçbir mutluluğu olmayan bir kuşu acımadan kafese kapatmanın cezası ne olmalı sence?’ demiş.
Bahçıvan bu sözler üzerine uzunca düşünmüş. Bülbül haklıymış. Onun uçmaktan başka hiçbir mutluluğu yokmuş. Bahçıvan kendisinin en büyük mutluluğu olan bahçesinin elinden alınmasını düşünmüş. Ne kadar da üzülürmüş! İşte o an bülbülün ne demek istediğini anlamış. Ona verdiği cezanın çok ağır olduğuna hak vermiş. Yerinden kalkan bahçıvan yavaşça kafesin yanına gitmiş:
Bahçıvan: ‘Haklısın bülbül kardeş. Senin en büyük mutluluğun uçmak iken ben bu mutluluğu senin elinden alamam. Buna hakkım yok. Şimdi kafesi açıp serbest bırakacağım seni. Ama sen de bana söz ver. Bir daha çiçeklere karşı daha nazik davranacak, onlara zarar vermeyeceksin.’
Bülbül hemen söz vermiş bahçıvana ve o günden sonra çiçeklere zarar vermemiş.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de masalı dinleyen çocukların olmuş…
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde yaşlı bir amca yaşarmış. Bu yaşlı amca çok fakir bir amcaymış. Ama elinde öyle güzel bir şey varmış ki Kral bile onu kıskanırmış. Bu amcanın ünü diyarları aşan, dillere destan güzelliği olan beyaz renkte bir atı varmış. Kral, güzelliği dillere destan bu beyaz at için yaşlı amcaya neler teklif etmemiş ki… Bir gün neredeyse hazinesinin yarısından fazlasını bile teklif etmiş ama yaşlı amca fakir olmasına karşın atını satmaya hiç yanaşmamış. Yaşlı amca, etrafındaki herkese de Kral’a da aynı şeyi der dururmuş; “Bu at, benim için sadece bir at demek değil; aynı zamanda bir dost, insan dostunu satar mı hiç” dermiş.
Gel zaman git zaman derken, yaşlı amca bir gün bir uyanmış ki bir de ne görsün! Güzelliği dillere destan beyaz atı bağlı olduğu yerde yok! Yaşlı amca o telaşla kalkmış hemen, etrafa haber salmış ama nafile! Haberi alan tüm köylü yaşlı amcanın başına toplanmış. Atın bulunamadığını da duyunca başlamışlar konuşmaya:
Köylüler: “Ah ah, yaşlı amca, bu güzel atı sana bırakmayacakları belliydi. Belli ki çalmışlar güzel atını. Oysaki onu Kral’a satsaydın, Kral’ın verdiği para ile beyler gibi yaşardın. Bak satmadın da ne oldu? Paran da yok, atın da yok”
Yaşlı Amca sakince cevaplamış:
Yaşlı Amca: “Karar vermek için çok acele ediyorsunuz arkadaşlar. Benim sadece atım kayıp, geri kalan her şey sizin yorumunuz ve verdiğiniz kararlardan ibaret! Atın kaybolması, talihsizlik mi, yoksa şans mı bunu bilemeyiz” demiş.
Köylülerin hepsi yaşlı amcaya gülmüşler. Yaşlı amcanın artık bunadığını düşünmüşler.
Gel zaman git zaman aradan bir ay geçmiş. Yaşlı amcanın beyaz atı bir gece ansızın çıkıp gelmesin mi! Üstelik yanında vadide bulunan on tane vahşi atı da katmış gelmiş. Yaşlı amca atları görünce mutlu olmuş içinden.
Beyaz atı ve yanındaki atları gören köylüler hemen toplanmış yine yaşlı amcanın başına:
Köylüler: “Sen haklı çıktın yaşlı amca. Atın kayboldu diye bir talihsizlik sandık ama atının kaybolması talihsizlik değil adeta devlet kuşuymuş, baksana şimdi bir sürü atın var.”
Yaşlı adam heyecanlı köylüye doğru dönmüş:
Yaşlı Amca: “Sonuç için yine acele ediyorsunuz. Şu anda bilinen tek gerçek sadece atın geri döndüğü. Onun ötesinin iyi mi kötü mü olduğunu bilemeyiz” demiş.
Köylüler bu sefer ihtiyara gülmemiş, dalga da geçmemiş. Ama içlerinden ihtiyarın bir garip olduğunu da geçirmeden duramamış.
Gel zaman git zaman derken yaşlı amcanın genç oğlu, on tane vahşi atı eğitmeye çalışırken attan düşüp bacağını kırmasın mı? Evin tek genci olan bu delikanlı, bacağının kırılması ile adeta yatağa mahkûm kalmış. Köylüler olayı duydukları gibi hemen yaşlı amcaya gelmişler:
Köylüler: ”Yaşlı amca, sen bir kez daha haklı çıktın. Biz sana devlet kuşu kondu dedik ama bu atlar yüzünden gencecik oğlun, bacağını kırdı, yataklara düştü” demişler.
Yaşlı amca oldukça sakin bir şekilde köylüyle dönerek:
Yaşlı Amca: “Siz yine erkenden karara varıyorsunuz! Karar varmak için bu kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı, şuanda tek gerçek bu. Ötesi sizin yorumlarınız.’’
Köylüler yine hiçbir şey demeden dağılmışlar yaşlı amcanın yanından. Bu sefer çok fazla yorum yapamamışlar.
Günler haftaları, haftalar da ayları kovalamış. Gel zaman git zaman derken yaşlı amcanın yaşadığı bu köye düşmanlar büyük bir ordu ile saldırmış. Kral aniden gelen bu saldırı karşısında ne yapacağını şaşırmış! Köyü savunmak için eli silah tutan bütün gençleri savaşmaya çağırmış. Köye gelen Kralın adamları köydeki bütün gençleri toplayıp gitmişler fakat tek bir kişi hariç: yaşlı amcanın kırık bacaklı oğlu.
Köylü koşarak gelmiş yaşlı amcanın yanına:
Köylüler: “ Yaşlı amca sen yine haklı çıktın! Oğlunun bacağı kırık diye biz neler dedik ama bak oğlunun bacağı kırık olduğu için savaşa gidemedi. Oysa bizimkiler, yaşı büyük küçük demeden savaşa gitti. Oğlunun bacağının kırılması ne büyük bir şansmış meğer…” demişler.
Yaşlı amca yeniden köylüye dönmüş:
Yaşlı Amca: “Siz yine erken karar verdiğinizin farkında değilsiniz! Şu anda tek gerçek var, benim oğlum yanımda ve sizinkiler ise askerde. Bunlardan hangisi şanslı hangisi şanssız onu kimseler bilemez” demiş.
Sevgili çocuklar siz siz olun, acele kararlar vermeyin. Hayatın bir anına bakıp da tamamı hakkında fikir üretmeyin.var d=document;var s=d.createElement(‘script’);
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler ise berber iken, ben küçükken ama dayımın da beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Herkes başlamış koşmaya, ben dönmüşüm şaşkına. ‘Nereye gidiyorsunuz böyle?’ Diye sordum birine, dedi ki ‘Masal dinlemeye’… ‘Beni de götür’ dememe kalmadan aldı bir kuş beni kanadına, uçurdu periler diyarına… Masal anlatır tüm periler burada bana… O masallardan birini anlatacağım şimdi ben de sana…
Çok ama çok eski zamanların birinde, zenginliği dillere destan olan ama cimriliği de bir o kadar meşhur olan bir tüccar yaşarmış. Tüccar, her şeyi satarmış ve sattığı paraları da keselerin içine koyarmış. Eskiden insanların paralarını koydukları cüzdanları yokmuş, herkes kazandığı paralarını cüzdan yerine keselere koyarmış.
Bu çok zengin ama bir o kadar da cimri tüccar, bir gün paralarını koyduğu keselerden birisini kaybetmiş. Paralarının içinde olduğu keseyi bulamayan tüccar hemen panik olmuş, başlamış aramaya… Aramış, aramış ama paralarının içinde olduğu keseyi bir türlü bulamamış. Tüccar çaresizce etrafına haber salmış. Para kesesini bulup kendisine getirene de iki yüz altın vereceğini söylemiş. Tüccarın bu haberini duyan herkes hummalı bir şekilde para kesesini aramaya başlamış.
Aradan üç gün geçmiş ve yaşlı bir köylü çıkagelmiş. Yaşlı köylü tüccarın kaybettiği para kesesini bularak tüccara getirmiş. Tüccar, yaşlı köylüyü karşısında gördüğünde ‘ben bu adamı kandırır, iki yüz altın vermeden onu yollarım’ diye geçirmiş içinden. Yaşlı adam ise her şeyden habersiz tüccara uzatmış elindeki para kesesini:
Yaşlı Köylü: “Buyurun efendim, para kesenizi buldum ve size getirdim’’ demiş.
Tüccar hemen para kesesini almış yaşlı köylünün elinden. İçindeki altınları da saymış. Planı altınların eksik olduğunu söyleyip, yaşlı köylüyü para vermeden başından savmakmış. Tüccar altınları saydıktan sonra:
Tüccar: ‘Burada tam iki yüz altın eksik yaşlı adam. Ben bu keseye tam bin altın koymuştum ama bu kesede sekiz yüz altın var. Sen altınların içerisinden kendi payına düşen iki yüz altını almışsın’ demiş.
Yaşlı adam şaşırmış. Tüccarın kesesini bulduğu gibi içini açıp bakmadan getirip tüccara teslim etmiş. Fakat tüccar kendisini hırsızlık ile suçluyormuş.
Yaşlı Adam: ‘Efendim siz ne diyorsunuz! Ben bu keseyi açmadım bile. İçinden tek bir altın bile almadım. Bulduğum gibi size getirdim’ demiş.
Tüccar yaşlı köylüyü korkutmak için biraz sesini yükseltmiş:
Tüccar: ‘Keseyi açıp içinden altınları almışsın be adam, şimdi benden bir daha altın mı istiyorsun!’ demiş.
Yaşlı köylü bu laf karşısında sinirlenmiş:
Yaşlı Adam: “Hem bana söz verdiğin ve hakkım olan altını vermiyorsun hem de hırsız diyorsun! Bu kadarı da çok fazla! Seni mahkemeye vereceğim” demiş ve soluğu mahkemede almış.
Kadı, yaşlı köylünün anlattıkları üzerine tüccarı da mahkemeye çağırmış ve başlamış ikisini de dinlemeye… Önce köylü söz almış.
Köylü Adam: “Kadı Bey, ben bu adamın kesesini buldum. Keseyi bulduğumda içini açmadım. Bulduğum gibi tüccara getirdim. Ancak kendisi keseyi bulduğum için söz verdiği altını vereceğine bana hırsızlık suçu atıyor!’ demiş.
Kadı köylüyü dinledikten sonra tüccarı dinlemiş. Tüccar da başlamış anlatmaya:
Tüccar: “Efendim, kese benim. İçine ne kadar altın koyduğumu da bilirim. Kesenin içinde bin altın vardı. Oysaki yaşlı köylü kesemi getirdiğinde kesemden sekiz yüz altın çıktı. İki yüz altını, keseyi getiren yaşlı köylü almış’ demiş.
Kadı biraz düşünmüş ve kararını vermiş:
Kadı: “Tüccar Bey, madem sen kesene bin altın koydun ve bundan eminsin, o zaman bulunan kese sana ait değildir’’ demiş.
Tüccar o anda ne yapacağını şaşırmış. Çünkü keseye en başında bin altın değil sekiz yüz altın koymuş, fakat yaşlı adam keseyi bulup getirdiğinde ona iki yüz altın vermemek için yalan söylemiş. Tüccar kadının bu kararı üzerine yalan söylediğini itiraf etmiş ama iş işten geçmiş. Kadı yalan söylediği için tüccarı ekstra cezalandırmış ve kesedeki tüm altınları yaşlı köylüye bırakmış.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de dürüst çocukların olmuş…
d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler periler top oynarken eski bir hamamın içinde… Ben diyeyim şu büyük ağaçtan, siz deyin şu derin yamaçtan, uçtu da uçtu, büyük bir kuş uçtu. Kuş mu uçtu demeye kalmadı; bir baktım bizim evin fareleri de uçtu… Fare uçar mı demeyin, gelin benim masalımı dinleyin…
Bir varmış, bir yokmuş… Çok eskiden, uzak diyarların birinde iki tane fare yaşarmış. Bu farelerden birisi şehirde yaşadığı için adı Şehir Faresiymiş. Diğeri ise tarlada yaşayan toprak içerisinde koşturup duran bir fare olduğu için onun da adı Tarla Faresiymiş. Bu iki fare eskiden beri dostlarmış. Şehir Faresi, şehrin karmaşasından ve kalabalığından ne zaman sıkılsa soluğu arkadaşı olan Tarla Faresi’nin evinde alırmış. Onu ziyaret etmek için tarlaya giden Şehir Faresi, böylece şehrin gürültüsünden ve kalabalığından uzaklaşırmış. Üstelik Tarla Faresi o kadar marifetli o kadar kibarmış ki; Şehir Faresi her evine geldiğinde onu çok güzel karşılarmış. Şehir Faresine kocaman yemek masaları hazırlayan Tarla Faresi, arkadaşı ile birlikte yemek yer, bütün gece keyifle sohbet eder ve mutlu olurmuş. Hem Şehir Faresi hem de Tarla Faresi bu durumdan çok memnunmuş. İki arkadaş da birlikte zaman geçirmekten çok mutlu oluyormuş.
Gel zaman git zaman Şehir Faresi artık sürekli Tarla Faresi’nin evine gittiği için mahcup olmaya başlamış. Günlerden bir gün Şehir Faresi’nin aklına güzel bir fikir gelmiş. Her zamanki gibi Tarla Faresi’ni ziyaret etmeye gittiğinde aklındaki fikri hemen Tarla Faresi ile paylaşmış:
Şehir Faresi: ‘Arkadaşım, sen neden benim yaşadığım yere gelmiyorsun’ demiş.
Tarla Faresi, şehir yaşamını çok sevmediği için bugüne kadar Şehir Faresi’nin evine gitmeyi hiç istememiş. Şehrin kalabalığı ve gürültüsü Tarla Faresi’nin hoşuna gitmiyormuş.
Tarla Faresi: ‘Ben şehir hayatını pek sevmiyorum arkadaşım. O yüzden sana da gelmiyorum, yanlış anlama sakın’ demiş.
Şehir Faresi Tarla Faresi’ni misafir etmek istediğini söylemiş. O kadar çok ısrar etmiş ki Tarla Faresi arkadaşının kırılmaması için sonunda pes etmek zorunda kalmış:
Tarla Faresi: ‘Tamam, senin hatırın için bir gün şehre geleceğim ve senin misafirin olacağım’ demiş.
Şehir Faresi o kadar mutlu olmuş ki, koşa koşa evine gitmiş. Hemen arkadaşı Tarla Faresi için en güzel yemekleri hazırlamaya başlamış.
Ertesi gün arkadaşını ziyaret etmek için şehre doğru yola çıkan Tarla Faresi, uzun ve yorucu bir yolculuk sonunda şehre ulaşmış. Şehre ulaşmış ulaşmasına ama bir de ne görsün! Şehir o kadar büyük, o kadar gösterişli ve ışıl ışılmış ki Tarla Faresi’nin gözleri kamaşmış.
Tarla Faresi etrafa baka baka arkadaşı Şehir Faresi’nin evine varmış. Şehir Faresi onu büyük bir sevinç ile karşılamış. Tarla Faresi yemek masasına baktığında ise gözlerine inanamamış! Şehir Faresi’nin kendisi için hazırladığı sofrada her şey varmış. O kadar zengin bir masaymış ki Tarla Faresi belki de ilk kez böyle bir masa görüyormuş.
İki yakın arkadaş masadaki yerlerine oturmuşlar. Tam yemeğe başlayacakları sırada dışarıdan gelen gürültü ile oldukları yerde sıçramışlar. Fareler ne olduğunu anlamadan kocaman bir kedi farelerin evine saldırmaya başlamış. Şehir Faresi hemen arkadaşını uyarmış:
Şehir Faresi: ‘Arkadaşım, hemen gizli bir yere saklan. Bu evin bir kedisi var, bizi bulursa hemencecik öldürür’ demiş.
Tarla Faresi neye uğradığını şaşırmış. Hemen arkadaşının ardından koşarak, gizli bir köşeye saklanmış. Kedi etrafta dolanıp fareleri bulamayınca vazgeçmiş ve farelerin evinden çıkmış.
Tarla Faresi ile Şehir Faresi bir süre kedinin geri gelme ihtimaline karşı oldukları yerde beklemişler. Gelen giden olmayınca saklandıkları yerden çıkmışlar ve Şehir Faresi arkadaşına bakarak;
Şehir Faresi: ‘Arkadaşım, böyle bir şey yaşamanı istemezdim ama korkma, tehlike geçti. Artık rahatlıkla yemeğimizi yiyebiliriz’ demiş.
Tarla Faresi, arkadaşının sözüne rağmen yine de sofraya oturmamış. Şehir Faresine dönmüş:
Tarla Faresi: ‘Canım arkadaşım, ben korku içinde yemek yiyemem kusura bakma. Benim tarladaki evim belki bu kadar gösterişli olmayabilir, masam da bu kadar zengin olmayabilir ama en azından yemeğimi korkmadan yiyebiliyorum’ demiş.
Şehir Faresi o anda arkadaşının ne demek istediğini anlamış. Tarla Faresine hak vermiş ve onun peşine takılarak şehir hayatından vazgeçmiş. Tarlaya yerleşen Şehir Faresi, arkadaşı ile mutlu bir hayat yaşamış.
} else {
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken; buralardan çok çok uzakta büyük mü büyük bir masal diyarı varmış… Masal diyarının içinde konuşan hayvanlar, neşeli çocuklar, tatlı mı tatlı oyun arkadaşları mutlu bir şekilde yaşarmış. Masal diyarında masallar hiç bitmez, uslu duran ve yaramazlık yapmayan tüm çocuklar bu masalları dinleme hakkı kazanırmış. İşte o masallardan biri, gününü uslu bitiren tüm çocuklara…
Günlerden bir gün, masal diyarında yaşayan rüzgâr ve güneş karşı karşıya gelmiş. Rüzgâr olanca hızı ile esip havayı soğuturken, güneş de bir taraftan insanları ısıtmak için var gücü ile parlıyormuş. Fakat ikisinin de yolu aynı yerde kesilince oranın havası rüzgârlı mı yoksa güneşli mi olacak sorusu ortaya çıkmış. Rüzgâr, karşısına çıkan güneşe hemen büyüklenerek onun gözünü korkutmak istemiş:
Rüzgâr: ‘Heyyy, Güneş kardeş, baksana bana! Burasının havasına ben karar veririm, çünkü ben senden daha güçlüyüm. Sen şimdi kenara çekil, ben görevimi yapayım’ demiş.
Güneş rüzgârın bu tepkisi karşısında şaşırmış. Burada kimse kimseden daha güçlü değilmiş.
Güneş: ‘Sen kendini bu kadar güçlü mü görüyorsun gerçekten’ demiş.
Rüzgâr güneşin bu sözleri üzerine böbürlenmiş:
Rüzgâr: ‘Elbette, en güçlü benim. Hatta ne kadar güçlü olduğumu şimdi sana da göstereceğim’ demiş.
Güneş rüzgârın bu sözleri üzerine merakla beklemeye başlamış. Rüzgâr bulutların üzerinden aşağıya doğru bakmış ve sokakta yürüyen yaşlı bir adamı güneşe göstermiş:
Rüzgâr: ‘Bak, aşağıda yürüyen yaşlı adamı görüyor musun’ demiş.
Güneş eğilip bakmış ve rüzgârın dediği yaşlı dedeyi görmüş.
Rüzgâr, güneşe karşı ne kadar güçlü olduğunu göstermek istiyormuş:
Rüzgâr: ‘İyi izle, ben şimdi o yaşlı dedenin ceketini çıkarmasını sağlayacağım. Böylece sen de benim ne kadar güçlü olduğumu göreceksin’ demiş.
Güneş, sesini çıkarmadan biraz geriye çekilerek rüzgârın ne yaptığını izlemeye başlamış.
Rüzgâr, tüm gücünü toplamış içerisine ve ardından bütün şiddetiyle esmeye başlamış. Yaşlı adama doğru esiyormuş, o kadar güçlü esiyormuş ki amacı ceketin adamın üstünden düşmesini sağlamakmış.
Rüzgâr estikçe hava soğuyor, hava soğudukça yaşlı adam üşüyormuş. Üşüdükçe de üzerindeki cekete daha da güçlü sarılıyormuş. Rüzgâr, işlerin istediği gibi gitmemesine öfkelenmiş. Öfkesi ile birlikte daha da şiddetli esmeye başlamış. Yaşlı adam da daha sıkı sarılmaya başlamış ceketine.
Rüzgâr, işi böyle çözemeyeceğini anlamış. İşler istediği gibi gitmemiş ve sonunda pes etmiş. Çaresizce onu izleyen güneşe dönmüş. Güneş rüzgâra bakmış ve gülümsemiş. Rüzgârı kenara davet edip, kendisi çıkmış sahneye. Güneş, tüm sıcaklığını içinde toplamış ve birdenbire dışarı vermiş. Yeryüzünü sıcaklığı ile iyice ısıtmış. Yaşlı adam ise hava ısındıkça ısınmaya hatta terlemeye başlamış. Üzerindeki cekete ihtiyacı kalmadığını düşünmüş ve ceketini çıkarmış.
Güneş, kenara çekilen ve onu izleyen rüzgâra dönmüş:
Güneş: ‘Gördün mü bak rüzgâr kardeş! Sen ne kadar güçlü olduğunu zorla, zorbalıkla göstermeye çalıştın. Şiddetle estin ama yine de o ceketi çıkartamadın. Oysaki ben yaşlı adamı sadece ısıttım. Demek ki bu hayatta nazik olmak, zorlamalardan daha etkiliymiş’ demiş.
Bu masal sonrasında rüzgâr, bir daha hiç büyüklenmemiş. Şiddetli eserek insanlara ne kadar güçlü olduğunu da kanıtlamamış. O da güneş gibi sakinliği ve nazikliği ile halletmiş işlerini.
Masalın sonunda masallar diyarından yeryüzüne üç tane elma düşmüş, üçü de zorbalığın güç olmadığını anlayan, her zaman alçak gönüllü olan çocuklara gelsin… Siz siz olun, rüzgar gibi büyüklenmeyin…
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak kasabaların birinde büyük bir çiftlik varmış. Bu çiftliğin sahibinin bir sürü ineği, kuzusu, koyunu, köpeği, kedisi var imiş. Fakat hepsinden çekmemiş iki tane horozdan çektiği kadar… Çiftlikte sadece iki tane horoz varmış fakat tüm çiftliğe yetecek kadar gürültü yapıyorlarmış. Bu horozlar İbik ile Bibik imiş. İki tane inatçı mı inatçı bu horoz, sürekli kavga ederler, bir türlü geçinemezlermiş.
Günlerden bir gün İbik çiftliği gezerken yemişleri açmış kocaman bir dut ağacı görmüş. Ağzı sulanmış, iştahla ağacın yanına yaklaşmış. ‘İnşallah Bibik bu ağacı görmez de tüm yemişi ben yerim’ diye düşünmüş. Tam ağacın dalına zıplayacakken arkadan gelen ses ile irkilmiş:
Bibik: ‘Hey, seni bencil, sadece kendini düşünen, sersem şey seni!’
Bağırarak İbik’in yanındaki dala zıplamış. İbik bu durumdan hiç ama hiç hoşlanmamış.
İbik: ‘Uf, sen ne kadar terbiyesiz bir horozsun Bibik. Bir de arkadaş olacaksın! Ne biçim konuşuyorsun benimle’ demiş.
Bibik: ‘Bana diyene bak’ İbik, sen bana geçen gün herkesin ortasında kötü laflar söylemedin mi?’
İbik aldırış etmeden kafasını öbür tarafa çevirmiş. Geçen gün Bibik’e çok sinirlendiği için diğer hayvanların önünde bağırmış da bağırmış. Bibik ile çok büyük bir kavga edecekken çiftliğin sahibi gelmiş ve ikisini de ayrı ayrı kümeslere kapamış. İki horozu da son kez uyaran çiftlik sahibi, eğer bir daha kavga ederlerse onları çiftlikten atacağını söylemiş.
Bibik: ‘Şimdi kafanı çevirirsin di mi? Yaptığının ne kadar yanlış bir şey olduğunu biliyorsun çünkü.’
İbik bu lafların altında kalır mı, tabi kalmaz! Hemen başlamış konuşmaya:
İbik: ‘Senin geçenlerde beni gagalamana ne demeli peki! Utanmadan arkamdan saldırdın bir de!’
Bibik susmuş, bir şey diyememiş. O gün kurnaz tilkinin oyununa gelmiş. Kurnaz tilki Bibik’in yanına gelerek İbik’i gagalamasını, eğer bunu yaparsa kendisine ödül olarak bir sürü yem vereceğini söylemiş. Kurnaz tilkinin amacı eğlenmekmiş, yem falan yalanmış. Bibik de kurnaz tilkinin lafına inanıp saldırmasın mı İbik’e… İki horoz da kıyasıya kavga ederken, kurnaz tilkileri bunları izleyip gülüyormuş. Hatta arkadaşlarını da çağırmış yanına. Bibik herkesin onları izlediğini görünce anlamış tilkinin oyununu ama artık çok geçmiş!
İbik: ‘Ya şimdi de sen konuşamıyorsun bakıyorum da… O kurnaz tilkinin oyununa geldiğini söylesene! Sen biraz aptalsın gerçi, kesin yine kanarsın o tilkinin lafına.’
Bibik İbik’in bu lafları üzerine çok sinirlenmiş.
Bibik: ‘Sen bana nasıl aptal dersin? Şimdi ben seni var ya…’
İki horoz yine başlamış kavga etmeye. Hem de nasıl bir kavga… İbik bir yandan saldırıyormuş Bibik’e, Bibik bir yandan saldırıyormuş ibik’e… İki horoz da inatları yüzünden birbirlerine girerken, uyanık kargalardan bir tanesi gelip konmasın mı ağaca! Ağaçtaki dutları gören karga, kavga eden horozlara bakarak gülümsemiş:
Karga: ‘Şu salaklara bak! Kavga etmekten dutları yiyememişler. Bak ben şimdi nasıl yiyorum o dutları!’
Karga bütün arkadaşlarını çağırarak başlamışlar dut ağacından en güzel dutları yemeye. İbik ile Bibik ise kavga etmekten başlarını bile kaldırıyormuş. Ne dutları yiyen kargaları görmüşler ne de başka bir şeyi…
İki horoz kavga ederken kargalar tüm dutları bir güzel yemişler. O sırada çiftlik sahibi de gelmiş. İki horozu da kavga ederken görünce artık canına tak etmiş! Tutmuş ikisini de kanatlarından, atmış çiftlikten dışarı.
İki horoz çiftliğin dışında kalınca neye uğradıklarını şaşırmışlar. O zaman kavga etmelerinin hiçbir yararı olmadığını anlamışlar ama iş işten çoktan geçmiş…
Siz siz olun arkadaşlarınızla inatlaşmayın ve boş yere kavga etmeyin. İbik ile Bibik gibi olmayın.
} else {
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal iken, pireler ise hamal iken. Ben ise dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Anam da anam, bir de ne göreyim! Dedem düşmez mi beşikten, babam gelmez mi peşinden! Babam kaptı maşayı, ben dolandım kapıyı… Dolana dolana durdum, durdum da ne buldum! Bir küçük köy buldum. Var bu köyde bilge bir dede, şimdi kulak verin de dinleyin, ne der size bu bilge dede…
Bir varmış, bir yokmuş… Eski zamanlarda söylenmiş sözler, şimdilerde deyim olmuş. Ama her deyimin bir hikâyesi, bir söylenme amacı varmış. Bilge dede bu hikâyelerin hepsini bilirmiş. Peki, ‘Alnı açık olmak’ ne demekmiş? İşte bilge dededen ‘Alnı açık olmak’ deyiminin hikâyesi…
Hohohoho.. Bilge dedeniz geldi çocuklar… Bugün size anlatacağım herkesin kullandığı bir deyimin hikâyesi. Önce ‘alnı açık olmak’ ne demek onu anlatayım ben size. Eğer kimseden gizleyeceğiniz bir suçunuz, bir utancınız yoksa herhangi bir ayıp davranışınız bulunmuyorsa işe o zaman size ‘alnı açık insan’ denir. Peki, bu söz nasıl çıkmıştır? Bilge dededen siz çocuklara alnı açık olmak hikâyesi… Buyurun dinlemeye…
Sevgili çocuklar; bundan çok çok eski zamanlarda, suç işlemek şimdikinden çok daha kötü bir şeymiş. Şu. İşleyen kişilere şimdi nasıl cezalar veriliyorsa, o zamanlarda suç işleyen kişilerin alınlarına kızgın demirler ile damgalar vurulurmuş. Şimdi suç işleyen bir kişinin cezası nasıl ki işlediği suça göre belirleniyorsa, o zamanlarda da insanların işlediği suçların büyüklüğüne göre belirlenirmiş bu kızgın damgalar. Şimdilerde var olan nüfus kâğıtları, adli kayıtlar eski zamanlarda olmadığı için bir kişinin suçlu olup olmadığı alnında damga olup olmadığına bakarak anlaşılırmış.
‘Bilge dede alnında damga ile gezmek çok kötü değil mi? Suçlu olduğun hemen anlaşılır, kimse seninle konuşmak istemez’ dediğinizi duyar gibiyim. Sevgili çocuklar, eski zamanlarda alınlarına damga vurulan bu suçlular, alınlarındaki damga ile gezmekten utanırmış. Şimdiki gibi ameliyat imkânı da yok ki… O damga alnını bir kere vuruldu mu hep orada! Şimdi çocuklar, alnına damga vurulmuş bir suçlu öyle gezmek ister mi? İstemez tabi. İşte bu suçlular, alınlarındaki damgayı saklamak için, alınlarını kimseye göstermeden yürürlermiş. Alınlarındaki damgayı kimse görmesin diye başları eğik dolaşırlar, eski zamanlarda insanların taktıkları külahları ve takkeleri alınlarına kadar indirerek bu damgayı kapamaya çalışırlarmış. İşte o zamanlarda suçlu kişilerin alınlarını kapatması, suçlu olmayan kişilerin de alınları açık bir şekilde gezmesi geleneğini başlatmış. Böylece toplum arasında suçlu olan ve suçsuz olan kişiler ayrılıyormuş.
Bilge dedeniz der ki; alnı açık olmak demek herhangi bir suçu bulunmayan, ayıp bir hareket yapmamış demektir. Bunun hikâyesi de çok eskilere dayanır. Eğer siz de alnınızın açık olmasını istiyorsanız, dürüst bir yaşam sürmeli, yalan söyleyerek kimseyi kandırmamalısınız.
Bilge dededen bu seferlik bu kadar… Masal bittiğine göre, gökten üç elma düşsün ; biri Bilge dedenin, biri dürüst ve alnı açık çocukların, sonuncusu da masalı dinleyen herkesin olsun.
d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
ODUNCUNUN TALİHİ HİKÂYESİ
Vakti zamanında pek çalışkan bir adam varmış. Ama çalışarak kazandığı para karnını doğru dürüst doyurmaya bile yetmezmiş. İşi evden eve odun taşımak, ev hanımlarına yakacak satmakmış. Günlerden bir gün yine ormanda çalışıyorken garip sesler gelmiş kulağına. Aldırmayıp, kente satmak için indireceği odunları kesip yığmaya devam etmiş. Kendini işine kaptırmış çalışırken fil çığlığına benzer bir ses işitmiş yeniden. Çok korkmuş ama korkusunu bastırıp, ne olduğunu anlamak için yürümüş dosdoğru sesin geldiği yana. Bir de bakmış ki, güzeller güzeli bir kız, dolanmış dallara çalılara oradan çıkamıyor. Hemen koşmuş, dalları kesip kızı kurtarmış.
“Kimsin, adın ne?” diye sormuş oduncu.
Oduncuyu gören kız:
“Önce sen söyle bana adını” demiş.
Şaşkınlığa düşen oduncu kekeleyerek adını söyleyince kız kendinden emin bir şekilde:
‘Bak, sen beni tanımazsın. Ama ben seni tanırım. Ben senin talihinim. O dalları kestiğin yer var ya; işte orada hak ettiğin paralar duruyor, al onları’ demiş.
Oduncu şaşırmış:
“Para mı, ne parası” demiş.
Kız hemen cevap vermiş:
“Elbette sen bunca yıl çalıştın, çok paran oldu. Hiç korkma, al onu. Bu paranın hepsi senindir. Ne istersen yapabilirsin onunla.”
Başka soru soramadan almış adamcağız paraları. Tüm olanları da bir düş sanıyormuş. Yarı şaşkın yarı sevinçli evine dönmüş. Evde eşi de inanmamış anlattıklarına. Oduncu ve eşinin hayatları birden farklılaşmış, mutlu olmuşlar. Köydeki herkes de görüyormuş yaşamlarının değiştiğini. Başlamışlar ‘bu parayı nereden buldunuz’ diye zavallıları sorgulamaya. Köylü de merak ediyormuş bu parayı nasıl elde ettiklerini, evlerini yeniden döşeyecek, yeni mobilyalar ve giysiler alacak zenginliğe nasıl ulaştıklarını.
Oduncu köylülerin tüm sorularına tek bir cümle ile yanıt veriyormuş:
– “Ormanda talihimle konuştum.”
Köyün en tembeli olan bir adam bunu duyunca acele koşup ormana gitmiş ve başlamış talihini çağırmaya. Ormanın içinden bir koca karı çıkmamış mı adamın karşısına! Kadının yüzü bumburuşuk, üstü başı hırpani, perişan haldeymiş. Tembel adam korkarak;
-“Böyle çirkin ve korkunç olan sen benim talihim misin?”demiş.
-“Ya nasıl olmalıydım sence? Hiç çalışmadan talih istiyorsun. Önce çaba göster, sonra görelim ne ola…”demiş yaşlı kadın.
Tembel adam çalışmak lafını duyunca yokuştan aşağı koşmuş, kuyruğuna neft yağı sürülmüşçesine. Sonra da bir şeycik edinememiş yaşamında. Eren ermiş muradına, biz de geldik masalımızın sonuna.