Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler ise berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Bir kuş çıktı karşıma dedi ki gel benim yanıma. Dedim ki nereye gidiyorsun sen dedi ki masal anlatmaya… Masalı çok severim ben, dinler dinler uyurum ben. Tam ‘Beni de götür’ diyecektim ki kuş aldı beni kanadına, uçurdu periler diyarına… Periler diyarı ki bütün periler masallar anlatır sana… İşte o masallardan birini anlatacağım ben de sana…
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok uzak diyarların birinde, büyük bir orman varmış. Bu orman türlü türlü çiçeklerin, kocaman ve yemyeşil ağaçların, birbirinden güzel hayvanların barındığı güzeller güzeli kocaman bir ormanmış. Bu orman herkesin gezdiği, dolaştığı, dinlendiği, temiz hava aldığı ve huzur bulduğu bir alanmış.
Günlerden bir gün ormanın içerisinde sahipsiz bir petek bal bulunmuş. Ormanın içerisinde kimsenin sahip olmadığı bu bal peteği kiminmiş?
Yaban arıları toplanmış bal peteğinin yanına. “Bu balı biz yaptık,” demişler. Ancak o sırada peteğin etrafına toplanan bal arıları duruma karşı çıkmış. “Olur mu öyle şey? O bal peteği bizim!” Yaban arıları ‘biz yaptık’ demiş, bal arıları ‘hayır, biz yaptık’ diye itiraz etmiş. Arıların arasında çıkmış mı büyük bir tartışma!
Ormanın içerisinde yaşayan büyük bir bilgiç kirpi varmış. Ormanda çıkan tartışmalarda bu bilgiç kirpi girermiş araya, tarafları barıştırırmış. Kirpi iki tarafı da dinlemiş:
Kirpi: ‘Arı kardeşler, kavgayla çözemezsiniz siz bu işi. Ben sizin konularınızda bilgi sahibi değilim, siz en iyisi eşek arısına gidin’ demiş.
Eşek arısı arılar içerisinde en bilgili, en adil ve herkesin saygı ile sözünü dinlediği bir arıymış. Aynı zamanda adil bir yargıç gibi arılar arasında çıkan bütün tartışma ve problemlerde karar veren kişi imiş. Bal arıları ile yaban arıları ‘o petek bizim’ ‘hayır o petek bizim’ diye diye eşek arısının evine doğru yol almışlar.
Eşek arısı öbek öbek uçan ve evine doğru gelen arıları görünce bir sorun olduğunu anlamış. Hemen evden dışarı çıkmış. O sırada arılar da eşek arısının yanına gelmiş zaten. Eşek arısı kalabalık olduklarını görünce hemen sormuş:
Eşek Arısı: ‘Hayrola arı kardeşler, sorun nedir?
Önce bal arıları sonra da yaban arıları sorunu sırayla anlatmışlar. Eşek arısı doğru bir karar verebilmek için ormandan tanıkları da çağırmış. Onlar da gördükleri kadar anlatmış.
Eşek arısı tanıklarını da dinledikten sonra oturmuş, uzun süre düşünmüş. Bu peteği hangi arıların yaptığını nasıl anlayacakmış?
Eşek arısı düşünmüş, taşınmış, doğru bir karar verebilmek için çok çabalamış. Sonunda aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Hemen tüm arıları etrafına toplamış:
Eşek Arısı: ‘Arı kardeşler, bu işi çözmenin tek bir yolu var. Bence test yapalım ve her iki taraf kendi balını, peteğini yapsın. Bakalım bu peteğe en yakın peteği ve balı kim yapacak’ demiş.
Eşek arısının sözleri bittiği gibi yaban arıları paniklemişler. Çünkü yaban arıları petek yapamazmış. Bu çözüme hemen karşı çıkmışlar. Bu isyan üzerine gerçek anlaşılmış ve petek bal arılarına verilmiş.
Sevgili çocuklar; siz siz olun asla yalan söylemeyin! Yalancının mumu yatsıya kadar yanar diye bir laf vardır, bunu da bilin. Yalanınız er geç ortaya çıkar, siz de yalan söylediğiniz için çok ama çok üzülürsünüz.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de dürüst çocukların olmuş.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ben diyeyim yıllar sen de asırlar önce, büyük mü büyük güzel mi güzel bir orman varmış. Bu ormanın içerisinde türlü türlü yemişler, rengârenk çiçekler, birbirinden büyük ağaçlar varmış. Ormanın yakınındaki köyden gelen köylüler ağaçların bakımları yapar, ağaçlara su verir, kuruyan dalları temizler ve en sonunda ağaçlar yemiş vermeye başlayınca da yemişleri toplarlarmış. Köylüler o kadar severek o kadar itina ile bakıyorlarmış ki bu ağaçlara; ağaçlar da yemişlerin en güzelini ve en sulusunu bu köylüler için hazırlıyormuş.
Günlerden bir gün köylülerin çocukları oyun oynarken köyün sınırları dışarısına çıkmış. Çocuklar oynadıkları oyuna kendilerini o kadar çok kaptırmış ki; köyden uzaklaştıklarını ve ormanın içine girdiklerini anlamamışlar bile. Ancak ormanın içinde renkli ve büyük ağaçları gördüklerinde köyden uzaklaştıklarını ve ormana vardıklarını anlamışlar. İçlerinden biri;
-‘ Arkadaşlar bakar mısınız? Bu ağaçlarda ne kadar güzel meyveler var böyle. Hepsi de ne kadar lezzetli gözüküyorlar di mi?’
Çocuklar arkadaşlarının bu lafı üzerine meyveleri incelemeye başlamış. Aman da aman tüm meyveler ne kadar da güzel ne kadar da sulu sulu gözüküyorlarmış! İçlerinden biri dayanamamış;
-‘ E o zaman neden bekliyoruz, hadi koparıp yiyelim’ demiş.
Diğer arkadaşları birbirine bakmışlar. Bunun doğru olup olmadığını bilememişler. Ama köyden uzaklaştıkları ve karınlarının acıkmaya başladığı da bir gerçekmiş.
-‘Ne olacak sanki arkadaşlar, baksanız ya burada o kadar çok meyve var ki bizim kopardıklarımız fark edilmez bile’ demiş.
Çocukların hepsi karınları çok acıktığı için arkadaşının bu tavsiyesine ‘peki’ demiş ve başlamışlar bu güzel meyvelerden koparmaya. Meyveleri toplamaya başlayan çocuklar keşke meyveleri düzgün toplasalar… Çocuklar açlıktan hiç düşünmeden, ağaçların dallarını kırarak toplamışlar bütün meyveleri. Ağaçlar çocukların bu tutumları karşısında çok üzülmüş çünkü hepsinin dalları kırılmış ve canları yanmış. Çocuklar ağaçlara verdikleri zararın farkında olmadan bir güzel karınlarını doyurmuşlar ve oyunlarına devam etmişler.
Ertesi gün aynı grup yine gelmiş ormana. Dün yedikleri meyvelerin lezzeti hepsinin damaklarında kalmış. Ağaçlara yaklaşan çocuklar başlamışlar dalları kıra kıra meyveleri koparmaya. Ağaçlar yine üzülmüş, yine canları yanmaya başlamış. Ama çocuklar bu durumu bir türlü anlayamamış.
Tam da bu sırada dallara zarar vererek toplayan çocukları gören yaşlı bir adam hemen bağırmış;
-‘ Heyyy çocuklar! Siz ne yapıyorsunuz orada? Böyle meyve toplanır mı Allah aşkına!’ demiş.
Çocuklar yaşlı adamın sözleri üzerine ağaçlardan meyve koparmayı bırakmışlar. Ama nerede yanlış yaptıklarını anlayamamışlar. Sonuçta bu ağaçlardan köylüler de meyve koparmıyor mu diye düşünen çocuklar yaşlı adamın neden kızdığını anlayamamışlar. Ancak bu sırada çocukların yanına yaklaşan yaşlı adam onlara neyi yanlış yaptıklarını anlatmaya başlamış;
-‘Çocuklar, bu orman ve bu ormandaki ağaçlar köylülerin. Dolayısı ile bu meyvelerden istediğiniz kadar koparıp yiyebilirsiniz. Ancak siz meyveleri toplarken ağaçlara zarar veriyorsunuz. Bakın ağaçların dallarına… Hepsini kırmışsınız. Dalları kırılan ağaçlar bir daha meyve vermez ki! Siz böyle yaparsanız ne siz ne de biz bir daha bu ağaçlardan meyve yiyebiliriz. Bu ağaçları koruyun çocuklar tamam mı?’
Çocuklar yaşlı amcanın bu lafları üzerine çok utanmış. Meyve toplamak isterken ağaçlara ne kadar zarar verdiklerinin farkında değillermiş ancak yaşlı amca anlattığında ağaçlara ne kadar zarar verdiklerini anlamışlar. Çocuklar bunun üzerine ağaçlardan özür dilemişler ve yaşlı adama teşekkür etmişler. Bir daha da asla ağaçlara zarar vermemişler.
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ben diyeyim yıllar sen de asırlar önce… Develer tellal iken, pireler ise berber iken… Pireden berber olur mu demeyin, olur mu olur, gelin bakın siz güzel bir arkadaşlık masalının nasıl olduğunu dinleyin…
Çok ama çok uzun zaman önce, uzak mı uzak diyarların birinde herkesin mutlu olarak yaşadığı küçük bir kasaba varmış. Bu kasabaya haftanın üç günü lezzetli mi lezzetli dondurmaları olan Dondurmacı Yaşar Amca gelirmiş. Kasabada dondurma satan başka hiçbir yer olmadığı için kasabadaki tüm çocuklar dondurmacı Yaşar Amca’nın gelmesini sabırsızlıkla beklermiş.
Yaşar amca dondurmalarını büyük bir motorun arka tarafına yerleştirdiği özel bir soğutuculu dolap ile getirirmiş. Bu dolapta her çeşit dondurma varmış. Aklınıza gelebilecek her türlü meyve ve her renk dondurma… Çocuklar Yaşar Amca’nın dondurmalarının her çeşidini çok ama çok seviyorlarmış.
Siz bir de Yaşar Amca’nın dondurma sattığı motorunu görseniz! Yaşar Amca özenle süslediği bu motoruna rengârenk balonlar bağlamış, süsler yaptırmış. Dondurmacının motosikleti tam bir festival havasındaymış. Kendisinden önce motosikletinden çalan güzel müzikler duyulur, dondurmacının gelmesini bekleyen çocuklar büyük bir sevinç ile kasabanın meydanında toplanırmış.
Günlerden bir gün dondurmacı Yaşar Amca yine kasabanın girişindeki yolda motosikleti ile gözükmüş. Motosikletten gelen müziği duyan çocuklar büyük bir sevinç ile kasabanın meydanında toplanmış. Yaşar Amca kasabanın meydanına vardığında çocukların büyük bir heyecan ve neşe ile kendisini beklediğini görmüş:
Dondurmacı Yaşar Amca: ‘Hey çocuklar dondurmacı amcanız geldi! Haydi, bakalım herkes sıraya girsin ve hangi dondurmadan yiyeceğini belirlesin.’
Çocuklar büyük bir neşe ile sıraya girmişler. Bütün hafta boyunca topladıkları harçlarından bir miktar ellerine alıp sıranın kendilerine gelmesini beklemeye başlamışlar. Ancak o sırada dondurmayı çok seven çocuklardan birisi olan Ali’nin sıraya girmediğini fark etmişler. Arkadaşları bir köşede duvara yaslanmış duran Ali’ye seslenerek:
Arkadaşlar: ‘Ali, neden sıraya girmiyorsun? Bak dondurma bitecek, gel hadi!’ demişler.
Ali sessizce bir kenarda durmaya devam ediyormuş. Arkadaşları Ali’nin bir şeye üzgün olduğunu anlamışlar. Sıradan çıkıp Ali’nin yanına gitmişler. Ali’nin arkadaşlarından birisi olan Ömer sormuş:
Ömer: ‘Canım arkadaşım neyin var senin? Neden burada tek başına duruyorsun? Hadi gel dondurma alalım’ demiş.
Ali Ömer’e bakarak:
Ali: ‘Benim param yok arkadaşım. O yüzden bugün dondurma alamayacağım’ demiş.
Ömer ve diğer çocuklar Ali’nin neden sıraya girmediğini şimdi çok iyi anlamış. Ali’nin durumuna üzülen çocuklar hemen kendi aralarında toplanarak harçlarından bir kısmını da Ali için toplamışlar. Ömer arkadaşlarının verdiği paralar ile Ali’nin yanına gelmiş tekrardan:
Ömer: ‘Canım arkadaşım, sen de bizimle dondurma alabilirsin. Bugünlük dondurmanı biz ısmarlayalım. Gel hadi’ demiş.
Ali, arkadaşlarının yaptığı bu davranış karşısında çok mutlu olmuş. Arkadaşlarının hepsine tek tek teşekkür etmiş. Ali ve arkadaşları büyük bir sevinç ile dondurmacı Yaşar Amca’nın motosikletinin yanına gelmişler.
Dondurmacı Yaşar Amca en başından beri çocukların kendi aralarında geçen bu diyalogu kenardan da olsa gözlemlemiş. Arkadaşlarının Ali’ye yaptıkları bu davranışı çok beğenen dondurmacı amca yanına gelen çocuklara gülümseyerek:
Dondurmacı Amca: ‘Siz az önce arkadaşınızın bir kenarda kalmasına müsaade etmeyerek ve sıradan çıkıp onun yanına giderek çok güzel bir şey yaptınız çocuklar. Arkadaşlık nasıl olur herkese gösterdiniz. Bu seferlik hepinize dondurmalar benden olsun, afiyet olsun’ demiş.
Gökten üç elma düşmüş; üçü de arkadaşlarının zor zamanında yanında olanların olmuş.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Dereden geldim, tepeden geldim, koştum koştum ama bir arpa boyu yol gittim. Oturdum bir ağaç altına, daldı gözlerim uykuya. Uykumda bir peri, hem de güzeller güzeli. Oturdu yanıma, başladı anlatmaya… Ne mi anlattı? O da masalımızda…
Bir varmış bir yokmuş… Eski zamanların birinde, küçük bir köyde yaşayan zeki mi zeki, çalışkan mı çalışkan bir çocuk varmış. Bu çocuğun adı da Ömer’miş. Ömer hem çok çalışkan hem de çok meraklıymış. Aklına takılan her şeyi öğretmenlerine sorar, araştırır durur ama sonunda muhakkak bulurmuş.
Ömer’in küçük yaşından itibaren kuşlara karşı özel gör ilgisi varmış. Ne zaman boş kalsa kendisini bahçeye atar, kuşların nasıl uçtuğunu izler dururmuş. Hatta çoğu zaman gözlem yapmak için köyün bile dışına çıkar, kendisine bir tepe bulup onun üzerine çıkarak kuşları daha yakından izlermiş. Ömer’in annesi ve babası çocuklarının kuşlara karşı neden bu kadar ilgili olduğu merak eder dururmuş. Ömer ise her seferinde kuşların nasıl uçabildiğini bir gün keşfedeceğini söyleyerek anne ve babasını şaşırtmış.
Ömer’in kuşlarla bu kadar yakından ilgilenmesinin tek bir nedeni varmış aslında… Ömer de tıpkı kuşlar gibi gökyüzünde süzüle süzüle uçmak istiyormuş. Dünyanın dört bir yanını dolaşmak ve dünyayı yukarıdan izlemek en büyük hayaliymiş. Bu hayalinden kimselere bahsetmeyen Ömer, kuşları izlerken bir gün kendisinin de uçacağı günleri hayal edip duruyormuş. Günler geçmiş, Ömer büyümüş ama hayalleri hiç değişmemiş.
Günlerden bir gün Ömer’in öğretmeninin erkek kardeşi olan Selim Bey Ömer’lerin okuluna gelmiş. Herkes Selim Bey’in pilot olduğu konuşurken normalde arkadaşlarının sohbetlerine pek dahil olmayan Ömer hemen yerinden sıçrayarak:
Ömer: ‘Selim Bey pilot muymuş?’
Arkadaşları: ‘Evet, hem de uzun zamandır pilotluk yapıyormuş’ demiş.
Ömer heyecanla sınıftan çıkmış ve hemen Selim Bey’i bulmak için öğretmenler odasına gitmiş. Selim Bey, ablası ve diğer öğretmenler ile birlikte oturuyor, sohbet ediyormuş. Öğretmeni Ömer’in geldiğini görünce ona dönmüş:
Öğretmen: ‘Ömer, gel bakalım, bir şey mi diyeceksin?’
Ömer: ‘Sohbetinizi böldüğüm için özür dilerim ama ben Selim Bey ile konuşmak istiyorum’ demiş.
Selim Bey kendisine meraklı gözlerle bakan çocuğa dönerek:
Selim Bey: ‘Sevgili Ömer, ne konuşacaksın bakalım benimle?’
Ömer heyecanla girmiş söze:
Ömer: ‘Şey, ben sizin pilot olduğunuzu duydum. Ben de küçüklüğümden beri uçmak isteyen, kuşlara bakıp uçma hayalleri kuran biriyim. Sizinle tanışmak istiyorum’ demiş.
Selim Bey Ömer’e yanındaki koltuğa oturması için kafasıyla işaret vermiş. Ömer ve Selim Bey neredeyse üç saate yakın sohbet etmişler. Ömer aklındaki tüm soruları sormuş, Selim Bey de cevaplamış.
Ömer artık hayali için ne yapması gerektiğini çok iyi biliyormuş. Bütün okul hayatı boyunca düzenli, sorumluluk sahibi ve çalışkan bir çocuk olmaya devam etmiş. Yıllar geçmiş, Ömer büyümüş ve üniversite sınavına girmiş. Sınav sonuçları açıklandığında, Ömer hayali için gerekli olan ilk adımı atmanın sevinci içerisindeymiş. İstediği üniversite ve istediği bölümü kazanmış.
Ömer çok çalışmaya devam ederek başarılı bir pilot adayı olarak mezun olmuş.. İlk uçağı uçurduğunda yaşadığı mutluluk ise tarifsizmiş.
Yıllardan sonra Ömer ülkenin en başarılı pilotlarından birisi olarak gösterilmiş. Tıpkı eğitim hayatında olduğu gibi iş hayatında da çok çalışkan ve azimli biriymiş. Bu özellikleri ile Ömer artık ülkenin en iyi pilotları arasında yer almış.
Ömer her uçuşunda uçağı ile birlikte gökyüzünde süzülürken kuşlara bakıp gülümsüyormuş. Kuşlar sayesinde keşfettiği uçma hevesi şimdi hayatında en mutlu olduğu işi yapmasına sebep olmuş. Ömer, havada iken özgürlüğünün tadını çıkarıyor; uçuşunun olmadığı günlerde de küçük kasabalara giderek okulları ziyaret ediyormuş. Burada pilot olmak isteyen çocuklara yardımcı oluyormuş. Tıpkı zamanında Selim Bey’in ona yaptığı gibi…
E çocuklar ne demişler; çalışan her zaman kazanır. İşleyen demir hep ışıldar.
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal, pireler berber, develer ise hamal iken… Uzak bir diyarda aksakallı bilge dede, gelin de kulak verin ne der size bu bilge dede…
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde küçük bir kasabanın içerisine Aylin isimli bir kız yaşarmış. Aylin çok tatlı ve sevimli bir kızmış. Tek bir kötü özelliği varmış o da her şeyin kusursuz olmasını istemesiymiş. Kendisini hiç hata yapmayan biri olarak gördüğü için etrafında hata yapan birilerini görünce onlara sinir olurmuş. Çoğu arkadaşına sırf bu yüzden kızdığı zamanlar bile olmuş. Arkadaşları ilk başlarda herkesin hata yapabileceğini, hata yapmanın doğal bir şey olduğunu anlatmaya çalışsalar da bir süre sonra Aylin’in bu özelliğini umursamamaya başlamışlar.
Günlerden bir gün Aylin, okuldan eve gelirken kırtasiyenin vitrinindeki bir oyuna gözü takılmış. Kırtasiyenin vitrininde Aylin’in uzun zamandır istediği büyük bir kelime oyunu kutu içerisinde duruyormuş. Üstelik üzerinde yazdığına göre %50 indirime bile girmiş. Aylin o kadar mutlu olmuş ki hemen eve gidip bunu babasına söylemek için can atıyormuş.
Aylin eve girdiğinde üzerini bile değiştirmeden koşarak babasının yanına gitmiş:
Aylin: ‘Babacığım, benim uzun zamandır istediğim büyük bir kelime oyunu vardı ya hani? Bizim okulun yanındaki kırtasiyede o oyun indirime girmiş. Yarın bana o oyunu alabilir misin?’ demiş.
Babası Aylin’in uzun zamandır o oyunu istediğini biliyormuş. Kızına gülümseyerek;
Baba: ‘Tabii ki alırım kızım.’ Demiş.
Aylin o gece heyecandan zor uyumuş. Ertesi gün okuldaki derslerin bir an önce bitmesi ve hemen eve gitmek için saatleri sayar olmuş. Sonunda okul bitmiş ve Aylin koşa koşa evin yolunu tutmuş.
Aylin eve geldiğinde hızlıca kapıyı açarak babasına seslenmiş:
Aylin: ‘Babacığım, ben geldim. Oyunum nerede?’
O sırada Aylin’in annesi mutfaktan çıkmış.
Anne: ‘Kızım baban daha gelmedi işten. Bugün çok yoğunmuş, geç kalabilirmiş. Hadi sen gir içeri kızım’ demiş.
Aylin’in önce biraz canı sıkılsa da sonrasında babasını beklemek onu heyecanlandırdığı için hoşuna bile gitmeye başlamış. Aradan iki saat geçince babası kapıyı açarak selam vererek eve girmiş.
Aylin babasının eve girdiğini görünce koşarak babasının yanına gelmiş:
Aylin: ‘Babacığım seni ne çok bekledim bir bilsen… Hani oyunum nerede?’ demiş.
Babası o an kırtasiyeye uğramayı unuttuğunu hatırlamış. Bugün o kadar yoğun bir günmüş ki kızının istediği oyunu almak tamamen aklından çıkmış.
Baba: ‘Kızım, iş yerinde bugün çok yoğun bir gündü. Tamamen aklımdan çıkmış, özür dilerim. Ama sana söz yarın sabah kırtasiye açıldığı gibi gider ve alırım” demiş.
Aylin çok ama çok sinirlenmiş. Babası böyle bir şeyi nasıl unuturmuş!
Aylin: ‘Baba sana dün oyunu almanı kaç kez söyledim, nasıl unutursun ya!’
Babası kızının yanına yaklaşmış:
Baba: ‘Kızım gerçekten unutmuşum. Ofis bugün çok yoğundu. Bir hata yaptı, senden de özür diledim, hadi uzatmayalım lütfen.’ demiş.
Ancak Aylin durur mu?
Aylin: ‘Bu hatanın özrü olmaz baba! Sana kaç kere hatırlattım, bu yaptığın hata değil düpedüz umursamazlık!’ demiş ve bir hışımla odasına geçmiş.
Bütün gece odasında oturan Aylin, kızgınlığından ne annesi ne de babası ile konuşmuş. Odasında kendi kendine otururken sinirden bir süre sonra da uyuyakalmış. Ertesi gün babası söz verdiği gibi oyunu alsa da Aylin babasına hala kızgınmış.
Bu olayın üzerinden çok zaman geçmemiş ki Aylin’in başına gelen bir olay ona herkesin hata yapabileceğini ve bazı şeyleri unutabileceğini göstermiş. Bu olay ne miymiş? Günlerden bir gün okulda Türkçe dersinde öğretmen herkesin ödevlerini masasına getirmesini istemiş. Ancak Aylin Türkçe dersinden ödevi olduğunu o anda hatırlamış. Bir önceki gün öğretmeninin ödev verdiği ‘affetmek’ başlıklı kompozisyonu herkes yazmış bir tek Aylin hariç. Aylin kendi kendine çok sinirlenmiş, böyle bir hatayı nasıl yapabilirim diye kızmış durmuş. En sonunda öğretmen onun adını söylediğinde Aylin ödevi unuttuğunu söylemiş ve özür üzerine özür dilemiş.
Öğretmen: ‘Aylinciğim belli ki ödevini unutmuşsun, insanlık hali bu olabilir tabii. Hata yapmışsın ve özür de diledin, bir şey olmaz. Kendine bu kadar yüklenme’ demiş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal pireler berber iken, ben dayımın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, uzaklarda bir yerlerde koca koca çam ağaçlarının arkasında küçük bir köy varmış. Bu köy büyük dağların arasında kaldığı için pek kimse yerini bilmezmiş. O yüzden bu köyde yaşayanlar birbirlerinden başka çok bir insan tanımazlarmış. Bir de bu köyün bir özelliği varmış. Bu köyde yaşayan herkesin boyu küçücükmüş. Yani dışarıdan bakıldığında hepsi birer cüce gibi gözüküyorlarmış. Gel zaman git zaman bu köyde bir çocuk doğmuş. Ama bu çocuk köydeki hiç kimse gibi kısa değilmiş. Hatta tam tersi yıllar geçiyor çocuk uzadıkça uzuyor, hatta boyu iki metreye yaklaşıyormuş. Yanında kalan annesi ve babası çocuğun yanında adeta küçük bir nokta gibi duruyormuş. Çocuğun adı da Erdemmiş. Erdem neden boyu bu kadar uzun diye düşünmeden edemiyormuş. Hatta kendini çok kötü hissediyor, hep yalnız başına takılıyor, arkadaşları onunla kimseye benzemediği için alay ediyor, dalga geçiyorlarmış.
Erdem durumuna üzüle dursun, köyün bir iki kilometre ilerisinde bir cadının kulübesi varmış. Ama bu cadı kötü bir cadı değilmiş. Diğer cadıların aksine bu cadı insanlara yardım eder, köyde yaşayanların toprakları bereketli olsun, daha çok ve daha güzel meyveleri sebzeleri olsun diye her sene iksir yapar, tüm köylüye dağıtırmış. Köylüler de bu cadıyı çok severler, sürekli evlerine sofralarına konuk ederlermiş.
Bir gün Erdem yine haline üzüle üzüle yürümeye başlamış. Ama Erdem o kadar dalgınmış ki, ne kadar yürüdüğünü fark etmemiş. Birden etrafına dikkatlice bakınca köyünden epey uzaklaştığını fark etmiş. Tam karşısında küçük, mor bir kulübe duruyormuş. Erdem gece olduğu ve hava karardığı için geriye gitmeye cesaret edememiş ve hemen karşısında duran mor kulübenin kapısını çalmaya karar vermiş.
Erdem usulca çok ses çıkarmadan kulübeye doğru gitmiş ve kapısını çalmış. Kapıyı açanı görünce çok şaşırmış. Karşısında gencecik bir kız duruyormuş. Kızın başında da kocaman mor bir şapka varmış. Erdem daha önce böyle bir şapka görmemiş. Hemen kıza sormuş;’’ Merhaba. Ben kayboldum. Gece olduğu için de geri gidemiyorum. Rica etsem sizin evinizde bu gece kalabilir miyim?’’ demiş. Cadı kız da ‘’Tabii ki!’’ demiş ve Erdem’i içeri almış. Erdeme yemek ikram ettikten sonra Erdem yine merak etmiş ve sormuş.’’Başındaki şapka ne şapkası? Daha önce hayatımda böyle bir şapka görmedim’’. Cadı da gülerek cevap vermiş. ‘’Demek ki hayatında daha önce hiç cadı görmedin!’’ demiş. Cadı kelimesini duyunca Erdem korkmuş. Cadı da Erdem’in korktuğunu anlamış.’’Merak etme ben öyle masallardaki gibi korkulu bir cadı değilim. Ben insanlara yardım ederim. İnsanların dertlerini daha onlar söylemeden anlarım. Senin de derdin boyunun çok uzun olmasıyla değil mi?’’ demiş. Cadı böyle sorunca Erdem şaşırmış ve anlatmaya başlamış. Erdem anlattıkça cadı Erdem’in ne kadar üzüldüğünü görmüş ve ona bir iksir hazırlamaya karar vermiş. Erdeme uzun boylu olmasının kafasına takılacak bir şey olmadığını anlatmış ama Erdem yine de istemiyormuş. Biraz daha sohbet edip yataklarına yatmışlar. Cadı yatmadan önce Erdem’in bardağındaki suyun içine iksiri dökmüş. Erdem gece suyu içip yatmış. Sabah uyandıklarında Erdem diğer arkadaşları gibi kısa boyluymuş. Kendine aynada bakınca gözlerine inanamamış. Cadıya defalarca teşekkür etmiş ve köyüne doğru yola koyulmuş. O günden sonra da cadıyla çok iyi arkadaş olmuşlar. Herkes mutlu mesut yaşamış.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal pireler berber iken, ben dayımın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, çok uzak diyarlarda bir yerlerde Zeynep adında yaşlı bir yaşarmış. Bu Zeynep nineyi insanla pek sevmez imiş. Zeynep nine aslında iyi kalpli biri imiş fakat bir huyu varmış. Bu huyu da çevresindeki insanları rahatsız ediyormuş. Bizim bu Zeynep nine çok cimriymiş. Evine aldığı eşyaları ya da erzakları, çöp olmadıkları halinde hiç değiştirmez, ya da atmazmış. Hatta bir şey satın alacağı zaman kırk defa düşünür, gerçekten çok lazımsa alır, kendi bahçesinde yetiştirebileceği şeyleri ise asla pazardan ya da manavdan almazmış. Parasını bozduracak, parası eksilecek diye ödü patlarmış. E hal durum böyle olunca komşuları da Zeynep nineyle pek anlaşamazlarmış. Ama Zeynep ninenin kimseye bir zararı ya da kötülüğü olmazmış.
Günün birinde gökyüzü günlük güneşlik iken, birden kara kara bulutlar kaplamış her tarafı. Zeynep nine de bahçesinde soğan ekiyormuş. Kara kara bulutları gören Zeynep nine hemen soğan ekmeyi bitirmiş, evine girmiş. Bu sırada henüz farkında olmadığı küçük bir misafiri daha varmış. Bu küçük misafirin adı Popu imiş. Popu bir sümüklü böcekmiş. Popu Zeynep ninenin bahçesinde gizlice yaşarmış. Zeynep nine daha önce Popu’yu fark etmemiş. Yağmurun yağacağını anlayan popu hemen Zeynep ninenin evine girmiş ve bir tahta çanağın içine saklanmış.
Olan bitenden habersiz bir şekilde yemek hazırlıyormuş Zeynep nine. Yemeğini hazırlamış, sıra tabağa koymaya gelmiş. Masanın üzerinde duran tahta çanağı almak için uzanmış, bir ne görsün tabağın içinde ufacık bir böcek duruyormuş! Zeynep nine böceğin sümüklü böcek olduğunu anlamamış.
‘’ Zavallı yavrucak, ah zavallı yavrucak, vah zavallı yavrucak. Yağmurdan üşütmüş burunları akıyor ‘’ diye düşünmüş. Zeynep nine hemen Popu’yu tahta çanağının içinden almış. Tahta çanağı yıkamış. Popu’yu da sobasının yanına koymuş ısınsın diye. Sonra gidip hemen bahçesinden ot koparmış ve Popu’ya vermiş. Popu da afiyetle yemiş.
Günler geçmiş Zeynep nine hala Popu’yu yanından ayırmıyormuş. E bilirsiniz Zeynep ninenin huyunu. Asla bir şey atmazmış. Ama günler geçiyor, Popu dışarı çıkmak istiyor, arkadaşlarını özlüyormuş. Evde durmaktan bir hayli sıkılıyormuş. Zeynep nine Popu’nun sıkıldığını fark etmiş ve ne yapsam da bu yavruyu mutlu etsem diye düşünürken aklına bir fikir gelmiş ve doğruca ormana koşmuş. Ormandan bir sümüklü böcek bulmuş ve Popu’nun yanına getirmiş. Popu yeni arkadaşıyla oynamaya başlamış. Ama günler geçmiş yine sıkılmaya başlamış. Bunu fark eden Zeynep nine yine ormana gitmiş yine böcek bulmuş getirmiş. Zeynep nine gele gide gele gide, böcek toplaya toplaya evindeki sümüklü böceklerin sayısı 20 tane olmuş. Zeynep nine en sonunda bu böcekleri dışarı çıkarmaya başlamış. Dışarıya çıktıkça bir de bakmış ki sümüklü böcekler kendi aralarında yarış yapmaya başlamışlar. Bunu gören Zeynep nine hemen komşularına haber vermiş. Zeynep nine her gün sümüklü böceklerini dışarı çıkarıyor, tüm köylü de gelip bu sümüklü böceklerin yarışlarını izliyormuş. Zamanla başka köylerden insanlarda gelmeye başlamış bu yarışı izlemeye. Sümüklü böcek Popu artık çok eğleniyor, hiç canı sıkılmıyormuş. Mutluluğu her halinden belli oluyormuş. Ayrıca çoğu yarışı da Popu kazanıyormuş. Popu artık sahibine iyice alışmaya başlamış. Zeynep nine de Popu ve arkadaşlarını hiç yanından ayırmamış. Köylülerin de Zeynep nineyi sevmeye başladıklarını gören Popu çok mutlu olmuş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, buradan çok ama çok uzak bir yerde kimsenin bilmediği bir şapka varmış. Bu şapkanın diğer şapkalardan farkı, eski zamanların bir cadının şapkası olmasıymış. Cadı bu şapkayı kullanarak görünmez olur, merak ettiği ve görmek istediği her yer gizlice girermiş. Şapkanın kerameti görünmez yapmasıymış ancak şapkayı bir kere takan ölünceye kadar o şapkanın sahibi olurmuş.
Gel zaman git zaman şapkanın sahibi olan cadı ölmüş. Şapka sahibi ölünce sahipsiz kalmış. Kimse şapkanın kerameti bilmediği için sihirli şapka cadının evinde bir köşede öylece kalakalmış.
Günlerden bir gün gökyüzü adeta delinmiş, bir yandan hiç durmadan yağmur yağıyor bir yandan da çıkan rüzgâr önüne gelen her şeyi yıkıp geçiyormuş. Bu fırtınada cadının evinin tüm pencereleri açılmış, rüzgâr evin içerisine girmiş. Rüzgâr o kadar şiddetli esiyormuş ki cadının evinde ne var ne yoksa yerle bir etmiş! Sihirli şapkayı da almış, pencereden dışarı uçuruvermiş…
Rüzgârın gücü ile dışarı uçan sihirli şapka uçmuş, uçmuş ve ormanın içerisinde bir köyün girişinde rüzgar durunca yere düşmüş. Bu köy son zamanlarda çok fazla hırsızlık olaylarının yaşandığı bir köymüş. Köylüler, tüm varlıklarını çalan hırsızlardan artık yaka silkiyormuş. ‘Bir mucize olsa da bizi şu hırsızların gazabından kurtarsa’ diye dua edip duruyorlarmış.
Bu köyde delikanlı mı delikanlı, yakışıklı mı yakışıklı genç bir çocuk da yaşarmış. Çocuk çalışmayı pek sevmez, nerede eğlence varsa oraya kaçarmış. Bu sebeple de köyde bir türlü iş tutturamıyor, hangi işe girse ikinci gün o işten kovuluyormuş. Zavallı annesi de oğlunun bu durumuna çok ama üzülüyormuş.
Günlerden bir gün bizim haylaz çocuk yine işten kovulmuş. Eve gidip annesinin üzgün suratını görmemek için köyün çıkışına ormana doğru gezintiye çıkmış. Dalgın dalgın yürürken birdenbire önüne çıkan şapkayı fark etmiş.
Bizim haylaz çocuk şapkayı kaldırmak istemiş ama ne mümkün! Şapka yerinden oynamıyormuş. Şaşırmış ve şapkaya doğru eğilmiş. O sırada şapka da konuşmaya başlamasın mı?
Sihirli Şapka: ‘Arkadaşım merhaba, benim adım Sihirli Şapka. Sen benim yeni sahibimsin olabilirsin. Her kim beni eline alırsa o benim sahibim olur’ demiş.
Çocuk şapkanın konuşmasına çok şaşırmış. Ancak neden sihirli şapka olduğunu da merak etmiş:
Çocuk: ‘Peki senin sihrin ne’ diye sormuş.
Sihirli şapka hemen cevaplamış:
Sihirli Şapka: ‘Her kim beni kafasına takarsa görünmez olur’ demiş.
Bizim haylaz çocuk bu duruma çok ama çok şaşırmış. Şapkayı almış eline başlamış uzun uzun sohbet etmeye… Sihirli şapkaya annesini, köyü, çalışmak zorunda olduğunu ancak iş bulamadığını anlatmış da anlatmış. Haylaz çocuğu dinleyen sihirli şapkanın aklına güzel bir fikir gelmiş:
Sihirli Şapka: ‘Arkadaşım gel seninle bir anlaşma yapalım. Sen beni geceleri tak, ben de seni görünmez yapayım. Sen geceleri köyünde olan biteni izle. Hem belki bu sayede köyündeki hırsızları da yakalayabilirsin’ demiş.
Bu fikir bizim haylaz çocuğun hoşuna gitmiş. Sihirli şapkayla birlikte başlamışlar geceyi beklemeye. Gün geceye dönmüş, ortalık kapkara olmuş. Haylaz çocuk ‘artık zamanı geldi’ diyerek şapkayı başına takmış. Taktığı anda görünmez olmuş. İlk başta gözlerine inanamayan çocuk bir süre sonra görünmez olmaya alışmış ve hemen köyüne doğru gitmiş.
Gecenin bir yarısı görünmez olan haylaz çocuk köyün içinde dolaşmaya başlamış. O sırada bir de ne görsün! Hırsızlar köydeki bakkalı soymuyorlar mı? Ne yapsam diye düşünen haylaz çocuk o sırada yerde gördüğü sopayı kapmış eline. Başlamış hırsızlara vurmaya… Hırsızlar çocuğu göremedikleri için kendilerine vuran sopayı gördüklerinde şaşkına dönmüşler. Bu nasıl olur diye birbirlerine sormuşlar. O sırada bizim haylaz çocuk da hırsızları yakalarından tuttuğu gibi soluğu köyün bekçi polisinin yanında almış. Bekçinin yanına gelmeden şapkasını çıkaran haylaz çocuk artık görünür olmuş.
Bekçi elinde hırsızlarla gelen haylaz çocuğu görünce çok şaşırmış. Haylaz çocuğu tebrik eden bekçi polisler, bundan sonra yanlarında çalışabileceğini söylemiş. Haylaz çocuğumuz sihirli şapka sayesinde artık polis bekçisi yardımcısı olmuş. Annesi de oğluyla gurur duymuş.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de başarılı çocukların olmuş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellallığı pireler berber iken, ben anamın beşiği de tandır mıngır sallanır iken, buradan çok uzaklarda bir yerlerde bir saray varmış. Saray da ne saray ama! Bin bir ülkeye namı yayılmış, uzak diyarlardan, denizlerin ötesinden bile diğer krallar, kraliçeler, bu sarayı görmeye gelirlermiş. Saray da, sarayın çevresinde yaşayan tüm halk da çok memnunmuş. Sürekli birileri ziyarete geldiğinden dolayı, esnaf da köylüler de iş yapıyorlar, köylüsünün mutlu olduğunu gören kraliçe ve kral da mutlu oluyorlarmış.
Bu sarayın küçük bir sırrı varmış. Bu sır gerçekten küçük olan kral ve kraliçenin altı yaşında sevimli mi sevimli kızlar Mila imiş. Mila’nın özel bir yeteneği varmış. Mila’nın ellerinden sihir akıyormuş. Mila nereye dokunsa orası çiçekleniyor, güzelleşiyor, ya da altın oluyormuş. Mila bahçede oynadıkça, bahçede mis gibi kokan güller, çiçekler açıyormuş.
Gel zaman git zaman, Mila bir sabah bahçeye çıkmamış. Yatağında yatıyormuş. Sarayın hizmetçileri Mila’nın çıkmadığını fark edip hemen kral ve kraliçeye haber vermişler. Kral ve kraliçe hemen Mila’nın odasına koşmuşlar. Bir ne görsünler! Yavrucak, terler içinde orada yatıyormuş. Hemen hekim çağırmışlar. Hekim Mila’yı tedavi etmeye çalışmış lakin başaramamış. Kral hemen hekimi kovmuş yeni hekim çağırmış. O hekim de Mila’ya bir çare bulamamış. Gel zaman git zaman Mila hala yatağından kalkamıyormuş. Bahçeye inemeyen Mila güzel güzel yeni çiçekler de açtıramıyor, hiçbir yeri altın yapamıyor, durum böyle olunca insanlar eskisi gibi saraya gelmiyorlar, köylü halkı kimseye satış yapamıyor, insanlar aç kalıyormuş. Saray günden güne karanlığa bürünmeye başlamış. Kızının bir türlü düzelmediğini, köylülerin perişan halde olduğunu gören kral hemen bir ferman yayınlamış.
-‘’ Kim ola ki, kralın kızını iyileştire, işte o zaman zengin olur, sarayın kapıları onun için sonsuza dek açılır.’’
Kral bu ilanı her yere astırmış. Yalandan dolandan insanlar hekim kılığına girip kızı tedavi edeceklerini söyleyip kralı kandırmaya çalışmışlar. Lakin aylar yıllar geçmiş. Kimse hala bir tedavi bulamamış.
Bir gün ormanda ufak bir çocuk geziniyormuş. Çocuğun babası otlar toplar bunlardan merhem yapar, yaralarına sürer iyileşirmiş. Ormanda gezerken bu ilanı görmüş. İlanı okuyunca daha önce kendisinin de başına aynı şey geldiğini hatırlarmış. Bir koşu babasına ilanı götürmüş. İlanı gören babası kızın uyku hastalığına yakalandığını ve buna tek iyi gelecek şeyin, dağların öbür ucunda yetişen bir kahve ağacının çekirdeği olduğunu söylemiş. Çocuk babasına gidip kızı tedavi etmesi için yalvarmış. Babası çocuğu kırmamış ve birlikte o ağaca gitmişler. Günler sonra sarayın önüne gitmişler. Babası;
-‘’ Size ilaç getirdim. Kızın şifası bendedir. ‘’ demiş. Ama hizmetlilerden kimse inanmamış. Çünkü herkes kralın parasını almak için geliyormuş. Adam eklemiş.
-‘’ Kızın hastalığı uyku hastalığı, devası da şu an elimde duran şişededir. Daha önce kendi oğlum da aynı hastalığa kapıldı. Ona da bundan içirdim uyanıverdi.’’ Diyince bir hizmetli adama inanmış ve içeri almış.
Kral ve kraliçenin yanında, kız ilacı içirmiş. Ve kız ertesi sabah uyanıvermiş. Kral adama ‘’Dile benden ne dilersen. Artık burada benimle eşit sayılırsın. ‘’ demiş. Adam da
-‘’ Hiçbir şey istemem. Kızınız iyi olsun tek dileğim o dur.’’ Demiş.
Ama kral adamı bırakmamış. Sarayın yeni hekimi yapmış. Hekimin oğlu ve kralın kızı büyüdüklerinde birbirlerine aşık olmuşlar ve evlenmişler. Saray da eski ihtişamına geri dönmüş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken bundan çok ama çok zaman öncesinde bir adam yaşarmış. Bu adamı çevresindeki insanlar hiç sevmezmiş. Neden derseniz; adam herkese kızar, hiçbir şeyden memnun kalmazmış. Mahallesinde top oynayan çocuklar, gürültü yapan komşusuna, mahalleden korna çalarak geçen bir arabaya hatta çöpleri almak için gelen çöp kamyonuna bile kızarmış.
Bu adamın oturduğu sokağın ucunda, caddenin hemen karşısında tabela yapan bir ressam varmış. Bu ressam işini çok sevdiği için günün her vakti neşeli ve keyifliymiş. Günlerden bir gün ressam amcamız, bir merdivenin en üstünde oturmuş ve tabela boyuyormuş. Tabela boyuyormuş ama aynı zamanda şarkı da söylüyor, işini neşeyle yapıyormuş. Ressamın bu halini gören diğer esnaflar da kendi işlerini şarkılar söyleye söyleye yapmaya başlamışlar. Hani mutluluk bulaşıcıdır derler ya ressamın mutluluğu diğer esnaflara da bulaşmış, herkes işinde gücünde keyifli ve mutluymuş.
Ressam şarkısını söyleye söyleye tabelasını boyarken elinden fırçasını düşürmüş. Aşağıya doğru eğilmiş, fırçasını almak istemiş ama bir de ne görsün! Aşağıdan ona doğru bakan bizim kızgın adam değil miymiş?
Kızgın adam başlamış bağırmaya:
Kızgın Adam: ‘Ressam bey, ressam bey! Bütün bu kaldırımlar, bu yollar senin malın mı sanki! Bu ne rahatlıktır, biz senin sesini dinlemek zorunda mıyız? Şarkı söyleyeceğine işini düzgün yap da elinden fırçayı benim gibi milletin kafasına düşürme!’
Ressam üzgün bir ifade ile cevap vermiş:
Ressam:‘Çok özür dilerim, lütfen kusura bakmayın. Çalışırken şarkı söylemek bana çok keyif veren bir şey, sesimin tonuna da dikkat ediyorum ama rahatsız ettiysem bir kez daha özür dilerim.’
Bunu duyan bizim kızgın Adam iyice sinirlenmesin mi? Sesi daha da yükselmiş:
Kızgın Adam:‘Ressam mısın boyacı mısın nesin, herkesin derdi var kardeşim! Herkes para kazanmak, ailesini geçindirmek için çırpınırken, sen utanmıyor musun böyle şarkıyla türküyle iş yapmaya!’
Ressam kızgın amcaya daha fazla bir şey anlatamayacağını anlamış o yüzden konuşmayı uzatmamış. Adam gittikten sonra da adamın şu hayatta ne kadar mutsuz ne kadar keyifsiz olduğunu düşünmüş, durmuş. Ancak ressam kızgın adamın dediklerini takmış bir kere kafasına… İşini yapıyormuş yapmasına ama tam şarkı söyleyecekken adamın dedikleri aklına geliyor ve işine odaklanamıyormuş.
Derken günler günleri haftalar haftaları kovalamış. Ressamın bu durumu tam bir ay böyle devam etmiş. Öyle ki ‘artık yeter’ diyen ressam sonunda kendisine kızan o adamı bulup konuşmaya karar vermişti.
Ressam kızgın adamı ararken tesadüf odur ki elinde ekmek poşetiyle sallana sallana karşıdan gelen bizim kızgın adam olmasın mı? Hemen koşmuş ressam kızgın adamın yanına. Adam yine bir şeylere söylenirken ressamı fark etmemiş bile…
Ressam: ‘Hayrola, amcacığım sen yine niye kızdın?’ demiş.
Kızgın adam ressamı görünce daha da sinirlenmiş:
Kızgın Adam: ‘Git işine be adam! Zaten derdim başımdan aşkın. Bi de tüm dertlerim yetmezmiş gibi yarım saat de ekmek sırası bekledim. Bir de seninle mi uğraşacağım?’
Ressam adamın bu tavrına gülümseyerek yanıt vermiş:
Ressam: ‘Gel amcacığım sana bir çay ısmarlayayım, hem biraz sakinlersin’ demiş.
Adam ressamın bu teklifini baştan söylense de sonra kabul etmiş. İkisi oturmuşlar bir çay bahçesine. Ressam kızgın adama sormuş:
Ressam: ‘Seni bu kadar kızdıran şey ne? Bir derdin varsa anlat bana.’ Demiş.
Kızgın adam önce inkar etse de sonra başlamış anlatmaya. İki ay önce işten çıktığını, hala bir iş bulamadığını, evde yaşlı bir annesi olduğunu, ona bakması, eve para getirmesi gerektiğini, ama hala iş bulmak için uğraştığını anlatmış da anlatmış.
Ressam adamın derdini şimdi anlamış. Aklına hemen güzel bir çözüm gelmiş. Kendisi uzun zamandır yanına bir yardımcı arıyormuş. Bunu adama söylemiş:
Ressam: ‘Bak amcacığım, iznin olursa ve kabul edersen buyur gel benimle çalış. Bana da işten kaçmayacak bir eleman lazımdı zaten. Bence bu iş için en doğru insan sensin.’ Demiş.
Kızgın adamın yüzü gülümsemiş. Tereddüt etmeden hemen kabul etmiş ve ertesi sabah işe başlamış. Bizim ressam yine şarkılar söyleyerek çalışırken adam da ressama ayak uydurmuş. Aradan birkaç gün geçince bizim kızgın adamdan eser bile kalmamış! Her şeye kızan o adam gitmiş, yerine neşeli, sevecen, hayattan keyif alan bir adam gelmiş.
Ressamla adam yıllarca birlikte çalışmışlar ve çok iyi dost olmuşlar.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de neşeli ve mutlu çocukların olmuş…