Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, çok uzak bir yerlerde Moku adında küçük beyaz bir fare yavrusu varmış. Moku etraftaki hayvanlarla oynamayı çok severmiş. Diğer hayvanlar da Moku’yu severler ve onunla oynarlarmış. Bir de Çiki adında sarı bir kedi yavrusu varmış. Ama onun Moku kadar arkadaşı yokmuş. Moku ne zaman Çiki’nin yanına gitse Çiki korkup kaçıyormuş. Moku Çiki’nin ondan korktuğunu fark etmiş ve bu duruma çok üzülmüş. Moku bir köşeye çekilmiş ve düşünmeye başlamış.
‘’ Acaba Çiki ile nasıl arkadaş olabilirim? Benden korkmamasını nasıl sağlayabilirim? ‘’
Birden Moku’nun aklına bir fikir gelmiş. Çiki’nin nasıl oynamayı sevdiğini öğrenirse onunla birlikte oyun oynayıp onunla arkadaş olabilirim diye düşünmüş. Ertesi gün Moku Çiki’nin olduğu bahçeye gitmiş ve Çiki’yi izlemeye başlamış. Çiki tek başına bahçenin bir köşesinde bir ip yumağıyla oynuyormuş. Tüm gün Çiki’yi izlemiş. Çiki ara sıra oynayıp ara sıra süt içiyor, biraz dinlendikten sonra da tekrardan iple oynuyormuş.
Ertesi gün Moku yine Çiki’nin bahçesine gitmiş. Bahçedeki büyük ağacın arkasına saklanmış. Çiki yine iple oynuyormuş. Çiki tam oynarken yanlışlıkla ip yumağı ağacın oraya kaçmış. Moku kendine doğru yuvarlanan ip yumağını görmüş. Birden aklına bir fikir gelmiş.
-‘’ Ben bu ipliği tutup Çiki’ye geri götürürsem belki benimle arkadaş olabilir ve birlikte oynayabiliriz. ‘’
Moku hemen ipi tutmuş ve ağacın arkasına saklanmış. İpin ağacın arkasına gittiğini gören Çiki ağaca doğru koşmuş. Ağacın yanına gittiğinde birden şaşırmış. Bir fare elinde Çiki’nin ip yumağını tutuyormuş. Çiki çekinmiş ve arkaya doğru bir iki adım atmış. Çiki’nin çekindiğini gören Moku hemen Çiki’ye seslenmiş.
-‘’ Hey! Merhaba! Benim adım Moku. Ben bir fareyim. Peki ya senin adın ne küçük sarı tatlı kedi? ‘’
Çiki Moku’nun onunla konuştuğunu görünce önce şaşırmış. Sonra biraz çekinerek cevap vermiş.
-‘’ Merhaba benim adım Çiki. Bende bir kediyim. ‘’
Moku Çiki’nin ona cevap vermesine çok sevinmiş hemen konuşmaya başlamış.
-‘’ Çiki benimle birlikte oyun oynamak ister misin? İstersen benimle birlikte diğer arkadaşlarımla da oyun oynayabilirsin. ‘’
Çiki biraz düşünmüş. Tek başına oyun oynarken canının sıkıldığı aklına gelmiş ve şöyle demiş.
‘’ Evet. Seninle bir oyun oynayabilirim Moku. ‘’
Moku Çiki’nin oyun teklifini kabul etmesine çok sevinmiş ve hemen ağacın arkasından çıkmış. Oyun oynamaya başlamışlar. Çiki ip yumağını patisiyle uzaklara atıyor, Moku da hemen koşup oradan ip yumağını alıp Çiki’ye geri getiriyormuş. Tüm gün boyunca bu şekilde oynamışlar.
Ertesi gün Moku yine Çiki’nin bahçesine gittiğinde Çiki’yi ağacın kenarında Moku’yu beklerken bulmuş. Çiki;
-‘’ Hoş geldin Moku. Ben de seni bekliyordum. İstersen bugün arkadaşlarını çağırabilirsin. Hep birlikte oyun oynarız. ‘’
Bunu duyan Moku hemen gidip diğer arkadaşlarını çağırmış. Bu sefer de Çiki, Moku’nun yediği yiyeceği gidip bir yerlere saklıyor, Moku da gidip yiyeceğini buluyormuş. Moku’nun arkadaşları geldiğinde ise hep birlikte önceki gün yaptıkları gibi ip yumağı fırlatma oyunu oynamışlar. Günün sonunda hepsi arkadaş oldukları için çok mutluymuş. Günün sonunda Moku ile Çiki yarın tekrar oynamak üzere sözleşmişler. Moku yolda evine giderken
‘’Aslında birisiyle arkadaş olmanın çok zor bir şey olmadığını, sadece karşısındakini daha iyi tanıyıp onun neyi sevip sevmediğini öğrendikten sonra arkadaş olmak ve oyun oynamanın çok kolay olduğunu ‘’ düşünmüş ve gülümseyerek yoluna devam etmiş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken uzak diyarların birinde ufacık bir köylü kızı yaşarmış. Bu köylü kızının ismi Alya imiş. Alya tıpkı prensesler kadar güzelmiş. Ailesi Alya’yı çok seviyormuş ve Alya’nın her istediğini yapıyorlarmış.
Alya bir gün bahçelerinde oyun oynarken bir tavşan görmüş. Tavşan bembeyaz ve çok güzel bir tavşanmış. Alya tavşanı sevmek için ona doğru koştukça tavşan kaçıyormuş. Alya tavşanı yakalamaya çalışırken bir de bakmış ki tavşan ormanda parlayan bir ışığın içine doğru girmiş. Alya baştan o ışıktan korkmuş ama sonra cesaret edip ışığa doğru ilerlemiş. Işık kocaman altın sarısı bir kapıdan geliyormuş. Alya kapının arkasında ne olduğunu çok merak etmiş ama girmeye korkmuş hemen ailesinin yanına dönüp ailesine haber vermek istemiş. Eve doğru koşmuş. Eve gittiğinde ailesine anlatmış;
-‘’Ben bugün bir tavşan gördüm onu takip ettim. Tavşan ormana doğru koşunca onun peşinden gittim. Tavşan çok büyük bir kapıdan içeri girdi kayboldu. Kapı parlıyordu! Hep birlikte gidelim o kapıyı bulalım arkasında ne olduğunu çok merak ediyorum.’’ demiş.
Ailesi de Alya’ya artık gece olduğunu yarın sabah uyandıklarında hep birlikte gidip o kapıyı bulacaklarına dair söz vermişler. Alya da sözü alınca hemen uyumuş ki sabah olsun. Sabah uyandığında Alya çok heyecanlıymış. Kapının arkasında ne olduğunu çok merak ediyormuş. Alya’nın ailesi uyandığında hep birlikte kahvaltı edip, yanlarına yemek için bir sepet hazırlayıp ormana doğru yol almışlar. Tam ormana girecekleri sırada Alya yine dün gördüğü tavşanı görmüş.
-‘’ İşte orada! Dün gördüğüm tavşan orada! ‘’ diye seslenip tavşana doğru koşmuş.
Tavşan yine Alya’dan kaçmış ve dün girdiği kapıya doğru gitmiş. Alya ve ailesi tavşanı takip etmişler. Kapıya vardıklarında kapı aynı şekilde parlamaya devam ediyormuş. Hep birlikte kapıdan içeri girmişler. Kapıdan girdiklerinde çok şaşırmışlar. Kapı kocaman bir şatoya açılıyormuş. Şatonun her yeri parıl parıl parıldıyormuş. Çok güzel giyimli uşaklar, aşçılar, askerler, insanlar şatonun bahçesinde dolaşıyormuş. Şatonun etrafındaki çiçekler Alya’nın ve ailesinin ilk defa gördükleri çiçeklermiş ve mis gibi kokuyorlarmış. Alya sonra tavşanı görmüş. Tavşan bir ağacın kenarında duruyormuş ama o ağaçtan ileri gitmiyormuş. Alya ve ailesi ona doğru yaklaştıklarında tavşanın yanındaki ağaçta tavşanın resmini görmüşler. Alya’nın gördüğü beyaz tavşan şatonun sahibi prensesinmiş ve tavşanı kaybolduğu için çok üzülüyormuş. Alya ve ailesi hemen tavşanı alıp şatoya doğru ilerlemişler. Ailesinin elinde tavşanı gören uşaklar hemen krala haber vermişler. Kral hemen onları görmek istemiş. Alya ve ailesi kocaman bir salona doğru yol almışlar. Salonun sonunda kralın tahtı varmış. Salona girdiklerinde kral ayağa kalkıp:
-‘’Kızımın tavşanını bulup getirdiğiniz için size çok teşekkür ederim. Tavşanı kaybolduğu için günlerdir ağlıyordu. Çok üzülmüştü. Size karşı borcumu nasıl ödeyebilirim? ‘’ diye sormuş. Alya da cevap vermiş:
-‘’ Ben o beyaz tavşanı çok sevdim. Onunla birlikte kalmak istiyorum.’’ Demiş.
Kral da şöyle demiş:
-‘’ Madem o tavşanı bu kadar çok sevdin, benim kızımla birlikte burada kalıp tavşanı birlikte büyütebilirsiniz. Ama bir şartla ailen de buraya taşınacak bundan sonra burada hep birlikte yaşayacağız.’’
Alya bunu duyunca çok sevinmiş, ailesi de Alya’nın ve kralın bu isteğini geri çevirmemişler ve oraya, kralın sarayına yardımcı olarak taşınmışlar.
Alya ve Prenses tavşana birlikte bakmışlar. Onunla birlikte büyümüşler. Alya başka birinin tavşanını kendisi almayıp geri götürmenin çok güzel bir şey olduğunu, paylaşmanın da mutluluk verdiğini anlamış. Tavşan da Alya’ya kısa sürede alışmış ve mutlu mesut yaşamışlar.
Bir zamanlar bir prens varmış. Bu prens evlenmek istiyormuş, ama evleneceği kişi gerçek bir prenses olmalıymış. Böyle birini bulmak için bütün dünyayı dolaşmış, ancak nafile! Prens, karşısına çıkan prenseslerin gerçekten prenses olup olmadığını bir türlü anlayamıyormuş. Çünkü bu kızlarda hep eksik bir şeyler oluyormuş. Prens sonunda üzüntü ve umutsuzluk içinde yurduna dönmüş.
Aylar ayları kovalamış, bir gece korkunç bir fırtına çıkmış. Şimşekler çakıyor, gök gürlüyor, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor adeta kıyamet kopuyormuş. Dışarısı bu haldeyken sarayın dış kapısının zili çalınmış. Yaşlı kraliçe gidip kapıyı açmış. Fakat o da ne! Kapıda, yağmurdan ve fırtınadan perişan olmuş bir zavallı bir kız duruyormuş. Üstelik her tarafından sular akan, tepeden tırnağa sırılsıklam olmuş bu kız gerçek bir prenses olduğunu söylüyormuş.
“Eh, anlarız bakalım!” diye düşünmüş içinden yaşlı kraliçe, ama kimseye bir şey söylememiş.
Yaşlı kraliçe hemen yatak odasına gitmiş, yere bir bezelye tanesi koymuş. Bu bezelye tanesinin üzerine de yirmi tane döşek, döşeklerin üzerine de yirmi tane kaz tüyü yatak koymuş. Gece olunca prensesi bu yatakta yatırmışlar.
Yaşlı kraliçe merakla sabah olmasını beklerken sonunda sabah olmuş. Kraliçe hemen kızın odasına koşmuş ve uyanık gördüğü kıza gece nasıl uyuduğunu sormuş.
“Ah, korkunç bir şeydi!” demiş prenses. “Bütün gece gözümü bile kırpmadım! Allah bilir ne vardı yatak ta! Sert bir şeyin üstünde yatmışım gibi, her yerim çürüdü, mosmor kesildi! Gerçekten berbattı!”
Böylece anlaşılmış ki, yirmi döşek ve yirmi kaz tüyü yatağın altındaki bezelye tanesini hissedecek kadar nazlı, narin olduğuna göre, bu prenses hakiki bir prensesmiş! Prens sonunda gerçek prenses olduğuna inandığı bu kızla evlenmiş. O bezelye tanesini herkesin görmesi için müzeye koyulmuş.
Eğer kimse almadıysa, bugün bile gidip görebilirsiniz onu. Gördünüz mü: işte size hakiki bir masal!
Yıllardan bir yıl ama hangi yıl unuttum kış uzadıkça uzamış. Çocuklar burunlarını cama dayamış, ağaçlarda yaprak, yerlerde papatya çiçekleri, havada kuş görebilmek için her yere bakıp durmuşlar. Ama ‘buvv’ diye esen rüzgârdan, bembeyaz kardan başka birşey görememişler. Toprağın altında da ilkbaharı bekleyen çiçekler ‘ha olgunlaştı ha olgunlaşacaklarmış’ ama kökler yoluyla gelen haberler hep aynıymış. Kış biraz daha uzayacakmış. İlkbahar güneşi yol hazırlığını bitirememiş.
Bahar bir türlü gelmeyince de gelincik çiçeği kırmızı tuvaletinin üstündeki yeşil mantosuna biraz daha sarılıp “bu gidişle giysim buruş buruş olacak” diye dertlenmiş durmuş. Mini mini mineler de mavi başlarını sallayıp ‘biz de bu gidişle daha yukarı çıkamadan donup kalacağız’ diye üzülüyorlarmış. Öteki çiçekler de üzülüyorlarmış elbet ama onlar daha renklerini seçemedikleri ve tuvaletlerini tamamlayamadıkları için o kadar endişelenmiyorlarmış.
Menekşe mor renkteki tuvaletini, tarla çiçeği mavi renkteki kıyafetini yeni yeni bitiriyormuş. Ancak içlerinden bir çiçek ne toprak anadan renk seçiyor ne de giysisini ütülüyormuş. Bu çiçeğin bütün düşüncesi bir an önce yeryüzüne çıkmak, çiçek masallarında anlatılan çocukları görmekmiş. ‘Ah bir yeryüzüne çıksam diyormuş’ diyormuş da başka bir şey demiyormuş!
Kış uzadıkça onun da sabrı tükenmeye başlamış. Bir gece herkes uyurken yavaşça yerinden kalkan ve bir ağacın köklerini izleye izleye toprağın üstüne çıkmaya başlayan bu çiçek bütün geceyi soluk bile almadan tırmanarak tamamlamış. Güneşin sarı başı dağın tepesinden görünürken o da başını topraktan dışarı uzatmış. Koca güneş, bembeyaz karlar üstünde bir çiçek görünce şaşırmış kalmış. “Daha uyanamadım galiba” diye gözlerini ovuşturmuş. Daha fazla parlamaya başlamış bütün gece karları savuran rüzgârın da şaşkınlığı ondan az değilmiş.
“Yani olacak şey mi bu, karların ortasında bir çiçek yorgunluktan serap görmeye başladım galiba, en iyisi gidip biraz dinleneyim” deyip esmekten vazgeçmiş. Rüzgârın esmediğini gören güneş ‘Bu işte bir iş var, rüzgâr çekildi gitti, herhalde ilkbahar geliyor, zaten bu çiçek de bunu gösteriyor” demiş ve biraz daha ısıtmalı çevreyi diye düşünmüş. Bütün bunlar olurken yaramaz çiçek de soğuktan tir tir titremeye başlamış. “Ah ben ne yaptım, soğuktan neredeyse kuruyup gideceğim, ne diye herkesi beklemedim sanki” diye kendi kendine söylenip duruyormuş.
Onun sesini duyan saka kuşu da “Hey şuraya bakın, bir çiçek, kalkın hepiniz, bahar gelmiş!” diye bağırmış.
Bu sevinçli haberi duyan ağaçlar durur mu? Hemen dallarını gererek uyanmaya başlamışlar, bir anda her şey değişmeye başlamış. İlkbaharı getiren yaramaz çiçek aceleciliği yüzünden kendine renkli bir elbise giymeyi unuttuğu için sadece beyaz yapraklara sahip olmuş ve herkes ona ‘papatya’ adını vermiş.
O gün bu gündür papatya çiçeği acelecilik huyundan hiç vazgeçememiş. O yüzden de her zaman baharın gelişini bize ilk papatyalar müjdelermiş.
Siz de Mart ayında papatyaların kırlarda açtığını görürseniz, bilin ki bahar gelmiştir.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bundan uzun uzun yıllar önce, develer tellal iken, pireler ise berber iken, ben küçükken ama dayımın da beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Herkes başlamış koşmaya, ben dönmüşüm şaşkına. ‘Nereye gidiyorsunuz böyle?’ Diye sordum birine, dedi ki ‘Masal dinlemeye’… Masalı çok severim ben, dinler dinler uyurum ben. Tam ‘Beni de götür’ diyecektim ki aldı bir kuş beni kanadına, uçurdu periler diyarına… Periler diyarı ki bütün periler masallar anlatır sana… İşte o masallardan birini anlatacağım ben de sana…
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok uzak diyarların birinde, büyük bir bahçe varmış. Bu bahçe bildiğimiz bahçeler gibiymiş ancak bir özelliği hariç. Bu bahçenin içinde şarkı söyleyen bir ağaç varmış. Bu ağacın ünü yakınlardaki tüm köylere yayılmış. Ağaç o kadar güzel şarkı söylüyormuş ki, köylülerin hepsi ağacın etrafında toplanıp eğlenceli vakit geçiriyormuş. Ağaç da kendisine gösterilen bu ilgiden memnun, marifetlerini gösterdikçe gösteriyormuş.
Günler haftaları haftalar da ayları bu şekilde kovalarken şarkı söyleyen ağacın methi taa ülkenin padişahının kulağına kadar gitmiş. Vezirlerinden birisi padişaha şarkı söyleyen ağaçtan bahsettiğinde padişah önce inanmamış. Hatta vezirine gülmüş, geçmiş. Ancak vezir çok ısrar edince ağacı gidip görmeye karar vermiş.
Günlerden bir gün padişah köylü bir adam gibi giyinerek halkın içine karışmış. Padişah böyle zamanlarda padişah olduğunu saklamak için hep köylü kılığına girerek girermiş köyün içine. Böylece kimse onun padişah olduğunu anlamaz, o da rahat rahat gezermiş tüm sokakları. O gün yine aynı şeyi yapan padişah vezirin öve öve bitiremediği şarkı söyleyen ağacı bulmak için uzun bir süre yürümüş. Ardından köyün dışına doğru olan büyük bahçenin içinde şarkı söyleyen ağacın sesini duymuş. Padişah kulaklarına inanamamış. Bu ağaç gerçekten şarkı söylüyormuş. Üstelik köylüler ağacın etrafında toplanarak kah eğleniyor, kah dans ediyor, kah gülüp oynuyorlarmış. Padişah köylülerin bu kadar mutlu olmasını hazmedememiş. Kendisi bu ülkenin padişahıymış ve en zengini imiş. Bu ağaç insanları mutlu ediyorsa bu mutluluk sadece ve sadece onun olmalıymış. Fakir köylüler ağacın eğlencesini yaşama hakkına sahip değilmiş.
Padişah gördüğü manzara karşısında duyduğu memnuniyetsizlik ve hatta kıskançlık ile sarayın yolunu tutmuş. Saraya girdiği gibi vezirini yanına çağırmış:
Padişah: ‘Yarın hemen o ağacı söküp sarayın bahçesine getiriyorsun. Benim odamın tam altına dikiyorsun. Bundan sonra o ağaç tüm şarkılarını sadece bana söyleyecek’ demiş.
Vezir padişahın talimatını yerine getirmek için hemen harekete geçmiş. Sabah olur olmaz yanına aldığı birkaç adam ve bahçıvan ile ağacı yerinden sökmek için yola koyulmuş.
Şarkı söyleyen ağaç, yeni bir günün sabahına yine çok mutlu başlamış. Güneş parladıkça neşesi yerine gelmiş ve güzel sesi ile şarkılarını söylemeye başlamış. O sırada tarlalarına giden köylüler de ağacın bu güzel sesi ile güne başlamanın keyfini çıkarmış.
Fakat o da ne! Padişahın veziri yanındakiler ile birlikte ağacı yerinden sökmesin mi? Köylüler ‘durun ne yapıyorsunuz?’ demeye kalmadan vezir hepsini kovmuş. ‘Padişahımızın emri, buna karşı mı geliyorsunuz’ diyerek bir de tehdit etmiş köylüleri. Zavallı insanlar susup kalmışlar, üzülerek ağacın sökülmesini izlemişler.
Şarkı söyleyen ağacı söken vezir ve adamları ağacı saraya getirmiş. Padişahın tam da istediği gibi odasının altına dikmiş. Beklemişler ki ağaç şarkılarını söylemeye devam etsin. Ancak ağaçta tık yokmuş! Vezir biraz daha bekleyelim demiş ancak ağaç yine ses vermemiş. Vezir en sonunda pes etmiş ve padişaha durumu bildirmiş. Padişah yine öfkeyle kükremiş:
Padişah: ‘O ağacın nasıl şarkı söylediğini ben duydum. Nasıl olur da burada ses çıkarmaz! Gerekirse birkaç gün hatta birkaç ay bekleyeceğiz, yine de o ağaçtan şarkı dinleyeceğiz’ demiş.
Günler, haftalar, aylar geçmiş ancak şarkı söyleyen ağaç sarayın bahçesinde değil şarkı söylemek sesini bile çıkarmamış. Padişah da artık boşuna beklediğini fark etmiş. Anlamış ki ağaç sadece kendi bahçesinde söylüyormuş o güzel şarkılarını.
Padişah yaptığının yanlış olduğunu anlamış. Ağacı sarayın bahçesinden söktürüp eski yerine diktirmiş. Ağaç daha bahçenin kökleri ile birleştiği anda o güzel sesi ile şarkılarını söylemeye başlamış. Hem padişah hem de köylüler bu duruma çok sevinmişler. Herkes bir arada ağacın şarkılarını dinleyerek, mutlu mesut yaşamışlar.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de uslu çocukların olmuş.
Sabır çok önemlidir çocuklar. Sabreden kişi er ya da geç sabrının karşılığını alır. Sabredemeyen, acele davranan kişiler hiçbir şeyi başaramazlar. Bunun bir de masalı vardır, bilir misiniz? İşte size sabrın önemini anlatan güzel mi güzel bir masal… Gözlerinizi kapatın ve masallar diyarından gelen bu masalın keyfini çıkarın…
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde büyük bir ülke varmış. Bu ülkenin akıllı bir kralı ve kralın da obur mu obur bir oğlu varmış. Prens o kadar şişman o kadar oburmuş ki ülkede herkes onu Obur Prens olarak bilirmiş. Bu prens günün her vaktinde her anında yemek yemek istiyormuş. Aşçılar bu prensi neredeyse doyuramamaktan korkuyormuş. Kral da oğlunun bu haline çok üzülüyormuş ama ne yapsa oğlunun iştahını kesemiyormuş.
Gel zaman git zaman kral bu işin böyle gitmeyeceğine karar vermiş. Bütün yardımcılarını toplamış ve oğlunun bu durumuna çare bulunması için emir vermiş. Kralın yardımcıları düşünmüş, taşınmış, prensin bu iştahına nasıl bir çözüm bulacaklarını tartışmış. En sonunda güzel bir fikir bulmuşlar ve kralın karşısına çıkmışlar:
Yardımcılar: ‘Kralım! Sizin oğlunuz için güzel bir fikir bulduk. Sarayın dışında oğlunuz için büyük bir kule inşa edebilirsiniz. Başına bir nöbetçi koyabilir ve oğlunuzun günlük belirli miktarda yemek yemesini sağlayabilirsiniz. Nöbetçi ne olursa olsun oğlunuza miktarın dışında yemek vermez ve böylece Obur Prens zayıflar.’
Kral bu fikri çok sevmiş. Hemen sarayın dışında bir kule yaptırmış ve en inatçı nöbetçilerden birisini kulenin başına dikmiş. Nöbetçi, Obur Prens’e günlük ne kadar yemek verilmesi gerekiyor ise o kadar yemek veriyor, Obur Prens ne kadar isterse istesin daha fazlasını vermiyormuş.
Günler ayları kovalamış. Obur Prens yediği yemeklerden hiç memnun değilmiş. Ne yaparsa yapsın nöbetçi Obur Prens’e daha fazla yemek vermiyormuş. Prens, açlıktan artık hayaller görmeye başlamış. Gözünün önünden en sevdiği yemekler bir bir geçerken, rüyalarında ziyafet sofraları görüyormuş.
Obur Prens bir gece rüyasında güzeller güzeli bir peri kızı görmüş. Peri kızı Prens’in yanına yaklaşmış ve elindeki iksiri Prens’e uzatmış:
Peri Kızı: ‘Sevgili Prens, bu iksir senindir. Ancak bu iksirin sadece üç damlasını içeceksin. İksirin geri kalanını ise bir ömür saklayacaksın. Sakın unutma, kalan iksiri ne olursa olsun sakın içmeyeceksin. Bu şartı kabul edersen sana iksiri verebilirim.’
Prens, peri kızının söyledikleri karşısında çok şaşırmış ancak ayağına gelen bu fırsatı kaçırmak istememiş. Peri kızının teklifini kabul etmiş. Sabah olup rüyasından uyandığında ise masanın üzerinde iksir şişesini görünce rüyasının gerçek olduğunu anlamış. Prens iksirden peri kızının dediği gibi sadece üç damla olacak şekilde içmiş. O da ne! Prens iksiri içtiği gibi güzel bir uykuya dalmasın mı?
Günler geçmiş ancak Prens uyanmamış. En sonunda bir hafta geçince uyanan Prens ne olduğunu anlamaya çalışırken aynaya bir bakmış ki ne görsün! Öyle bir zayıflamış öyle bir zayıflamış ki kendisi bile gözlerine inanamamış! Prens peri kızının iksirinin etkisini gösterdiğini anlamış ve mutluluktan dünyalar onun olmuş.
Obur Prens’i karşısında zayıf bir şekilde gören Kral, çok sevinmiş. Bütün ülke Prens’in bu durumunu sevinçle karşılamış ve Prens ülkenin en güzel kızı ile evlenmiş.
Günler ayları, aylar ise yılları kovalamış. Prens evlendiği kız ile çok mutlu olmuş. Herşey yoluna girdi diye düşünürken birdenbire kral çok hastalanmış. Bütün ülke kralın hastalığı karşısında yasa bürünmüş. Doktorlar, uzmanlar, işin ehli insanlar da kralın bu derdine çare bulamamış. Prens babasının gözlerinin karşısında erimesine daha fazla dayanamamış ve aklına gelen ilk fikri uygulamaya koymuş.
Yıllar önce peri kızının kendisine verdiği ve sakladığı iksiri babası için ortaya çıkarmış. Peri kızının söyledikleri aklına gelmiş. Bu iksiri Prens’e sadece birkaç damla içmesi için vermiş ancak Prens şimdi o iksiri babasına da içirecekmiş. Çünkü başka çaresi yokmuş.
Prens iksiri babasına içirmiş. İksiri içen Kral, oracıkta ölmüş. Prens, ne yapacağını şaşırmış, üzüntüsünden, vicdan azabından günlerce uyuyamamış. İksirin neden etki etmediğini kendi kendine sormuş durmuş.
Bir gece Prens rüyasında kendisine iksiri veren peri kızını görmüş yeniden. Hemen sormuş:
Prens: ‘Peri kızı, neden iksir babama etki etmedi’ demiş.
Peri kızı: ‘Sevgili prens, o iksiri sana bir daha kullanmamanı söylemiştim’ demiş.
Prens: ‘Ben bilemedim peri kızı. Babam çok kötü durumdaydı. Ona da iyi gelir diye düşündüm. Keşke içirmeseydim… Ancak merak ediyorum neden bir daha kullanmamalıydım o iksiri’ diye sormuş.
Peri Kızı: ‘Çünkü o iksir bir zehirdi Prensim’ demiş.
Prens iyice şaşırmış.
Prens: ‘Peki neden beni zehirlemedi?’
Peri Kızı: ‘Prensim, siz bana güvenip içtiniz o iksiri. Sırf güvendiğiniz için ben onu büyülü hale getirdim ve size şifa yaptım’ demiş.
Prens o an sabretmenin, beklemenin ne kadar önemli olduğunu öğrenmiş. O peri kızına güvendiği için ve sabrettiği için iksirin zehirinden kurtulmuş.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de sabırlı çocukların olmuş.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken; uzak mı uzak diyarların birinde büyük mü büyük, güzel mi güzel bir köy varmış. Bu köy içinde bir de Keloğlan diye bir oğlan varmış. Keloğlanın kafasında hiç saç olmadığı için herkes ona ‘Keloğlan’ demiş ve adı gel zaman git zaman ‘Keloğlan’ olarak kalmış. Keloğlan köyün içerisinde annesi ile birlikte yaşar, kimseye bulaşmadan günlerini geçirirmiş.
Keloğlan bu, adından da belli, kafasında hiç saç yok ki! Bu yüzden üşürmüş keloğlanın kel kafası. Günlerden bir gün annesi daha fazla dayanamamış oğlanın bu haline. ‘Gel’ demiş oğluna ‘pazara gidip sana güzel bir şapka alalım.’ Keloğlan sevinmiş, çünkü havalar soğumaya, kafası da üşümeye başlamış.
Keloğlan ve annesi ağır adımlar ile pazara giderken yolda karşılarına aksakallı bir dede çıkmış. Aksakallı dede anne ile keloğlanı görünce yaklaşmış yanlarına:
Ak Sakallı: ‘Keloğlan, keleş oğlan. Ne arıyorsun söyle bakalım aksakallı dedene’ demiş.
Keloğlan zaten tembel biri imiş, buradan pazara kadar yürümek çok zor gelmiş. Hemen aksakallıya cevap vermiş:
Keloğlan: ‘ Merhaba aksakallı dede, ben bir şapka almak için pazara gidiyorum’ demiş.
Aksakallı dede kaftanının altından güzel bir şapka çıkarmış. Keloğlana uzatarak:
Ak Sakallı: ‘Al bu şapkayı kullan. Ancak bilesin ki benim şapkalarım sihirlidir. Eğer bir gün gelir de çok darda kalırsan, “şapkam davran, kurtar beni bu durumdan” de. Şapkan seni o durumun içinden kurtaracak. Eğer paraya sıkışırsan hemen ‘şapkam davran, ver bana altınlarından” de, sana altın verecek. Eğer olur da şapkanı çaldırırsan da hemen ” şapkam davran, bana gel şapkam” de, şapka hemen senin başına gelecek’ demiş.
Keloğlan aksakallı dedenin anlattıklarını can kulağı ile dinlemiş. Aksakallı dede şapkayı ona verdiğinde ise çok mutlu olmuş. ‘Artık benim sihirli bir şapkam var’ diyerek anası ile birlikte mutlu-mesut dönmüş köyüne.
Eve geldiklerinde Keloğlanın anası hemen girmiş söze:
Anne: ‘Ah benim kel oğlum, keleş oğlum. Nereden bilelim o ihtiyarın bize yalan atmadığını? Sen şimdi bir dene bakalım şapka altın verecek mi?’
Keloğlan annesinin dediğini yapmış. ‘Şapkam davran, ver bana altınlarından’ demiş. Bir de ne görsün! Şapkanın içinden altınlar dökülmesin mi odanın içine! Keloğlan ve annesi altınları görünce sevinç içinde hemen pazara gitmiş ve tüm ihtiyaçlarını almışlar. Herşeyi yüklemek için bir de eşek almışlar. Doldurmuşlar tüm yükleri eşeğe, düşmüşler anası ile Keloğlan yola…
Daha yolun yarısına gelmeden eşkıyalar çevirmesin mi yollarını! Tepesine kadar yük dolu eşeği görünce hiçbir şey sormadan eşeği alan eşkıyalar, iyi bir ganimet bulduk diye sevinmişler. Ancak Keloğlan durur mu? ‘Şapkam davran, kurtar beni bu durumdan’ demiş. Demesi ile birlikte şapkanın içinden bir sürü köpek çıkmasın mı? Köpekler hırsızları kovalamış ve Keloğlan bu durumdan kurtulmuş.
Keloğlan anası ile birlikte sonunda eve varmış. Birlikte satın aldıkları tüm eşyaları indirmişler. Ardından yemek yapıp yemişler, içmişler. Gece olunca da kafasındaki şapkayı çıkarıp uykuya dalmış Keloğlan.
Gece Keloğlan ve anası uyurken eve üç tane hırsız girmesin mi? Evden üç-beş bir şey çaldıktan sonra çıkarken hırsızlardan birisi Keloğlan’ın sihirli şapkasını görmesin mi? Şapkayı da almış eline, takmış kafasına. O sırada kolu çarpmış vazoya, vazonun sesine uyanmış bizim Keloğlan. Bir de ne görsün, üç tane iri-yarı hırsız evin içinde, üstelik birinin kafasında sihirli şapkası var! Keloğlan’ın aklına hemen sihirli sözcükler gelmiş. ‘Şapkam davran, bana gel şapkam” demiş. Şapka hırsızın kafasından çıkarak uça uça gelmiş kendi kafasına koymuş. Hırsızlar uçan şapkayı gördüklerinde çok korkmuşlar. Korkularından ne aldılar ise bırakıp kaçmışlar.
Keloğlan ve anası hırsızların gitmesi ile derin bir nefes almış. Şapkanın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anlayan Keloğlan, bundan sonra şapkasına gözü gibi bakmış.
Aksakallı dedenin verdiği sihirli şapka sayesinde Keloğlan anası ile birlikte huzur içinde uzun yıllar yaşamış. Kimin başı sıkışsa, derdi olsa ona da yardım etmiş. Herkes Keloğlan’dan ‘kahraman’ diye bahsetmiş.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de yardımsever çocukların olmuş.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken… Buralardan çok uzak çok da eski zamanların birinde küçük bir köy varmış. Bu köyün zengin mi zengin bir padişahı, bu padişahın da güzeller güzeli bir kızı varmış. Padişah kızını çok sever, bir dediğini iki etmezmiş. Güzeller güzeli kızının başına bir şey gelecek diye çok korkar, onu sarayın bir adım dışarısına bile çıkarmazmış. Padişahın güzel kızı Pembe Sultan, bütün günlerini sarayın içerisinde geçirir, dışarının nasıl bir yer olduğunu bile bilmezmiş. Hep aynı nedimeler ile arkadaşlık yapan Pembe Sultan, bazen dışarısının nasıl bir yer olduğunu merak eder, nedimelerinden masal dinler gibi dışarıdaki hayatı dinlermiş.
Bu köyde yaşayan bir de yaşlı ama tonton bir amca varmış. Bu amca köyün sütçüsüymüş ve her gün büyük süt tenekeleri ile köye süt dağıtırmış. Tonton sütçü amca aynı zamanda sarayın da sütçüsüymüş ve her hafta iki gününü sadece saraya ayırır, hem sütleri saraya taşır hem de mutfağına girip sütlü tatlılar yaparmış. Bu tonton sütçü amcanın güzel mi güzel akıllı mı akıllı bir tanecik de kızı varmış. Kızın adı Ayşecikmiş. Ayşecik küçük yaşından itibaren elinden geldiğince babasına yardımcı olmaya çalışır, babasının yükünü hafifletirmiş.
Ayşecik küçüklüğünden beri sarayı merak eder dururmuş. Bunu babasına söylediğinde ise babası daha küçük olduğunu ve biraz büyümesi gerektiğini söylemiş. Ayşecik o gündür bu gündür babasının onu saraya götüreceği günü bekler, dururmuş.
Ayşecik günlerden bir gün daha fazla dayanamamış ve babasından rica etmiş:
Ayşecik: ‘Babacığım bugün beni saraya götürür müsün?’
Babası Ayşecik’in yaşının daha küçük olduğunu söyleyecekmiş ancak kızına baktığında ne kadar hevesli olduğunu görmüş. Kızının bu hevesini kırmak istememiş:
Baba: ‘Tamam kızım, sen artık on yaşında büyük bir kız oldun. Seni saraya götürebilirim. Ancak orada dikkatli olacaksın, yaramazlık yapmayacaksın ve büyük bir kız gibi benim sözümden çıkmayacaksın. Anlaştık mı?’
Ayşecik: ‘Anlaştık babacığım. Çok teşekkür ederim’ demiş.
Ayşecik’in içi içine sığmıyormuş. Küçüklüğünden beri merak ettiği sarayı sonunda görecekmiş. Ayşecik, kahvaltı bittiği gibi süt güğümlerinin at arabasına yüklenmesine yardımcı olmuş. İş bitince de babası ile birlikte arabaya binmiş ve at arabası saraya doğru yola çıkmış.
Aslında çok da uzun olmayan ancak Ayşecik için bir asır gibi geçen bir sürenin ardından babası ve Ayşecik saraya varmış. Ayşecik sarayın kapısını gördüğü gibi içinden ‘ne kadar da kocaman’ diye geçirmiş. At arabası sarayın iç avlusuna girdiğinde mutfaktan birkaç kişi babasına yardım etmek için kapının kenarında bekliyormuş. Babası at arabasını durdurmuş ve Ayşecik’e dönmüş:
Baba: ‘Ayşecik, ben şimdi bu süt güğümlerini içeri taşıyacağım ve mutfakta tatlı yapacağım. Seni de bu sırada Narin Teyze’nin yanına bırakacağım. O sana sarayı gezdirecek. Onu sakın üzme ve lafından çıkma, tamam mı güzel kızım’ demiş.
Ayşecik hemen babasına ‘tamam’ demiş ve kendisini gülümseyerek karşılayan Narin Teyze’nin elinden tutmuş. Narin Teyze sarayın temizliğinde çalışan hizmetlilerden birisiymiş. Uzun yıllar sarayda çalışmış ve saray ahalisi tarafından çok sevilirmiş.
Narin Teyze: ‘Gel bakalım Ayşecik, ben sana sarayı gezdireyim’ demiş.
Ayşecik Narin Teyze ile birlikte koskocaman sarayın odalarını, salonlarını gezmiş, dolaşmış. Sarayın içine dışından daha çok hayran kalan Ayşecik, Narin Teyze’ye merak ettiklerini de sorarak bilgilenmiş. Narin Teyze de bu akıllı ve uslu kız çocuğu ile sarayı gezmekten memnunmuş.
Ayşecik ve Narin Teyze koridorda yürürken karşılarından gelen Pembe Sultan’ı ve nedimelerini görmüşler. Narin Teyze Ayşecik’ e en öndekinin Pembe Sultan olduğunu, bir şey sorarsa cevap vermesini, sözlerine dikkat etmesini söylemiş usulca. Pembe Sultan da kendi yaşındaki bu kızı hemen fark etmiş. Yanlarına yaklaştıklarında Ayşecik’ i bir süre süzdükten sonra Narin Teyze’ye dönerek;
Pembe Sultan: ‘Narin Teyze misafirimiz mi var’ diye sormuş.
Narin Teyze: ‘ Efendim, bu kız sütçünün kızıdır. Saraya ilk kez geliyormuş. Benden kendisini sarayın içinde gezdirmem istendi’ demiş.
Pembe Sultan kendi yaşında biri ile tanışacak olmanın verdiği heyecan ile hemen Ayşecik’e dönmüş:
Pembe Sultan: ‘ Sarayı beğendiniz mi? Bu arada adınız öğrenebilir miyim?’ demiş.
Ayşecik kendisi ile aynı yaşlarda olan Pembe Sultan’ ın dostça tavırlarından çok memnun olmuş. Hemen ses tonuna dikkat ederek;
Ayşecik: ‘Efendim, adım Ayşecik. Ben küçük yaşımdan itibaren merak ederdim, acaba saray nasıl bir yer diye. Şimdi geldim, sarayı gezdim, gördüm. Gerçekten büyük ve çok güzel bir yermiş. Hayran olmamak elde değil’ demiş.
Pembe Sultan Ayşecik’in konuşmasından da tavırlarından da çok memnun kalmış. İlk defa nedimelerinden başka dışarıdan yabancı biri ile konuştuğu için de çok mutluymuş.
Pembe Sultan: ‘ Ayşecik, istersen odama geçelim, orada konuşmamıza devam edelim’ demiş.
Ayşecik ile Pembe Sultan, iki saate yakın konuşmuşlar. Pembe Sultan ilk kez bir arkadaş edinmenin verdiği mutluluk ile o kadar sevmiş ki Ayşecik’i… Ayşecik de Pembe Sultan’ı çok ama çok sevmiş. Ayşecik babasının kendisini aradığını duyunca onu üzmeden ayrılmak zorunda kalmış Pembe Sultan’ın odasından. Ayşecik ile Pembe Sultan, yarın sabah yeniden buluşmak üzere ayrılmışlar.
Akşam yemeğinden sonra Padişah, Pembe Sultan’ı yanına çağırmış. Bugün sütçünün kızı ile kendi kızının görüştüğünden haberi olan Padişah, bunun yanlış bir davranış biçimi olduğunu kızına anlatmış. Sütçünün kızının alelade bir köylü kızı olduğunu söyleyen Padişah, kendi kızının bu kız ile arkadaş olmasını istemediğini de eklemiş.
Pembe Sultan babasının sözleri karşısında çok ama çok üzülmüş. Tam babasına Ayşecik’in ne kadar hanımefendi ve zarif bir kız olduğunu anlatacakken babası sinirli bir şekilde ayağa kalkmış:
Padişah: ‘Ayşecik mayşecik anlamam ben! Onunla bir daha görüşmeyeceksin! İşte bu kadar!’ demiş.
Pembe Sultan babasının net tavrı karşısında hiçbir şey diyememiş. Odasına gitmiş ve bütün gece ağlamış.
Ertesi sabah Ayşecik Pembe Sultan ile buluşacağı için yine çok heyecanlıymış. Babası ile birlikte saraya giden Ayşecik, babası işini yaparken avlunun içinde Pembe Sultan’ı beklemiş. Ancak ne gelen olmuş ne de giden… Ayşecik uzun süre bekledikten sonra Pembe Sultan’ın gelmeyeceğini anlamış ve babası ile birlikte eve dönmüş. Fakat aklında fikrinde hep tek bir soru varmış: Pembe Sultan neden buluşmaya gelmedi?
Pembe Sultan ise ilk kez biri ile arkadaşlık kurmasını babasının engellemesine çok ama çok üzülmüş ve yemeden içmeden kesilmiş. Birkaç güne kalmamış yataklara düşmüş. Padişah kızının halini gördüğü gibi hemen ülkenin en iyi doktorlarını çağırtmış ancak Pembe Sultan’ın derdine kimse derman bulamamış! Sürekli olarak Ayşecik’in adını sayıklayan Pembe Sultan’ın halini gören Padişah, sonunda pes etmiş ve Ayşecik’ in saraya getirilmesini istemiş.
Pembe Sultan’ın hasta olduğunu duyan Ayşecik hiç vakit kaybetmeden koşmuş arkadaşının yanına. Ayşecik’i yatağının ucunda gören Pembe Sultan ise çok sevinmiş ve onun tatlı sesi ile güzelce uyumuş, dinlenmiş. Pembe Sultan’ın hastalığının en iyi ilacı Ayşecik olmuş.
Kızının sağlığının yeniden yerine geldiğini gören Padişah ise Ayşecik’e teşekkür üzerine teşekkür etmiş. Hakkında düşündükleri yüzünden çok pişman olan Padişah, Ayşecik’e ‘Sen artık benim ikinci kızımsın’ demiş.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de en iyi arkadaşların olmuş…
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal iken, pireler ise hamal iken. Ben ise dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Anam da anam, bir de ne göreyim! Dedem düşmez mi beşikten, babam gelmez mi peşinden! Babam kaptı maşayı, ben dolandım kapıyı… Dolana dolana durdum, durdum da ne buldum! Masallar anlatan bir peri buldum güzel mi güzel, anlattığı masallar ise özel mi özel. İşte sana bu periden en güzel masallar…
Vakti zamanın birinde aslan, kurt ve tilki arkadaş olmuş. Günlerinin hepsini birlikte geçirir, birlikte avlanır birlikte yemek yerlermiş. Bir arada mutlu mesut yaşarken ormanların kralı aslanın aklını bir düşünce karıştırmaya başlamış. Aslan kendisini çok yüksekte arkadaşlarının çok ama çok üzerinde görüyormuş ve kibirliymiş. Kendisinin ormanlar kralı olduğunu bildiğinden arkadaşları ile aynı yemekleri yemeyeceğine karar vermiş.
Aslan bunları düşünür dururken bir gün harekete geçmek istemiş. Arkadaşları kurt ve tilki ile avlanmaya çıkmışlar. Günün sonu olmuş, avladıklar hayvanlar da bir öküz, bir keçi ve bir de tavşanmış.
Aslan arkadaşları ile birlikte avladıkları bu avlarını bir mağaraya getirmiş. Ardından kurda doğru dönmüş:
Aslan: ‘Kurt kardeş, hadi bakalım avlandığımız yiyecekleri bize bir güzel pay et. Bak karnım da acıkmaya başladı, bir an önce pay yap da yiyelim’ demiş.
Kurt ise aslanın bu sözlerine şaşırmış. Şimdiye kadar avladıkları her şeyi birlikte pişiren bu üç kafadar, yemekleri pişince etrafına oturur ve birlikte yerlermiş. Bu paylaştırma fikrinin nereden çıktığını anlamayan kurt yine de aslana karşı gelmek istememiş:
Kurt: ‘Madem paylaştır diyorsun öyleyse şu öküz senin olsun aslan kardeş. Keçi de benim olsun. Tavşan ise tilki kardeşin olsun’ demiş.
Kurt kendince yemekleri düzgün bölüştürdüğüne inanıyormuş. Ancak sözlerini duyan aslan başlamasın mı bağırmaya, başlamasın mı kükremeye!
Aslan: ‘Bre küstah! Sen kim oluyorsun da yemekleri pay etme gafletine düşüyorsun. Burada ben varken, ormanların kralı varken sana mı düşermiş avları pay etmek’ demiş.
Kurt ne olduğunu anlamadan aslanın aniden gelen pençe darbesi ile kendisini yerde bulmuş.
Aslan siniri geçince bu kez de tilkiye dönmüş:
Aslan: ‘Tilki kardeş, şimdi sıra sende. Öyle aval aval bakma da bir işe yara bakalım, hadi paylaştır şu avları’ demiş.
Tilki biraz düşünmüş, taşınmış. Tilki bu bilirsiniz kurnazdır. İnce eler sık dokur. Ardından aslana cevap vermiş:
Tilki: ‘Ey ormanların kralı! Sen varken pay etmek benim haddim midir, sen söyle! Ama madem emir buyurdunuz, bunu benden istediniz, bana da yapmak düşer. Ben payı ediyorum; tavşan sizin sabah kahvaltınız, öküz öğle yemeğiniz olsun. Keçiyi ise akşam yersiniz aslan kralım’ demiş.
Aslan tilkinin bu sözleri karşısında kabarmış da kabarmış! Tilkinin söyledikleri onun gururunu okşamış. Tilkinin verdiği yanıttan çok hoşlanan aslan hem avları hemen pişirtmiş ve tilki ile birlikte yemiş. Ancak yemek sırasında merak ettiği bir soruyu da tilkiye soramadan geçememiş:
Aslan: ‘Tilki kardeş, sana bir şey soracağım’ demiş.
Tilki hemen hazır olan geçmiş:
Tilki: ‘Buyurun sorun ormanların kralı’ demiş.
Aslan: ‘ Ya sen avları paylaştırdın ya. O paylaştırma benim çok hoşuma gitti. Ancak merak etmedim de değil, sen o kadar güzel paylaştırmayı nereden öğrendin?’
Tilki aslanın bu sorusu karşısında gülümsemiş. Yaptığı paylaştırma kendi işine yaradığı için mutlu olan aslanı görmüş ve onun ne kadar yanlış düşündüğünü düşünmüş. Ancak bu sözlerini aslanın kendisine söyleyemezmiş. Tilki bu ya demiştik sana, kurnazlığı tam kurnazlıktır. Hemen güzel bir cümle ile bitirmiş hikâyeyi:
Tilki: ‘Ormanların kralı aslanım. Ben pay etmeyi kimden mi öğrendim. İşte az önce bir pençe ile öldürdüğünüz şu haddini bilmez kurdun halinden öğrendim’ demiş.
Böylece masal da bitmiş. Gökten üç elma düşmüş, üçü de fikirlerini özgürce söyleyenlerin olmuş.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde birbirleri ile barış içinde yaşayan hayvanların olduğu kocaman bir orman varmış. Bu ormanda hangi hayvan yokmuş ki… Fareler, sincaplar, kediler, kuşlar, böcekler, tavşanlar, kaplumbağalar… Kısacası görüp görebileceğiniz tüm hayvanlar bu ormanda yaşarmış.
Gel zaman git zaman günlerden bir gün ormanda yaşayan sincap Mino, bir iş karşılığında kazandığı peyniri bir arkadaşına emanet etmek zorunda kalmış. Mino düşünmüş taşınmış, aklına hemen en yakında oturan arkadaşlarından Fare Mini gelmiş. Mini Mino’nun en iyi arkadaşlarından birisiymiş. Hemen Mini’nin evine giden Mino, heyecanla kapıyı çalmış. Kapıyı açan Mini daha hoş geldin bile diyemeden Mino konuşmaya başlamış:
Mino: “Canım dostum Mini, senden bir şey rica edeceğim: Ben gelene kadar peynirime bakar mısın? Başına bir şey gelmesini istemiyorum’’ demiş.
Fare Mini hemen kabul etti dostunun bu ricasını. Peyniri Mino’dan alarak evine koydu.
Sincap Mino evden ayrılınca Fare Mini peynirden bir an olsun gözünü ayırmadı. Arkadaşının güvenini boşa çıkarmak istemiyordu. Ama fare bu sonuçta, peynir de en dayanamadığı yemek. Karnı da aç olan Mini, çok dayansa da en sonunda pes etti ve peyniri afiyetle yedi.
Fare Mini peyniri tamamen midesine indirdikten sonra yaptığı şeyin farkına vardı. O an çok pişman oldu ama nafile! Ne diyecekti şimdi Mino’ya? Fare Mini diyeceklerini kafasında tasarlarken kapı çalmasın mı? Mino işini hızlıca bitirmiş ve peynirini almak için gelmişti bile.
Fare Mini arkadaşına kapıyı açtı. Mino hemen lafa girdi:
Mino: ‘Canım arkadaşım benim. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Ben peynirimi alayım da geç olmadan gideyim.’
Fare Mini çaresizce yalan söylemek zorunda kaldı:
Fare Mini: ‘Mino senin peynirin yok. Tavşan Kiko geldi ve senin peynirini aldı benden.’
Sincap Mino şaşırmış:
Sincap Mino: ‘İyi de tavşan ne yapacak benim peynirimi?’
Fare Mini yalan söylediği için yine yalan söylemek zorunda kalmış:
Fare Mini: ‘Şey, benim ona borcum vardı. O yüzden aldı.’
Sincap Mino devam etti sorularına:
Sincap Munu: ‘Ne borcun vardı senin tavşan Kiko’ya?’
Fare Mini her soruya yalanla cevap vermek zorunda kalıyormuş. Çünkü en başında yalan söylemiş:
Fare Mini: ‘Şey, ben ondan havuç almıştım ama geri veremedim.’
Sincap Mino anlayamamış:
Sincap Mino: ‘Neden geri veremedin peki?’
Fare Mini yalanları ile gitgide köşeye sıkışıyormuş:
Fare Mini: ‘Ben çalışıp kazanamadım ve havucunu ona geri veremedim.’
Sincap Mino arkadaşının neden çalışmadığını merak etmiş:
Sincap Mino: ‘ Niçin çalışamadın peki Mini?’
Fare Mini artık yalanla yalanı idare etmekten bıkmış ama bir kere yalana bulaştığı için doğruyu da söyleyemiyormuş:
Fare Mini: ‘Şey, bu yıl çok sıcak geçti, ben de çalışamadım.’
Sincap Mino biraz sinirlenmiş:
Sincap Mino: ‘Sen benim peynirimi nasıl çalışıp ödeyeceksin peki?’
Fare Mini bakmış ki bu iş böyle olmuyor. Ne kadar yalan söylerse bir o kadar da geriden geliyor. Yalanlarını ancak başka bir yalanla idare edebiliyor. Üstelik arkadaşı Sincap Mino’yu da kızdırıyor. Fare Mini en sonunda pes etmiş:
Fare Mini: ‘Canım arkadaşım ben sana en başında yalan söyledim. Affet beni. Ben peyniri dayanamayıp yedim. Çok açtım ve peynirin kokusu da burnuma çok güzel geldi. Dayanmaya çalıştım ama olmadı. Sen çok kızarsın diye de yalan söyledim, tavşan aldı dedim. Ama baktım ki yalan yalanı doğuruyor, artık bir son vermeliyim bu yalana dedim.’
Sincap Mino arkadaşına ilk baştan yalan söylediği için kızmış ama ardından doğruyu söylediği için de Fare Mini’yi affetmiş. Fare Mini de bir daha yalan söylemeyeceğine dair söz vermiş. Böylece iki arkadaş birbirlerine sarılmışlar ve arkadaşlıklarına devam etmişler.
Sevgili çocuklar, bu masalda da gördüğünüz gibi insanlar bir kere yalan söylemeye başladı mı o yalanın ardı arkası kesilmez. Çünkü söylenen bir yalan diğer söylenecek yalanların da habercidir. Siz siz olun yalan söylemeden önce bir kez daha düşünün. Çünkü bir kere yalan söylemek demek bir daha hep yalan söylemek zorunda kalmaktır.