KOYUN, KEÇİ VE KURDUN HİKÂYESİ
[sc_embed_player_template1 fileurl=”https://www.masalcisite.com/wp-content/uploads/2015/07/kurt-ile-keçifiltre.mp3″ loops=”true” ]Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak ormanların birinde bir keçi bir de koyun varmış. İkisi de çok iyi arkadaşlık yaparmış. Fakat bir gün ormanda çok büyük bir kuraklık baş göstermiş. Hem keçi hem de koyun kısmetlerini aramak için, karınlarını doyurmak için bir olup ormanın iç kısımlarına doğu yola koyulmuşlar. Buralar ikisinin de bilmediği yerlermiş. Karşılarına birçok tehlike çıkabilirmiş. Ama karınlarını doyurmak için bu riski almak zorunda kalmışlar.
Koyun ve keçi bir müddet gittikten sonra yol ikiye ayrılınca ayrılmak zorunda kalmışlar. İleride yol tekrar birleşirse onlar da birleşecekmiş. Kim yiyecek bir şeyler bulursa, hemen uzunca bir meleyip diğerine haber verecekmiş.
Koyun ve keçi ayrıldıktan sonra yollarına daha dikkatli bir şekilde devam etmeye başlamışlar. Duydukları bir ses bile onları ürkütse de geri dönmemişler.
Ormanda yaşayan bir de kurt varmış. Kurt da ormandaki kuraklığa ve yiyecek bulamamaya daha fazla dayanamamış. Ormanda kendisine yiyecek bir şeyler aramaya çıkmış. Karnı o kadar açmış ki…
Kurt, kendisine yiyecek bir şeyler ararken karşına bir de ne çıksın! Bembeyaz kıvırcık tüylü tombul bir koyun… Kurdun gözleri açılmış koyunu görünce. Hemen koyunun yanına yaklaşmış ve onu bir ağacın köşesinde kıstırmış.
Kurt: ‘Koyun kardeş, sen ne arıyorsun ormanın iç kısımlarında? Buralar tehlikelidir, bilmez misin? Madem buralara kadar geldin, benim de karnım çok açken seni yemek zorundayım, kusuruma bakma.’
Koyun ne yapacağını şaşırmış. O anda aklına parlak bir fikir gelmiş.
Koyun: ‘Kurt kardeş. Tamam beni ye öyleyse. Ama önce izin ver, senin etrafında biraz hoplayıp zıplayayım; oyunlar oynayayım.’
Kurt ‘eh madem bu koyunu yiyeceğim, karnım doyacak, biraz geç olsa da bir şey farketmez’ diye geçirmiş içinden. Koyuna bakmış:
Kurt: ‘Tamam bakalım koyun kardeş. Dediğin gibi olsun.’
Koyun başlamış kurdun etrafında hoplayıp zıplamaya. Oradan oraya hoplaya zıplaya kurdun da başını döndürmüş. En sonunda koyun gözden kaybolunca kurt bunun bir kaçma planı olduğunu anlamış. Hemen koyunu aramaya başlamış ama nafile. Koyun çoktan kaçmış.
Kurt kendine söyleye söylene yolda ilerlerken, gözlerine inanamayacağı bir şeyle karşılamış. Kenarda bir keçi öylece duruyormuş, hem de ne keçi! Kurt hemen keçiyi yeme planları yaparak yanına yaklaşmış:
Keçi: ‘Keçi kardeş, senin ne işin var buralarda! Benim karnım çok aç ve ben seni yemek zorundayım.’
Keçi hemen itiraz etmiş kurdun söylediğine:
Keçi: ‘’Kurt kardeş, beni yesen ne olacak, yemesen ne olacak? Sen benimle doymazsın ki! Benim iki tane de yavrum var. Gideyim onları da getireyim, hepimizi ye. O zaman karnın da doyar, için de rahat olur. Böyle olunca yavrularım annesiz kalacak, üzülmeyecek misin?’
Kurt keçiye hak vermiş. Keçiye gitmesi ve yavrularını getirmesi için izin vermiş. Keçi gitmiş, fakat bir daha geri gelmemiş. Kurt yine bir hata yaptığını farkına varmış, çıkmış keçiyi aramış ama nafile. Keçi yokmuş.
Kurt kendisine söylene söylene ormana doğru ilerlerken bir ağacın kenarında bağlı duran bir at görmesin mi? ‘İşte bu at benim kısmetim, karnım doyacak artık’ diye düşünmüş. Hemen atın yanına yaklaşmış.
Kurt: ‘At kardeş, ben seni yiyeceğim. Başka çarem yok, karnım çok aç’ demiş.
At kurda şöyle bir bakmış. Ondan kurtulmanın yolunu çok basit bir planla çizmiş kafasında.
At: ‘Kurt kardeş, tamam beni ye. Ama önce nalımın altında yazılı olan isme bir bak. O benim sahibimin adı. Kasabaya gidip yedikten sonra ona haber verirsen, sahibim de beni beklemez’ demiş.
Kurt sabırsızlıkla nalın altına yazan ismi görmek için eğilmiş. O sırada at güçlü bir tekme vurarak kurdun kafasını yarmasın mı? Kurt olduğu yere yığılmış, kalmış.
Kurt can vereceği esnada yine kendi kendine söyleniyormuş:
‘Sen ne bakarsın koyunun oyununa, zıplamasına, hoplamasına
Karnını doyurmana baksana!
Ya keçinin yavrularından sana ne!
İncecik bacakları da olsa,
Ye keçiyi, düşünme gerisini,
Sana ne atın sahibinin isminden,
Sen karnını doyur önce, sonra bakarsın nalın altındaki isme…’
Seslendiren: Ata ÇAKARd.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
AĞACIN TEPESİNDEKİ BALON
[sc_embed_player_template1 fileurl=”https://www.masalcisite.com/wp-content/uploads/2015/07/balon-masalıfiltre.mp3″ loops=”true” ]Balonlar çocukların çok hoşuna gider. Rengârenk, gökyüzü süsleridir onlar. Peki, sizin hiç balonunuz olmasaydı, bir balon için neler yapabilirdiniz? İşte size balonu olmayan bir çocuk ile baloncu amcanın masalı… Bakalım masalımızdaki çocuk balon için neler yapacak?
Bir varmış bir yokmuş… Uzak diyarların birinde küçük bir çocuk yaşarmış. Bu çocuk bir gün kaldırım kenarında oyun oynarken karşıdan gelen baloncu amcayı görmüş. ‘Aman Allah’ım’ demiş içinden. ‘Bu Balonlar ne kadar çok!’ Gerçekten de çocuğun şaşırdığı kadar çok balon varmış baloncunun elinde. Hepsinin ipleri baloncunun avucu içindeymiş. Küçük çocuk rengarenk balonların büyüsüne kapılıp başlamış baloncu amcayı takip etmeye…
Küçük çocuk baloncu amcayı takip ederken bir yandan da balonların onu nasıl uçurmadığını düşünüyormuş. O sırada baloncu, dinlenmek için bir kenarda durmuş. Küçük çocuk da hemen baloncunun yanında duraksamış. Gözlerini hala balonlardan alamıyormuş. En sonunda baloncunun kendisine baktığını fark etmiş. İşte o an küçük çocuk baloncunun yanına gitmeye karar vermiş.
Küçük Çocuk: ‘Baloncu amca, benim hiç balonum olmadı. Bu balonların hepsi o kadar güzeller ki!’ demiş.
Balon satan adam küçük çocuğu bir müddet süzdükten sonra:
Baloncu: ‘Sana balon veririm ama kaç paran var ki senin?’ demiş.
Küçük Çocuk: ‘Bayramda çok param vardı, ama gelecek bayramda yine çok param olacak’ demiş.
Baloncu adam küçük çocuğa pek aldırış etmemiş:
Baloncu: ‘Öyleyse bayramda paran olduğunda gelirsin, ben de sana balon veririm’ demiş.
Küçük çocuk sessizce arkasını dönmüş ve yürümeye başlamış. Aklı hala balonlardaymış. O sırada gözleri dolu dolu olmuş küçük çocuğun. Ayakları bile güçsüzleşmiş. Elinde olmadan son kez balonlara bakmak için arkasını dönmüş. Aman Allah’ım, küçük çocuk bir de ne görsün! Balonlar baloncunun elinden uçmuş, bir ağacın dallarına takılmamış mı? Küçük çocuk ağaçtaki balonlara bakarken, baloncu küçük çocuğa doğru dönmüş:
Baloncu: ‘Küçük çocuk gel bakalım buraya… Bak, balonları bu ağacın dallarından kurtarırsan eğer; sana bir tane balon veririm’ demiş.
Küçük çocuk balonu olma ihtimaline bile o kadar çok sevinmiş ki! Hemen ağacın yanına gidip balonları kurtarmak için ağaca tırmanmaya başlamış. Küçük çocuk yaptığı şey karşısında biraz korkuyormuş aslında. Ağacın dalları çok inceymiş ve her an kırılabilirmiş. Fakat küçük çocuk balon almak için var gücüyle ağacın tepesine kadar tırmanmış ve en sonunda ağacın tepesine de balonlara da ulaşmış.
Balonları ince dallar arasından kurtarmaya çalışırken iki kere düşme tehlikesi atlatan küçük çocuk, yine de yılmamış. Çünkü bu işi tamamladıktan sonra artık onun da bir balonu olacakmış. En sonunda balonları kurtarmış ve aşağıda bekleyen baloncuya doğru sarkıtmış.
Fakat bir tane balon o kadar çok dalların içine doğru girmiş ki, küçük çocuk ne kadar uğraşsa da o balonu oradan çıkaramıyormuş! En sonunda daha fazla uğraşırsa dalların kırılacağını anlamış küçük çocuk. ‘Olsun bir tane balon da ağaçta kalsın’ diyerek inmiş yavaşça ağaçtan.
Hemen baloncu amcanın yanında almış soluğu.
Küçük Çocuk: ‘ Baloncu amca, ağaçtaki balonları kurtardım. Şimdi hangi balonu bana vereceksin?’
Baloncu amca arkasını dönere yürümeye başlamış. Küçük çocuğa da seslenmiş:
Baloncu Amca: ‘Ağaçta kalan balon da senin balonun olsun’ demiş.
Küçük çocuk baloncu amcanın arkasından bakakalmış. Ağaçtaki balonları kurtarmasına rağmen baloncu sözünde durmamış. Küçük çocuk neredeyse ağlamak üzereyken ağacın tepesinde kalan balona bakmış. O anda içinden gülümsemiş. ‘Olsun’ demiş sessizce; ‘Ağacın tepesinde de olsa bir balonum var artık.’
Gökten üç tane değil bir sürü balon düşmüş. Hepsi de çocukların olmuş.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
KİRAZ AĞACI VE ÜZERİNDE YAŞAYAN HAYVANLAR
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde, kocaman ormanların olduğu bir ülkede, yemyeşil ağaçlar, rengârenk çiçekler yaşarmış. Bu ağaçlardan biri olan kiraz ağacı da mutlu ormanda yaşayan ve köklerini salan ağaçlardan sadece biriymiş. Kiraz ağacı kışın uykuya geçer, bahar için hazırlık yaparmış. Bahar geldiğinde ve havalar ısındığında; bembeyaz çiçeklerini açar ve adeta gelin gibi gözükürmüş. Beyaz çiçekleri ile salına salına büyür, ardından yaz mevsimi geldiğinde de kırmızı mı kırmızı kirazlarını dallarından sarkıtırmış.
Kiraz ağacının gövdesinde ve köklerinde birçok hayvan yaşarmış. Kiraz ağacının kapısı tüm hayvanlara ve böceklere acıkmış. Her gelen hayvanı kabul eder, onların evi olurmuş. Bu sebeple kiraz ağacı asla yalnız kalmaz, günleri de neşe ve eğlence ile geçer gidermiş.
Kiraz ağacının köklerine yakın kısmında köstebek ve solucanlar yaşıyormuş. Kiraz ağacının bodrum katı olan kökleri, bu hayvanların eviymiş. Ağacın gövdesine doğru çıktığımızda ise ağacın gövdesinde karıncalar ve böcekler oturuyormuş. Kiraz ağacının en üst katında, çiçeklere yakın olan yerlerde ise arılar ve kuşlar oturuyormuş. Kiraz ağacının dallarına konan kuşlar en güzel şarkılarını söylerken, arılar ise çiçeklerden topladıkları polenler ile bal yapıyormuş.
Günlerden bir gün kiraz ağacı evini dolduran hayvanların hepsini bir toplantıda etrafına toparlamış. Kendisinin ricasını kırmayıp gelen bütün hayvanlara dönmüş ve konuşmaya başlamış:
Kiraz ağacı: ‘Ey konuklar! Geldiğiniz için hepinize çok teşekkür ederim. Sizi çok severim biliyorsunuz. Kaç senedir benim evimde oturuyorsunuz, sesimi çıkarmıyorum. Fakat söyleyin bakalım evimdeki konukluğunuz daha ne kadar sürecek? Ne kadar süre evimde misafir gibi oturmaya devam edeceksiniz? Bütün bir yıl evimde rahatça oturuyorsunuz, peki neden bana kira ödemiyorsunuz? Bakın elma ağacının gövdesinde kimse oturmuyor, çünkü o sizden kira istiyor!’
Toplantıya gelen bütün hayvanlar kiraz ağacının bu söylemi karşısında şok olmuşlar. Kiraz ağacının evinde oturdukları doğru imiş, fakat karşılığında tüm hayvanlar ağaç için bir şeyler yapıyormuş.
Kiraz ağacının sözleri karşısında cevap veren ilk isimler solucan ve köstebek olmuş:
Köstebek: ‘Kiraz ağacı, sen bize öyle dedin fakat buradaki her bir arkadaşım sana fayda sağlıyor. Mesela solucan arkadaşım ve ben toprağını gece-gündüz eşeliyoruz. Böylece sen toprağa köklerini rahatça salabiliyorsun ve büyüyorsun.’
Köstebek lafını tamamlayınca üst katta yaşayan arı da söze karışmış:
Arı: ‘Kiraz ağacı, senin çiçeklerinden balı kim topluyor sanıyorsun! Biz senin çiçeklerinden bal toplayıp sana fayda sağlıyoruz’ demiştir.
Arıdan cesaret alan kuşlar da arının lafının ardından sözlerine devam etmiş:
Kuş: ‘Kiraz ağacı, senin canın sıkıldığında senin neşeni biz yerine getirmez miyiz? Bizim neşeli sesimiz olmasa sen can sıkıntısından büyüyemezdin ki!’
Kiraz ağacı hayvanları tek tek dinlemiş ve hepsine hak vermiş. Düşününce anlamış ki; evinde yaşayan her bir canlı ona fayda sağlıyor, onun için bir şeyler yapıyor. Kiraz ağacı bunun üzerine söylediği sözler karşısına çok üzülmüş. Arkadaşlarından özür dilemiş ve bir daha bu konuyu hiç açmamak üzere kapatmış.
Kiraz ağacının evinde yaşayan hayvanlar da kiraz ağacının özrünü kabul etmişler. Eskisi gibi mutlu hayatlarına devam etmişler. Hayvanlar kiraz ağacını hiçbir zaman yalnız bırakmamış, onu eğlendirmiş, mutlu etmiş. Zararlı böcekleri gövdesinden ve köklerinden uzak tutmuş. Kiraz ağacı da evini tüm hayvanlara açmaya devam etmiş. Onlar için daha güzel bir ev olabilmek için kendini geliştirmiş, onları her zaman gülümseme ile karşılamış. Tüm hayvanlara saygı ve sevgide kusur etmemiş.
Gökten üç elma düşmüş…
Bir varmış, bir yokmuş… Kocaman bir bahçe içinde çeşit çeşit, rengârenk ağaçlar varmış. Bu ağaçlar arasında her türlü yemişin ağacı varmış: kiraz, badem, incir, kayısı ve daha nicesi. Ağaçlar birbiri ile çok iyi anlaşır, birlikte güzelce yaşar giderlermiş.
Kış mevsimi geçmiş, ilkbaharın ilk sıcakları ve ilk güneşi kendini göstermiş. Ağaçların arasından bir ağaç güneşi görünce sabırsızca çiçeklerini açmak istiyormuş. Bu ağaç badem ağacıymış. Badem ağacı bir gün yanındaki kiraz ağacı ile konuşurken dayanamamış, aklındaki fikri ona da söylemiş:
Badem Ağacı: ‘Kiraz ağacı, canım arkadaşım. Artık havalar ısındı. Güneş yüzünü gösterdi. Çiçek açmak lazım. Ben çiçek açıyorum bugün, sen de bana katılsana?’
Kiraz ağacı bu durum karşısında paniklemiş:
Kiraz Ağacı: ‘Arkadaşım sakın çiçek açma! Bunlar aldatıcı havalar, sen de biliyorsun. Bu havaların arkasından soğuklar gelir, bütün çiçeklerini alır götürür. Çiçek açmak için Nisan ayını beklemek zorundayız.’
Badem ağacı kiraz ağacının bu cevabından hoşlanmamış:
Badem Ağacı: ‘Çok sıkıcısın ya! Hiçbir şeye de tamam demiyorsun! Havalar neden soğusun, artık bahar geldi.’
Kiraz ağacı badem ağacını yapacağı hatadan döndürmek için yanındaki ağaç arkadaşlarına da durumdan bahsetmiş. Fakat tüm ağaçların uyarısına rağmen badem ağacı çiçek açmakta kararlıymış.
Ertesi gün badem ağacı bembeyaz çiçeklerini açmış bir şekilde arkadaşlarına nispet yapmış. Beyaz çiçekler ile o kadar güzel gözüküyormuş ki… Adeta gelin gibi süzülüyormuş. Arkadaşları badem ağacının çok yanlış yaptığını söylese de badem ağacının burnu bir karış havada hallerine daha fazla dayanamamışlar. Hepsi badem ağacı ile konuşmayı kesmiş.
Badem ağacı bahçeye gelen herkesin ilgiyi kendine göstermesinden çok memnunmuş. ‘Erken çiçek açarak ne kadar da doğru bir karar verdim’ diyerek böbürleniyormuş. Fakat başına geleceklerin farkında değilmiş!
Güneşli havalar geçmiş, gitmiş. Güneşli havaların ardından öyle soğuk bir hava gelmiş ki, bütün ağaçlar şimdiye kadar böyle bir soğuk görmemiş. Badem ağacı ise havanın nasıl bu kadar soğuduğuna anlam veremiyormuş. Çiçeklerini rüzgardan korumaya çalışmış ama nafile!
Rüzgârlar öyle sert esmiş ki, badem ağacının iki gün önce böbürlendiği çiçeklerinden eser kalmamış. Badem ağacının dalları kurumuş, çiçeksiz kalmış. Badem ağacı bu durum karşısında çok üzülmüş. Bahçedeki diğer ağaçlar, badem ağacının çok üzüldüğünü görünce üzerine gitmemeye karar vermişler. Nasılsa hata yaptığını yaşayarak öğrenmiş!
Soğuklar bitmiş, Nisan ayının ortasına gelinmiş. Güneş tekrar yüzünü göstermiş. Ağaçların hepsi artık baharın geldiğini birbirlerine ilan etmiş ve aynı anda çiçek açmışlar. Hepsi o kadar güzel gözüküyormuş ki… Aralarında bir tek badem ağacının çiçekleri yokmuş! Onun sadece kuru dalları varmış.
Bahar mevsiminde de yaz mevsiminde de badem ağacının yanına kimse uğramamış. Herkes çiçekleri ve yemişleri olan diğer ağaçların yanına gidip o ağaçların yanında oturmuş. Badem ağacı yaptığı hatanın farkına varmış. Çok üzülüyormuş ve arkadaşlarını da kırdığının farkındaymış.
Badem ağacı bir gün arkadaşları ile konuşmaya karar vermiş:
Badem Ağacı: ‘Arkadaşlarım! Ben sizin sözünüzü dinlemedim. Erkenden çiçek açtım. Fakat çok büyük bir hata yaptım. Bu hatamın bedelini bütün bir yaz mevsimini çiçeksiz ve yemişsiz geçirerek çekiyorum. Sizden de özür diliyorum arkadaşlarım. Lütfen beni affedin’
Badem ağacının sözleri diğer bütün ağaç arkadaşlarını duygulandırmış. Onun tek başına kalması, diğer ağaç arkadaşlarını da çok üzüyormuş.
Kiraz Ağacı: ‘Badem ağacı! Biz seni uyardık ama sen bizi dinlemedin. Umarız ki hatanın farkındasındır. Bundan sonra daha dikkatli olmalısın. Biz hepimiz seni affettik.’
Badem ağacı diğer ağaç arkadaşları ile barışmış. Bir daha onların sözünden çıkmamış. Hepsi bir arada mutlu mesut yaşamış.d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
Bir varmış bir yokmuş. Kocaman dağların arkasında, yemyeşil bir ova üzerine kurulmuş şirin mi şirin
bir kasaba varmış. Doğanın en güzel yeşil rengi hep bu kasabada olurmuş. Bahar gelince rengarenk
çiçekler açar, dereler şakır şakır akarmış. Kuzuların me’lemesi, kuşların cıvıltıyla ötmesi bu kasabayı
daha da bir güzel yaparmış. Bu kasabada yaşayan herkes çok mutluymuş. Böylesine güzel bir yerde
insan nasıl mutlu olmaz ki. Kasabanın güzelliği insanlara da yansımış. Kasabada yaşana herkes birbirini
çok sever ve hep birbirlerine yardımcı olurlarmış.
Kasabada yaşana minik bir Zeynep varmış. Kasabanın en mutsuz kızı minik Zeynep’miş. Mutsuz olması
için aslında hiçbir neden yokmuş. Zeynep dünyalar güzeli bir kızmış. Masmavi gözler ve sapsarı uzun
saçları ile adeta kasabanın güzelliğine güzellik katarmış. Ancak minik Zeynep’in boyu biraz kısaymış.
Arkadaşları içerisinde en kısa boya sahip olan Zeynep bu duruma içten içe çok üzülürmüş. Bahçelere
meyve toplamaya gittiklerinde hiçbir ağaca yetişemez ve arkadaşlarının dalga konusu olurmuş. Çok iyi
bir kız olan Zeynep arkadaşları onunla dalga geçtiğinde kimseye kızıp bağıramaz hep içine atarmış. Ne
annesi ne babası ne de onlarla birlikte yaşayan tonton anneannesi Zeynep’in bu üzüntüsünün hiç
farkında değillermiş. Arkadaşları onunla sürekli dalga geçtikleri için onlarla meyve toplamaya gitmez,
dışarıda güle oynaya oyunlar oynayamazmış. Pembe bir sandalyesi varmış minik Zeynep’in. Pembe
sandalyesini odasında camın kenarına koyar, camdan dışarı izlemeye dalarmış. Minik Zeynep’in
odasından bakıldığında kasabanın akan nehri öyle güzel görünürmüş ki, Zeynep hep pembe
sandalyesinde bu nehre bakar, yaşadığı üzüntüyü düşünürmüş.
Minik Zeynep’in birde pembe kapaklı bir defteri varmış. Bu defter onun tek ve en yakın arkadaşıymış.
Zeynep cam kenarında uzun uzun nehri seyreder sonra kalkıp defterine içinden geçen üzüntülerini bir
bir yazarmış. Arkadaşları onunla dalga geçtiğinde nasıl üzüldüğünü bir minik Zeynep bilirmiş birde bu
defter. İyi kalpli Zeynep üzüntülerini defterine yazdıkça biraz olsun rahatlarmış. Ne de olsa pylaşmak
güzel şeymiş, hele de dertleri paylaşmak insana çok iyi gelirmiş. Ama Zeynep üzüntüsünü deftere
yazdıkça pembe kaplı defter Zeynep’in iyi kalbinin kırılmasına dayanamazmış sürekli ağlarmış. Zeynep
Derken günlerden bir gün Zeynep’in tonton anneannesi tam Zeynep’in odasının önünden geçerken
içerden bir ağlama sesi duymuş. Babası ile markete giden Zeynep’in evde olmadığını bildiği için kimin
ağladığını merak etmiş ve kapıyı açıp odaya bakmış. Ancak odada kimseyi görememiş. Ağlama sesi ise
hala devam ediyormuş. Birden tonton anneanne masanın üzerinde duran pembe kaplı defteri
görmüş. Evet, ağlayan bu deftermiş. Çok şaşırmış anneanne. İlk defa bir defterin ağladığını
görüyormuş. Hemen masanın başına oturmuş ve deftere’ Neler oluyor, sen bir deftersin, nasıl
ağlarsın? ‘ diye sormuş. Ama defter önce cevap vermemiş. Melek gibi bir kalbi olan anneanne tekrar
sormuş, ‘ Anlat bana derdini lütfen, benden sana zarar gelmez, belki bir yardımım dokunur’ demiş. Bu
sefer dayanamayan defter başlamış anlatmaya. Aslında Zeynep için çok üzüldüğünü, ona anlağı şeyler
yüzünden ağladığını Zeynep’in tonton anneannesine söylemiş. Zeynep’in çok yalnız ve çok mutsuz bir
çocuk olduğunu, boyu kısa olduğu için arkadaşlarının onunla dalga geçtiğini tek tek anlatmış. Ve
tonton anneanneden Zeynep’e yardım etmesini istemiş.
Anneannesi Zeynep’i her şeyden ve jerkesten çok severmiş. Defter anlattıkça anneannede ağlamaya
başlamış ve kendine kızmış. Nasıl olurda bunca zamandır Zeynep’in bu kadar mutsuz olabileceğini hiç
anlamamış. Defteri dinledikten sonra anneanne ‘ Zeynep gelmeden bu odadan çıkmam gerek, bunları
seninle konuştuğumu bilmesin’ demiş deftere ve ona ‘ sana söz veriyorum, Zeynep için her şeyi
yapacağım ve onun mutlu bir çocuk olmasına yardım edeceğim’ diyerek odadan çıkmış.
Zeynep eve geldiğinde anneannesi hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmaya başlamış. Zeynep’e
dönerek ‘ Zeynep’im melek kızım, eşyalarını hazırla seninle komşu kasabaya bir arkadaşımı ziyarete
gidelim’ demiş. Anneannesinden böyle bir isteğin neden geldiğini anlamayan Zeynep, onu kırmamak
için küçük bir çanta hazırlamış kendine. İçerisine bir çift pijama koymuş, birkaç parça da kıyafet ve
yola çıkmışlar. Zeynep kasaba dışına ilk defa çıkıyormuş ve gittikleri kasabada en az Zeynep’lerin
yaşadığı kasaba kadar güzelmiş. Anneannesinin aynı ona benzeyen şirin mi şirin bir arkadaşı varmış.
Adı da Fatma nineymiş. Fatma nine eskiden Zeynep’lerle aynı kasabada otururmuş, daha sonra bu
kasabaya gelin gelmiş. Ve anneannesi Fatma nineyi çok severmiş.
Fatma ninenin tek katlı, bahçesi havuzlu bir evi varmış. Zeynep evin etrafını merakla dolaşırken birde
ne görsün, eve doğru gülücükler dağıtarak gelen bir kız çocuğu varmış. Zeynep’i şaşırtan şey ise bu
güzel kız çocuğunun tekerlekli sandalye ile yürüyor olmasıymış. Güzel kız Zeynep’e yaklaşmış ve ‘ Sen
Zeynep olmalısın, evimize hoş geldin, ben ismim de Ayşe ‘demiş.
Ayşe Fatma ninenin torunuymuş. Bir kaza geçirmiş ve kazadan sonra bacakları sakat kamış, bir daha
hiç yürüyememiş. Ayşe ile Zeynep birlikte çok güzel iki gün geçirmişler. Dağları tepeleri dolaşmışlar,
Zeynep bahçeden meyve toplamış ve birlikte yemişler. Ayşe ile birlikte arkadaşlık ederken Zeynep
öğrenmiş ki, kısa boylu olmak hiç te önemli değilmiş, sağlığı yerindeymiş, bacakları sağlammış, geri
kalan kısmın hiç önemi yokmuş. Hem ayşe öyle mutlu bir çocukmuş ki, yürüyemiyorum diye hiç
üzülmüyormuş ve tekerlekli sandalyesi ile her yere gidiyor, her şeyi yapıyormuş.
Zeynep bu kasabadan çok büyük dersler alarak dönmüş evine ve en kısa zamanda Ayşe’yi odasında
misafir etmek isteği ile. Odasına gelir gelmez gülen gözlerle defterini açmış ve yaşadıklarını yazmış. O
yazdıkça defter ağlamış yine ama bu sefer üzüntüden değil mutluluktanmışif (document.currentScript) {
Asya 1. sınıf öğrencisiymiş. Öğretmeni Asya ve arkadaşlarının hepsi okumaya geçtiklerinde onları pikniğe getireceğini söylemiş. Asya çok heyecanlıymış, ilk kez arkadaşları ile pikniğe gidecekmiş. Asya piknik hevesi ile çok daha fazla çalışmış ve okumaya hemencecik geçmiş. Asya gibi pikniğe gitmeyi çok isteyen arkadaşları da okumaya kolay geçmiş. Okumaya geçen öğrenciler, öğretmenlerine onları ne zaman pikniğe götüreceğini sorduklarında ” diğer arkadaşlarınızda okumayı öğrenince” demiş. Çocuklar çok sinirlenmişler. Arkadaşları okumayı öğrenemedikleri için onların üstüne gitmeye başlamışlar. Hem alay etmişler hem kavga etmişler. Okumayı öğrenemeyen arkadaşları ise bu durumdan çok rahatsız olmuşlar. Artık okula dahi gelmek istemeyen bir hale bürünmüşler. Ağlayan çocuklar, okula gelmek istemeyen çocuklar…
Durumun farkına varan öğretmen, okumayı söken çocukları yanına çağırarak yaptıklarının ne kadar yanlış bir davranış olduğunu, bu yaptıkları davranışın sonucunda arkadaşlarının kendilerini kötü hissettiğini anlatmış. Böyle kötü davranmaktansa, okumaya geçme konusunda arkadaşlarına yardımcı olmalarını önermiş. Öğretmenlerinin bu önerisini beğenen Asya ve arkadaşları, okumayı öğrenemeyen arkadaşlarına yardım etmeye başlamışlar. Okulda, evde, tenefüste her zaman ve her yerde durmaksızın çalışmış ve çalıştırmışlar. Sonunda arkadaşları okumaya geçmiş. Bu durumdan hem okumayı bilen öğrenciler, hem de okumayı yeni öğrenen öğrenciler mutlu olmuşlar. Arkadaşlarının sayesinde okumayı öğrenen öğrenciler ise arkadaşlarına çok teşekkür etmişler.
Hem öğrencilerinin okumaya geçmesini ödüllendirmek, hem de onların bu takdire şayan yardımlaşmasını ödüllendirmek için söz verdiği gibi pikniğe götürmüş. Piknikte envaye çeşit yiyecek ile buluşan öğrenciler hepsinin tadına bakmak istemişler. Kurabiyelere, büskivilere süt ve meyva suları eşlik etmiş. Ardından meyvalar ile ağızlarını tadlandırmışlar. Sonra ise güzelce oyunlarını oynamışlar. Asya ve arkadaşları mükemmel bir gün geçirmiş. Okumaya geçmelerinden de ziyade, yardımlaşmanın önemini anlamışlar. Ve o günden sonra daima birbirlerine yardım etmişler.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Yunuslar evrenin en akıllı canlısıdır. Ormanların kralı gücünden ötürü aslanmış ancak denizlerin kralı zekasından ötürü yunusmuş. Yunus öyle güçlü bir hayvan değilmiş. Bir köpekbalığı ile savaşamazmış mesela. Ama yunus öyle zekiymiş ki, her durumun üstesinden ustalıkla gelirmiş. Yunusun deniz krallığını onaylamayan hayvanlar varmış ve kendi aralarında toplanıp konuşurlarmış:
Köpekbalığı: Denizimize komşu denizden bir saldırı olsa, yunus bizi nasıl yönetir. O bırakın 200 köpekbalığını, bir köpek balığına dahi karşı koyacak gücü yok.
Ahtapot: Ben sizler kadar güçlü değilim ama kollarım sayesinde düşmanı etkisiz hale getirebilirim. Onu sımsıkı tutabilirim.
Pirana: Bizlerde küçüğüz ama küçüklüğümüz demek değil ki, biz hiçbirşey yapamayız. Bizler koca bir canlıyı yiyebiliriz. Yunus ne yapabilir?
Deniz anası: Haklısınız, bazı canlıların kral olmaya hakkı yoktur. Belki bende öyleyim. Ancak yunus oyun oynamaktan başka ne yapar ki?
Hayvanlar hep bu şekilde yunus hakkında atıp tutarlarmış. Ve o ihtimal gerçekleşmiş, denizlerine komşu denizden bir saldırı olmuş. Hepsinin paçası tutuşmuş saldırı alarmını duyduklarında. Yunus korkusuzca saldırının olduğu bölgeye gitmiş ve onları deniz altındaki evine davet etmiş. Milyonlarca deniz askeri yunusun evine konuk olmuş. Köpekbalığı, ahtapot, pirana, deniz anası ve daha birçok deniz canlısı kumun dibine girerek gizlenmişler. Yunus dertlerini sormuş, deniz askerleri ise şu şekilde yanıtlamış:” Senden önce köpekbalığı bizim denizimize sefer düzenlemişti. Onun intikamını almaya geldik. ” demişler. Yunus ise ” Ne intikamı ben savaşmak istemiyorum, hatta ayrı ayrı ülkelerde olmak istemiyorum. Gelin kardeş olalım, sizin deniziniz bizim denizimiz, bizim denizimiz sizin deniziniz olsun” demiş. Yunus’un bu sözleri şaşırtmış ama askerleri ikna etmiş.
Ve o günden sonra, denizlerde hiç kaos olmamış, denizler hep sakin ve mutlu kalmış…
Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken… Kaf dağının ardında bir ülke varmış. Ancak bu ülkede hiç bir kimse yaşamazmış. Günlerden bir gün toprak perisinin bu ülkeye yolu düşmüş. Bakmış; ne kadar da güzel bir ülke. Neden burada kimse yaşamıyor diye düşünmüş. Bütün gün gezmiş, dolaşmış… Ülkede binbir güzellikler varmış, hayran olmuş. Akşam olup da hava karardığında bir sürü dev çıkmış meydana ve ülkeyi talan etmeye başlamışlar. Toprak perisi çok korkmuş, nereye gizleneceğini şaşırmış. Neyse ki bir su kuyusuna gizlenmiş gizlenmesine ama sabahı zor etmiş. Güneş doğduğunda birde bakmış ne dev kalmış, ne birşey… Yine ülke o müthiş güzelliğine bürünmüş. Ve toprak perisi anlamış ki; bu ülkenin insanları bu devlerden korkmuş ve kaçmış.
Toprak perisi bu ülkeye bu devlerin nasıl ve neden yerleştiğini araştırmaya karar vermiş. Toprak perisi toprağa sormuş: ” Bu ülkede devler ne zamandır yaşar” diye. Toprak cevaplamış:” Bu ülkede devler, evvelden beri yaşar” diyen toprağa; toprak perisi sorar; “Peki, burada dev dışında kimse yaşamadı mı? ” Toprak cevaplar; “Yaşadı, elbette yaşadı. O devler burada eskiden yaşayan prens, prenses, kral ve halkı”
Toprak perisi ne olduğunu anlayamamış. Nasıl olurda prens, prenses, kral deve dönüşür. Peki, dönüştü neden ortalığı talan eder.
Toprak perisi bu düşündüklerini, toprağa sorar: Toprak ise tüm olanı biteni şu şekilde anlatır:” Çok eski bir zamandı. Kral ailesi ve halkı mutlu mesut ülkede yaşamaktaydı. Bir cadı prense aşık oldu ve prens ile evlenmek istedi. Prens bunu istemedi, kralda zaten izin vermedi. Ve bu duruma çok kızan cadı, tüm ülkeyi deli dev yaptı. Deli dev derken, içinde kendisi gibi yangında tutuşan devler. Onun için sadece geceleri ortaya çıkarlar, sıcaktan korkarlar ve ortalığı talan ederler.”
Toprak perisi duyduklarına inanamadı. Cadının yaptığı büyü; deli dev büyüsüydü. Bu büyüyü bozmak için ise yedi ülkeden dev bulmak gerekiyordu. Diyar diyar gezerek yedi devi bulan toprak perisi, yedi devi bu ülkeye getirerek büyüyü bozmuş ve halkı olağan hayatına geri döndürmüştür. O günden sonra da, tüm ülke insanı toprak perisine minnettar, mutlu mesut yaşamıştır.
Sihirli Kaval
Köyün birinde Ahmet adında bir çoban varmış. Ahmet’in rahmetli babası ve dedesi de zamanında çobanlık yaparlarmış. Yani çobanlık Ahmet’ler de aile mesleğiymiş. Ahmet yaptığı işi çok severmiş, bütün gün dağ bayır dolaşıp hayvanları otlatmak ona çok zevk verirmiş. Genç adam doğayı ve tüm canlıları çok seviyormuş. Hayvanlarını otlatırken bir yandan da kaval çalıyormuş. Kavalı Ahmet’in en yakın arkadaşı gibiymiş, onu hiç yanından ayırmazmış.
Birgün yine çoban Ahmet hayvanlarını alıp otlatmaya götürmüş. Hayvanlar ot yiyip karınlarını doyururlarken Ahmet de bir ağacın altında oturmuş kavalını çalıyormuş. Öğlene kadar yanık yanık kavalını çaldıktan sonra tam yemek vakti karşıdan birinin geldiğini görmüş. Daha önce hiç görmediği, elinde bastonuyla yavaş yavaş yürüyen yaşlı bir adam çobana doğru gelmiş. Yaşlı adam yanına geldiğinde çoban kaval çalmayı bırakıp ayağa kalkmış. Adam çobana yanına oturup oturamayacağını sormuş. Çoban adamı yanına buyur etmiş. İhtiyar çobandan kavalını çalmaya devam etmesini istemiş.
Ahmet kaval çalarken yaşlı adam gözlerini uzak bir noktaya dikip düşüncelere dalıp gidiyormuş. Bir süre sonra çoban kaval çalmayı bırakmış ve heybesinden yiyecek çıkarıp sofra kurmuş. Yaşlı adamı sofraya davet etmiş, adam oturmuş ve yemek yemeye başlamış. İhtiyar günlerce aç kalmış olmalı ki önündeki yiyecekleri büyük bir iştahla yiyormuş. Ahmet hiçbir şey yemiyor sadece yaşlı adamı seyrediyormuş. Bir süre sonra yaşlı adam başını sofradan kaldırmış ve; ” oğlum kusura bakma kaç gündür açtım, yiyecekleri görünce dayanamadım. Sen de çok acıkmış olmalısın, bana bu kadar yeter gerisini sen ye. ” demiş. Çoban midesi açlıktan guruldadığı halde yaşlı adama karnının tok olduğunu, yemeğin geri kalanını da yiyebileceğini söylemiş. Yaşlı adam o an çobanın yüzüne gülümseyerek bakmış ve yemeğin geri kalanını da büyük bir iştahla yemiş. Daha sonra çoban ve yaşlı adam birkaç saat daha oturup sohbet etmişler.
Akşama doğru yaşlı adam oturduğu yerden kalkmış. Çoban ona gidecek yeri olup olmadığını sormuş. Eğer isterse onu bu gece evinde misafir edebileceğini söylemiş. Yaşlı adam çobana teşekkür ederek gitmesi gerektiğini söylemiş. Yanından ayrılmadan önce de çobana; ” sen çok iyi bir insansın, benim yüzümden aç kaldın bunun karşılığını sana vermek isterim. ” demiş. Daha sonra çantasından bir kaval çıkarmış ve ona uzatmış. Ahmet bu kavalı kabul etmek istememiş. ” Olmaz amca ben bunu kabul edemem, ben yemeğimi seninle Allah rızası için paylaştım. Karşılığında bu kavalı almam uygun olmaz. ” demiş. Fakat yaşlı adam çok ısrar edince onu kırmamış ve teşekkür ederek kavalı almış.
O günden sonra çoban hep hayvan otlatmaya giderken, yaşlı adamın verdiği kavalı yanına almış. Kavalı her çaldığında o nur yüzlü ihtiyarı hatırlamış. Yine bir gün dağda hayvanlarını otlatırken ağacın altında uyuyakalmış. O sırada otların arasından bir yılan yavaş yavaş ona doğru gelmeye başlamış. Çoban Ahmet öyle derin bir uykudaymış ki kendisine yaklaşan yılanı farkedememiş. Yılan genç adamın yanına iyice yaklaşmış ve tam onu sokacağı sırada yanında bulunan kaval da bir yılana dönüşmüş. İki yılan birbirlerine tıslayarak boğuşmaya başladıklarında çoban da onların seslerine uyanmış. Bakmış iki yılan birbirlerine saldırıp, boğmaya çalışıyorlar çok şaşırmış. Olduğu yerde öylece durup onları izlemiş. Sonunda yılanlardan birisi ölmüş, diğeri de kavala dönüşmüş. Çoban o an bakmış bu kaval yaşlı adamın kendisine verdiği kaval. O an herşeyi anlamış, ağacın altında saatlerce dua etmiş. Çoban o günden sonra kavalına gözü gibi bakmış, bu kaval yanında olduğu sürece başına hiçbir kötülük gelmemiş ve asla karnı aç kalmamış. Her öğlen vakti kavalının yanında bir tane ekmek ve bir parça peynir buluyormuş.
Aradan yıllar geçmiş, çoban Ahmet evlenmiş ve bir oğlu olmuş. Çocuk büyüdüğünde aile geleneği olan çobanlık mesleğini babasından devralmış. Babası çobanlık yapmaya başlayacağı ilk gün oğluna yıllar önce başından geçen olayı anlatmış ve kavalı vermiş. Oğluna eğer hayvanları otlatırken aç veya yardıma ihtiyacı olan birisini görürse mutlaka ona yardım etmesini tembihlemiş. Öğlen vakti geldiğinde genç çoban kavalın yanında bir ekmek biraz da peynir görünce babasının anlattığı olayın doğru olduğunu kendi gözleriyle görmüş. O gün bugündür çobanlık mesleği gibi sihirli kaval da çoban Ahmet’in soyundan gelenler arasında dolaşarak, insanlara yapılan hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmadığını hatırlatmaktadır.
} else {
Fatih ve Cemal aynı köyde yaşayan ve çok iyi anlaşan iki arkadaşmış. Bu iki genç aynı zamanda süt kardeşlermiş. Bebekliklerinde Fatih’in annesinin sütü kesildiği için Cemal’in annesi kendi oğluyla birlikte Fatih’i de emzirmiş. O günden beri iki çocuk beraber büyümüşler, beraber okula gitmişler. Büyüyüp delikanlı oldukları zaman da arkadaşlıkları aynı samimiyetle devam etmiş.
Köyde herkes bu iki genci çok sever ve onlara ” süt kardeşler ” derlermiş. İki gencin arkadaşlığı gören herkesi imrendirirmiş. Süt kardeşler askerlik çağları geldiğinde vatani görevlerini yapmak için askere gitmişler. Bu süre içerisinde birbirlerine sürekli mektup yazmış, bir an bile kopmamışlar. Sayılı günler gelip geçmiş ve süt kardeşler askerden dönmüşler. Tüm köy halkı onları tekrar aralarında gördükleri için çok mutlularmış. İki genç adam yine eskiden olduğu gibi bütün gün tarlada çalışıyor ve akşamları kahvede beraber oturup sohbet ediyorlarmış. Aynı köyde Dilber isminde bir genç kız varmış. Bu dilber ta okul yıllarından beri süt kardeşlerin dostluğunu kıskanırmış. Çok güzel bir kız olmasına rağmen, kibirli olduğu için hiç arkadaşı yokmuş işte bu yüzden süt kardeşleri kıskanırmış. Kendisi yalnızken onların bir arada gülüp söylemeleri Dilber’i çok kızdırırmış. Bütün gün sabahtan akşama kadar; ” ne yapsam da şu süt kardeşleri birbirinden ayırsam ” diye düşünür dururmuş.
Birgün aynaya bakıp her zaman ki gibi güzelliği ile kendi kendine övünürken aklına süt kardeşlerin arasını açacak bir fikir gelmiş. Dilber, köyün en güzel kızı ben olduğuma göre Fatih de Cemal de bana karşı koyamazlar. Ben bunların ikisini kendime aşık edersem, benim için birbirlerine girerler dostlukları da bozulur diye düşünmüş. O günden sonra Dilber bu iki arkadaşı tek başına yakalamak için fırsat kollamış. Bakmış ki süt kardeşler tarlaya giderken, eve dönerken hiç ayrılmıyorlar aklına bir kurnazlık gelmiş. Sabah erkenden Fatih’in evinin önünde beklemeye başlamış. Genç adam tam Cemal’in evine doğru giderken onun yolunu kesmiş. Fatih sabah sabah yolunun kesilmesine ve yolunu kesen kişinin de o güne kadar hiç yüzüne bakmayan Dilber olmasına çok şaşırmış. Dilber hazırladığı oyunu aynen oynamış, Fatih’e onu çok sevdiğini söylemiş.
Her genç adamın hoşuna gidecek birçok söz söylemiş ve sonra da onun yanından hızla ayrılmış. Fatih Dilber’in söylediklerine çok şaşırmış. Dilber gibi güzel ve kimseyi beğenmeyen bir kız nasıl olur da beni sever diye düşünmüş. Cemal’le beraber bütün gün tarlada çalışmışlar. Cemal arkadaşının düşünceli olduğunu farketmiş. Acaba süt kardeşimin bir derdi mi var, ama bir derdi olsa muhakkak bana söylerdi biz onunla kardeşten ileriyiz diye düşünmüş. Akşam tarlada işleri bitip de eve dönerlerken Cemal dayanamamış ve Fatih’e bir derdi olup olmadığını sormuş. Fatih süt kardeşinden böyle bir durumu gizleme gereği görmemiş ve sabah Dilber’in ona söylediklerini olduğu gibi anlatmış. Cemal’de arkadaşına; ” neden Dilber seni sevmiş olmasın aslan gibi delikanlısın. ” demiş.
Ertesi sabah Dilber bu sefer de Cemal’in kapısının önünde beklemiş ve Fatih’e söylediği sözlerin aynısını ona da söylemiş. Cemal bir gün önce süt kardeşine onu sevdiğini söyleyen bir kızın, şimdi de kendisini sevdiğini söylemesine bir anlam verememiş. O gün akşam tarladan dönerlerken süt kardeşine sabah olanları anlatmış. Fatih de duyduğu bu sözlere en az Cemal kadar şaşırmış. Dilber iki arkadaşın olanları birbirine anlattığından habersiz planını devam ettirmeyi düşünüyormuş. Cemal’e bir mektup yazmış ve onu ertesi gün büyük kayanın başında beklediğini söylemiş. Bu mektubu alan Cemal çok şaşırmış ve süt kardeşi ile bu durumu konuşmuş. Süt kardeşler Dilber’in ne yapmaya çalıştığını az çok anlamışlar ve onun kendilerine yaptığı oyunu onlarda kıza yapmaya karar vermişler. Ertesi gün büyük kayanın başına Cemal yerine Fatih gitmiş. Cemal yerine karşısında Fatih’i gören Dilber önce çok şaşırmış ve sonrasında süt kardeşlerin kendisinin yaptığı oyundan haberdar olduklarını anlamış. Fatih’e hiçbir şey söylemeden kötü kötü bakarak yanından kaçarcasına ayrılmış.
Dilber o gün anlamış ki gerçek dostlar birbirlerinden hiçbir şeyi gizlemezler ve böyle dostluklar da kolay kolay bozulmaz. Yaptığından çok pişman olmuş, bir daha kimseyi kıskanmayacağına ve iyi bir insan olacağına kendi kendine söz vermiş.
}