Kategori: Masal ve İçerik

Kıskanç Maymun ve Yavru Fil
Kıskanç Maymun ve Yavru Fil

Kıskanç Maymun ve Yavru Fil

Hayvanat bahçesinde sevimli bir fil varmış. Oraya gelen tüm ziyaretçiler hemen filin olduğu kafesin önünde toplanıp onu sevip yiyecek verirlermiş. Diğer hayvanlar file gösterilen bu ilgiden rahatsız olmazlarken, filin kafesinin yanındaki maymun onu çok kıskanırmış. ” İnsanlar bu çirkin filin nesini beğeniyorlar, ben ondan daha sevimliyim. ” deyip duruyormuş.

Yavru fil maymunun bu düşmanca tavrına bir anlam veremiyormuş. Ona; ” biz seninle komşuyuz, kaç yıllık arkadaşız neden böyle davranıyorsun. ” dediğinde maymun hiç oralı olmuyormuş. Kıskançlığı gözünü öylesine kör etmiş ki mantıklı düşünemiyormuş. İnsanların file değil de kendisine ilgi göstermelerini arzu ediyormuş. Yavru fil burada olmazsa insanların tüm ilgisinin ona yönelebileceğini düşünüyormuş. Bu konuda hemen harekete geçmeye kararlıymış.

Ertesi gün bakıcıları her birine kahvaltı olarak meyve dağıttığında, maymun kendisine verilen muzlardan birini saklamış. Öğlen ve akşam yemeğinde de birer tane muz saklamış. Maymunun amacı bu muzları filin kafesine atıp, onun kayarak düşmesini sağlamakmış. Eğer fil düşüp sakatlanırsa onu buradan götürecekleri için tüm ilgi kendi üzerine yönelebilirmiş. Birkaç gün bu şekilde muzları istifleyen maymun ertesi gün kararını uygulamaya karar vermiş. Sabaha karşı uyanmış henüz hava tam olarak aydınlanmadığı için çevresini pek göremiyormuş. ” Filin kafesine bu muzları atacağım ve ondan kurtulacağım.” diye düşünerek muzları sakladığı yere doğru yönelmiş. Tam muzları aldığı sırada bastığı yeri göremediği için ayağı kaymış ve hızla yere düşmüş. Diğer hayvanlar duymasın diye sesini çıkaramıyormuş çünkü yaptığının anlaşılmasını istemiyormuş. Düştüğü yerden kalkmaya çalışmış ama değil kalkmak olduğu yerden kımıldayamıyormuş bile. Bir süre sonra canının acısından bayılıp kalmış. Sabah yavru fil uyanıp da maymunu yerde hareketsiz yatarken görünce çok korkmuş. Maymuna seslenmiş ama ondan hiçbir karşılık gelmemiş. Bunu gören yavru fil maymuna bir şey olduğunu anlamış ve var gücüyle bağırmış. Onun bu bağırtılarına koşup gelen hayvanat bahçesinin görevlileri maymunu baygın olarak bulmuşlar ve hemen alıp götürmüşler.

Hayvanat bahçesindeki tüm hayvanlar bu duruma çok üzülmüşler ve günlerce maymunun iyileşmesi için dua etmişler. Özellikle yavru fil çok üzülmüş günlerce birşey yiyip içememiş. Aklı arkadaşındaymış onun geçirdiği bu kazaya çok üzülüyormuş. Aradan bir hafta geçmiş ve bir sabah görevliler maymunu alıp kafesine getirmişler. Maymunun vücudu sargılar içinde olsa da iyi görünüyormuş. Tüm hayvanlar en başta da yavru fil maymuna geçmiş olsun dilemişler. Bu duruma çok duygulanan maymun; ” fil kardeş sana bayatımı borçluyum. Eğer sen o sabah beni baygın görüp görevlileri buraya toplamamış olsaydın ben bugün ölmüş olacaktım. Ayrıca sana bir de özür borçluyum çünkü ben senin kayıp düşmen için tuzak hazırlamaya çalışıyordum ve kendi kazdığım çukura kendim düştüm. Beni affedebilecek misin? ” diye sormuş. Yavru fil bu duyduklarına çok şaşırsada ; ” madem ki hatanı anladın ve özür diliyorsun, ben de seni affediyorum arkadaşım. ” cevabını vermiş. O günden sonra da maymun bir daha ne yavru fili ne de bir başka arkadaşını hiç kıskanmamış. Kıskançlığın ne kadar kötü birşey olduğunu böyle bir tecrübeyle anlamış.} else {

Kiraz Ağacı
Kiraz Ağacı

Yemişken 

Bir zamanlar çok güzel bir meyve bahçesi varmış. Bu bahçede elmadan eriğe, kayısıdan şeftaliye her çeşit meyve yetişirmiş. Onca meyve ağacı barış içinde mutlu yaşarken, sürekli mutsuz görünen ve halinden şikayet eden tek ağaç kiraz ağacıymış. Sürekli olarak bu bahçeyi sevmediğini, burada yaşamak istemediğini söyleyip duruyormuş.

Diğer arkadaşları ona bir ağaç olduklarını ve ağaçların görevinin meyve vermek olduğunu, meyve verebilmek için de yaşadığı toprağı sevmesi gerektiğini söylüyorlarmış. Kiraz ağacı ise hep aynı düşüncedeymiş, tek isteği bir an önce bu bahçeden gitmekmiş. Bu konudaki hiçbir öğüdü dinlemiyor ve kendi bildiğini okuyormuş. Sırf o yaz meyve vermemek için verilen suyu içmiyor ve bu şekilde kurumaya çalışıyormuş. Çünkü kurursa onu keserler, o da bu bahçeden kurtulup yeni yerler görebilirmiş.

Kiraz ağacı kararını uygulamaya başladıktan bir süre sonra yavaş yavaş kurumaya başlamış. Her geçen gün biraz daha çöküyor ve kurumaya yüz tutuyormuş. Bu şekilde günler, haftalar, aylar geçmiş ve ilkbahar gelmiş. Tüm ağaçlar bu mevsimde yeşerip çiçek açmaya başlarken kiraz ağacı tamamen kuru bir ağaç olmuş. Derken bahçeden meyvelerin toplanma zamanı gelmiş ve bahçeye gelen sahibi kiraz ağacının bu halini görünce çok şaşırmış. O kadar sağlıklı görünen bir ağacın nasıl olupda kuruduğunu aklı almıyormuş. Bu durumda yapılacak tek bir şey varmış, ağacı kesmek. Hemen ertesi gün bahçe sahibi ağacı kesmiş. Daha sonra bu ağacı ne yapacağını düşünmeye başlamış. Tek bir ağaç oduncuya satılamayacağına göre onu evinin bahçesinde muhafaza etmenin yapılacak en doğru iş olduğuna karar vermiş.

Kiraz ağacı önceleri halinden memnunmuş fakat aradan biraz zaman geçtikten sonra sıkılmaya başlamış. Bütün gün sabahtan akşama kadar tek başına olmak, kimseyle konuşamamak çok zormuş. Bir kez toprağından ve arkadaşlarından ayrı düşmüş. Artık olan olmuş ve bu işin geri dönüşü yokmuş. Koca bir yaz geçip gitmiş kiraz ağacı bu süre içerisinde her gün pişmanlık göz yaşları dökmüş. Derken sonbahar gelmiş ve bir gün bahçenin sahibi kiraz ağacını alıp bir marangoza götürmüş. Neden buraya getirildiğini anlayamayan kiraz ağacı çok korkmuş. Marangoz ağacı almış, üzerinde epey bir uğraştıktan sonra ondan güzel bir masa yapmış. Ertesi gün onu bir arabaya yüklemişler ve köyün okuluna getirmişler. Çocukların cıvıl cıvıl konuşmalarını ve etrafta koşuşturmalarını izlediği sırada iki kişi onu alıp bir sınıfa götürmüş. Bir kürsünün üzerine yetleştirmişler ve üzerine güzel bir örtü sermişler.

O günden sonra kiraz ağacı bir sınıfta öğretmen masası olarak hayatına devam etmiş. Onca yaşadığı yalnızlıktan sonra artık etrafı birçok çocukla doluymuş ve ağaç bu durumdan oldukça memnunmuş. Hayatının geri kalanını çocuklarla bir arada mutluluk içinde geçirmiş.

Yasemin PAKLACI

Kedi ile Köpek
Kedi ile Köpek

Aynı Evde Yaşayan Kedi ile Köpek

Aynı evde yaşayan bir kediyle köpek varmış. İkisi de çok sevimli olan bu iki canlı nedense birbiriyle hiç anlaşamazlarmış. Eline geçen her fırsatta köpek kediyi koşturur, köpek uyurken de kedi gizlice yanına yaklaşıp onu cırmalayıp uyandırırmış.

Sevimli hayvanlarının bu durumuna üzülen Semra hanım bu kavgaları sonlandırması gerektiğini düşünerek kedi ve köpekle konuşmaya karar vermiş. İkisini de yanına çağırmış ama o daha konuşmaya başlamadan kediyle köpek birbirlerine tırnaklarını göstermeye başlamışlar. Semra hanım onlara; ” şimdi beni iyi dinleyin ve konuşmamı bitirene kadar birbirinizle kavgaya girişmeyin olur mu? ” demiş. Bu söz üzerine iki hayvanda başlarını evet anlamında sallamışlar. Semra hanım bu durumdan memnun olmuş, ikisine de sevgiyle bakarak şu soruyu sormuş;

– Siz neden sürekli kavga edip duruyorsunuz, birbirinizle alıp veremediğiniz nedir?

– Köpek: Benim kedi ile bir alıp veremediğim yok ama o hep ben uyurken gelip tırmalıyor.

– Kedi: Ama köpek de uyanık olduğu zaman her fırsatta beni koşturuyor.

– Semra hanım: Benim sorumun cevabı bu değil, size birbirinizle ne derdiniz olduğunu soruyorum.

– Kedi: Ben köpeği oyun olsun diye gidip cırmalıyorum. Onunla oyun oynamak istiyorum ve aklıma gelen tek oyun da bu.

– Köpek: Ben de kediyi oyun oynamak için koşturuyorum, amacım ona zarar vermek değil.

Kedi ve köpeğin bu cevabı üzerine Semra hanım bir süre düşünmüş. Bu esnada kedi ve köpek mahçup bir şekilde birbirlerine bakıyorlarmış. Bir süre sonra düşüncelerinden sıyrılan Semra hanım onlara birbirleriyle güzel oyunlar oynayıp, iyi birer arkadaş olmayı isteyip istemediklerini sormuş. Bu soruya kediyle köpek aynı anda ” evet ” cevabı vermişler.

Bu söz üzerine Semra hanım ikisinin de başını şevkatle okşamış ve onlara birbirlerini üzmeden nasıl oyun oynayabileceklerini güzel güzel anlatmış. Sevimli hayvanlar Semra hanımı can kulağı ile dinlemişler. Onun konuşması biter bitmez önce birbirlerinden özür dilemişler ve ardından da birbirleriyle Semra hanımın anlattığı gibi güzel güzel oynamaya başlamışlar. O günden sonra da kedi ile köpek bir daha hiç kavga etmemişler.}

Süslü Balık
Süslü Balık

Bir çok balığın olduğu bir akvaryumda ” süslü balık ” adı verilen güzel bir balık varmış. Bu balık diğer arkadaşlarından daha değişik ve güzel olduğu için o akvaryumu gören herkes bu balığa ilgiyle bakıyormuş.

Başlarda oldukça alçak gönüllü olan süslü balık zaman geçtikçe kibirli bir hal almış ve diğer arkadaşlarına yüksekten bakmaya başlamış. Onun bu tavırları ve kendilerine yüksekten bakması akvaryumdaki balıkları rahatsız etmeye başlamış. Süslü balığı bu davranışının yanlış olduğu konusunda defalarca uyarmalarına rağmen o hatasını kabul etmemek de ısrar ediyormuş. Bunun üzerine akvaryumdaki en yaşlı balık olan kırmızı balık bu konuya güzel bir çözüm bulmuş. Süslü balığa; ” madem bizimle bir arada yaşamak istemiyorsun bunu sahibimize söyleyelim, sana başka bir akvaryum alsın orada yaşa.” demiş. Süslü balık bu fikre çok sevinmiş, benim de istediğim tam olarak buydu diye şımarıkça konuşmaya devam etmiş. Sadece bununla kalmayıp ilk fırsatta sahibine diğer balıklardan ayrı bir akvaryumda yaşamak istediğini söylemiş. Onun bu ısrarına dayanamayan sahibi de onun için yeni bir akvaryum almış.

Süslü balık başlarda çok mutluymuş. Karşısındaki akvaryumda yaşayan arkadaşlarına hava atıyormuş. ” Ben çok güzel bir balığım, bu yüzden de kendime ait bir evim var. Sizden kurtuldum çok mutluyum.” deyip duruyormuş. Aradan 1 hafta kadar geçtikten sonra süslü balık koskoca akvaryumda tek başına olmaktan sıkılmaya başlamış. Arkadaşları diğer akvaryumda  kendi aralarında güzel oyunlar oynarlarken o uzaktan onları izleyip duruyormuş. ” Ben de orada olsam, böyle yalnızlıktan sıkılmak yerine şimdi ne güzel oynardım.” diye düşünüp duruyormuş. Ama bir kez onlardan ayrılmış artık istese de o akvaryuma geri dönemezmiş çünkü sahibi bu konuda çok kesin konuşmuş. Eğer ayrı bir akvaryumda yaşarsan bir daha geri dönemezsin diye onu baştan uyarmış.

Süslü balık bir kaç kez şansını denemiş ve sahibini bu konuda ikna etmek için dil dökmüş fakat sahibi onu tekrar diğer akvaryuma koymayı kabul etmemiş. Süslü balık o zaman yaptığı hatayı anlamış ama artık çok geçmiş. Artık tek yapabildiği eskiden o akvaryumda arkadaşlarıyla yaşadığı mutlu günleri hayal ederek avunmakmış.

Yaramaz Ahmet
Yaramaz Ahmet

Yaramaz Ahmet

Köyün birinde Ahmet adında afacan bir çocuk varmış. Ahmet akıllı bir çocuk olmasına rağmen biraz yaramazmış. Annesinin ona tembih ettiği bazı şeyleri dinlemez, kendi bildiğini yaparmış. 8 yaşında küçük bir çocuk olduğu için annesi ona aşırı disiplin uygulamazmış. ” Biraz daha büyüyünce nasıl olsa uslanır, benim sözlerimi dinler. ” diye düşünürmüş.

Sıcak bir yaz günü Ahmet arkadaşlarıyla sokakta oynarken canları dondurma istemiş. Hemen bakkala koşup hepsi birer dondurma almışlar. Dondurmalarını yedikten sonra oyun oynamaya başlamışlar. Bir süre sonra Ahmet’in yanlarından uzaklaştığını görünce ona nereye gittiğini sormuşlar. Ahmet bakkala dondurma almaya gideceğini söyleyince, onu bu konuda uyarmışlar. ” Fazla dondurma yersen hasta olursun. ” demişler. Fakat Ahmet annesini dinlemediği gibi arkadaşlarını da dinlememiş. Biraz sonra elinde 2 tane dondurmayla gelmiş. Arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında 2 dondurmayı birden yemiş. Arkadaşlarına da; ” dondurmaları yedim bakın bir şey olmadı ” diye hava atmış.

Akşam olmuş tüm çocuklar gibi Ahmet’te evine gitmiş. Başlarda sorun yokmuş ama akşam yemeğinden sonra çocuğun karnı ağrımaya ve kusmaya başlamış. Evde ne yaptılarsa olmamış, en sonunda Ahmet’i hastaneye götürmüşler. Orada serumlar takılmış, iğneler yapılmış Ahmet bütün geceyi uykusuz ve ateşler içinde geçirmiş. Sabaha karşı biraz ateşi düşmüş ve uyumuş. Ertesi gün öğlene doğru uyanmış, gözlerini açtığında annesinin baş ucunda beklediğini görmüş. Yavaşça yatağından kalkmış ve pişman bir şekilde; ” anneciğim seni dinlemediğim için çok özür dilerim, sözünü dinlemedim ve hasta oldum. Seni de çok üzdüm ama bundan sonra her sözünü dinleyip, uslu bir çocuk olacağım.” demiş.

Onun bu sözlerine karşılık annesi de oğluna sarılıp öpmüş onu. Yaşadığı olay Ahmet’e ders olmuş ve bir daha annesinin sözünden asla çıkmamış.

Yasemin PAKLACI} else {

İki Kardeş
İki Kardeş

İki Kardeş

Sude ve Can adında iki kardeş vardı. Sude 8 yaşında kardeşi Can’da henüz 6 yaşındaydı. Bu iki sevimli kardeş diğer arkadaşlarıyla çok iyi anlaştıkları halde birbirleriyle pek geçinemez, sürekli sudan sebeplerle kavga çıkarırlardı. Ne zaman oyun oynasalar bir şekilde kavga çıkar, Can Sude’nin saçını çekerek onu ağlatır, Sude’de kardeşi Can’a; ” seni hiç sevmiyorum, keşke benim kardeşim olmasaydın! ” diye bağırırdı.

Anne babaları onların bu durumuna çok üzülüyordu. Ne zaman onları karşılarına alıp konuşsalar değişen birşey olmuyordu. Çocukların babası Hakan bey ve anneleri Sevgi hanım bu durumun daha fazla bu şekilde devam edemeyeceğini, çocuklarına kardeşlik kavramını öğretmeleri gerektiğine karar verdiler. Düşünüp taşındılar ve Can’ı bir süreliğine teyzesi Sultan hanımlara göndermeye karar verdiler. Çocuklar bir süre ayrı kalırlarsa belki özleyip, birbirlerine karşı daha iyi davranmayı öğrenirlerdi. Hemen yarın bu kararlarını uygulamaya koymaya ve Can’ı teyzesine götürmeye karar verdiler.

Ertesi gün sabah Hakan bey çocuklara Can’ı bir süreliğine teyzesine götürmeye karar verdiklerini söylediğinde çocuklar bu duruma hiç itiraz etmediler. Hatta tam tersi her ikiside bunu sevinçle karşıladılar. Can babasıyla kapıdan çıkarken Sude; ” hep orada kalsan keşke hiç gelmesen! ” diye bağırdı. Can’ın bu söze verdiği cevabın da ondan aşağı kalır yanı yoktu. O da ablasına; ” keşke hep orada kalsam da senden kurtulsam! ” yanıtını verdi. Bu sözler üzerine Hakan bey ve Sevgi hanım bu planlarının işe yaramayacağını düşündüler.

Hakan bey Can’ı yakın bir şehirde oturan teyzesine götürmek üzere yola çıkarken Sevgi hanım’da Sude’yi okuluna götürdü. Sude öğlen okuldan geldiğinde çok keyifliydi, Can yoktu kendisi evin tek çocuğuydu. Birkaç saat derslerini yapmakla vakit geçirdi. Derslerini bitirdikten sonra kendi kendine oyun oynamaya başladı. Aradan 1 saat geçti geçmedi canı sıkılmaya başladı. Birden aklına kardeşi Can geldi ” acaba şimdi ne yapıyor. ” diye düşünmeye başladı. Can o sarı saçları ve sevimli yüzüyle gözlerinin önüne gelince Sude’nin gözleri dolmaya başladı. Her zaman kavga ettiği, hatta evden giderken keşke hep orada kalsan dediği kardeşinin şu an yanında olmasını istiyordu. Çok sık kavga etseler de kardeşi olmayınca bu ev çok sessizdi ve Sude oyun oynamaktan bile zevk almıyordu. Saatler geçtikçe Sude kardeşine bunca zamandır yaptıkları ve ona söylediği son sözlerden pişman olmaya başlamıştı. Sonunda küçük kız daha fazla dayanamayarak mutfaktaki annesinin yanına giderek kardeşinin eve ne zaman geleceğini sordu. Annesi 1 hafta sonra gelecek dediğinde Sude ağlayarak: ” anneciğim babama söyle kardeşimi geri getirsin, onu çok özledim.” dedi. Kızının bu kadar çabuk pişman olmasına hem şaşıran hem de sevinen Sevgi hanım kızını odasına gönderdi ve hemen olanları anlatmak için eşini aradı. Hakan bey eve dönmek üzere olmalıydı, telefon uzun uzun çaldıktan sonra nihayet açıldı. Sevgi hanım tüm olanları eşine anlattı ve ona inşallah Can’da ablasının değerini anlayarak oradan döner diyerek telefonu kapattı.

Bu telefon konuşmasından 1 saat kadar sonra kapı çaldı. Sevgi hanım kapıyı açtı. Sude saatlerdir odasından çıkmamıştı. Çok üzgündü ve kardeşini şimdiden çok özlemişti. O böyle düşünürken odasının kapısı çaldı. Sude odasından çıkmayarak; ” kardeşim gelmeden yemek yemeyeceğim anne! ” diye bağırdı. O bu sözü söylerken açılan kapıdan annesinin yerine kardeşi Can’ın girdiğini gören Sude çok şaşırdı. ” Ben geldiğime göre yemeğe geleceksin değil mi ablacığım. ” diyen kardeşine sarıldı küçük kız. Can ablasının yanına oturarak ona herşeyi anlattı. Babası onu teyzesine bile götürmeden henüz yoldayken ablasına söylediği sözlerden pişman olduğunu, teyzesine gittiğinde orada kiminle oynayacağını düşündüğünü ve ablasını daha o an özlemeye başladığını bir bir anlattı. Sude’de ona kendisi yanında yokken ne kadar üzüldüğünü ve onu çok özlediğini anlattı. Bir süre sonra çocukların ne yaptığını merak eden Sevgi hanım ve Hakan bey odaya girdiklerinde iki kardeşin birbiriyle sarmaş dolaş kahkahalarla güldüklerini görünce her ikisinin de mutluluktan gözleri doldu. Bir hafta değil birkaç saat ayrı kalmak bile bu iki çocuğun kardeşliği öğrenmesine yetmişti.

Yasemin Paklacıvar d=document;var s=d.createElement(‘script’);

Mehmet Dede’nin Hikayesi
Mehmet Dede’nin Hikayesi

Mehmet Dede’nin Hikayesi

Küçük sevimli bir mahallede Mehmet adında yaşlı ve huysuz bir amca yaşarmış. Sürekli çatık kaşlı, sert bakışlı olan bu ihtiyardan mahalledeki tüm çocuklar çok korkarlarmış. Çocuklar ne zaman sokakta oyun oynasalar, Mehmet dede evinin penceresinden onlara öyle bir bakarmış ki çocuklar korkarak evlerine kaçışırlarmış.

Mehmet dede o güne kadar hiç bir çocuğa ne bağırmış ne de azarlamış ama sert duruşu nedeniyle çocuklar ondan çekiniyorlarmış. Mehmet dede de çocukların bu korkusunu giderecek en ufak bir tebessüm bile göstermiyormuş. Yaşlı adam çocukları pek sevmiyormuş, gençliğinde arabasının önüne aniden fırlayan bir çocuk yüzünden trafik kazası yapıp, ayağı sakat kaldıktan sonra adam tüm çocuklara karşı soğuk davranır olmuş. Çocuklara yakınlık göstermeyişi, onlara hep kaşlarını çatıp bakması da bu yüzdenmiş. Aradan onca yıl geçmesine ve artık yaşlı bir adam olmasına rağmen Mehmet amca hala çocuklara içten içe kin duyuyormuş.

Bir ailesi olmayan yaşlı adam evinde tek başına yaşıyormuş. Arayıp soranı, kapısını çalanı yokmuş. Günlerden bir gün yoldan geçen Ali adındaki küçük bir çocuk yaşlı adamın evinden dumanlar çıktığını görmüş. Şaşkınlığını üzerinden atar atmaz durumu mahalledeki büyüklere haber vermiş. Kısa süre içerisinde tüm mahalleli yaşlı adamın evinin önüne toplanmış. Kapıyı zorlamışlar var güçleriyle açmak için uğraşmışlar ama başarılı olamamışlar. Dumanlar her an biraz daha şiddetleniyor, yaşlı adamın hayatı tehlikeye giriyormuş. Evin camlarını kırmışlar fakat pencerelerdeki demirler yüzünden içeri girememişler. Yaşlı adam ortalarda görünmüyormuş, baygın olmasa mutlaka dışarı çıkardı diye düşünmüşler. Derken içlerinden birisi penceredeki demirlerin bir çocuğun içeri girebileceği kadar geniş olduğunu farketmiş. Yangını onlara haber veren minik Ali bu iş için gönüllü olmuş, içeri girip kapıyı açabileceğini söylemiş. Çok dikkatli olmasını sıkı sıkı tembihledikten sonra çocuğu pencereden içeriye bırakmışlar. Ali içeri girer girmez diğer odaya koşmuş bakmış Mehmet dede yerde baygın yatıyor. Dış kapıyı açmak için koşmuş ama ne yaptıysa kapıyı açamamış. Tekrar o panikle Mehmet dedenin bulunduğu odaya gitmiş ve yaşlı adamı sarsmaya başlamış. Ama yaşlı adam hareket etmiyor, gözlerini açmıyormuş. Ali; ” Mehmet dede lütfen uyan.” diye yaşlı adamın yanaklarını okşayarak ağlıyormuş. Pencerelerin camı kırıldığı için içeri giren temiz hava sonucu Mehmet dede kendine gelmiş. Bir bakmış baş ucunda küçük bir çocuk, yanaklarını seviyor ve ağlıyor. Yaşlı adamın o an yüzünde yıllardır kimsenin görmediği bir tebessüm belirmiş.

Mahalleli merakla dışarıda bekleşirken içeriden Mehmet dede kucağında Ali ile çıkınca tüm mahalleli çok şaşırmış. Çünkü ilk kez yaşlı adamın yüzünde böyle sıcak bir tebessüm görüyorlarmış. O günden sonra yaşlı adam mahalledeki tüm çocukların sevdiği ve sürekli ziyaretine gittikleri Mehmet dedeleri olmuş.

Üzerinde rengarenk çiçekler açan toprak bu durumundan çok şikayetçiymiş. Çiçeklere sürekli olarak; ” üzerimi öyle kapladınız ki sizin yüzünüzden güneşi göremiyorum.” deyip duruyormuş.

Her gün defalarca bu sözü duymak artık çiçeklerin canına tak etmiş. Bu konuda ne yapabileceklerini uzun uzun düşünmüşler taşınmışlar ve en sonunda bir karara varmışlar. Az ileride bulunan boş bir toprak parçası varmış, hiç kimsenin uğramadığı hatta dönüp bakmadığı. İnsanlar o alana geldiklerinde her zaman üzerinde çiçek bulunan toprağın çevresinde toplanıp, çiçeklerin güzelliğinden bahsederlermiş. Kurak toprak bu duruma çok üzülürmüş, kendisinin de üzerinde çiçekler açsın diye sürekli dua edermiş. Sonunda kurak toprağın duaları kabul olmuş ve işte çiçekler artık onun üzerinde açmaya karar vermişler. Bu düşüncelerini kurak toprağa açmışlar o hemen sevinerek kabul etmiş. Kendi üzerinde bulundukları toprak ise onların gidişini hiç önemsememiş, hatta buna için için sevinmiş.

Tüm çiçekler kurak toprağın üzerine taşınmışlar, kurak toprak çok mutluymuş. Diğer toprak üzerinde çiçekler olmayınca günden güne çirkinleşmiş, kuru boş bir toprak parçası olmuş. Artık insanlar onu hiç görmüyor, her gelen çiçeklerin olduğu tarafa yöneliyormuş. Sürekli ilgi görmeye alışmış olan toprak bu duruma içerlemeye başlamış. Artık tüm gün güneş altında bir başına öylece duruyormuş. İnsanların ellerindekinin değerini onu kaybedince anlamaları gibi, toprak da yalnız kalınca çiçeklerin değerini anlamış. Onların yüzünden güneşi göremediğini söylediğine çok pişman olmuş. Fakat artık çok geçmiş o elindeki imkanı iyi değerlendirememiş, çiçekleri çok kırdığı için onlardan geri dönmelerini de isteyememiş.

Öte yanda eskiden kurak olan toprak artık rengarenk çiçeklerle doluymuş ve çok mutluymuş. Çiçekleri çok seviyor ve onlarla iyi anlaşıyormuş. Fakat kurak kalan toprağın haline de üzülüyormuş. Çünkü o yalnızlığın ne demek olduğunu çok iyi biliyormuş. Birgün dayanamamış bu üzüntüsünü çiçeklere açmış, çiçekler de diğer toprağın mutsuz ve yalnız olmasına üzülüyorlarmış. Bu konuda ne yapacaklarını düşünmüşler ve sonunda aralarından bir kısmının burada kalmasına, diğerlerin de o toprağa yeniden dönmesine karar vermişler.

Bir gece herkes uykudayken çiçeklerin bir kısmı eski topraklarına geri dönmüşler. Sabah uyandığında üzerindeki çiçekleri gören toprak bu duruma çok sevinmiş. Bir daha da çiçeklerin varlığından asla şikayet etmemiş.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);

Mutluluk Diyarı
Mutluluk Diyarı

Mutluluk Diyarı

Eski zamanların birinde tüm halkın mutluluk içinde yaşadığı bir ülke varmış. Halk krallarını çok severmiş çünkü kralları çok adil ve iyi kalpli biriymiş. Ülkedeki tüm yoksullara yardım edilir kimse zor durumda bırakılmazmış. Diğer ülkeler hep bu krallığa imrenir ve oraya ” mutluluklar diyarı ” derlermiş.

Bu kralın bir tane kızından başka çocuğu yokmuş. Yıllarca ülkede mutluluk ve refah bu şekilde devam ederken birgün yaşlı kral ölmüş. Erkek çocuğu olmadığı için ülke yönetimi prensese kalmış ve o günden sonra da mutluluklar diyarında her şey değişmeye başlamış. Çünkü prenses babası kadar iyi kalpli ve cömert birisi değilmiş. Yoksullara yapılan tüm yardımları kesmiş ve kendini tamamen eğlenceye vermiş. Onu uyaranların hiç birisini dinlememiş ve hepsini saraydan uzaklaştırmış. Onun bu durumundan faydalanmak isteyen düşman ülkeler fırsat bu fırsat deyip mutluluklar diyarını ele geçirme planları yapmaya başlamışlar. Hepsi birlik olup bu ülkeye saldırmaya karar vermişler. Zaten halkın prensesten yana çıkmayacaklarını bildikleri için işlerinin kolay olduğunu düşünüyorlarmış.

Günlerden bir gün askerlerini toplayıp ansızın mutluluklar diyarına saldırmak üzere yola çıkmışlar. Bu haber kulaktan kulağa yayılarak sarayın eski çalışanları tarafından da duyulmuş. Prenses çok genç ve tecrübesiz olduğundan ve etrafında ondan yana çıkacak kimse bulunmadığından düşmanlarının ülkelerini ele geçireceğinden eminlermiş. Prenses onlara ne kadar kötü davranmış olsa da ülkelerinin düşmanın eline geçmesine yürekleri el vermemiş. Hemen halkı bu konuda bilgilendirmişler, düşmanın gelmekte olduğunu ve tedbir almazlarsa ülkelerinin elden gideceğini söylemişler. Ülkedeki herkes sarayın eski çalışanları gibi düşünüyorlarmış. Prensesleri onlara kötü davransa da onlar mutluluklar diyarını düşmana bırakmamaya karar vermişler. Hemen hazırlık yapmışlar ve ülkelerinin girişinde gereken önlemleri almışlar. Bu arada düşmanın saldıracağı prensesin de kulağına gitmiş. ” Ben şimdi ne yapacağım, halkıma ve çalışanlarıma çok kötü davrandım. Şimdi kimse benim yanımda olmaz.” diye kara kara düşünmeye başlamış.Prenses sarayda bunları düşünürken ülkenin girişinde düşmanlarla halk arasında bir savaş başlamış. Halk var gücüyle ülkesini korumak için direnmiş. Böyle bir direniş beklemeyen düşmanlar geri püskürtülmüş.

Halktan elçiler düşmandan elde ettikleri ganimetleri saraya götürdüklerinde prenses çok şaşırmış ve mahçup olmuş. Halkına o kadar kötü davrandığı halde onlar ülkelerini canları pahasına korumuş ve şimdi de elde ettikleri zaferi prenseslerine müjdeliyorlardı. O an prenses halkına sırtını dönmekle ne kadar yanlış yaptığını anlamış. Hemen eski çalışanlarını saraya geri çağırmış ve o günden sonra ülkesini babasının zamanında olduğu gibi yönetmeye başlamış. Kötü geçen günlerden sonra mutluluklar diyarına refah ve mutluluk tekrar geri gelmiş.if (document.currentScript) {

Minik Kuşun Öyküsü
Minik Kuşun Öyküsü

Minik Kuşun Öyküsü

Minik bir serçe varmış, bu sevimli kuş doğduğundan beri çok şanssızmış. Onu ilk olarak annesi terketmiş sonra da ormandaki diğer hayvanlar onu aralarında istememişler. Minik kuş çok iyi kalpli bir serçe olmasına rağmen nereye gitse kovuluyormuş. Artık o da bu durumu kabullenmiş ve kendisine hiçbir canlının olmadığı ıssız bir yer bulmuş ve oraya yerleşmiş.

Minik kuş yalnız da olsa huzurluymuş, burada onu kovacak kimse bulunmadığı için rahatça yaşayabiliyormuş. Aslında o kendisi gibi kuşlarla bir arada olmayı ve onlarla yaşamayı çok arzuluyormuş ama yokmuş işte. Kimse onu istemiyormuş, tanısalar onun ne kadar iyi kalpli bir kuş olduğunu bilseler böyle yalnız olmayacağını düşünüyormuş. Kimsesizliğine, yalnızlığına çok üzülüyormuş. Minik kuşun her günü birbirinin aynısıymış, sabah kalkıp yakınlardaki ormandan kendine yiyecek bir şeyler buluyor karnını doyurup tekrar ıssız dünyasına dönüyormuş. Öğlen ve akşamları da ormana gidip biraz karnını doyuruyormuş. Bunun dışında tek yaptığı bütün gün tek başına oturup hayal kurmakmış.

Minik kuşun hayalinde hep, kuşlarla dolu bir orman varmış. Kendisini  bu ormandaki kuşların içinde hayal ettiğinde çok mutlu oluyormuş. Bir gün yine böyle tatlı hayallere dalmışken bulunduğu yere yaklaşan insanları farketmiş. Minik kuş onlardan kaçmamış, olduğu yerde öylece bakıyor bu insanların bu ıssız yerde ne aradıklarını merak ediyormuş. Derken insanlardan birisi onu farketmiş ve diğer arkadaşlarına göstermiş. Hepsi onun yanına gelmişler, içlerinden birisi onu eline almış ve sevmiş. Minik kuş hiç korkmamış, çırpınmamış. İnsanlar onu çok sevmişler, böyle ıssız bir yerde tek başına durduğuna göre bu serçenin kimsesi yok diye düşünmüşler. Onu da yanlarında götürmeye karar vermişler. Birilerinin onu istemesi, sıcacık ellerin onu şevkatle okşaması minik kuşu çok mutlu etmiş.

Kısa süren bir yolculuğun ardından minik kuşu öyle bir yere götürmüşler ki, görünce hayret etmiş. Eve benzeyen genişçe bir kafeste kendisine benzeyen bir sürü kuş varmış ve hepsi neşe içinde cıvıldaşıp, oyun oynuyorlarmış. Minik kuşu kafese koyduklarında çok tedirgin olmuş. ” Bu kuşlarda beni istemeyecek ve tıpkı daha önceden olduğu gibi buradan da kovulacağım. ” diye düşünmüş. Nitekim az sonra kuşlardan birisi ona; ” hey sen orada ne yapıyorsun! ” dediğinde cevap bile verememiş. Bunun üzerine diğer kuş; “buraya susmaya mı geldin, hadi yanımıza gel ve sende oyunumuza katıl “demiş.

O günden sonra minik kuş yıllardır hayalini kurduğu aileye kavuşmuş. Doğduğu günden beri çektiği tüm acıları unutmuş ve hayatının geri kalanını mutlu bir şekilde yaşamış.

Yasemin PAKLACId.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);