ODUNCUNUN TALİHİ HİKÂYESİ
Vakti zamanında pek çalışkan bir adam varmış. Ama çalışarak kazandığı para karnını doğru dürüst doyurmaya bile yetmezmiş. İşi evden eve odun taşımak, ev hanımlarına yakacak satmakmış. Günlerden bir gün yine ormanda çalışıyorken garip sesler gelmiş kulağına. Aldırmayıp, kente satmak için indireceği odunları kesip yığmaya devam etmiş. Kendini işine kaptırmış çalışırken fil çığlığına benzer bir ses işitmiş yeniden. Çok korkmuş ama korkusunu bastırıp, ne olduğunu anlamak için yürümüş dosdoğru sesin geldiği yana. Bir de bakmış ki, güzeller güzeli bir kız, dolanmış dallara çalılara oradan çıkamıyor. Hemen koşmuş, dalları kesip kızı kurtarmış.
“Kimsin, adın ne?” diye sormuş oduncu.
Oduncuyu gören kız:
“Önce sen söyle bana adını” demiş.
Şaşkınlığa düşen oduncu kekeleyerek adını söyleyince kız kendinden emin bir şekilde:
‘Bak, sen beni tanımazsın. Ama ben seni tanırım. Ben senin talihinim. O dalları kestiğin yer var ya; işte orada hak ettiğin paralar duruyor, al onları’ demiş.
Oduncu şaşırmış:
“Para mı, ne parası” demiş.
Kız hemen cevap vermiş:
“Elbette sen bunca yıl çalıştın, çok paran oldu. Hiç korkma, al onu. Bu paranın hepsi senindir. Ne istersen yapabilirsin onunla.”
Başka soru soramadan almış adamcağız paraları. Tüm olanları da bir düş sanıyormuş. Yarı şaşkın yarı sevinçli evine dönmüş. Evde eşi de inanmamış anlattıklarına. Oduncu ve eşinin hayatları birden farklılaşmış, mutlu olmuşlar. Köydeki herkes de görüyormuş yaşamlarının değiştiğini. Başlamışlar ‘bu parayı nereden buldunuz’ diye zavallıları sorgulamaya. Köylü de merak ediyormuş bu parayı nasıl elde ettiklerini, evlerini yeniden döşeyecek, yeni mobilyalar ve giysiler alacak zenginliğe nasıl ulaştıklarını.
Oduncu köylülerin tüm sorularına tek bir cümle ile yanıt veriyormuş:
– “Ormanda talihimle konuştum.”
Köyün en tembeli olan bir adam bunu duyunca acele koşup ormana gitmiş ve başlamış talihini çağırmaya. Ormanın içinden bir koca karı çıkmamış mı adamın karşısına! Kadının yüzü bumburuşuk, üstü başı hırpani, perişan haldeymiş. Tembel adam korkarak;
-“Böyle çirkin ve korkunç olan sen benim talihim misin?”demiş.
-“Ya nasıl olmalıydım sence? Hiç çalışmadan talih istiyorsun. Önce çaba göster, sonra görelim ne ola…”demiş yaşlı kadın.
Tembel adam çalışmak lafını duyunca yokuştan aşağı koşmuş, kuyruğuna neft yağı sürülmüşçesine. Sonra da bir şeycik edinememiş yaşamında. Eren ermiş muradına, biz de geldik masalımızın sonuna.
Fakir bir saka, o sakanın da bir eşeği vardı. Bu eşek; zayıf zavallı bir eşekti, sırtında yüzlerce yara vardı. Değil arpa ot bile bulamıyordu. Padişahın atlarının bakıcısı da bu sakayı tanıyordu. Onunla eskilere dayanan bir ahbaplığı vardı.
Padişahın atlarının bakıcısı bir gün yolda giderken sakaya rastladı:
– “Bu zavallı eşeğin hali ne böyle, nerdeyse zayıflıktan ölecek.” dedi.
Saka yana yakıla anlattı:
–“Sevgili dost biliyorsun ki ben fakir bir insanım. O sebeple bu zavallı hayvana bakamıyorum.” dedi.
Padişahın ahır başı:
– “Bak şimdi; sen bu hayvanı bana ver, birkaç gün padişahın ahırına bağlayayım. Ona padişahın atlarının yeminden vereyim, biraz düzelsin.” dedi.
Saka eşeği seve seve verdi. Eşeği alıp padişahın ahırına getirdiler. Eşek ahırdaki temiz ve bakımlı atların halini görünce:
– “Yarabbi! Bu nasıl iş, bu atlar senin yarattığın da ben senin yarattığın değil miyim? Şu halime bak, bunların durumuna bak, böyle olur mu?” dedi.
Aradan birkaç gün geçmeden savaş çıktı. Ahırdaki atları çekip eğerlediler. Savaş alanına yolladılar. Günlerce süren savaştan sonra atlar döndüğünde her birinin vücudunda yüzlerce yara vardı ve birçok ok ucu hala vücutlarında duruyordu.
Atların ayakları bağlandı, cerrahlar geldi ve başladılar atların orasını burasını yararak, ok parçalarını ve mızrak uçlarını çıkarmaya. Bunu gören bizim eşek, daha önce düşündüklerinden ve söylediklerinden bin pişman olarak haline şükretti.
Bir sürek avında, tazılar bir tilkiyi kovalamaya başlamışlar. Tilki, ormanda odun toplayan bir adama yaklaşmış. Ondan, kendisini saklamasını istemiş. Adam da ona kendi kulübesini göstermiş. Tilki kulübeye gidip bir köşeye saklanmış.
Aradan biraz vakit geçince avcılar gelmişler. Oduncuya, tilkiyi görüp görmediğini sormuşlar. Oduncu:
— ‘Görmedim’ demiş. Ama bir yandan parmağıyla kulübeyi göstermiş.
Avcılar, adamın ne işaret ettiğini anlamamışlar. Oduncunun ‘görmedim’ sözüne inanıp oradan uzaklaşmışlar. Tilki, avcıların gittiğini anlayınca kulübeden çıkmış. Oduncuya hiçbir şey demeden uzaklaşmaya başlamış. Oduncu bu duruma pek öfkelenmiş:
— ‘Nankör hayvan! Böyle mi yapılır? Canını bana borçlusun. Bir teşekkür bile etmeyecek misin?’ demiş.
Tilki başını çevirerek:
— ‘Teşekkür mü? Davranışların da sözlerin gibi güzel olsaydı, teşekkür ederdim. Hem de binlerce kere teşekkür eder öyle giderdim’ demiş.
Tilki bu sözleri söyledikten sonra oradan hızla uzaklaşmış.
Bu masalda verilen öğüt: Gerçek iyilik sadece sözle değil, davranışlarımızda da aynı tutarlılığın olmasıyla gerçekleşir.
Vakit, gece yarısını geçmişti. Kalp, atışlarını yavaşlatmış; akciğer soluk alıp verme hızını düşürmüştü. Beyin ise, renkli bir rüyaya başlamıştı.
Mide:
-‘Of! Gözümü uyku tutmuyor. Ağzıma kadar tıka basa doluyum. İçimi sıkıntılar basıyor’ diye inlemeye başladı.
Beyin, hemen uyandı:
-‘Ne oluyor orada?’ diye sordu.
Karaciğer:
-‘Ne olacak, midenin gene uykusu kaçtı. Oburluğun sonu işte budur.’ Dedi.
Mide karaciğerin bu sözlerinden alındı:
-‘Bütün suç bende mi?’
Karaciğer:
-‘Aldığın fazla besinlerin bana da zararı dokunuyor. Onların getirdiği maddelerle uğraşırken yorgun düşüyorum’ dedi.
Karaciğer ve midenin tartışmasına toplardamar da karıştı:
-‘Kanımdaki yağların oranı gene yükseldi. Geriye zorlukla dönüyorum. Karaciğerin bu yağları düzene sokması gerekirdi’ dedi.
Karaciğer hemen kendini savundu:
-‘Sen de suçu bana mı yüklüyorsun arkadaş!’
Atardamar havasız kalmıştı:
-‘Susun artık! İşime engel oluyorsunuz. Ah, biraz daha temiz hava olsaydı keşke’ diye inledi.
Bu sözler üzerine Akciğer, soluk alıp vermeyi hızlandırdı. Ama temiz hava bir türlü gelmiyordu.
Beyin:
-‘Arkadaşlar! Birbirinizi suçlamayı bırakın. Siz görevlerinizi yerine getirdiniz’
Karaciğer hemen söze girdi:
-‘Şu mide dostumuz da görevini yapsa iyi olacak doğrusu!’
Beyin, mideyi savundu:
-‘Bu fazla yemeklerin sorumlusu mide değil arkadaşlar’ dedi.
Karaciğer şaşırdı:
-‘E, kim öyleyse?’
Beyin yanıt verdi:
-‘Kim olacak, sahibimiz! Biz bir insanın organlarıyız. Onun bu akşam yemeğini fazla kaçırması, sizleri böyle uykusuz bıraktı’ diyerek durumu açıkladı.
Akciğer:
-‘Ama temiz hava da yok. Oksijensiz kaldım. Hiç böyle zorluk çekmemiştim’ dedi.
Kalp:
-‘Arkadaşlar ben de gittikçe kötüleşiyorum’ dedi.
Beyin hemen duruma müdahale etti:
-‘Sahibimiz fazla yemek yediğinden hemen ağırlaştı, uykuya daldı. Her akşam yemeğinden sonra yaptığı gibi, bir gezinti yapmadı. Yatak odasının pencereleri de sıkıca kapalı duruyor. Dışarıdaki temiz hava içeriye giremiyor’ dedi.
Mide telaşlandı:
-‘Ne yapacağız öyleyse? Bunun bir çaresi yok mu?’
Kalp:
-‘Onu uyandıralım’ dedi.
Atardamar sordu:
-‘İyi de nasıl uyandıracağız?’
Beyin:
-‘Çok kolay. Şimdi ben korkulu bir rüya göreceğim. Kalp hızlı hızlı atacak. Ter bezleri ter salgılayacak. Sahibimiz de uyanmak zorunda kalacak’ dedi.
Mide sevinçle bağırdı.
-‘Yaşasın!’
Beyin:
-‘Susun da artık rüyaya başlayayım’ dedi.
Bütün organlar, derin bir sessizlik içine girdiler.
Beyin, hemen bir rüya düzenledi. İnsan, rüyasında karanlık bir kuyuya düşen oğlunu kurtarmak için çırpınıyordu. Kocaman bir yılan geldi, boynuna dolandı. O sırada kalp, “güm güm” diye sesli sesli attı. Ter bezleri, yağmur gibi ter salgıladılar. Adam, korkuyla uyandı. Alnı, boynu ter içindeydi. Yataktan heyecanla fırladı. Pencereyi açtı. Balkona çıktı. Derin derin solup alıp verdi. Sonra çocuk odasına gitti. Oğlu, mışıl mışıl uyuyordu. “Ne korkunç bir rüyaydı!” diye mırıldandı. Bir bardak maden suyu içti. Odaları dolaştı. “Galiba akşam yemeğini fazla kaçırmışım” diye düşündü.
Az sonra rahatlamış olarak yatağına yattı. Hemen uyudu, derin bir uykuya daldı.
Beyin:
-‘Geçmiş olsun çocuklar! Artık biz de rahat bir uyku çekebiliriz’ dedi.
Bir gölün çevresinde binlerce ördek yaşıyordu. Bu ördekler çeşitli yarışmalar düzenlerler, centilmence mücadele ederler ve birinci gelenleri ödüllendirirlerdi. Son birkaç yıldır yapılan yarışmalarda birinciliği Gadro kazanıyordu. Yüzme yarışı olsun, dalma olsun, güzel yürüme yarışması olsun Gadro hep önde, hep birinciydi.
Gadro, arkadaşları oyun oynarken tek başına antrenman yapmış, hırsla kendini büyük bir şampiyon olacağım diyerek yetiştirmişti. Birinci olamamak diye bir şeyi düşünemezdi. Zaten her şeyden emin olmadan yarışmalara katılmamış ve girdiği ilk yarışmadan zaferle çıkmıştı.
Gadro, son günlerde arkadaşlarına yakında buralardan gideceğini söylemeye başladı. Zaten burada sıkışıp kalmıştı. Dünya bu kadar küçük değildi. Çekip gitmeli ve dünyaya Gadro’yu tanıtmalıydı.
Gadro, tıpkı söylediği gibi bir gün ansızın çekip gitti. Hızlı adımlarla yürüyüp giderken, dönüp arkasına bakmadı. Gadro, gölden uzaklaştıkça kalbini kemirmeye başlayan huzursuzluğun gittikçe büyümekte olduğunu fark etti. Ne zaman birkaç orman hayvanını bir arada görüp yanlarına gitmeye kalksa huzursuzluğu çoğalıyordu. Çünkü onlar Gadro’ya sıradan biriymiş gibi davranıyorlar, bazı konularda ileri sürdüğü fikirlerine gülüp geçiyorlardı.
Gadro, bir süre sonra yürüyüşünün bile gülümsemelere neden olduğunu görünce canı iyiden iyiye sıkılmaya başladı. Bunlar da kimdi böyle? Kim oluyorlardı da onun çapında birine gülüyorlardı? O, koskoca bir şampiyondu. Göl kıyısında yaşayan binlerce ördek arasında adı bir ilah gibi anılıyordu. Ya bunları kim tanıyordu? Daha birbirlerini tanımak değil, kendi kendilerini bile tanımıyordu bunlar. Kendi adını unutmuş biri, Gadro’nun namını işitmiş olsa bile, şimdi hatırlamasına olanak var mıydı? Zavallıydı bunlar, hepsi zavallıydı.
Gadro, pek çok yeri gezip dolaştıktan tam beş yıl sonra göl kıyısına geri döndü. Artık eskisi gibi göl kıyısında dolaşmıyor, geceleri gölde yüzme, dalma antrenmanları yapıyor, gündüzleri ise, gölü rahatça görebileceği bir tepeye çıkarak, gölde yüzen ördekleri seyrediyordu. Gadro, bir gün yine bu tepeye çıkmıştı. Biraz sonra kırk elli ördeğin göl kıyısına gelerek, bunlardan ayrılan beş ördeğin göle girip birbirleriyle yarıştıklarını gördü. Arada bir, tek tük alkış sesleri duyuluyordu. Herhalde antrenman yapıyorlar, diye düşündü, Gadro. Aradan biraz zaman geçtikten sonra yaşlı bir ördeğin gelmekte olduğunu gören Gadro, tanınmaması için giydiği şapkasını gözlerinin üstüne kadar indirdi. Yaşlı ördek, selam verdikten sonra, Gadro’nun yanına oturdu:
-‘Yarışmalara bu yıl da ilgi pek az. Baksana beş ördek yarışıyor, taş çatlasa elli ördek onları alkışlayıp gayrete getirmeye çalışıyor’ dedi.
Gadro şaşırmıştı:
-‘Ne dediniz? Bunlar yarışıyorlar mı şimdi? Hayret, ben antrenman yaptıklarını sanmıştım’ dedi.
Bunun üzerine yaşlı ördek:
-‘Yarışıyorlar evlat, yarışıyorlar. Hem bu yarışma yılın en büyük yarışması. Büyük ödülü bu yarışı birinci bitirecek uzun mesafe yüzücüsü ördek kazanacak. Eskiden bu gölde ne yarışmalar yapılırdı. Bu tepe, şu yandaki tepeler, şu gerideki tepeler, tıklım tıklım dolardı. Her yarışmaya yüzlerce ördek katılırdı. Yarışmalar, büyük bir çekişme içinde günlerce devam ederdi. Son gün yapılan final yarışmalarıyla birinciler belli olur, alkışlar arasında ödüllerini alırlardı. Ne zaman ki, O, buralardan gitti, yarışmalardaki tüm heyecan bitti. Böyle giderse birkaç yıla kalmaz, yarışacak sporcu bulunmaz. Seyirci olmayınca yarışacak sporcu bulmak zor oluyor, evlat’ diyor.
Gadro, tanımasın diye yaşlı ördeğin yüzüne bakmıyordu. Yaşlı ördek sözlerini tamamlayınca, Gadro, tanınma korkusunu unutarak başını çevirirken şöyle konuştu:
-‘O gittikten sonra yarışmalardaki tüm heyecan bitti dediniz. O dediğiniz kimdi ki?’
-‘Bana bu soruyu sormakta yerden göğe kadar hakkın var, evlat. Zaten sen sormasan da, ben onun adını söyleyecektim. Senin yabancı olduğun, çok uzaklardan buralara geldiğin belli. Yoksa kimden söz ettiğimi anlardın. O, dediğim Gadro’ydu, evlat. Gadro, büyük bir şampiyondu. İlk girdiği yarışmadan son girdiği yarışa kadar hep birinci oldu. Herkes, Gadro’yu seyretmeye gelirdi. Binlerce seyircinin yaptığı tezahürat korkunç olurdu. O yarışırken dağ-taş ( Gadro… Gadro…) diye inlerdi. Gadro gideli beş yıl oldu ama onu bir türlü unutamadık. Aradan bunca zaman geçmesine karşın birkaçımız nerede bir araya gelsek hemen Gadro’dan bahsetmeye başlarız. Gadro başkaydı canım, Gadro bambaşkaydı.’diyor yaşlı ördek.
Yaşlı ördek sözlerini tamamlarken Gadro duygulanmış ve göz pınarlarında biriken yaşları silmek için şapkasını biraz yukarıya kaldırmıştı. Kendisini yarışırken ve göl çevresinde gezerken pek çok defa gören yaşlı ördek karşısındakinin kim olduğunu anlamıştı. Bu, büyük şampiyon Gadro’ydu. İnanılır gibi değildi. Demek Gadro yıllar sonra geri dönmüştü. İlk anlarda inkâr etmesine, Gadro olmadığını söylemesine karşın, yaşlı ördeğin uzun süren ısrarlarına dayanamayan Gadro, sonunda geri döndüğünün herkes tarafından bilinmesine razı oldu.
Ertesi gün gölde binlerce ördek toplanmıştı. Hepsi, büyük bir sabırsızlıkla Gadro’yu bekliyordu. Gadro, onları fazla bekletmedi, geldi, göle girdi, yanında yaşlı ördek olduğu halde, ördeklerle tanıştı, hal hatır sordu, iltifatlar etti, onlarla kısa süren konuşmalar yaptı, gönüllerini aldı. Daha sonra düzenlenen yarışmaya kadar Gadro, genç ördeklere gölde antrenman yaptırdı. Onların iyi birer yarışmacı olmaları için sonsuz gayret gösterdi. Düzenlenen her yarışmaya Gadro da katılıyordu. Eskiden olduğu gibi, yine her yarışmaya yüzlerce ördek katılıyor, yine yarışmaları binlerce ördek seyrediyor, yine dağ-taş (Gadro… Gadro… diye inliyordu. Gadro yarışmalarda birincilikler alıyordu fakat bazı final yarışmalarında Gadro’nun geçildiği görülüyordu ve bunu Gadro’nun yeni şampiyonlar ortaya çıkması için yaptığını herkes biliyordu.
Gadro, yirmi dört yaşına girmiş ve iyice yaşlanmıştı. Birkaç yıldır sadece kısa mesafeli yüzme yarışlarına katılıyordu. Son yarışında ilk metrelerde fenalık geçirmesine karşın, yarışı bırakmadı. En geride kalmıştı. Diğer ördekler yarışı tamamlayıp geriye dönüp baktıklarında Gadro’yu gördüler. Efsanevi şampiyon Gadro, ileri doğru yüzmeye çalıştıkça sırtüstü düşüyor, kendini kaybetmiş bir halde debelenip duruyordu. Yarışmacıların hepsinin üstünde Gadro’nun emeği vardı. O, gece gündüz demeden kendilerini bu yarışa hazırlamıştı. Hoca zor durumdaydı. Yardım etmeliydi. Yarışmacı ördekler, bir çırpıda Gadro’nun yanına gelip, onu kucakladılar. Yarı baygın durumdaki Gadro mırıldanıyordu:
-‘Yarışı bitirmem lazım çocuklar, yarışı bitirmem lazım!’
Gadro, binlerce ördeğin derin bir sessizlik içinde ayakta izlediği son yarışını diğer yarışmacıların kolları arasında bitirmeyi başardı. Normalde bir ördeğin ortalama yaşam süresi yirmi beş yıldı. Fakat Gadro daha fazla yaşadı. Yarışmalarda yarışamasa bile yarışmalar yapılırken Gadro hep oradaydı.
BİTMEYEN BUĞDAY HİKÂYESİ
Bir zamanlar uzak bir ülkede iki erkek kardeş babalarından kalan çiftlikte birlikte yaşar birlikte de çalışırlarmış. Büyük kardeş evliymiş ve çocukları varmış. Küçüğü ise evli değilmiş. Her akşam iki kardeş topladıkları buğdayı eşit bir şekilde bölüşürler, herkes payına düşeni kendi ambarlarına götürürmüş.
Bir gün küçük kardeş kendi kendine:
-‘Buğdayı eşit bölmek doğru değil. Çünkü benim eşim ve çocuğum yok. Fazla buğdaya da ihtiyacım yok.’ diye düşünmüş.
Gece vakti gizlice kendi buğdayından bir çuval alıp, kardeşinin buğday ambarına götürmüş.
O günlerde ağabey de kardeşini düşünüyormuş:
-‘Benim canım kardeşim yapayalnız yaşıyor. Yaşlanınca ona bakacak çocukları bile yok. Benim çocuklarım yaşlanınca bana bakarlar. İyisi mi ben kendi buğdayımdan kardeşime vereyim’ demiş ve gece olunca gizlice kardeşinin ambarına gitmiş. Kendi buğdayından bir çuvalı alıp kardeşinin ambarına bırakmış.
Böylece iki kardeş birbirlerinden habersiz her gece aynı şeyi yapmaya başlamışlar. Bu yüzden ikisinin de buğdayı azalmıyormuş. İkisi de “Allah Allah, buğdayım neden hiç azalmıyor?” diye merak edip duruyormuş.
Bir gece ağabey yine sırtına bir çuval buğday almış. Kardeşinin ambarına götürecekmiş. Az sonra karşısında ne görsün? Kardeşi de bir çuval buğdayla onun evine gitmiyor muymuş? İşte o an iki kardeş neler olduğunu anlamışlar. Çuvalları bırakıp sevgiyle birbirlerine sarılmışlar.
İşte kardeşlik bu demekmiş.
Yoksul Kunduracı
Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar ülkenin birinde yoksul bir kunduracı ile karısı yaşarmış. Kunduracı çok yaşlıymış ve artık eskisi gibi iş yapamıyormuş. Bu yüzden az kazanıyor, kazandıkları da karısıyla karınlarını doyurmaya ancak yetiyormuş. Gel zaman git zaman kunduracı iyice fakirleşmiş, elinde sadece bir çift ayakkabı yapacak deri parçası kalmış. Elinde kalan son deriyi ertesi gün ayakkabı yapmak için tezgâhın üzerine koymuş, üzgün bir şekilde yatmaya gitmiş.
Sabah olunca ayakkabı yapmak için erkenden kalkmış. Atölyesine gelip tezgâhın üzerine bakınca çok şaşırmış. Gece bıraktığı deri parçasının olduğu yerde yepyeni bir çift ayakkabı duruyormuş. Gece yorgunken yaptığını ve hatırlamadığını düşünüp ayakkabıyı satmaya gitmiş. Ayakkabı o kadar güzelmiş ki müşterisi ona yüklüce para vermiş. Kunduracı kazandığı paralarla yeni iki çift ayakkabı yapacak kadar deri satın almış. Eve gelince karısına durumu anlatmış ve o da çok mutlu olmuş. O akşam, derileri yine ertesi gün ayakkabı yapmak üzere tezgâhın üzerine koymuş ve yatmaya gitmiş.
Ertesi sabah uyandığında bu sefer tezgâhın üzerinde iki çift ayakkabı görmüş. Şaşkınlıkla birlikte çok da mutlu olmuş. Hemen götürüp ayakkabıları satmış ve bu sefer ilkinden çok daha fazla para kazanmış. Gene kazandığı paralarla deriler satın almış. Hepsini tezgâhın üzerine koymuş. Bu sefer ertesi gün orada yeni ayakkabılar göreceğini biliyormuş. Uyanınca haklı olduğunu anlamış çünkü tezgâhın üzerinde bir sürü ayakkabı varmış. Gel zaman git zaman böyle devam etmiş. Kunduracı ile karısı nereden geldiklerini bilmedikleri bu ayakkabıları satarak bolca para kazanmışlar, artık fakir değillermiş. Fakat kunduracı derilerin ayakkabılara nasıl dönüştüğünü merak eder olmuş. Bir gün karısına,
-‘Bize yardım edenlerin kim olduğunu öğrenmeliyiz, o yüzden bu gece derileri tezgâhın üzerine koyduktan sonra dolaba saklanıp gizlice olanları izleyelim’ demiş.
Akşam dolaba saklanmışlar, gece yarısına doğru tezgâhın oradan sesler gelmeye başlamış. Kunduracı ile karısı gördüklerine inanamamışlar. İki cücenin tezgâha çıkıp derilerle ayakkabı yapmaya başladıklarını görmüşler. Kunduracı ile karısı çok şaşırmış. Sabaha doğru cüceler gidince de kara kara düşünmeye başlamışlar:
-‘Bizi fakirlikten kurtaran bu iyi cücelere teşekkür etmemiz lazım’ diyerek bir karar vermişler. Cüceler için minik kıyafetler ve ayakkabılar hazırlayacaklarmış. Bunun için hemen işe koyulmuşlar.
Kıyafetleri ve ayakkabıları hazırlayıp akşam tezgâhın üzerine koymuş ve gene dolaba saklanmışlar. Cüceler ayakkabı yapmak için tezgâha yaklaştıklarında hediyeleri fark etmiş ve çok mutlu olmuşlar. Hemen giyinmişler. Onların mutlu olduğunu gören kunduracı ve karısı da çok mutlu olmuş. Bu cüceleri son görüşleri olmuş, o günden sonra kunduracı ve karısının yardıma ihtiyaçlarının kalmadığını anlayan cüceler kendi yollarına gitmişler.
Ama kunduracı ile karısı, minik adamlar sayesinde kazandıkları parayla ömür boyu rahat yaşamışlar. Onları da hiç unutmamışlar.
Bir varmış bir yokmuş, şehirden uzak bir ormanda bir salyangoz yaşarmış. Bu salyangoz diğerlerinden farklıymış biraz. Diğer salyangozlar evlerinin kaplumbağalarınki gibi sırtlarında olmasından memnunken, bizim salyangoz bu durumu hiç sevmezmiş. Evini sırtında taşımak istemediği gibi, evinin yani kabuğunun renginin de farklı olmasını istermiş. Akşamları yatarken renkli bir kabuğu olduğunu hayal edermiş hep. Salyangoz, arkadaşları olan kelebek ve uğur böceğini çok sever, arada bir onlarla dertleşir ve sırtında taşıdığı evini onlara şikâyet edermiş:
–‘Ah keşke, evimi sırtımda taşımak zorunda olmasaydım. Hadi taşıyorum, bari sizin ki gibi bol desenli ve renkli olsaydı’ dermiş.
Kelebek ve uğur böceği bir gün salyangoza;
-‘Sevgili arkadaşımız, hani evim renkli olsun diyorsun ya, biz çaresini bulduk. Ressam olan bir tırtıl var. Seni ona götürürsek eğer, o senin kabuğunu istediğin renkte boyar ve böylece evin rengârenk olmuş olur’ demişler.
Salyangoz buna çok sevinmiş:
-‘Ne duruyoruz, hemen gidelim’ demiş.
Böylece hep beraber düşmüşler yola. Tırtılın kapısını çalmışlar. Gelen misafirleri dinleyen tırtıl, boyalarını ve fırçasını alıp çalışmaya başlamış. Sonunda salyangozun evine çok güzel desenler çizmiş. Salyangoz yeni görüntüsünü beğenmiş beğenmesine ama yine de evinin sırtında olması onu çok üzüyormuş. Tırtıl, salyangozun evini boyadıktan sonra, bizimkiler tırtılın yanından ayrılıp ormanda yürümeye başlamışlar. Salyangoz biraz mutlu biraz da üzgün bir şekilde arkadaşlarıyla yürürken, bir anda gök gürlemiş ve üç arkadaş şiddetli bir yağmurun ortasında kalakalmışlar. Kelebek ve uğur böceği öyle ıslanmışlar ki, sele kapılmaktan zor kurtulmuşlar. Oysa salyangoz hemencecik evinin içine girmiş. Yağmur dinip de evinden dışarı çıkınca, arkadaşlarının perişan halini görüp üzülmüş ve kendi kendine;
-‘İyi ki saklanabileceğim bir evim var. Rengini sevmesem de beni yağmurdan koruyor’ diye düşünmüş.
Bu olaydan sonra evinin sırtında olmasını bir daha hiç ama hiç dert etmemiş.
Uyku Getiren Cüce
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, kuzular meler iken, horozlar öter iken, masal ülkesinin birinde uykuların en derin yerinde bir uyku cücesi yaşarmış. Uykular ülkesindeki evinde sabah akşam uyuklarmış. Dünya üzerindeki çocuklardan biri uyumak istemediğinde uyku cücesinin kulakları çın çın çınlar, gözleri fal taşı gibi açılır, yerinden fırlayıp o çocuğun bulunduğu eve gidermiş. Çocuğun odasına girdiğinde, elindeki değneği çocuğun gözlerine doğru uzatır, kirpiklerine bir iki kere vururmuş. Böylece uyumayan çocuk, horul horul uyurmuş.
Günlerden bir gün Barış adlı bir çocuk televizyonun karşısında biraz fazla kalmış, böyle olunca da uyku saatini kaçırmış. Bu sırada uykular ülkesindeki uyumakta olan uyku cücesinin kulakları çınlamaya, gözleri fal taşı gibi açılmaya başlamış. Hoplamış, zıplamış bir adımda Barış’ın odasına gelmiş. Elindeki uyku değneğini çocuğun gözlerine doğru uzatıp, kirpiklerine bir iki kere vurmuş. Barış gözlerini daha çok açıp uyku cücesine bakmış. Uyku cücesi elindeki değneği tekrar ona doğru uzatmış, Barış değneği eliyle şöyle bir tutmuş ve gülmeye başlamış. Uyku cücesinin başına daha önce hiç böyle bir şey gelmemiş, o yüzden şaşırmış, afallamış ve değneğini Barış’ın elinden almak için çekmiş. Barış kıkır kıkır gülmeye devam etmiş. O kadar çok gülüyormuş ki, uyku cücesi telaşlanmış. Çünkü biraz sonra Barış’ın annesi odanın kapısını açmış. Uyku cücesi kendini yatağın altına atıp saklanmış. Günün birinde çocukların dışında biri uyku cücesini görürse, bir daha uykular ülkesinden çıkamazmış.
Annesi Barış’ı yanaklarından öpmüş ve uyuması için ona bir masal anlatmış. Masalı duyan bizim uyku cücesi, masaldan çok etkilenip yatağın altında uyuyakalmış. Bir saat kadar sonra Barış yatağından aşağı inmiş, uyku cücesinin kulağının dibine yaklaşıp “Aaaaaaaaa” diye bağırmış. Uyku cücesi aniden uyanınca kafasını yatağa çarpmış sonra da Barış’ın ağzını kapatmış. Barış ağzı kapalı olduğu halde gülmeye devam etmiş, o kadar çok gülüyormuş ki, uyku cücesi Barış’ın annesi odaya tekrar gelir diye telaşa kapılmış. Hayatında ilk defa bir çocuğu uyutmayı başaramıyormuş. Barış’ın karşısına çıkıp, eliyle sus işareti yapmış, Barış susmuş, ondan sonra takla atmaya başlamış, Barış merakla onu izliyormuş, uyku cücesi birden bire Barış’ın yanına hoplayıp, göz kapaklarını elleriyle çekiştirmeye başlamış, Barış gözlerini açmaya çalışıyor, uyku cücesi kapatmaya çalışıyormuş.
Birkaç dakika sonra uyku cücesi Barış’ın göz kapaklarını bırakmış.
-‘Sen neden uyumuyorsun çocuk?’ diye sormuş ona.
Çocuk biraz da ağlamaklı gözlerle ona bakmış:
-‘Sen kimsin?’ demiş.
Uyku cücesi:
-‘Ben uyku cücesiyim, uyuyamayan çocuklara masal anlatır, değneğimle göz kapaklarında dolaşır, onları uyuturum’ demiş.
Barış tekrar kıkır kıkır gülmeye başlamış:
-‘İyi ama ben bütün gün uyudum zaten, o yüzden uyuyamıyorum’ demiş.
Sahiden de Barış o gün okuldan geldikten sonra biraz yatmış ama 6 saattir uyuyormuş zaten, uyku saati biraz karıştığı içinde şimdi uyuyamıyormuş.
Uyku cücesi ona uyku saatlerine dikkat etmenin ne kadar önemli olduğunu anlatmış bütün gece. Çocukların günde en az 12 saat uyumaları gerektiğini, uyku düzenlerini bozduklarında işlerin karışacağını anlatmış. Barış ile birlikte gün ışıyana kadar konuşmuşlar. En sonunda Barış sabaha karşı uyuyakalmış. O gece Barıştan başka hiçbir çocuk uykusuz kalmamış, uyku cücesini bu yüzden çağıran olmamış.
Uyku cücesi ise hayatında ilk defa karşılaştığı bu olay sayesinde o gece yeni bir şey öğrenmiş. Şimdi nerede miymiş? Tabii ki uykular ülkesinde, aranızdan biri uykusuz kalırsa bir gece yanınıza gelecek, küçücük değneğini gözlerinizde gezdirecek, size masallar anlatacakmış…
Şiiişşşttt uyku cücesi şu anda uyuyor, sessiz olun çocuklar…