MUTSUZ FİL
Ormanda koca bir fil varmış. Bu fil çok yalnızmış çünkü hiç çocuğu yokmuş. Ormanda aslanın ve ayının yavruları varken kendi çocuğunun neden olmadığına anlam veremiyormuş ve bu duruma çok üzülüyormuş. Aslanın çocukları ile oynamasına imreniyormuş; Çünkü kendi canı çok sıkılıyor, kendinin de bir çocuğu olsun istiyormuş. Doktor ata giderek sorununu anlatmış;
Fil: – Merhaba doktor. Ben çocukları çok seviyorum ama benim bir çocuğum yok. Bende çocuğum olsun istiyorum diğer tüm hayvanların olduğu gibi.
Doktor at: -Sen hastasın fil kardeş. Senin çocuğunun olmasının imkanı yok. Artık bu duruma daha fazla üzülme, boş yere kendini yıpratıyorsun.
Fil: – Nasıl yıpratmam? Ben çok yalnızım. Bir çocuğum olsa böyle mi olurdu at söyle bana? Onu çok sever, onunla oyunlar oynardım.
Doktor at: – Sıkma canını, bu dünyada tek çocuğu olmayan sen değilsin. Kendine arkadaş edinmeni ve onunla vakit geçirmeni tavsiye ederim. Arkadaş edinmek sana iyi gelecek, seni yalnızlığından kurtaracaktır. Suratını asıp doktor atın yanından ayrılan fil, yol boyunca üzgün yürümüş. Evine geldiğinde, suratını asmış ve oturmuş.
Fili gören zürafa sormuş: -Neyin var fil? Fil cevap vermemiş. Zürafa çok sinirlenmiş ve filin yanından ayrılmış. Fil, günlerce aylarca suratı asık oturmuş. Kimse ile konuşmamış. Orman halkı, file birdenbire ne olduğunu anlayamamış. Sorana cevap vermiyormuş. Birgün rüyasında çocuğu olduğunu ve onunla oyunlar oynadığını gören fil, bu rüyadan uyandığında hıçkıra hıçkıra ağlamış. Sesi tüm ormana dağılmış. Tüm orman halkı başına toplanmış ancak kimseye cevap vermiyor, niye ağladığını söylemiyor, sadece ağlıyormuş. Fil hıçkıra hıçkıra ağlarken, bir şeyin dokunduğunu hissetmiş. Arkasını dönüp baktığında, bu küçücük bir filin hortumuymuş. Yanına sokulan küçük, kimsesiz fil, koca filin gözyaşlarını dindirmeyi başarmış. Sonsuza kadar bu iki fil birlikte oyunlar oynayarak mutlu mesut yaşamışlar.}
Osman adında küçük, çok tatlı, iyi kalpli ama mızıkçı bir çocuk varmış. Osman’a, herkes mızıkçı Osman dermiş. Çünkü Osman, ne zaman bir oyun oynasa, bir mızıkçılık yapar, oyunu bozarmış. Bu nedenle artık kimse onunla oyun oynamak istemez olmuş. Mızıkçı Osman’ın bu huyundan dolayı, arkadaşı kalmamış. Çocuklar top oynarken, ip atlarken, saklambaç, yakalambaç oynarken Osman’ı oyuna almıyorlarmış. Günlerden bir gün Osman yine arkadaşları top oynarken, oyuna katılmak istemiş. Osman’ın yine mızıkçılık yapacağını düşünen arkadaşları hep bir ağızdan:
– Sen oynayamazsın bizimle, çünkü mızıkçısın demiş.
Osman: – Ben mızıkçı değilim ama tamam oynamam. Benim kendi topum var, kendim oynarım. Osman kendi başına top sektirmeye başlamış ancak kendi başına oynamaktan çok sıkılıyormuş. Osman artık dışarı çıkmaz olmuş, çıksa da oynayacak kimsesi yokmuş. Osman da evde kendi vakit geçirmeye çalışıyormuş. Okula gidiyormuş, okulda da arkadaşları onunla oynamak istemiyormuş. Osman bu duruma üzülmeye başlamış. Bir gün öğretmeninin yanına gidip, öğretmenine derdini anlatmış:
– Merhaba öğretmenim. Ben arkadaşlarımı çok seviyorum ancak artık hiçbiri benimle oynamak istemiyor. Ben bu duruma çok üzülüyorum.
Öğretmen: – Peki, arkadaşlarının neden böyle bir şey yaptığını biliyor musun?
Osman: – Biliyorum öğretmenim. Mızıkçı olduğumu, oyun bozduğumu söylediler.
Öğretmen: – Belki arkadaşlarına gidip, özür dilersen ve bir daha yapmayacağını söylersen, seninle tekrar oynarlar.
Osman: – Öğretmenim, sahiden oynarlar mı?
Öğretmen: – Tabi oynarlar Osman. Neden oynamasınlar?
Osman: – Tamam öğretmenim. Beni dinlediğiniz ve yardım ettiğiniz için, çok teşekkür ederim. Hemen gidip, arkadaşlarımdan özür dileyeceğim.
Öğretmen: – Koş Osman koş. Arkadaşlarının gönlünü al. Osman öğretmeninin yanından koşarak uzaklaşır ve arkadaşlarını bulmaya çalışır. Tüm okulu arar ve sonunda arkadaşlarını bulur. Başlar konuşmaya:
– Merhaba arkadaşlar.Ben yaptıklarımdan çok pişmanım. Bir daha mızıkçılık yapmayacağıma söz veriyorum. Bugüne kadar bozduğum oyunlar için hepinizden özür diliyorum. Arkadaşları Osman’ın özrünü kabul etmişler ve hatasını anlayan Osman, o günden sonra hiç mızıkçılık yapmamış.
BUĞLEM HAYVANAT BAHÇESİNDE
Bir evin tek bir kızı varmış. Bu güzeller güzeli kızın adı Buğlem imiş. Buğlem ne isterse alınır, ne derse yapılırmış. Herkes Buğlemi çok sever, onu üzmek istemezmiş. Kumral saçlı, kahverengi gözlü, bu güzel, küçük kız; günlerden birgün annesi ona kitap okurken, hayvanları merak etmiş. Hayvanları görmek istemiş. Bunun üzerine babasıda küçük Buğlemi, hayvanat bahçesine getirmeye karar vermiş. Hayvanat bahçesindeki birçok hayvanın, küçük kızı Buğlemi mutlu edeceğini düşünmüş. Bir haftasonu, kızı Buğleme bir süprizi olduğunu söylemiş. Buğlem süprizi çok merak etmiş ve çok heyecanlanmış. Arabada giderlerken süprizin ne olduğunu düşünüp durmuş. Babasına sormuş
Buğlem: – Koca bir bebek mi yoksa baba?
Baba: – Hayır, tatlı kızım. Süprizler söylenmez.
Buğlem: – Tamam buldum. Beni görmediğim bir parka götürüyorsun, öyle değil mi baba?
Baba: – Hayır kızım, sabret az kaldı.
Buğlem, babasına bir türlü süprizini söyletememiş. Yolda bir türlü bitmiyormuş. Baba: – İşte geldik.
Buğlem: – Burası ne baba?
Baba: – İçeri girince, göreceksin meraklo prenses. Buğlem babasının elinden tutmuş ve yürümeye başlamış. Kapıdan içeri girdiklerinde, geldikleri yerin hayvanat bahçesi olduğunu anlayan Buğlem, koca bir sevinç çığlığı atmış. Kapıdan girdiğinde ilk maymunu gören Buğlem; maymuna doğru yönelmiş. Babası ise muz satıcısından birkaç muz almış. Buğlem: – Bu muzları ne yapacağız baba?
Baba: – Maymuna verecek, onun karnını doyuracak, onu mutlu edeceksin. Buğlem maymuna muz yedirerek onu mutlu etmeyi başarmış. Aslanın yanına gittiğinde biraz korkmuş, kaplandan da öyle ama tavus kuşunun renklerini çok sevimli bulmuş. Lamanın sürekli tükürmesine şasırırken, zebraya hayran kalmış. Zürafanın ise sandığından daha uzun olduğunu görmüş. Akşam olup, eve dönme vakti geldiğinde, Buğlem babasına sımsıkı sarılıp, yanaklarından öpmüş.
Buğlem: – Babacım bu güzel gün için çok teşekkür ederim, çok eğlendim.
Baba: – Seni mutlu edebildiysem ne mutlu bana, dilersen bir başka gün bir daha geliriz.
Buğlem bir daha geleceği günün hayalini kurarak, babası ile birlikte evin yolunu tutmuş…
Elif GÜNEŞ
Orman Dilekçisi
Orman dilekçisi bir gün ormanın derinliklerinde ilerleyip yardıma ihtiyacı olan ağaç ya da hayvan var mı diye bakınırken, bir ses duymuş. “Neden, neden bende diğer ağaçlar gibi değilim. Sopa gibi yapraklarım var, soluk renkli ve kokusuz. İnsanlar bile gelip altımda oturmuyor, sevmiyorlar beni…” Bu ses geniş yapraklı ağaçların yanında tek başına duran ufak sopa gibi yapraklı ağaçtan geliyormuş. Hem boyu kısa olan hem de yaprakları minik olan bu ağaca orman dilekçisi yardım etmeye karar vermiş. Yanına yaklaşarak:
“Neden ağlıyorsun küçük ağaç?” demiş. Ağaç;
“Yapraklarım çok çirkin, kokum çok çirkin, ben çok çirkinim, kimse benim farkımda bile değil.”
“Peki sen nasıl olmak isterdin?”
“Pırıl pırıl yapraklarım olsun, gece gündüz hep ışık yayayım, herkes beni fark etsin ve çok sevsin.”
“Peki o zaman minik ağaç. Senin dallarını pırıl pırıl kristallerden oluşturacağım. Bir yıl bunları kullanacaksın.” demiş dilekçi ve sihirli değneği ile mini ağaca dokunmuş.
Minik ağaç anında pırıl pırıl kristal yapraklarına kavuşmuş. Çok sevinmiş. Herkes ona bakıyor, ormandaki tüm kuşlar dallarına yuva yapmak için yarışıyor, kelebekler etrafında uçuşuyor, diğer ağaçlar kıskançlık ile bakıyormuş. Minik ağacın mutlu günleri, kış mevsimine kadar sürmüş. Kışın şiddetli rüzgarda dalları birbirine değerek kırılmış ve tüm kış dalsız olarak minik ağaç üşümüş.
Aradan 1 yıl geçtiği için orman dilekçisi minik ağacı ziyarete gelmiş ve gördüğüne çok şaşırmış. Ağaç; “Biraz daha az parlasın ama dayanıklı olsun yapraklarım.” demiş. Dilekçi bu sefer ağacın yapraklarını gümüşten yapmış. Rüzgara karşı dayanıklı olan bu dallar ne yazık ki hırsızların hedefi haline gelmiş. Her gelen hırsız ya da meraklı kişi ağacın dallarından birer birer alarak ağacın yine yapraksız kalmasına neden olmuş. Ertesi yıl gelen orman dilekçisine ağaç; “Çok gösterişli olmasın ama bari güzel koksun yapraklarım.” demiş. Dilekçi bu defa normal ama çok güzel kokulu yapraklar vermiş minik ağaca. O kadar güzel kokuluymuş ki bu yapraklar, ormanın taa öteki uçlarına kadar ilerleyip keçi, koyun, inek ne varsa hepsini kendine çekmiş ve minik ağaç yine bir kışı üşüyerek geçirmiş.
Orman dilekçisi, bu yıl geldiğinde minik ağaç, “Bana eski yapraklarımı ver lütfen. Güzel olmasın ama benim yapraklarım olsun ve kışı yapraklı geçireyim.” Orman dilekçisi minik ağaca eski yapraklarını geri vermiş. Minik ağaç o kışı çok mutlu bir şekilde yaprakları ile birlikte geçirmiş. Ve bir daha da hiç halinden şikayetçi olmamış.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Tilkinin İntikamı
Karanlık ormanın derinliklerinde ihtişamlı ve büyükçe bir ağaç varmış. Bu ağaç iki farklı hayvan türüne ev sahipliği yapıyormuş. Ağacın dalları arasında şen sesleri ile büyüleyen bülbüller yerleşmişken kovuğunda kurnazlıkları ile bilinen tilkiler yaşarmış. Anne bülbül ve yavruları, yuvalarından çıkmak için anne tilkinin kovuktan uzaklaşmasını beklermiş. Anne tilki gidince yavru bülbüller minik tilkilerin yanına gidip anneleri gelene kadar oyun oynarlarmış. Anne bülbül her geldiğinde yavrularını aşağıda tilkiler ile bulmaktan hiç memnun değildi. Yavrularını her seferinde uyarıp tilkilerden arkadaş olmaz derdi. Ama minik bülbüller her seferinde yine tilkilerin yanına gidermiş.
Bir gün yine tilkiler ile bülbüller oyun oynarken ağaçlarına kurt gelmiş. Bülbül yavruları kurtu görünce hemen havalanıp yuvalarına kaçmış. Tilki yavruları kanatları olmadığı için kurttan kaçamamış ve kurda yemek olmuşlar. Anne tilki geldiğinde yavrularının başına gelenlerden bülbülleri sorumlu tutmuş. Yavrularının öcünü almak için kendi kendine bir plan yapmış.
Kendini yaralı gibi gösterip yakınına bir avcı gelmesini sağlamış, ardından hızla ağaca doğru ilerlemiş ve ağaç kovuğuna saklanmış. Tam da tahmin ettiği gibi avcı onu bulamayınca yukarıdaki bülbülleri görmüş ve ağını onlar için kurmuş. Bülbüller görmeden ağa takılmış ve yakalanmışlar. Anne bülbül yavrularını kurtarmak için “Ölü taklidi yapın, avcı sizi mutlaka atacaktır öldünüz diye. O zaman hızla uçup uzaklaşın ben sizi bulacağım.” demiş. Yavrular annelerinden ayrılmak istemese de mecburen dediğini yapmış. Avcı elinden kaçan bülbüllere çok kızmış ve annelerini alarak kentin yolunu tutmuş. Kentte bülbüle çok güzel bakmış. Zaten güzel olan sesini herkes duymuş. Bülbül yavrularından uzak kalmanın acısı ile sürekli şarkı söyler gibi şakımış. Bu yanık ses, ülkenin kralının da kulağına gitmiş ve bülbülü yanına almış. Sesine hayran olduğu bülbüle saraydaki en mükemmel besinleri vermiş kral. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar bülbül mutlu olmamış. Mutsuzluğun nedeni sorulduğunda yavrularını belli eden hareketler yapan bülbüle kral dayanamamış ve serbest bırakmış.
Serbest kalan bülbül hızla ormanın yolunu tutmuş. Gece gündüz demeden yol almış ve en sonunda eski yuvalarının yerini bulmuş. Yukarı çıktığında bıraktığı yerde yavrularını büyümüş olara bulan bülbül çok mutlu olmuş ve bir daha hiç ayrılmamışlar.} else {
Meraklı Ayı Yavrusu
Canı sıkılan ayı yavrusu, çevreye bir göz gezdirmiş. Her zamanki gibi ağaçlar dallarını hafif sarkıtmış ona bakıyor, çiçekler kendi hallerinde salınıyor, kelebekler neşe ile uçuyor ve kuşlar aralarında cıvıldaşıyormuş. Bu kadar neşe içinde bir de kendine bakmış ayı yavrusu, etrafında ne kendisi gibi bir arkadaşı ne de kendine denk bir yoldaşı yokmuş. Haline üzülüp ormanın derinliklerine dalmış. Dalgın dalgın yürürken birden karşına bir insan çıkmış. Ama bu insan iki yuvarlak nesnenin üzerinde hareket ederek ilerliyor ve çok mutlu görünüyormuş. Ayıcık, insana yaklaşarak “Hey, nasılsın, mutlu musun?” diye sormuş. Ormanın ortasında konuşan bir ayı gören insan ilk önce korksa da sonradan alışmış ve “İyiyim, bisiklete biniyorum ve bundan çok mutluyum.” demiş.
Ayı yavrusu ilk defa gördüğü bu aletin adını öğrenmişti ancak hakkında daha fazla bilgi edinmek istiyordu. Çocuğa yaklaşarak “Ben ilk defa bisiklet görüyorum. Çok eğleniyor musun üzerinde?” demiş.
Çocuk;
“Elbette, bisiklet sayesinde kendimi çok özgür hissediyorum ve istediğim her yere gidebiliyorum.”
“Peki bende binebilir miyim bir kere?”
” Tabi ama kendine uygun bir bisiklet bulmalısın, sen buna göre çok büyüksün.”
Hep daha küçük olduğu söylenirken ilk defa büyük olduğunu söylenmesi ayıya garip gelmiş. garip gelen bir başka durum ise kendine göre bisiklet bulması gerektiğiymiş. “İyi de o kadar büyük bir bisiklet yok ki etrafımızda, hatta hiç bisiklet yok. ” demiş ayıcık. Çocuk bisikletinden inmeden “O zaman sende kendi çabanla bir bisiklet yap.” demiş. Küçük ayı bu sözü mantıklı bulmuş ve bisiklet yapmak için kendi evlerinin yakına koşmaya başlamış. Bu sırada aklına başka bir soru takılmış ve aksi yönde giden çocuğa yetişerek, “Hey, hey beni bekle. Sana bir şey soracağım.” demiş.
Çocuk arkasından gelen ayıyı görünce yavaşlamış ve
“Sen çok meraklı bir ayıcıksın söyle bakalım ne oldu?”
“Nasıl iki tekerleğin üzerinde ilerleyebiliyorsun?”
“Bu alışkanlık meselesi. İlk başta 4 tekerlek ile başlanır sonra 3 ve en son 2 tekerlek ile bisiklete binilir.”
“Peki bu bisikletler nehirde de sürülür mü?”
“Hayır.”
“Havada ilerler mi?”
“Hayır.”
“E, o zaman ne işe yarar ki?”
“Kaçmaya.”
Ayıcık şaşkınlık içinde sormuş;
“Kaçmaya mı?”
“Evet”
“Nasıl peki?”
Çocuk bisikletinin pedallarını hızlı hızlı çevirerek “İşte böyle.” diyip gözden kaybolmuş.Ayıcık kısa sürede olsa sıkıntısından kurtulmuş ve mutlu olmuştu. En kısa zamanda kendisi de bir bisiklet yapıp mutlu olmak istiyordu.
Güvercin, Sincap, Kaplumbağa ve Karacanın Dostluğu
Bundan yıllarca önce, insanlardan çok uzaklarda, sadece hayvanlar için bir ülke varmış. Bu ülkede bulunan 4 adet hayvan türü her gün türlü şarkılar söyleyerek günlerini geçirirlermiş. karaca bir gün çayırda hava alırken, insanların en sadık dostları olan bir hayvan cinsine yani köpeğe rastlamış. Bu bir avcı köpeğiymiş ve çok geçmeden de arkasından sahibi olan avcı gelmiş. karaca kendilerinden başkasını görünce çok korkmuş. Korkmakta da haklıymış, çünkü avcı onu yakalamak için kovalamaya başlamış.
Bu sırada mutlu hayvan evinde akşam yemeği yenilecekmiş. Sofrayı hazırlamak ile meşgul olan sincap arkadaşlarına dönerek;
_” Arkadaşlar, her gün dört iken bugün neden üçüz. Acaba karaca arkadaşımız bizden sıkıldı mı artık?” diye sormuş.
Bunun üzerine yemek masasına doğru yaklaşan kaplumbağa;
_”Sıkılmaz.” demiş, “Karacanın başı dertte olabilir, yoksa mutlaka yemeğe gelirdi. Güvercin, senin kanatların var, havalanıp bir baksana yukarıdan karacaya.”
Bu sözler üzerine güvercin, kaplumbağaya hak vermiş ve havalanıp karacaya bakmaya gitmiş. Çayırda karacayı göremeyen güvercin, ormana da bakmış. Ormanın en kuytu köşesinde bir yerde Karacayı görmüş. Karaca bir avcının kurduğu tuzağa düşmüş, halsiz bir şekilde uzanmış… Güvercin kanatlarını tüm gücü ile çırparak arkadaşlarının yanına gitmiş ve durumu anlatmış. Karacayı kurtarmak için neler yapabileceklerini araştırmışlar ve en sonunda güvercin ile sincap gidip karacayı kurtarmaya karar vermiş. Bu sırada her ihtimale karşı evde birini bırakmak gerektiği için kaplumbağayı evde bırakmışlar. Evde kalan kaplumbağa karacayı çok merak etmiş ve o da yardım için yola çıkmış.
Bir süre sonra güvercin ile sincap karacanın yanına ulaşmış ve onu kurtarmak için işe koyulmuşlar. Sincap ağı kemirirken, güvercin daha hızlı olması için ağı gagası ile havalandırmış. Kısa sürede karacayı oradan kurtamışlar ve evin yolunu tutmuşlar. Ancak bu sırada ağda karacayı göremeyen avcı, meraklanan kaplumbağayı yolda görmüş ve;
_”Bugünlük kaplumbağa ile yemeğimizi yapalım, yarına karacayı buluruz.” diyerek çantasına koymuş. Olanları uzaktan seyreden diğer hayvanlar arkadaşlarını kurtaramak için plan yapmışlar.
Karaca birden kendini avcının önüne atmış. Avcı aniden karşısında karacayı görünce koşmaya başlamış. Var gücü ile koşan avcı bir süre sonra yorulmuş ve sırtından çantasını atmış. Avcının hemen arkasında olan sincap çantayı açarak kaplumbağayı kurtarmış. Birazdan tüm hayvanlar, evlerinde güven içinde geç de olsa akşam yemeği yemek için toplamışlar. Arkadaşlık bağları sayesinde bir günü daha tehkesiz ve beraber geçirmenin mutluluğunu yaşamışlar.}
Aslan Kral
Ormanların kralı aslan, tüm hayvanları korkutup, tüm işlerini ona yaptırıyormuş. Avını hayvanlara avlattırıp, önüne kadar getirtiyormuş. Diğer hayvanlar açken, o tok uyuyormuş. Kendinden habersiz kuş uçurtuyormuş. Oysa aslanın yaşlı babası ihtiyar aslan, hiç öyle değilmiş. Kendisi çok yaşlandığı ve çok hastaladığından ormanın düzenini sağlaması için tahtını oğlu genç aslana bırakmış. Oğlu düzeni sağlayacağına, işleyen düzeni iyice bozmuş. Hayvanların hepsi bu durumdan şikayetçi oldukları halde, hiçbiri ihtiyar aslana oğlundan olan şikayetlerini söyleyememişler. Hayvanlar günün birinde toplanmış ve aslanı kimin şikayet edeceği konusunda tartışmaya başlamış. Küçük sincap atlamış: – Kaplan aslanın avını sen avlarsın. Sende güçlü bir hayvansın, onu sen şikayet et. Sana hiçbirşey yapamaz, sen olmazsan aç kalır. Kaplan öfkelenmiş: – Güçlüyüm elbet fakat o ormanların kralı, ona kafa tutamam. Bundan korkarım. Zürafa söz almış: – Aslanın korumasını ayı yapar. Ayı istifa ederse aslan korkar hepimizden. Ayı çok kızar: – Ben istifa edersem o beni avlar. Ben daha çok gencim. Fare bıkkınlıkla: – Tamam, tamam. Görünürde hepiniz çok güçlüsünüz ancak hiçbirinizin benim kadar yüreği yok, ben gider şikayet ederim. Fare şarkılar söyleye söyleye gitmiş ihtiyar aslana. Önünde saygıyla eğilmiş ve başlamış konuşmaya: – Bilirsin ihtiyar aslan, tüm hayvanlar seni çok sever ancak oğlun için aynısını söyleyemeyeceğim. O bize eziyet eder, kralım diyerek tüm işini bize gördürür. Derdimize çare bul. Aslan kükrer, oğlu genç aslan koşarak gelir. Tüm hayvanlar aleminin ondan şikayetçi olduğunu, bu nedenle tahtı ondan geri aldığını söyler. Bu olay genç aslana iyi bir ders olur ve o günden sonra herkese sevgi ile yaklaşır. Hayvanlarda sonsuza denk mutlu mesut yaşarlar.
HAYLAZ ÖMER
Ders çalışmayı, kitap okumayı sevmeyen haylaz bir Ömer varmış. Ömer arkadaşları ile top oynamayı, kedisi Ponçik ile oynamayı çok seviyormuş. Ancak akşam olup eve geldiğinde öğretmeninin verdiği ödevleri yapmayı canı istemiyormuş. Haylaz Ömer, sınıfın en tembeliymiş. Üçüncü sınıfa geçmesine rağmen doğru dürüst okuma bile bilmiyormuş. O bütün gününü arkadaşları ve kedisi Ponçik ile oynayarak geçirmek istiyormuş. Birgün Ömer yine ödevini yapmamış. Bu duruma çok kızan öğretmeni Ömeri azarlamış. Öğretmen: – Yeter artık bu sorumsuzluğun! Zeki bir öğrencisin fakat çalışmıyorsun. Yarın anneni okula çağır onunla görüşeceğim. Bunun üzerine arkadaşları Ömer ile ” tembel teneke, tembel teneke” diye alay etmişler. Ağlaya ağlaya evin yolunu tutan Ömer, artık tek dostu olan Ponçiğe sarılmış. Ömer: – Tembel olduğum için kimse beni sevmiyor. Sende benimle alay edip beni yalnız bırakma olur mu Ponçik? Ponçik mırlamış, Ömer Ponçiği sevmiş. Ponçik mırladıkça Ömer onu sevmiş. Akşam olup yemek masasına oturulduğunda, Ömer söylediği tüm yalanları bir bir anlatmış. Bu yalanlar yüzünden çok mutsuz ve pişman olduğunu, öğretmeninin azarını, herşeyi anlatmış. Annesi Ömerin gösterdiği bu cesaret ile gurur duymuş. Anne: – Ömerim korkma. Ben yarın öğretmeninle konuşurum, sonra da iyice ders çalışırız. Sen yeter ki iste. Ertesi gün, annesi ile birlikte okula giden Ömer; öğretmeninden özür dileyip, tembellik etmeyeceğine dair söz vermiş. Sözünde durmuş, inanmış, çok çalışmış ve sınıfın en çalışkanı olmayı başarmıştır. Unutmayın çocuklar; İNANMAK BAŞARMANIN YARISIDIR
Prenses Lila ile Terzi Masalı
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallarken kaf dağının ardında güzelliğiyle nam salmış bir prenses varmış. Prenses Lilayı babası Atom çok severmiş. Onu hiç kimseyle paylaşmak istemezmiş. Bu nedenle onun şato bahçesinden dışarı çıkmasına izin vermezmiş. Babası onu çok sevdiğinden böyle yaptığını söylerken, prenses çok üzülürmüş. Günlerden bir gün babası prensesi ziyaret ettiğinde; Prenses: – Ben dışarı çıkmak istiyorum. Büyüdüm ben baba ama hiçbir yer görmedim. Tek hayatım bu şato. Ne bir dostum var, ne de arkadaşım. Kral – Güzeller güzeli kızım. Sen bu diyarın en güzelisin. Ben seni çok sevdiğimden kimselere göstermek istemiyorum. Prenses – Böyle sevgi olmaz baba. Ben çok mutsuzum. Kral bu sözün üstüne söz söyleyememiş. Dayanamayıp kızının dışarı çıkmasına izin vermiş. Ancak tek şartı varmış, yardımcılarından biri ile gidecekmiş. Prenses buna rağmen çok sevinmiş, babasının boynuna atlayarak, onu öpücüklere boğmuş. Ve yardımcısı ile birlikte dışarı çıkmış. Çok mutluymuş. Birkaç elbise diktirmek için bir terziye girmiş. Terzi çok kibar bir delikanlıymış, yakışıklıymış da. Genç kız görür görmez bu delikanlıya aşık olmuş. Hergün gelip gitmeye başlamış. Birgün delikanlı prenses için gelinlik dikmiş, bir kutuya koymuş ve eve gidince bu kutuyu açmasını söylemiş. Prenses gelinliği gördüğünde çok mutlu olmuş. Koşmuş babasına olan biteni anlatmış, gelinliği göstermiş. Prensesin tahmininin aksine babası çok kızmış, gelinliği paramparça etmiş. Prensesden haber çıkmayınca delikanlı, şatoya gitmiş, kralı görmek istemiş. Kral onu ne kadar kovsada şatonun kapısından gitmemiş. Kızının aşkından solduğunu gören baba dayanamayıp, gelinlik diktirmiş kızına hediye etmiş ve evlenmelerine izin vermiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Ayrıca kralın sandığı gibi de olmamış. Kız terziyide kralıda sevebilmiş ve sonsuza denk mutlu mesut yaşamışlar.} else {