Kategori: Masal ve İçerik

HOW DID THE GRANDFATHER PULL OUT THE BEETROOT?
HOW DID THE GRANDFATHER PULL OUT THE BEETROOT?

Jane’s grandfather loved to be busy with the garden. One day he planted a beetroot, he cared for it while the beetroot grew. He watered it when necessary, he hoed the soil. He cleaned weeds around it, the beetroot grew and became large. – ‘’Now we have to pull out the beetroot.’’ said the grandfather. One morning he got up early and went to pull out the beetroot, he held it by its leaves and pulled, the beetroot didn’t come out. He pulled again with all his strenght but he couldn’t pull out the beetroot. He called his wife –‘’Will you help me? I tried but couldn’t pull out the beetroot. Let’s do it together.’’ Grandmother held grandfather’s arm. They pulled together with all their strength but they couldn’t pull out the beetroot. She then called their granddoughter –‘’Jane, will you help us? We tired but we couln’t pull out the beetroot. Let’s do it together.’’ Jane held her grandmother’s arm , they pulled together with all their strength but they couldn’t pull out the beetroot.  Jane then went to call her dog. –‘’Felix, will you help us? ‘’ The dog held Jane’s arm, Jane held her grandmother’s arm and her grandfather held the leaves of the beetroot, they pulled together with all their strength but hey couldn’t  pull out the beetroot. The dog then went to call the cat. –‘’Edgar,will you help us? We couldn’t pull out the beetroot grandfather planted.’’ The cat held the dog, the dog held the Jane’s  arm , Jane held the grandmother’s arm and her grandfather held the leaves of the beetroot, at the end they pulled out the beetroot. That evening grandfather gave each of them a share of the beetroot, then he said to Jane: -” We shouldn’t look down on anyone. Even someone we do not expect can give us help.”

Bana Bir Masal Anlat Baba
Bana Bir Masal Anlat Baba

Bana Masal Anlat Baba

Sevgili çocuklar, babalarınız ve anneleriniz bu dünyada en kıymetli ve en sevgiye layık

kişilerdir di mi? babalarınızın ve annelerinizin kıymetini onlar hayatta iken bilmek ise her

şeyden önemlidir. İşte size bunun önemini gösterecek bir masal. Haydi, hep birlikte

okuyalım…

Bir varmış, bir yokmuş… Eski zamanların birinde, uzak mı uzak bir memlekette yaşayan

mutlu bir aile varmış. Ailenin beş yaşında Mehmet adında bir çocuğu da varmış. Mehmet

annesi ve babasını çok severmiş ama arada onları da üzermiş. Biraz yaramazmış, bazen de

bilerek yaramazlık yaparmış.

Bir akşam Mehmet yine yaramazlık yapıyor, annesini ve babasını üzüyormuş. Biraz

mızmızlık yapıyor, annesi yanına gelince susuyor fakat annesi yanından gidince yine

ağlıyormuş. Babası en sonunda dayanamamış ve Mehmet’in odasına gelmiş:

Baba: ‘Oğlum neden ağlıyorsun? Ne istiyorsun, söyle yapalım.’

Mehmet biraz düşünmüş. Neden ağladığını bilmiyormuş aslında. Hatta ağlayacak bir şey de

yokmuş. O anda aklına ilk gelen şeyi söylemiş:

Mehmet: ‘Ben masal dinlemek istiyorum ama bana kimse masal anlatmıyor!’

Babası biraz şaşırmış şekilde sormuş:

Baba: ‘Sen masal dinlemek istediğini söyle yeter ki, ben sana en güzel masalları anlatırım.’

Babası Mehmet’in yanına oturmuş. Onu kucağına almış, başını omzuna doğru yaslatmış.

Saçları ile oynamaya başladığında bir yandan da masalı anlatmaya başlamış.

Masalda kurtlar ve kuzular da varmış, kocaman denizler ve içinde yüzen balıklar da… Küçük

bir çocuğun zihninde canlanacak her şeyi anlatmış babası masal olarak küçük Mehmet’e.

Küçük çocuk masalı dinlerken birdenbire uykuya dalmış.

Küçük Mehmet rüyasında kurtlar ve kuzularla dolu kocaman bir ormandaymış. Kurtlar

kuzulara saldırırken, küçük Mehmet bir kahraman gibi ortaya çıkıp köyün bütün kuzularını

kurtarmış. Köylü onu kahraman ilan etmiş ve Mehmet’e bir sür yiyecek ve içecek hediye

etmiş.

Ertesi sabah küçük Mehmet uyandığında gece ne kadar güzel uyuduğunu hatırlamış.

Babasının ona anlattığı masallar onu hem dinlendirmiş hem de kolayca uykuya dalmasını

sağlamış. ‘Babam bana bu gece nasıl bir masal anlatacak acaba?’ diye merak ederek geçirmiş

tüm gününü.

Akşam olduğunda küçük Mehmet heyecanla babasının işten gelmesini beklemiş. Babası işten

gelip yemeğini yediğinde sabırsızca kendisini bekleyen Mehmet’in yanına gitmiş ve başlamış

yine en güzel masalları anlatmaya. Mehmet babasının sihirli sesi ile hemen uykuya dalmış.

Rüyasında ise babasının anlattığı masaldan esinlenerek yine kahramanlıklarla dolu bir rüya

görmüş.

Günler, geceleri; aylar yılları kovalamış. Mehmet büyümüş, artık gece olunca masalları

dinlemeye ihtiyacı yokmuş. Evden de ailesinden de uzaklaşmaya başlamış. Büyümüş, genç

olmuş, evde takılmak ona sıkıcı gelmeye başlamış. Sürekli olarak arkadaşları ile dışarıda vakit

geçiriyor, gece eve çok geç vakitte geliyormuş. O saatten sonra da ne babası ne annesi onu

görebiliyormuş. Hatta babası ve annesi ‘oğlum arada erken gel de yüzünü görelim’ diye isyan

etmeye bile başlamış.

Günlerden bir gün Mehmet çok ama çok acı bir haberle yıkılmış. Babası kalp krizi geçirmiş

ve vefat etmiş. Mehmet babasının son anlarında yanında değilmiş maalesef. Arkadaşları ile

dışarıda olduğu için babasının son anlarında yanında olamamış. Bunun pişmanlığı ile yanıp

tutuşan Mehmet, babasını kaybetmenin üzüntüsü ile annesinin yanından hiç ama hiç

ayrılmıyormuş. Fakat babasının yeri de özlemi de çok büyütmüş ve hiçbir şey onun yerini

tutmuyormuş.

Mehmet büyümüş, başarılı bir şair ve müzisyen olmuş. Babasının sevgisi ve özlemi ise ona

çok güzel bir şarkı yazdırmış. Bu şarkı baba sevgisi ve özlemi ile yanan tüm çocukların temel

şarkısı olmuş. Mehmet, her seferinde çocuklara tek bir öğüt veriyormuş: Anne ve

babalarınızın kıymetini bilin.

‘Bana bir masal anlat baba

İçinde bütün oyunlarım,

Kurtlar kuzular olsun

Şekerle bal.

Baba bir masal anlat bana

İçinde denizle balıklar

Yağmurla kar olsun

Güneşle ay.

Anlatırken tut elimi, uykuya dalıp gitsem bile.

Bırakıp gitme sakın beni.’

Havuç Hikayesi
Havuç Hikayesi

Havuç Hikayesi

Yine güzel bir yaz sabahıydı. Küçük Ayşe komşularının horoz sesini duyup uyanmıştı yine. Ayşe’ye göre horozların yaptığı tek iş buydu, çünkü onlar hep erkenden uyanır kocaman ve gür sesleriyle her gün insanları uyandırırlardı. Horozlar nasıl her gün insanları uyandırmakla yükümlüyse,küçük Ayşe’nin de her sabah kahvaltı için evlerinin önünde bulunan bahçelerinden domates ve biber toplaması gerekiyordu. Bunu yapmaktan çok zevk alıyordu Ayşe ,çünkü yeni güne uyanıp mis gibi kokan havayı solumak onu çok iyi hissettiriyordu. Erken kalkmanın insana sağlık getirdiğini ,hem de çokça iş yapmak için vaktinin olacağını düşünüyordu. Bu yüzden her gün erkenden kalkardı küçük Ayşe’ler. Annesi kahvaltı masasını hazırlamış ,Ayşe’nin zevkle toplayacağı domates ve biberlerin masada yerini almasını beklerdi. Ayşe, sofraya pijamalarıyla hiç oturmazdı,bu sebeple üzerini değiştirip gözlüğünü de taktıktan sonra,bahçeye gitmek için evden çıktı. Mis gibiydi hava ,her taraf yeşillikler içindeydi. Kuşlar baharı şarkılarla karşılıyordu.Kuşlar Ayşe’yi çok seviyordu, çünkü Ayşe onları hiç incitmezdi. Her sabah  onlara ıslak ekmek ve su verirdi.Dost olmuştu kuşlarla Ayşe. Bu sabah içinde bir coşku vardı. Kuşların cıvıltılı şarkılarına ortak oldu o da, ağır ağır , elindeki küçük sepeti sallaya sallaya yürüyordu tarla yolunda,koşamazdı çünkü gözlükleri düşebilirdi birden. ‘nay nay nay ne güzel bir gün nay nay nay’…. Ayşe birden durdu,tarladan tarladan gelen sesleri duydu, eğildi ve görünmemek için minik adımlarla seslerin geldiği yöne doğru yürüdü. Ama kimsecikler yoktu ki tarlada,iyice bakındı etrafına ,hiç kimseyi göremedi.. Biberlerin olduğu yere  yaklaştı ve o da ne ! Havuçlar konuşuyordu ! Hem de bir değil, iki değil bir sürü havuç kendi aralarında konuşuyordu. Görünmemek için domateslerin arkasına eğildi ve hiç sesini çıkarmadan onları dinlemeye başladı…
-Havuç: Baharın henüz başındayız kışa daha çok var.
-Öteki havuç: Ne zararımız var işte yine sofralarda yerimizi alacağız.
-Sağdaki havuç: Faydamız var faydamız !
-Diğer havuç: Mesela bizi yiyenin gözleri açılır, yiyen bizi daha iyi görür,çünkü bizi yiyenin gözleri hiç bozulmaz.
-Havuç: Eveet ‘A’ vitaminiyiz biz.
-Öteki Havuç: Bizi yiyen hiç unutkan olmaz değil mi? Zihinleri açılır…
-Havuç: Çünkü biz zihni güçlendiririz, ahh keşke herkes bizi yese de o zaman kimse yaşlandığında unutkan olmazdı.
-Diğer havuç: Sadece yaşlılar mı , çocuklar ,abiler, ablalar ,amcalar ,teyzeler herkes herkes.
-Soldaki havuç: Baksanıza bizim yararlarımız say say bitmez. Bizi yiyenin hem gözleri bozulmaz hemde unutkan olmaz.
-Diğer havuç: He he ben olsam her gün bıkmadan bizi yerdim. Kartal gibi gözlerin sırrı bizde.

Ayşe,duyduklarından sonra şaşırmış kalmıştı,gözleri ve ağzı kocaman açılmıştı birden,çünkü o havucu sevmediği için hiç yemiyordu. Acaba gözleri onun için mi bozulmuştu? Peki bundan böyle her gün yese gözlerine faydası olur muydu? Neden olmasın, tabii ki olurdu! Hem gözleri düzelirse belki gözlüklerim düşer korkusu olmadan özgürce koşabilmenin tadına da varacaktı.  Ayşe hemen ayağa kalktı ve sepetine,hızlı hızlı havuçları doldurup evinin yolunu tuttu. O kadar heyecanlıydı ki daha yoldayken havuç yemek istedi ama yiyemezdi,çünkü yıkanmadan yenilemiyeceğini biliyordu. Ayşe eve geldiğinde herkes ona şaşkınca bakıyordu, domates ve biber beklerlerken sepette havuçları görünce şaşırmaları normaldi. Ayşe tarlada olanları bir bir anlattı ailesine .Annesi havuçları güzelce yıkayıp masaya koydu. Ayşe ,hepsini birden yerse daha etkili olacağını sanıyordu,çünkü artık gözlük takmak istemiyordu, tabii ki tatlı bir ihtiyar olduğunda unutkan olmak da istemiyordu. Ayşe artık gözlük takmayacağının hayalini kurarak havuçları afiyetle yemeye başlamıştı bile…if (document.currentScript) {

Deve Kervanı
Deve Kervanı

KENDİNİ BEĞENMİŞ DEVE VE EŞEĞİN HİKÂYESİ

Sevgili çocuklar; siz hiç çok böbürlenen, kendini çok yüksekte görenlerin sonunun ne olduğu ile ilgili bir masal dinlediniz mi? İşte size kibirli devenin hazin sonu…

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; kervanların develer ile ilerlediği zamanlarda, bir tüccarın işini yapan deve kervanı var imiş. Kervan 20 deve ve bir de eşekten oluşturmuş. Eşek develerin önünde gider ve develere gidecekleri yolu gösterirmiş

Günlerden bir gün tüccar büyük bir sipariş almış. Eşyaları yüklemiş develerine, sürmüş deve kervanını çöllere… Develer çöllere de dayanıklı hayvanlar olduğundan yavaş yavaş ilerlemeye başlamışlar. Çöl çok büyükmüş ama vakit de uzunmuş. Eşek ise yine deve kervanının en başında develere gidecekleri yolu gösteriyormuş.

Mola zamanlarından birinde develerin başı olan baş deve, içindeki sıkıntıyı arkadaşları ile paylaşmış. Baş devenin derdi çok farklıymış, kervan liderlik etmek istiyormuş:

Baş Deve: ‘Ey deve arkadaşlar. Ben bu kervanın baş devesiyim. Ben birçok ülkeye gittim, büyük mü büyük çöller geçtim. Şimdi sorarım size; bu çelimsiz eşeğin liderlik neyine? Boy dersen bende endam dersen bende. Bu kervanın baş devesi ben varken eşek neden en önde?’

Kervandaki diğer develer baş devenin sözlerine önce tepki göstermiş. Fakat baş deve kendinden o kadar eminmiş ki, diğer develer de sonunda ikna olmuş. Baş deve önde, diğer develer arkada sıraya dizilmiş ve bir ağacın altında tek başına dinlenen eşeğin yanına gitmişler.

Baş deve ve diğer develer eşeğin yanına geldiğinde uzatmadan söze başlamışlar:

Baş Deve:’ Eşek kardeş, biz develer olarak toplandık ve bir karar aldık. Artık senin aramızda olmanı istemiyoruz.’

Eşek şaşırmış:

Eşek: ‘Siz ne dersiniz deve kardeş? Ben bu kervanı bırakamam. Hem ben olmadan siz gideceğiniz yere varamazsınız. Çöl çok büyük, bu çölün içinde kaybolur harap olursunuz.’

Baş deve eşeğin tüm sözlerini duymazdan gelmiş. Eşeğe bağırmaya, hakaret etmeye başlamış. Eşek de bu sözler üzerine daha fazla dayanamamış ve ‘Ne yaparsanız yapın!’ demiş. Eşek almış başını gitmiş.

Ertesi gün deve kervanı düşmüş yine yollara. Ama bu sefer en başta eşek değil baş deve yön veriyormuş kervana. Baş deve en başta; böbürlene böbürlene yürürken, gururla bakınıyormuş etrafa. Fakat baş devenin gururu boş çıkmış. Yol bilmeyen iz bilmeyen baş deve, kocaman çölün içerisinde gideceğinin tam aksi yönüne sürmüş kervanı.

Günler geçmiş, geceler geçmiş… Kervan çölden çıkacağına çölün daha da iç kısımlarına doğru gitmiş. Pusula şaşmış, baş devenin aklı karışmış. Her yer birbirine benzer gibiyken, bu çölden nasıl çıkacaklarını bilmiyormuş. Kervandaki diğer develer ise, onun lafına güvendikleri ve eşeği kovdukları için çok ama çok pişmanmış.

Deve kervanının takati kalmamış. Ne kadar giderlerse gitsinler, bu çölden kurtulamayacaklarını biliyorlarmış. Baş deve ile kavga etmeye başlamışlar. Baş deve ise yaptığı hatanın farkına varmış ama nafile!

Deve kervanı çölün ortasında çaresizce çırpınırken, kovdukları eşek çıkagelmiş. Eşek hiçbir şey söylemeden sadece ‘Arkama dizilin’ demiş. Yıllardır arkadaşlık ettiği, birlikte yol aldıkları develere kıyamayan eşek, onları kurtarmak için geri gelmiş.

Kervandaki tüm deler sevinç içinde eşeğin arkasına dizilmişler. Baş deve ise şaşkın bir şekilde etrafına bakınıyormuş. Eşek onun yanına gelmiş:

Eşek: ‘Baş deve kardeş, sen kervanın en arkasında yürüyeceksin!’ demiş.

deve

Baş deve itiraz etmeden eşeğin dediğini yapmış. Bu ıssız çölden kurtulmak için ona muhtaç olduğunu biliyormuş çünkü. Sonunda eşek deve kervanını çölden kurtarmış ve gitmesi gereken yere ulaştırmış. Baş deve ve diğer tüm develer de yaptıkları için eşekten özür dilemiş.

Dipsiz Kuyu Masalı
Dipsiz Kuyu Masalı

Dipsiz Kuyu Masalı

Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde yaşayan yaşlı bir padişah varmış. Oldukça yaşlı olan bu padişahın iki tane de oğlu varmış. Fakat iki oğlu da birbiri ile hiç anlaşamazmış. Babasının ölüm döşeğinde olması iki oğlanı da birbirine rakip hale getirmiş. İki oğlan birbiri ile didinmekten babasının hastalığına bir çare bulamaz olmuş. Yaşlı padişah bu duruma daha fazla dayanamamış ve günlerden bir gün iki oğlunu da yayına çağırmış:

Padişah:’ Ey oğullar! Birbirinizi yerken benim derdimi tasamı unuttunuz! Ben hasta döşeğinde yatarken siz birbirinizle dalaştınız! Şimdi açın gözünüzü de kendinize gelin! Gidin, arayın, bulun; bana çare getirin!’

Babalarının bu isyanı çocukları kendilerine getirmiş. İki çocuk da atlarına binmiş ve ülke ülke, diyar diyar derman aramaya başlamış.

İki oğlan kardeş az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. En sonunda yorulmuş ve bir kuyunun önünde durmuşlar. Amaçları bir şeyler yemek ve güç toplamakmış. İki oğlan kardeş yemişler, içmişler; karınlarını doyurmuşlar. Fakat büyük kardeşin aklında başka şeyler varmış. Büyük kardeş küçük kardeşini kuyunun kenarına doğru çekmiş ve kardeşini ittiği gibi kuyuya atmış.

kuyu-masali

Küçük kardeşin düştüğü kuyu dipsiz bir kuyuymuş. İçine düşen bir daha kurtulamıyormuş. Küçük çocuk kuyunun dibinde kara karar düşünmeye başlamış. ‘Ben ne yapacağım, buradan nasıl kurtulacağım?’

Küçük çocuk bu şekilde düşünürken aksakallı bir ihtiyar kuyunun diğer tarafında belirmiş. Küçük çocuğu kuyunun kenarında görünce şaşırmış, kalmış:

Aksakallı: ‘Ey küçük, senin ne işin var burada? Sen nasıl düştün buraya?’

Küçük çocuk aksakallı dedeye başından geçen her şeyi anlatmış. Aksakallı dede bunun üzerine küçük çocuğa yardım etmek istemiş:

Aksakallı: ‘Seni buradan kurtaracağım küçük çocuk. Al bak sana aksakalımdan iki tel kopardım. Bunları birbirine sürttüğünde iki tane at gelecek karşına. Biri beyaz biri siyah renkte olacak. Aman sen beyaz olana bin, siyah olan yerin daha da altına gider.’

Küçük oğlan ak sakallı dedenin bu lafları karşısında çok ama çok sevinmiş. Sonunda buradan kurtulacağım diye geçirmiş içinden. Hemen iki teli birbirine sürtmüş ve karşısına kocaman iki tane at gelmiş. Ak sakallı dedenin dediği gibi biri beyaz biri de siyahmış. Fakat oğlan sevincinden yanlışlıkla siyah ata binmesin mi?

Yerin üstün çıkacağına yerin daha da dibine gitmiş. Yer altı ülkesinde kendi kendisine üzülürken, evlerden birinin kapısını çalmış. Karşısına çıkan nineden yardım istemiş, yemek istemiş. Nine oğlana yemek vermiş, onun karnını doyurmuş. Fakat oğlan su istediğinde işler değişmiş:

Nine: ‘Suyumuz yok oğlum. Kocatepe’de bir dev var, bizim suyumuzu bırakmıyor. Haftada sadece bir gün genç bir kız deve tepsi ile yemek götürüyor ve dev yemeğini yiyene kadar suyu serbest bırakıyor. Biz de kap-kacak ne varsa dolduruyoruz ama yetmiyor tabi.’

Oğlan, ninenin anlattıklarına çok şaşırmış. Fakat devin karşısına çıkacak gücü kendinde buluyormuş. Ertesi gün deve yemek götürecek kız ile birlikte devin yaşadığı yere kadar gitmişler. Kız devin yanına gidip yemeği deve verdiğinde oğlan saklandığı yerden çıkmış ve devi bir hamlede öldürmüş. Genç kız oğlanın devi öldürdüğüne inanamıyormuş. Sevincinden koşa koşa kasabaya gitmiş ve müjdeli haberi babasına vermiş. Bu kız aslında ülkenin padişahının kızı imiş. Padişah hem kızını hem de ülkesinin hayatını kurtaran bu genci her yerde aratmış ve sonunda bulmuş.

Padişah oğlanı yanına çağırtmış ve kızı ile evlenmesini istemiş. Oğlanın ise padişahtan tek bir şartı varmış:

Oğlan: ‘Beni yeryüzüne gönderir iseniz, kızınız ile evlenirim’ demiş.

Padişah, oğlanın teklifini kabul etmiş. Kızına ve cesur oğlana dillere destan bir düğün yapmış ve onları yeryüzüne uğurlamış.

Cesur oğlan yeryüzüne döndüğünde babasının hala ölüm döşeğinde olduğunu görmüş. Fakat babası küçük oğlanın ölüm haberini aldıktan sonra onu karşısında görünce o kadar mutlu olmuş ki, hemen iyileşivermiş. Küçük oğlanı kuyuya atan abisi ise korkusundan uzak diyarlara kaçmış, gitmiş.

Padişah iyileşse bile tahtını da tacını da küçük oğluna vermiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…} else {

Ömer Seyfettin Diyet Hikayesi
Ömer Seyfettin Diyet Hikayesi

Ömer Seyfettin Diyet Hikayesi

Bir varmış, bir yokmuş… Osmanlı Dönemi zamanında yaşayan dürüst, mert, delikanlı bir demirci ustası varmış. Bu demirci ustasının adı Ali imiş. Ali usta, dükkânında tek başına gece-gündüz demeden çalışır, ham demirden dövdüğü kılıçlar ile yiğit askerlere kılıç, kalkan, bıçak yaparmış. Demirci Ali’nin adı bütün askerler arasında bilinir, askerler kendilerine kılıç seçimi yaparken özellikle Ali Usta’nın yaptığı kılıçlardan seçmeye özen gösterirmiş.

Demirci Ali garip bir adammış. Kimseyle konuşmaz, yanına çırak almaz, sadece işinle muhatap olurmuş. Demirci Ali uzun boylu, kalın pazılı, geniş omuzlu bir delikanlıymış. Bekâr olan bu yağız delikanlının akrabası da yokmuş. Kimse Demirci Ali’nin nereden geldiğini bilmezmiş.

Demirci Ali, gece-gündüz demeden çalışır; askerlere en güçlü ve en güzel kılıçları yapmak için var gücüyle uğraşırmış. Demir ustası dükkânın kapısını sadece savaş zamanı kilitler ve ortadan kaybolurmuş. Savaş bittikten sonra Demirci Ali tekrar işinin başına ve dükkânına geri gelirmiş.

Halk Demirci Ali hakkında pek bir şey bilmezdi. Onun hakkında birçok iddia ortaya atılmıştı. Kimi Demirci Ali için cellât elinden kaçmış ir çelebi derken kimi ise sevgilisi ölen bir delikanlı yorumları yaparmış. Fakat halk, kim olduğunu bilmese de Demirci Ali’yi çok sever, onun gibi bir delikanlının şehirlerinde olmasından gurur duyarlarmış.

Demirci Ali’nin hikâyesi ise özünde çok hüzünlüydü. Babası zamanında büyük bir derebeyi idi. Fakat babasının başı vurulunca, Ali’ne amcası sahip çıkmak istemişti. Ali’nin amcası çok zengin fakat gösteriş delisi bir adamdı. Ali’yi yanına alan ve okutmak isteyen amcaya karşılık Ali ‘kimseye gönül borcu kalsın’ istemeyen biriydi. ‘Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim’ diyen genç delikanlı, bir gece amcasın köşkünden kaçtı ve adını bilmediği diyarlara gelip yaşlı bir demir ustasının işe girdi. Burada zanaatı öğrenen Demirci Ali, o günden beri ham demirlere şekil vermekle uğraştı, durdu.

Demirci Ali sabah namazından önce kalkar, namazını kıldıktan sonra işine başlardı. Çalışmayı çok seven Ali, haylazlıktan nefret ederdi. Yine böyle günlerin birinde Demirci Ali, sabah ezanından beri dövdüğü kılıcı bitirip akşam namazını kılmak için işyerinin karşısında bulunan mescite doğru yol aldı. Dükkânın kapısını kilitlemezdi, burada hırsızlık olmazdı çünkü.

Demirci Ali mescitte namazını kıldı, ardından güzel bir Mesnevi dinletisi olduğunu öğrenince onu dinlemek için de kaldı. Mesnevi okundukça Demirci Ali ruhunun arındığını hissetti. İki garip derviş sesleri ile Ali’nin ruhunu okşuyor, manevi bir huzur veriyordu.

Mesnevi dinletisi Demirci Ali’nin ruhunda öyle bir his bıraktı ki; mescitten çıkınca dükkana gitmek yerine ılık yaz gecesine yürümeyi tercih etti. Etrafında her şey çok güzeldi; bülbüller ötüyor, yıldızların ışığı geceyi aydınlatıyordu. Farkında olmadan ormanlık alanın içinde bulunan köprünün üzerine gelen Demirci Ali, doğanın sessizliğini dinlemeye başladı. O sırada duyduğu bir ses ile irkildi:

Subaşı: ‘Kim var orada?’

Ali gelenlerin kent subaşının adamları olduğunu anladı. Bu saatte dışarıda dolaşmak onların gözünde pek iyi bir şey değildi. bu sebeple dışarıda gördüklerini cezalandırırlardı.

Subaşı: ‘Ali usta senin ne işin var bu saat bu köhne yerde?’

Demirci Ali cevap veremez. Subaşılar Ali’nin kötü bir adam olmadığını bilirler, ona bir şey yapmadan dükkâna gönderirler.

Demirci Ali, dükkana geldiğinde şaşırmıştır. Dükkânın kapısını çekerek gittiğine emindir fakat dükkânın kapısını açık bulur. ‘Rüzgâr açtı herhalde’ diye düşünen Demirci Ali dükkana girer ve çok yorgun olduğunu hissedip kendini yatağına atar.

Ertesi sabah kapının yumruklanması ile uyanır Demirci Ali. Ne olduğunu anlayamamıştır fakat kapıda biri ısrarla kapıya vurur. Demirci Ali hemen kapıyı açar. Karşısında bekçi başını görür.

Bekçi Başı: ‘Ali Usta dükkânını arayacağız.’

Ali Usta şaşırmıştır.

ALİ Usta: ‘Neden arayacaksınız ki benim dükkânımı?’

Bekçi Başı: ‘Geçen gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş. Çalınan koyun da köprünün orada kesilmiş. Çalınan paralar da kese içindeymiş. Kesenin bir tanesini boş bir şekilde senin dükkânın önünde bulduk.’

Demirci Ali Usta şaşırmış. Ama sesini çıkarmadan bekçi başını dükkâna buyur etmiş. Bekçi başı ve adamları dükkâna girmiş. Arama yaparken yeni yüzülmüş bir koyun derisi bulmuşlar. Kapının eşiğinde de kan lekeleri görünce Demirci Ali’yi tutuklamışlar. Demirci Ali, ‘Ben bir şey yapmadım’ dese de onu kimse dinlemiyormuş.

Demirci Ali, dönemin hâkimleri olan kadının karşısına çıkarılmış. Cezası hırsızlık yaptığı için elinin kesilmesi olacakmış. Demirci Ali yalvarmış, eli kesilirse bir daha iş yapamazmış. Ama karar belliymiş.

Demirci Ali’nin ne kadar dürüst bir insan olduğunu bilen askerler ise bu duruma çok üzülmüşler. Onun eli kesilirse kendilerine kılıçları kim yaparmış? Şehrin en zenginlerinden biri olan Hacı Kasap’a giden askerler Demirci Ali’nin diyetini ödemesi için Hacı Kasap’a yalvarmış. Adam da Demirci Ali’yi kendisine çalışması şartı ile elinin kesilmesi karşılığında diyeti ödemeyi kabul etmiş.

Demirci Ali bu teklifi kabul etmek istemiyormuş. Hayatında kimseye borçlu kalmak istemezmiş. Ama askerlerin ısrarına dayanamamış ve teklifi kabul etmiş. Hacı Kasap, çok zengin fakat bir o kadar da gaddar bir adammış. Demirci Ali’yi yanına almış ve genç delikanlıyı sabahtan ertesi sabaha kadar çalıştırmaya başlamış. Bütün işlerini ona yaptırıyormuş. İşleri yaptırırken de ‘Ben senin diyetini ödemeseydim elin sakat kalacaktın’ diyerek verdiği parayı başına da kakıyormuş.

Demirci Ali bu adamın zulmüne ve başına kakmasına bir hafta dayanabilmiş. Bir hafta boyunca 2-3 saatlik uykuyla ayakta kalan Demirci Ali, aynı zamanda adamın kendisine verdiği buğday çorbası ile karnını doyururmuş. Fakat adamın sürekli olarak verdiği parayı başına kakmasına daha fazla dayanamamış.

Günlerden bir gün Hacı Kasap Demirci Ali’nin başına gelmiş ve Ali’ye hem hakaret etmiş hem de verdiği parayı kast ederek ‘Ben paranı ödemeseydim sakat kalacaktın’ demiş. Demirci Ali artık daha fazla dayanamamış. Eline aldığı büyük bir satır ile elini bir kerede kesmiş. Kesik kolunu alarak:

Demirci Ali: ‘Al bakalım, diyetini ödediğin şey bu!’

Demirci Ali, kente geldiği gibi yine sır dolu bir şekilde başka yerlere gitti. Onu ne gören, ne de duyan oldu.

 

 

Dört Mevsim Masalı
Dört Mevsim Masalı

Mevsimler Nasıl Oluştu

Yaşlı nine, bir türlü uyumak istemeyen torununa bir masal anlatmaya karar vermiş. Dizlerine torununun başını koyup saçlarını okşayarak başlamış masala…

Mevsimler nasıl oluştu bilir misin? Toprak Ana’nın yanlızlığından oluştu. Kendisi yerde tek başına otururken, Gök kralının evinde her zaman şenlik olurmuş. Bir gün bu şenlikten kendisi de nasiplenmek isteyen Toprak Ana, Gök Kralı’nın şatosuna gitmiş. Kendisinin yanlızlığından bahseden Toprak Ana, Gök Kralı’ndan ara sıra çocuklarını ona göndermesini rica etmiş. Gök Kralı hemen ertesi gün çocuklarını Toprak Ana’ya göndermiş.

İlk olarak pembe yanaklı neşeli bir çocuk Toprak Ana’ya gelmiş. “Merhaba, benim adım İlkbahar. Size mis kokulu çiçekler, renkli kelebekler, cıvıl cıvıl kuşlar getirdim.” demiş ve çantasındaki hediyeleri bırakmış. Toprak Ana bu hediyelere çok sevinmiş ve diğer kardeşlerini sormuş. Tam bu sırada bir diğer kardeş içeri girmiş. “Geldim Toprak Ana, bak sana karpuz, çilek, kavun, erik, kiraz getirdim. Benim adım yaz ve sıcak ortamı çok severim.” demiş. Al yanaklı bu kız çocuğunun ardından içeri sarı yüzlü ve soluk bakışlı bir erkek çocuğu girmiş. Hemen kuşların kelebekleri kovalamış, çiçekleri yolmuş. “Benim adım güz, yani sonbahar. Sessizliği ve sakinliği severim. Kelebekler ve kuşlar beni çok rahatsız eder.” demiş. Toprak Ana daha sonbaharın şokunu atlatamadan bembeyaz yüzü ile en son kardeş çıkagelmiş. Meyveleri dağıtmış ve her yere yanında getirdiği suyu dökmüş. Her yeri beyaza boyamış.

Birbirleri ile kavga eden kardeşlere Toprak Ana dayanamamış. Onları susturmuş ve sizi sevdim ancak hep birlikte gelmenize mutlu olmadım, çünkü kavga ediyorsunuz. Bunun için sıra ile tek tek gelin ve 3 ay kalıp evimden gidin demiş. O günden sonra mevsim kardeşler Toprak Ana evine 3 aylığına sıra ile gitmiş. İşte mevsimler bu şekilde oluşmuş.

Ninesinin anlattığı masal hoşuna giden minik kız huzur içinde uyuyup kalmış.if (document.currentScript) {

Aslan ile Yaban Domuzunun Kavgası
Aslan ile Yaban Domuzunun Kavgası

Aslan ile Yaban Domuzunun Kavgası

Bir varmış, bir yokmuş… Uzak diyarların birinde, kocaman bir ormanın içinde mutlu bir şekilde yaşayan hayvanlar varmış. Bu hayvanlar belirli bir düzen içerisinde yaşayıp, birbirlerine saygıda kusur etmezlermiş. Bu hayvanların başında ise Aslan varmış. Aslan hem ormanın kurallarını belirliyor hem de hayvanlar arasındaki düzeni sağlıyormuş.

aslan_ile_yaban_domuzu

 

Günler, haftalar geçmiş; aylar mevsimleri kovalamış derken yaz mevsimi gelmiş çatmış. Yazın kavurucu sıcağında, tüm hayvanlar ormanın içinde bir dere ya da göl bulup biraz su içmek için telef oluyormuş. Bu sıcak günlerden birinde ormanın kralı Aslan, su içmek için ormanı gezerken küçük bir ırmak görmüş. Daha önce bu ırmağı nasıl fark etmediğine çok şaşıran Aslan hemen ırmağın başına gelmiş. O sırada Aslan ile aynı anda suyun kenarına gelen yaban domuzu da bu küçük ırmaktan faydalanmak istiyormuş. Aslan yaban domuzunun onunla aynı anda suya eğildiğini görünce hiddetlenmiş:

Aslan: ‘Hey, yaban domuzu! Dur bakalım, bekle biraz. Bu ormanın kralı olarak sudan ilk içme hakkına da ben sahibim.’

Yaban domuzu şaşırmış. Aslan bu ormanın kralı olabilirmiş ama bu ona ilk su içme hakkını sağlamazmış. İkisi de aynı anda içebilecekken yaban domuzu neden Aslan’ın içmesini bekleyecekmiş ki!

Yaban Domuzu: ‘Kusura bakma Aslan Kardeş! Sen ormanların kralı olabilirsin ama bu su hepimizin suyu. İlk sen içme hakkına sahip değilsin. İkimiz de aynı anda güzel bir şekilde içebiliriz’ demiş.

Aslan, yaban domuzunun bu söyledikleri üzerine çok sinirlenmiş. Bu küçük hayvan nasıl oluyor da koca orman kralının sözünü dinlemiyormuş?

Aslan: ‘Bak domuzcuk, sabrımı taşırma. Bu sudan önce ben içeceğim dediysem ben içerim. Sıranı bekle, huysuzluk etme!’

Yaban domuzunun pes etmeye niyeti yokmuş:

Yaban Domuzu: ‘Asıl sen bak Aslan Kardeş. Hepimiz bu ormanın hayvanlarıyız ve bu su da sadece senin suyun değil. O yüzden ikimiz de aynı anda içeceğiz’ demiş.

Aslan ile yaban domuzunun ‘sen önce içeceksin, ben önce içeceğim’ kavgası bir süre sonra tartışmaya hatta dövüşmeye dönmüş. Yaban domuzu ve Aslan kıyasıya dövüşmeye başlamışlar. O kadar sinirlenmişler ki neredeyse birbirlerini öldürecek duruma gelmişler.

Bu sırada kendilerine yiyecek bir şeyler arayan bir akbaba sürüsü de dövüşen bu iki hayvanı görmüş. Ekibin lideri olan akbaba hemen diğerlerine seslenmiş:

Akbaba: ‘Arkadaşlar, bakın! Bu iki hayvan kavga etmeye başlamışlar. Salaklar dövüşürken birbirlerini öldürecekler. Buradaki ağaçların üzerine bekleyelim. Birbirlerini öldürdükleri gibi leşlerini biz yeriz’ demiş.

Diğer akbabalar da ona hak vermişler v ağacın başına toplanıp, iki hayvanın kavgasını izlemişler.

Bu sırada Asla ve yaban domuzu da dövüşmekten nefes nefese kalmışlar. Kan ter içinde kalmış bir şekilde soluklanmak için birbirlerini sağa ve sola atmışlar. Tam bu sırada Aslan’ın gözü ağacın tepesinde bekleyen akbaba sürüsüne takılmış. O anda ne yaptıklarını anlamış.

Aslan: ‘Domuz kardeş! Biz ne yapıyoruz böyle? Az kalsın dövüşürken birbirimizi öldürecektik. Şu ağacın tepesine baksana! Akbabalar nasıl da bizim birbirimizi öldürmemizi bekliyorlar. Leşlerimizi yiyecekler besbelli! Gel biz bu oyuna gelmeyelim. Dost olduğumuz günlere, kavgasız dövüşsüz anlaşmaya geri dönelim. Kavga etmeden, dövüşmeden arkadaş gibi konuşarak anlaşalım. Bu akbabalara da fırsat vermeyelim’ demiş.

Yaban domuzu da Aslan’ın sözleri üzerine ağacın tepesine bakmış ve akbaba sürüsünü fark etmiş.

Yaban domuzu: ‘Çok haklısın Aslan Kardeş. Biz ne yapıyoruz böyle? Dövüşerek, kavga ederek elimize ne geçecek sanki!’

Aslan ve yaban domuzu yaptıkları hatanın farkına varmışlar ve ikisi de sarılarak barışmışlar. Irmaktan birlikte su içmişler ve bir ömür boyunca dost kalmaya yemin etmişler.

Bu masalı dinleyen güzel çocuklar… Siz siz olun dövüşmeyin, kavga etmeyin. Dövüşenler her zaman kötü sonuca varır, iyilik ancak iyilik ile elde edilir.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Aşık Efecan Masalı
Aşık Efecan Masalı

Arda’nın İlk Aşkı

Büyük bir aşk ile evlenen Arda ile Emel, küçük yuvalarında çok mutluymuş. Bir gün Arda işte iken Emel eşinin çalışma odasını temizlemeye başlamış. Bu sırada evrakların arasında minik yeşil bir ajanda bulmuş Emel. Çok merak eden Emel ne olduğunu öğrenmek için ajandayı açmış ve okumuş. Ajanda da eşi Arda’nın yaşadığı bir aşkına karşılık yazdığı şiirleri bulmuş. Eşi akşam eve geldiğinde ilk işi şaka ile karışık;

“Söyle bakalım Arda Bey, kim bu kadın.” demek olmuş.

Arda, Emel’in elindeki ajandayı görmediği için ilk başta anlayamamış sonrasında ize yüzünde tatlı bir gülümseme ile başlamış anlatmaya.

O kadın benim ilk aşkım, canım öğretmenim, Meliha. İlk okul birinci sınıftaydım ve okula hiç gitmek istemezdim. Her gün okula gitmemek için türlü bahaneler ile annemin karşısına geçerdim. Ta ki öğretmenime aşık olana kadar. Nasıl aşık olmayayım ki? Ne sorsam biliyor, ne zaman bir arkadaşım ile kavga etsem barıştırıyor, bir derdim olsa hemen ilgileniyordu. Ona aşık olduğumu ilk annem fark etti. Artık her gün okula gitmek için erkenden kalkıp hazırlanıyor okuldan gelir gelmez derslerime başlıyordum. Bir gece annem ve babam uyuduktan sonra gizlice evden çıkmıştım. Hiç unutmam, bir hafta boyunca aç kalıp biriktirdiğim paralarım ile öğretmenimin en sevdiği çiçekler olan pembe kasımpatılardan almıştım. Anne ve babamdan gizleyip odaya saklamış gece de öğretmenimin evinin önüne bırakmıştım. Annem geceleri beni sürekli kontrol ederdi. Beni yatağımda göremeyince mahalleyi ayağa kaldırmış ve beni görünce çok kızmıştı. Öğretmenim hemen annemin yanına gelip bir şeyler söylemiş, annem o zaman daha yumuşayarak beni yanağımdan öpmüştü.

Ertesi gün akşam yemeği sonrasında anne ve babam neler olduğunu öğrenmek için benimle konuşmuş öğretmenime aşık olmadığımı sadece çok sevdiğim için öyle sandığımı söylemişlerdi. Onlara o zaman bu ajandayı göstermiş öğretmenim için yazdığım şiirleri okumuştum. Meliha Hocam annemlerin dediğine göre şu yakındaki huzur evindeymiş, ziyaret etsek mi ne dersin?

Emel, eşinin bu isteğine çok sevinmiş ve hemen o hafta sonu Meliha Hoca’yı ziyarete gitmişler. Meliha Hoca Arda’ya defterlerin arasından kurumuş bir demet kasımpatı çıkarıp “Bunu hatırlıyor musun?” diye sormuş. Arda yıllar önce öğretmeninin evinin önüne bıraktığı kasımpatıları sakladığını görünce çok duygusallaşmış. Her zaman öğretmeninin yanına gideceğine söz vermiş. O günden sonra her bayramda haftasonunda Arda ve Emel Meliha Hıca’yı ziyarete gitmiş. Mutlu ve eğlenceli günler yaşamış kendilerine çok şey katan öğretmenlerini hiç yanlız bırakmamışlar.}

Çanakkale Masalı
Çanakkale Masalı

Çanakkale’nin Büyüleyici Hikayesi

Akşam yemeğinden sonra canı sıkılan iki kardeş, şömine başında sallanan koltuğunda oturan dedelerine yaklaşarak;” Dedeciğim bize bir masal anlatsana.” demiş. Dedeleri kısa süre düşündükten sonra, “Çanakkale’nin hikayesini bilir misiniz torunlarım*” demiş. Çocuklar şaşkınlık ile “Hayır dedeciğim, anlatsana.” demişler. Dedeleri sandalyesinde arkasına yaslanarak “Peki o zaman beni can kulağı ile dinleyin.” demiş ve başlamış anlatmaya.

Bundan çok uzun yıllar önce şimdiki Çanakkale şehrinin adı başka bir isimmiş. Bu şirin kentte, kendi halinde bir karı koca yaşarmış. Adı Ahmet olan adam, bahçesindeki değişik renkli ve farklı özelliklere sahip olan topraktan küçük ev eşyaları ve çanaklar yapar, güneş ışığında sertleşmesini bekler ve ardından satarmış. Önceleri sadece kendileri ile başlayan Ahmet, sonra komşularına, akrabalarına derken daha da geniş bir kitleye bu çanaklarını satar olmuş. Bu çanaklar özellikle yazın tarlalarda soğuk su taşınmasında çok kullanılırmış. Ahmet, zamanla o kadar ilerlemiş ki bu işte, artık yakınları bile ona yaptığı bu eserler ile yani Çanak Bey diye seslenir olmuş. Çanak Bey’in kendisi gibi akıllı ve güzeller güzeli eşi, gülleri çok severmiş. Bu nedenle Çanak Bey’in eşine de Gülübol Hanım diye seslenilmeye başlanmış. Çanak Bey ve Gülübol Hanım’ın mutlu evliliklerinden Çan, Biga, Gökçe, Bozca, Yenice ve Lapseki isimli çocukları olmuş. Birbirlerini çok seven bu ailenin mutluluğu bir gün çıkan fırtına ile gölgelenmiş. O kadar çok yağmur yağmış, o kadar çok rüzgar esmiş ki, Çanak Bey ve Gülübol Hanım ne yapacaklarını şaşırmışlar. Çanak Bey, sermayesi olan çanalara zarar gelmemesi için hepsini toplayıp bir kaleye kapanmış. Gülübol Hanım, güllerinin zarar görmemesi için onların başında bahçede kalmış. Çocuklar ise hepsi bir yerlerde kendi başlarının çaresine bakmış.

Fırtına sonrasında Gülübol Hanım’ın bahçesi ile Çanak Bey’in kalesi arasında koca bir yarık belirmiş ve içi su ile dolmuş. Ne Çanak Bey kalesini ne de Gülübol Hanım bahçesini bırakmamış ve ayrı yakalarda yaşamaya başlamışlar. Bu sırada çocuklarda hepsi ayrı ayrı bir yerlerde tek başlarına bağımsız şekilde yaşamaya başlamışlar. Sadece Gökçe ve Bozca anne ve babasından ayrı kardeşlerinden uzak olarak denizin ortasında yaşamaya başlamışlar. Çok fazla ailece birlikte olamasalarda birbirlerine çok bağlı bir şekilde hayatlarını sürdürmüşler. İşte Çanakkale, ilçeleri ve adalarının hikayesi budur yavrularım.

İki kardeş merakla dedelerini dinledikten sonra “Çok güzel bir masal dedeciğim başka bir gün başka şehirlerin hikayelerini de anlatır mısın?” diyerek dedelerine sarılmışlar.d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);