Uyuyan Güzel
Bir varmış bir yokmuş.
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Keçiler berber iken,
Develer tellal, mandalar hamal,
Horozlar imam iken..
Ben dedemin beşiğini,
Tıngır mıngır sallar iken.
Anam kaptı yarmayı,
Ben kavradım sarmayı
Anam dedi bırak sarmayı..
Ben ana dedim, sen de bırak yarmayı.
Anam bıraktı yarmayı..
Fırladım kaçtım anahtar deliğinden.
Gittim, gittim.. Tam altı ay yürüdüm..
Arkama bir baktım ki ne göreyim?
Bir karış yol gitmişim.
Neyse tekrar başladım yürümeye,
Bu kez, bir altı ay daha gittim.
Bir kulak verdim ki, tellallar bağırıyor.
Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu kim yiyecek? diye.
Hemen eve gittim.
Bir kavak ağacı vardı,
Kırk kişi tuttum yontturdum;
Kırk kişi tuttum oydurdum.
Bir kepçe yaptırdım.
Omuzladım kaldırdım,
Dizlerimi daldırdım..
Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu,
O kepçeye aldırdım öyle bir yuttum ki,
Dudaklarımın bile haberi olmadı..
Neyse ayrıldım oradan.
Gittim gittim, bir memlekete vardım.
Bir kahveye girdim.
Baktım hepsinin gözleri parlıyor.
Gözleriniz neden parlıyor öyle? dedim.
Evlendik de ondan, dediler.
Beni de evlendirin dedim, olur dediler.
Aldılar bana bir kız.
Boyunu sorsan minare kadar,
Gözleri lokma tavası,
Memeleri un çuvalı kadar.
Sümükleri sarkar, görenler korkar..
Aman Allahım yandım dedim beni kurtar..
Kaç bakalım, kaçmaz mısın?..
Git bakalım gitmez misin?
İndim sarayın bahçesine.
Baktım ki çiçekçiler çiçek, gülcüler gül aşılıyor.
Haşlamacılar haşlama haşlıyor..
Susun! Masalcı masala başlıyor.
Bundan yıllar yıllar önce, güzel mi güzel bir kasaba varmış. Fakat bu kasabanın kötü bir özelliği de varmış. Bu kasabada kışlar çok uzun sürermiş. Öyle uzun sürermiş ki, insanlar soğuk havadan bıkarmış. İlkbahar gelsin, ağaçlar çiçek açsın, kırlarda oynasınlar diye dört gözle beklerlermiş. Bir an önce bu soğuk havalardan kurtulmak için gece gündüz dua ederlermiş.
Günler günleri kovalamış ve bu kasabanın kış mevsiminde sona gelinmiş. Kasabada yaşayanlar bir sabah uyandıklarına güneş açtığını görmüş ve çok mutlu olmuş. Güneşin yüzünü göstermesi ile kasabada yaşayan herkes, kendini dışarı atmış. Kimi kırlara gezintiye çıkmış, kimi çoluğu çocuğu ile yemyeşil çimlerde piknik yapmış. Çocuklar soğuk havalarda evde oturmaktan o kadar sıkılırlarmış ki, güneşli havaların gelmesi ile sabahtan akşama kadar dışarıda oyun oynar, güneşin ve sıcak havanın keyfini çıkarırlarmış.
Kışın soğuk havasında donan nehirler, yaz mevsiminin gelmesi ile çözülür, gürül gürül akarmış. Bir yandan da kış soğuğunda boynu bükük kalan ağaçlar rengârenk çiçeklerini açarmış. Mis kokulu çiçekler de cömertçe kokularını yayarmış etrafa…
Yine güneşli bir günde, üç yakın arkadaş sözleşmiş ve yemyeşil ormanın içinde yürüyüşe çıkmış. Amaçları açan bütün çiçekleri görmek, etraftaki yemişleri keşfetmekmiş. Hem ormanda gezen arkadaşlar hem de birbirileri ile muhabbet ederek, doğanın keyfini çıkarıyormuş.
Üç yakın arkadaş muhabbet ederken ne kadar yürüdüklerinin farkına varmamışlar. Az gitmişler, uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. Bir de bakmışlar ki kasabadan çok uzaklaşmışlar. Hemen kendilerine bir ağaç gölgesi bulup dinlenmek için kendilerini çimlerin üzerine atmışlar.
Üç arkadaş bir yandan dinlenip bir yandan da nehirin akan sesi ile huzur bulurken, arkadaşlardan birinin eline çivi gibi bir şey batmış. Adam olduğu yerde irkilmiş, eline bakan şeyin ne olduğunu merak etmiş. Toprağı eşeleyip eline batan şeyi bulmak istemiş ama karşısına demir kapaklı bir şey çıkmış. Adam arkadaşlarına dönerek:
‘Hey, ben burada bir şey buldum’ demiş.
Arkadaşları adamın ne bulduğuna bakmak için demiri yerinden oynatmışlar. Bir de ne görsünler! Demir açılmış ve karşılarına bir tünel çıkmış. Hepsinin içinde korku olsa da tünelin sonunda ne olduğunu merak ettiklerinden içeri girmeye karar vermişler.
Üç arkadaş tünelde karanlıkta biraz yürüdükten sonra bir kapı ile karşılaşmışlar. Zar-zor kapıyı açtıklarında bir de ne görsünler! Oda gibi bir yer, parıl parıl parlıyor! Parlamasının sebebi ise odanın içindeki çil çil altınlar, mücevherler, daha neler neler. Üç arkadaş ‘zengin olduk’ diye sevinip birbirine sarılmış ve en az bir saat sevinmiş.
Sevinçleri bittiğinde oturmuş, düşünmüşler. ‘Bu altınları buradan nasıl çıkaracağız’ derdine düşmüşler. İçlerinden bir tanesi fırlamış öne doğru:
Arkadaş: ‘Ben buldum. Ben kasabaya gidip atları alayım. Bu altınları da atlara yükleyelim.’
Hepsi bu fikre ‘tamam’ demiş ve arkadaşlardan biri kasabaya doğru yola koyulmuş. Kasabaya giderken adamın aklına kötü fikirler gelmeye başlamış. ‘Ben neden bu altınları üç kişi paylaşayım ki! Onları öldürürüm hepsi benim olur’ demiş içinden.
Kasabaya gittiğinde eşine bir sürü yemek hazırlatmış. Bu yemeklerin içine de en etkili zehirden koymuş. Amacı arkadaşlarına bu yemeği yedirmek ve onları öldürmekmiş. Atları da bulan adam tekrar arkadaşlarının yanına doğru yola koyulmuş.
Bu sırada altınların olduğu mağarada arkadaşlarını bekleyen iki adam da kendi aralarında kötü planlar yapmaya başlamış. ‘Biz neden bu altınları üç kişi paylaşalım ki?’ demiş içlerinden biri. ‘Geldiğinde onu öldürelim. Bütün altınlar bizim olsun.’ İki arkadaş diğer arkadaşlarını öldürmek için anlaşmışlar.
Arkadaşları elinde yemek tencereleri ile mağaraya girdiğinde iki arkadaş da kapının sağından ve solundan adamın üzerine doğru atlamış ve arkadaşlarını oracıkta öldürmüş. Artık altınların sadece ikisinin olduğuna sevinen arkadaşlar, karınları çok aç olduğundan hemen tenceredeki yemekleri yemeye başlamış. Yemekler zehirli olduğundan çok geçmeden bu iki arkadaş da ölmüş.
Böylece bir mağara dolusu altın, aç gözlülükleri yüzünden üç arkadaştan hiçbirine nasip olmamış!
For foradan sür süreden,
Manisa’dan Tire’den,
Yenice çıktım buradan,
Konaraktan göçerekten,
Lale, sümbül biçerekten,
Kahve, tütün içerekten.
Sulu yerde peynir ekmek,
Susuz yerde kavun, karpuz yiyerekten,
Az gittim, uz gittim,
Birde arkama baktım,
Bir arpa boyu yol gitmişim.
Eve vardım, ekmek yedim,
Hoca”ya vardım değnek yedim,
Babam bana darı verdi,
Ben darıyı kuşa verdim.
Kuş bana kanat verdi,
Ben kanadı havaya verdim,
Hava bana yağmur verdi,
Ben yağmuru yere verdim.
Yer bana çimen verdi,
Ben çimeni koyuna verdim.
Koyun bana kuzu verdi,
Ben kuzuyu bey’e verdim,
Bey bana katır verdi.
Bindim katırın beline,
Gittim urum eline,
Katır beni düşürdü,
Elimi yüzümü şişirdi.
Kızlar geldi bakmaya,
Kıyamadım öpmeye.
Ninem geldi almaya,
Yollarıma bakmaya.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; ormanın içinde upuzun boyu ile yaşayan bir zürafa varmış. Bu zürafanın adı Mıstık’mış. Mıstık, boyunun uzun olmasının avantajını kullanıp, en yüksekteki ağaçların dallarına bile ulaşabiliyormuş. Bu nedenle Mıstık’ın karnı hiç ama hiç aç kalmıyormuş. İstediği zaman istediği ağacın yapraklarını kolayca yiyebiliyormuş.
Bir gün Mıstık’ın karnı yine çok acıkmış. Önüne çıkan kocaman ağacın yapraklarını hiç düşünmeden şapur-şupur yemeye başlamış. Derken ağacın içinden gelen bir ses Mıstık’ın olduğu yerde sıçramasına neden olmuş:
Kuş: ‘Hey! Sen ne yaptığını sanıyorsun? Canavar mısın sen? Uzak dur yuvamdan da evimden de!’
Zürafa Mıstık neye uğradığını şaşırmış! Sesin geldiği yere baktığında minik bir kuşun kendisine kafa tuttuğunu görmüş:
Zürafa Mıstık: ‘Ben canavar değilim ki! Ben sadece karnımı doyurmak istiyordum. Burada senin evin olduğunu da bilmiyordum. Özür dilerim.’
Minik kuş bakmış ki bu zürafa gerçekten çok iyi bir zürafa. Öyleyse ben de ona yardım edeyim diye geçirmiş içinden.
Minik Kuş: ‘Zürafa kardeş, ben seni çok sevdim. İstersen şöyle yapalım. Ben uçayım, sana yuva olmayan ağaçları göstereyim. Sen de o ağaçlardan yemek ye. Böylece kimseye zarar vermiş olmazsın.’
Zürafa, kuşun bu teklifi karşısında çok mutlu olmuş. O günden sonra ikisi de birbiri ile çok iyi arkadaş olmuşlar. Kuş Zürafa Mıstık’a yemek yiyeceği ağacı gösterirken; Zürafa Mıstık’ ta bulduğu tırtılları minik kuş ile paylaşıyormuş.
Günlerden bir gün Zürafa Mıstık yine ağaçtan yemek yerken ayağının altından gelen bir ses ile irkilmiş:
Tavşan: ‘Hey! Az daha beni ayağınla eziyordun!’
Zürafa sesin geldiği yere bakmış ki ayağının dibinde küçük bir tavşan!
Zürafa: ‘Kusura bakma tavşan kardeş, yanlışlıkla oldu. Ağaçların tepesinde kuş ile birlikte yemek ararken seni görmedim.’
Tavşan zürafanın uzun boyuna çok imrenmiş. Onun gibi uzun boylu olup da ağaçlara yüksekten bakmayı çok istermiş. Bu isteğini zürafaya söylediğinde ise, zürafa ‘bundan kolay ne var’ diyerek bindirmiş tavşanı tepesine. Böylece Zürafa Mıstık, kendisine iki tane çok iyi arkadaş bulmuş.
Tavşan, minik kuş ve Zürafa Mıstık bütün gün oyunlar oynamış. Ormanın yeşilliklerinde koşmuş, oynamış; hoplamış, zıplamış. Derken hava kararmaya başlamış. Minik kuş hemen arkadaşlarını uyarmış:
Kuş: ‘Arkadaşlar, hava kararmadan evlere geri dönmeliyiz.’
Zürafanın ise eve geri dönmeye hiç niyeti yokmuş.
Zürafa: ‘Arkadaşlar, neden eve geri döneceğiz ki! Bütün gece oyun oynamaya devam edelim işte.’
Zürafanın dedikleri tavşan ve kuşun aklına yatsa da hava kararınca ikisi de korkmuş ve hızlıca evlerine gitmiş. Zürafa tek başına kalsa da evine gitmemeye inat etmiş. Zaten uykuyu da çok sevmiyormuş. Eve gitmesinin bir anlamı yokmuş.
Gecenin karanlığında tek başına ormanın içinde gezinen zürafanın bir vakitten sonra canı sıkılmaya başlamış. Çünkü oyun oynayacağı bir arkadaşı kalmamış ve karanlık da iyice artmıştı. Zürafa en sonunda eve gitmeye karar verdi fakat gecenin karanlığında evinin yolunu da bulamadı.
Zürafa Mıstık en sonunda uykusuna yenik düşerek olduğu yerde uyumak için ıslak çimlerin üzerine yattı. Bütün gece orada uyudu.
Ertesi sabah olduğunda Zürafa Mıstık uyanmıştı ama yerinden kalkamıyordu. Çünkü bütün gece soğukta yattığı için her yeri tutulmuştu. Üstelik üşütmüştü ve soğuktan da tir tir titriyordu.
O geceden sonra zürafa iyice hastalanmış, yataklara düşmüş. Yatakta olduğu için arkadaşları ile oyun da oynayamamış. O anda yaptığı hatanın farkına varmış ama iki hafta yatakta hasta yatmaktan da kurtulamamış.
Zürafa iyileştikten sonra bir daha gece karanlığı çökmeden arkadaşlarını uyarıyor, hepsi evinin yolunu tutuyormuş. Zürafa artık uykuyu da çok seviyor; yatağından başka yerde uyumuyormuş.
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, siz deyin yıllar ben diyeyim asırlar zaman önce, develer tellal, pireler berber iken, çok ama çok uzak bir yerlerde küçük bir kız çocuğu varmış. Annesi ona bir gün kırmızı bir pelerin almış. O günden sonra herkes bu küçük kıza ‘kırmızı başlıklı kız’ demiş.
Kırmızı başlıklı kız bir gün evinin önünde oynarken annesi seslenmiş;
-‘’ Büyükannen hala hasta. Bu hazırladığım sepeti alıp ona götürebilir misin güzel kızım? ’’
Kırmızı başlıklı kız hemen cevap vermiş;
-‘’ Götürürüm anneciğim ‘’
Kırmızı başlıklı kız sepeti annesinden alırken annesi özellikle tembihlemiş;
-‘’ Sakın Tavşan Ormanı’ndaki yoldan çıkma kızım !’’
Kırmızı başlıklı kız annesinin uyarısını dikkate alarak yola koyulmuş. Yolda hoplaya zıplaya, şarkılar söyleye söyleye giderken birden karşına büyük bir kurt çıkmış. Kurt;
-‘’ Nereye böyle küçük kız? ‘’ diye sormuş. Kırmızı başlıklı kız da cevap vermiş:
-‘’ Elimdeki yiyecek sepetini büyükanneme götürüyorum. Tavşan yolunun sonundaki ilk ev büyük annemin evi, ben de oraya gidiyorum. Bu arada adım küçük kız değil, kırmızı başlıklı kız.’’ Demiş.
Bunun üzerine kurt hemen bir kurnazlık düşünmüş ve şöyle demiş;
‘’ Özür dilerim kırmızı başlıklı kız. Adını bilmiyordum. Bak sana ne diyeceğim? Ben bir koşu gidip büyükannene senin geldiğini haber vereyim. Sen de oyalanmadan hemen gel olur mu?
Kurt hemen kırmızı başlıklı kızın yanından uzaklaşmış. Çünkü ormanda yaşayan bir oduncu varmış ve bu oduncu kurdu kızın etrafında görürse onu hemen uzaklaştırırmış. Bu sırada kırmızı başlıklı kız da kurda teşekkür etmiş ve çiçek toplayarak ormandan yürümeye devam etmiş.
Kırmızı Başlıklı Kız kısa bir süre sonra büyükannesinin evine varmış ve kapıyı çalmış. İçeriden ‘’ Kim o? ‘’ diye bir ses gelmiş. Kırmızı başlıklı kız cevap vermiş.
‘’Benim büyükanne. Sana yemek getirdim. ‘’
‘’Kapı açık güzel kızım, gel ‘’ diye seslenmiş içeriden.
İçeride olan aslında Kırmızı Başlıklı Kız’ın büyükannesi değilmiş. Kurt kırmızı başlıklı kızdan daha önce gelmiş ve çok aç olduğu için büyükanneyi bir lokmada yutuvermiş. Sonra da büyükannenin kılığına girmiş. Biraz sonra kırmızı başlıklı kızı da yutacak ve karnını bir güzel doyuracakmış.
Kurt kırmızı başlıklı kızın büyükannesinin geceliğini, başlığını giymiş ve gözlüğünü takmış, yatağına da uzanmış. Kırmızı başlıklı kız içeri girdiğinde kurdu gerçekten büyükannesi zannetmiş. Kurt;
-‘’Elindekileri bırak da yanıma gel kızım.’’ Demiş.
Kırmızı başlıklı kız sepeti masanın üstüne bırakmış ama hemen yanına gitmemiş. Çünkü büyükannesi biraz farklı gözüküyormuş. Kırmızı başlıklı kız sormuş;
-‘’Kolların neden bu kadar büyük büyükanne?’’
‘’Seni daha iyi tutabilmek için ‘’ demiş kurt.
‘’Kulakların neden bu kadar büyük peki? ‘’
‘’ Seni daha iyi duyabilmek için güzel kızım, hadi sen yanıma gel‘’ demiş kurt.
‘’Peki, büyükanne gözlerin neden bu kadar büyük?’’
‘’Güzel kızım benim elbette seni daha iyi görebilmek için ‘’ demiş kurt.
‘’Dişlerin neden bu kadar sivri peki? ‘’ diye sormuş kırmızı başlıklı kız.
‘’ Seni daha iyi yiyebilmek için. ‘’
Kırmızı başlıklı kız bunu duyunca çok şaşırmış. Kurt da birden yataktan fırlayıp kırmızı başlıklı kızı bir lokmada yutuvermiş. Kurdun karnı çok doymuş. Hemen büyükannenin yatağına yatmış ve uyumuş. Ama karnı çok doyduğu için çok fena horluyormuş. Bu horlamayı duyan ve ormanda gezen avcı da, evin içine girmiş. Bir de bakmış ki kurt büyükannenin yatağında yatıyormuş.
-‘’Aylardır seni arıyorum sevimsiz kurt! ‘’ diye bağırmış ve hemen kurdu alt etmiş. Avcı kurdun karnındaki şişliği fark edince hemen aklına büyükannesini yeme ihtimali gelmiş. Kurdun midesini ameliyat eden avcı hem kırmızı başlıklı kızı hem de büyükannesini kurdun midesinden çıkarmış. Sonra da kurdun karnını dikmiş. Çok pişman olup özür dileyen kurtu bir daha insanları yememeye söz verdirip salıvermeye karar vermişler ve öyle de yapmışlar.
Daha sonra kırmızı başlıklı kız ve büyükannesi avcıya teşekkür etmişler ve avcı gitmiş. Büyükannesi ve kırmızı başlıklı kız da annesinin yolladığı yemekleri afiyetle yemişler. Tavşan ormanı da artık kurt olmadığı için eskisi gibi tavşanlarla dolu bir orman olmuş. Herkes mutlu mesut yaşamış.
Resimli Anlatımlı:
Bir varmış bir yokmuş… Uzak mı uzak bir orman köyünde güzel mi güzel küçük bir kız yaşarmış. Bu küçük kız annesi ve büyük annesinin gözbebeği imiş. Büyük annesi bir gün bu küçük kıza güzel bir kırmızı şapkalı pelerin hediye etmiş. Küçük kız bu pelerini çok sevmiş ve üzerinden hiç çıkarmamış. Bu yüzden bu küçük kızın adı ‘kırmızı başlıklı kız’ olarak kalmış.
Günlerden bir gün kırmızı başlıklı kızın büyük annesi çok hastalanmış. Bütün gün yatağında yatıyormuş ve hiç kalkamıyormuş. Kırmızı başlıklı kız büyük annesinin bu haline çok üzülüyormuş. Annesi kırmızı başlıklı kızın çok üzüldüğünü görünce dayanamamış:
ANNE: ‘Canım az önce fırından çıkardığım kekten büyük annene götürmek ister misin?’
Kırmızı başlıklı kız sevinçle yanıtlamış:
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ: ‘Evet, anneciğim, büyük annemi çok özledim. Hem onu ziyaret ederim hem de kek götürürüm.’
ANNE: ‘Tamam, fakat ormanın içinden geçerken çok dikkatli olmalısın. Yabancılarla asla konuşmamalısın ve çok fazla oyalanmadan geçmelisin. Bunu sakın unutma.’
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ: ‘Peki, anneciğim, merak etme. Kimseyle konuşmadan hızlıca geçerim.’
Kırmızı başlıklı kız annesini öperek evden çıkmış. Büyük annesini ziyarete gittiği için çok ama çok mutluymuş.
Bir müddet yürüdükten sonra ormanın içine girmiş. Annesinin sözlerini hatırlamış ve çok fazla oyalanmadan yürüyüş yolundan yürümeye başlamış. Bir yandan yürürken bir yandan da etrafta gördüğü çiçeklere ve kelebeklere bakıyormuş. Kelebek ve çiçeklerin güzelliği kırmızı başlıklı kızı adeta büyülemiş ve daha fazla dayanamayarak ormanın içine doğru girmiş. Amacı büyük annesine bir demet çiçek toplamakmış.
Kırmızı başlıklı kız çiçek toplarken arkasından gelen sesi fark etmiş. Korkuyla yerinde zıplamış ve arkasını dönmüş. Karşısında kocaman bir kurt armış ve kırmızı başlıklı kıza bakıyormuş. Kız çok korkmuş.
KURT: ‘Merhaba güzel küçük kız. Benden korkmana gerek yok. Sana asla zarar vermem.’
Küçük kız korkmaya devam etse de fazla belli etmemiş.
KURT: ‘Bu çiçekleri kimin için topluyorsun bakalım?’
Küçük kız kurda bakmaya devam etmiş. Korkmasına gerek olmadığını düşünmüş. Kurt ona çok arkadaş canlısı bir şekilde yaklaşmış ve çok kibarmış.
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ: ‘Büyük annemin evine gidiyorum. Çiçekleri de onun için topladım. Kendisi hasta ve yatıyor.’
KURT: ‘ Çok üzüldüm küçük kız. Bak şu tarafta daha güzel çiçekler bulabilirsin. Bu arada büyük annenin evi ne tarafta?’
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ: ‘Ormanın sonundaki yolun karşısında. Bu yoldan oraya çıkabilir miyim acaba?’
KURT: ‘Çıkabilirsin küçük kız. Çiçek topladıktan sonra sağ tarafa dön ve düz bir şekilde yürü. Seni gördüğüme sevindim. Kendine dikkat et.’
Kurt hızlı bir şekilde kırmızı başlıklı kızın yanından uzaklaşmış. Amacı büyük annesinin evine gidip onu yemekmiş. Kırmızı başlıklı kız da eve geldiğinde onu da bekleyecek ve onu da yiyecekmiş.
Kurt eve vardığında büyük anneyi bir lokmada yutuvermiş. Çok fazla zaman kaybetmeden onun kıyafetlerinden giymiş, gözlüğünü takmış ve yatağa uzanıp kırmıza başlıklı kızın gelmesini beklemiş.
Kırmızı başlıklı kız ise hiçbir şeyin farkında olmadan çiçek toplamış ve büyük annesinin bu çiçekleri gördüğünde ne kadar çok sevineceğini düşünmüş. Çok fazla geç kalmadan büyük annesinin evine doğru yürümeye başlamış.
Eve girdiğinde sevinçle seslenmiş:
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ : ‘Büyük anne ben geldim.’
Kırmızı başlıklı kız odaya girdiğinde yatakta yatan büyük annesini görmüş. Fakat onun kurt olduğunu fark etmemiş.
KURT: ‘Hoş geldin kızım. Aa çiçek mi topladın benim için?’
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ: ‘Evet, büyük anne. Annem de kek gönderdi.’
Kırmızı başlıklı kız büyük annesine baktığında bir tuhaflık fark etmiş.
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ: ‘Büyük anne, senin kulakların neden bu kadar büyük?’
KURT: ‘Seni daha iyi duyabilmek için güzel kızım.’
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ: ‘Peki, gözlerin neden bu kadar kocaman?’
KURT: ‘Seni daha iyi görebilmek için güzel kızım.’
Kırmızı başlıklı kız daha yakından bakmak için yatağa doğru yaklaşmış.
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ: ‘Büyük anne, ağzın neden bu kadar kocaman?’
KURT: ‘Seni daha kolay yiyebilmek için!’
Kurt aniden kırmızı başlıklı kızın üzerine atlamış. Kırmızı başlıklı kız son anda yaptığı hamleyle kurttan kurtulmuş. Koşarak kapıdan dışarı çıkmış ve bağırmaya başlamış.
O sırada yoldan geçen bir avcı kırmızı başlıklı kızın sesini duymuş. Hemen sesin geldiği yere doğru koşmaya başlamış.
Kurt ise kırmızı başlıklı kızı ikinci hamlesinde yakalamayı başarmış.
KURT: ‘Demek kaçacağını düşündün küçük kız. Şimdi seni de tıpkı büyük anneni yediğim gibi bir lokmada yiyeceğim.’
O sırada avcı evin önüne gelmiş ve elindeki tüfekle kurdu öldürmüş. Kırmızı başlıklı kız ağlayarak avcının yanına koşmuş.
AVCI: ‘ Artık korkmana gerek yok küçük kız. Seni kurtardım.’
Kırmızı başlıklı kız ağlayarak cevap vermiş:
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ: ‘Ama o kurt büyük annemi yedi.’
Avcı hemen öldürdüğü kurdun yanına gitmiş ve kocaman karnını keserek büyük anneyi oradan çıkarmış. Büyük anne hala yaşıyormuş.
Kırmızı başlıklı kız büyük annesini görünce çok ama çok sevinmiş. Hemen yanına gidip ona sarılmış. Avcıya da çok ama çok teşekkür etmiş.
Kırmızı başlıklı kız o günden sonra ormandan geçerken dikkatli olmayı, annesinin sözünden çıkmamayı ve yabancılarla asla konuşmaması gerektiğini öğrenmiş.
The Copperpod tree was in full bloom. Vibrant and vivacious it swayed gracefully from side to side, sending down a shower of copper yellow petals.
“Gosh, you’re beautiful!” exclaimed the other trees.
The Copperpod tree stood up straight and rustled its leaves, clearly enjoying the attention.
A gust of wind blew through the forest causing all the tress to bend westwards.
“Oh no…my flowers!” cried the Copperpod tree, trying its best to stand still.
Another gust of wind sent the trees swaying the other way.
“That’s enough!” said the Copperpod tree, as a bunch of flowers fell from its top most branches, “I’ve just about had enough!”
All the other trees turned to look.
“Now look here Mr. Wind, I refuse to dance to your tunes anymore! I wish to sway by myself! Not the way you want me to!” said the Copperpod tree firmly.
A gentle whisper broke out among the trees.
The wind stopped blowing. The din of dead silence rang through the forest.
A moment later the wind swept through the air again. It circled around the trees and made a whooshing sound. But it never touched the Copperpod tree.
The Copperpod tree watched the other trees giggle as the wind tickled their branches. Then it turned the other way and admired its flowers. Out of the corner of its eye it looked to see if any tree was watching. But they were all dancing with the wind.
The Copperpod tree tried to ruffle its flowers. But it couldn’t. It tried to shake its branches. But it couldn’t. It tried to lean closer to the other tress. But it couldn’t. All it could do was stand still.
“Gosh, you’re beautiful!” said the trees.
A few days later, the Copperpod tree opened its tired eyes with a glimmer of hope. But the other trees were looking elsewhere. They were looking at the Gulmohar tree, which was ablaze with fiery red flowers. It was scattering its petals in the air like tiny sparks of fire. The wind blew around it; tousling its branches and making its flowers flush an even brighter red.
Nobody paid any attention to the Copperpod tree which was all bent now. There wasn’t a single copper yellow flower on it. Dried flowers and leaves still clung to its branches.
The Copperpod tree let out a groan. Its trunk was hurting from standing so still. It longed to sway at least once! But the wind refused to even come near it.
“Alright, Mr. Wind, I’m sorry! The truth is that I need you,” sighed the Copperpod tree. It felt a slight waft of air near its side. The wind had come closer to listen.
“I know I’m a big beautiful tree, with lovely flowers and healthy branches and a nice strong trunk. But all that doesn’t matter, if all I can do is be still!” said the Copperpod tree.
“I want to sprinkle my petals over the little children that sit beneath me. I want to reach out my branches and kiss the sky. I want to stretch and protect the people that take shelter under me. I want to dance again. I want to be a living, breathing tree that sways with the wind!” the Copperpod tree hunched lower, unable to even stand up straight anymore.
A gentle breeze floated over the Copperpod tree. It started out at its roots, awakening them from their slumber. It travelled upwards wrapping itself around its trunk and permeating through its gnarled branches. It gave the tree a little shake, causing its dried flowers and leaves to fall away. It nuzzled the little flower buds which started blooming. The wind encompassed the Copperpod tree in a giant hug and swayed with it in a soft gentle dance.
The Copperpod tree threw its branches around the wind and danced like it had never danced before!