Üzerinde rengarenk çiçekler açan toprak bu durumundan çok şikayetçiymiş. Çiçeklere sürekli olarak; ” üzerimi öyle kapladınız ki sizin yüzünüzden güneşi göremiyorum.” deyip duruyormuş.
Her gün defalarca bu sözü duymak artık çiçeklerin canına tak etmiş. Bu konuda ne yapabileceklerini uzun uzun düşünmüşler taşınmışlar ve en sonunda bir karara varmışlar. Az ileride bulunan boş bir toprak parçası varmış, hiç kimsenin uğramadığı hatta dönüp bakmadığı. İnsanlar o alana geldiklerinde her zaman üzerinde çiçek bulunan toprağın çevresinde toplanıp, çiçeklerin güzelliğinden bahsederlermiş. Kurak toprak bu duruma çok üzülürmüş, kendisinin de üzerinde çiçekler açsın diye sürekli dua edermiş. Sonunda kurak toprağın duaları kabul olmuş ve işte çiçekler artık onun üzerinde açmaya karar vermişler. Bu düşüncelerini kurak toprağa açmışlar o hemen sevinerek kabul etmiş. Kendi üzerinde bulundukları toprak ise onların gidişini hiç önemsememiş, hatta buna için için sevinmiş.
Tüm çiçekler kurak toprağın üzerine taşınmışlar, kurak toprak çok mutluymuş. Diğer toprak üzerinde çiçekler olmayınca günden güne çirkinleşmiş, kuru boş bir toprak parçası olmuş. Artık insanlar onu hiç görmüyor, her gelen çiçeklerin olduğu tarafa yöneliyormuş. Sürekli ilgi görmeye alışmış olan toprak bu duruma içerlemeye başlamış. Artık tüm gün güneş altında bir başına öylece duruyormuş. İnsanların ellerindekinin değerini onu kaybedince anlamaları gibi, toprak da yalnız kalınca çiçeklerin değerini anlamış. Onların yüzünden güneşi göremediğini söylediğine çok pişman olmuş. Fakat artık çok geçmiş o elindeki imkanı iyi değerlendirememiş, çiçekleri çok kırdığı için onlardan geri dönmelerini de isteyememiş.
Öte yanda eskiden kurak olan toprak artık rengarenk çiçeklerle doluymuş ve çok mutluymuş. Çiçekleri çok seviyor ve onlarla iyi anlaşıyormuş. Fakat kurak kalan toprağın haline de üzülüyormuş. Çünkü o yalnızlığın ne demek olduğunu çok iyi biliyormuş. Birgün dayanamamış bu üzüntüsünü çiçeklere açmış, çiçekler de diğer toprağın mutsuz ve yalnız olmasına üzülüyorlarmış. Bu konuda ne yapacaklarını düşünmüşler ve sonunda aralarından bir kısmının burada kalmasına, diğerlerin de o toprağa yeniden dönmesine karar vermişler.
Bir gece herkes uykudayken çiçeklerin bir kısmı eski topraklarına geri dönmüşler. Sabah uyandığında üzerindeki çiçekleri gören toprak bu duruma çok sevinmiş. Bir daha da çiçeklerin varlığından asla şikayet etmemiş.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Osman adında küçük, çok tatlı, iyi kalpli ama mızıkçı bir çocuk varmış. Osman’a, herkes mızıkçı Osman dermiş. Çünkü Osman, ne zaman bir oyun oynasa, bir mızıkçılık yapar, oyunu bozarmış. Bu nedenle artık kimse onunla oyun oynamak istemez olmuş. Mızıkçı Osman’ın bu huyundan dolayı, arkadaşı kalmamış. Çocuklar top oynarken, ip atlarken, saklambaç, yakalambaç oynarken Osman’ı oyuna almıyorlarmış. Günlerden bir gün Osman yine arkadaşları top oynarken, oyuna katılmak istemiş. Osman’ın yine mızıkçılık yapacağını düşünen arkadaşları hep bir ağızdan:
– Sen oynayamazsın bizimle, çünkü mızıkçısın demiş.
Osman: – Ben mızıkçı değilim ama tamam oynamam. Benim kendi topum var, kendim oynarım. Osman kendi başına top sektirmeye başlamış ancak kendi başına oynamaktan çok sıkılıyormuş. Osman artık dışarı çıkmaz olmuş, çıksa da oynayacak kimsesi yokmuş. Osman da evde kendi vakit geçirmeye çalışıyormuş. Okula gidiyormuş, okulda da arkadaşları onunla oynamak istemiyormuş. Osman bu duruma üzülmeye başlamış. Bir gün öğretmeninin yanına gidip, öğretmenine derdini anlatmış:
– Merhaba öğretmenim. Ben arkadaşlarımı çok seviyorum ancak artık hiçbiri benimle oynamak istemiyor. Ben bu duruma çok üzülüyorum.
Öğretmen: – Peki, arkadaşlarının neden böyle bir şey yaptığını biliyor musun?
Osman: – Biliyorum öğretmenim. Mızıkçı olduğumu, oyun bozduğumu söylediler.
Öğretmen: – Belki arkadaşlarına gidip, özür dilersen ve bir daha yapmayacağını söylersen, seninle tekrar oynarlar.
Osman: – Öğretmenim, sahiden oynarlar mı?
Öğretmen: – Tabi oynarlar Osman. Neden oynamasınlar?
Osman: – Tamam öğretmenim. Beni dinlediğiniz ve yardım ettiğiniz için, çok teşekkür ederim. Hemen gidip, arkadaşlarımdan özür dileyeceğim.
Öğretmen: – Koş Osman koş. Arkadaşlarının gönlünü al. Osman öğretmeninin yanından koşarak uzaklaşır ve arkadaşlarını bulmaya çalışır. Tüm okulu arar ve sonunda arkadaşlarını bulur. Başlar konuşmaya:
– Merhaba arkadaşlar.Ben yaptıklarımdan çok pişmanım. Bir daha mızıkçılık yapmayacağıma söz veriyorum. Bugüne kadar bozduğum oyunlar için hepinizden özür diliyorum. Arkadaşları Osman’ın özrünü kabul etmişler ve hatasını anlayan Osman, o günden sonra hiç mızıkçılık yapmamış.
Dağlar Beyi’nin Oğlu ile Ovalar Beyi’nin Kızı Masalı
Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde analar doğacak çocuklarının beşiğini sallar iken.. Ben sedirde mışıl mışıl uyurken.. Bir ses duyup kalktım. Etrafa şöyle bir göz attım. Periler dans ediyor, cinler cirit oynuyordu. Başka hiç kimseler yoktu.
Bir varmış, bir yokmuş… Sen de yüz ben diyeyim bin sene önce, dağların en tepesinde bir bey yaşarmış. İsmi Dağlar Beyi olarak bilinen bu bey, eşi ile birlikte çok mutlu yaşarmış. Fakat çocuk isteği bir türlü yerine gelmezmiş…
Günlerden bir gün Dağlar Beyi’nin eşi hamile kalmış. Bunu duyan Dağlar Beyi çok mutlu olmuş. Çocuğun doğacağı günü sabırsızlıkla beklemiş. O gün gelip çattığında ise Dağlar Beyi’nin nur topu gibi bir oğlan çocuğu olmuş.
Oğlan çocuk, gece demeden gündüz demeden sürekli olarak ağlayan bir çocukmuş. Karısı da Dağlar Beyi de çocuğun ağlamasından bıkmış usanmış. Ne yaparlarsa yapsınlar çocuğun ağlaması bir türlü kesilmezmiş!
Bir gün Dağlar Beyi’nin karısının pazara gitmesi gerekmiş. Oğlanı da bakacak kimsecikler yokmuş. ‘Şurada bırakayım, zaten uyuyor. Hemen gidip gelirim’ diye geçirmiş aklından. Oğlan çocuğu tek başına bırakmış ve çıkmış, gitmiş.
Küçük oğlan bebeği ilk gören gökyüzünde uçan bir kuş olmuş. Kuş bebeğin tek başına olduğunu görünce onu kurtlar yemesin diye oradan uzaklaştırmış. Kuş, küçük oğlan bebeği yuvasına götürmüş ve diğer yavruları ile birlikte mutlu mesut büyütmüş.
Dağlar Beyi, oğlunun kaybolduğunu öğrenince deliye dönmüş, ama nafile! Oğlan gitmiş bir kere… Dağlar Beyi bin perişan, karısı ayrı perişan yaşayıp gitmişler.
Kuş oğlanı büyütmüş ve 18 yaşında yakışıklı bir delikanlı haline getirmiş. Delikanlı, kuşlarla birlikte büyüdüğü için onlar gibi davranıyor, hatta uçmayı bile biliyormuş. Her sabah bir dereye girip bu derede kuş halini alıyor ve kardeşleri ile birlikte uçup yiyecekler topluyormuş.
Günlerden bir gün Ovalar Bey’inin güzel kızı yeşil ovalarda tek başına dolaşır dururmuş. Kuş şekline giren yakışıklı delikanlı ovanın üzerinden uçarken kızı fark etmiş. ‘Aman Yarabbi bu nasıl bir güzellik’ diye geçirmiş içinden. Ovalar Bey’inin kızının yanına kadar yaklaşmış. Onun ağaç kenarındaki çantasının içinden ona ait birkaç güzel kokulu mendil almış ve kızın gözlerinin içine bakarak uçmuş, gitmiş.
Ovalar Bey’inin kızı olduğu yerde kalakalmış. Bu kuş şimdiye kadar gördüklerinden çok farklıymış. Gözleri ve bakışları kızı çok etkilemiş. İşte ne olduysa o günden sonra olmuş. Ovalar Bey’inin kızı derde tutulmuş, o kuşu bir daha görmek istiyormuş.
Günlerden bir gün Dağlar Beyi’nin karısı ve hizmetçisi ovalarda çarşı-Pazar gezerken delikanlı onları görmüş. Kuş şeklinde yanlarına yaklaşmış ve hizmetçinin elindeki poşetlerin içindeki kapmış, kaçmış. Hizmetçi durur mu? Arkasından koşmaya başlamış. Kuş uçtukça o koşmuş, kuş hızlandıkça o da hızlanmış. Sonunda kuşun durması ile o da durmuş. Bir kayanın arkasına saklanmış. Az önceki kuş bir dereye girmiş ve derede yıkanmış. Dereden çıkınca hizmetçi gözlerine inanamamış. Meğer bu kuş yakışıklı bir delikanlı imiş. Delikanlı bir ağacın kavuğuna girmiş, hizmetçi de arkasından girmiş. Yine saklanarak delikanlıyı gözlemiş. Delikanlının bu ağacın içinde kocaman bir sarayı varmış. Fakat hiç memnun değilmiş. Delikanlı yine içinden geçirmiş:
Delikanlı: ‘Ah bu iğne-ipliğin sahibi güzel kız. Ah Ovalar Bey’inin güzel kızı. Senden ne kadar hoşlandığımı bir bilsen…’
Hizmetçi bunu duyduğu gibi saklandığı yerden çıkmış ve Ovalar Bey’inin kızının yanına gitmiş. Tüm olanı biteni kıza anlatmış. Kızın heyecandan kalbi yerinden çıkacakmış:
Ovalar Beyi Kızı: ‘Beni hemen o delikanlıya götür’ demiş.
Hizmetçi ve Ovalar Bey’inin kızı yola koyulmuş. Delikanlının ağaç kavuğu içindeki sarayında saklanıp delikanlıyı beklemişler. Delikanlı akşam olduğunda yine derede yıkanarak kuş halinden kurtulmuş ve sarayına gelerek Ovalar Bey’inin kızını düşünmeye başlamış:
Delikanlı: ‘Ah güzel gözlü kız, ah bu iğne-ipliğin sahibi güzel. Seni bir daha görsem, seni bir bulsam…’
O sırada Ovalar Bey’inin kızı saklandığı yerden çıkmış.
Ovalar Beyi Kızı: ‘Ben buradayım delikanlı. Senin için geldim’ demiş.
Dağlar Beyi’nin oğlu, güzel kızı karşısında görünce çok sevinmiş. Kız hizmetçi aracılığı ile ailesine haber uçurmuş. Ailesi de iki genci saraya davet etmiş.
Bu sırada Dağlar Beyi de oğlunun yaşadığını öğrenmiş. Yıllardır vicdan azabı çeken yaşlı adam bu haber ile çok mutlu olmuş. Hemen dostu olan Ovalar Bey’inin sarayına gitmiş.
İki bey gençleri birbirine çok yakıştırmış. Dağlar Beyi tahtını da beyliğini de oğluna devretmiş. Dağlar Beyliği ve Ovalar Beyliği bu evlilik ile birleşmiş.
İki gence kırk gün kırk gece süren bir düğün yapmışlar. İki genç varmış saadete, okuyanlara gelsin bizden iki kelime: Güle Güle…=)
d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
DAĞINIK EMRE
Emre, 10 yaşında ilk okula giden çalışkan ancak çok dağınık bir çocukmuş. Kıyafetlerini her gün yere atıp okuluna ya da dışarıya oyun oynamaya gidiyormuş. Bir gün yine tüm eşyalarını ortalıkta bırakıp dışarı çıkmış. Emre’nin gitmesinin ardından yerde duran eşyalardan biri yanındaki eşyaya, “Sen bu gün okulda değil misin?” diye sormuş. Yerde sere serpe yatan kitap “Gidecektim ama Emre dağınıklıkta beni bulamadı.” demiş. Sohbete koltuğun altından tek siyah çorap da katılmış “Hele ben. Ne zamandır buradayım bilmiyorum sıkıştım ve tek eşim de yok. ” diye dert yanmış. Odanın diğer köşesinden grileşmiş gömleğin sesi gelmiş. ” Beni bir gün giymek için dolaptan aldı sonra siyah tişörtünü giyip beni yere attı. Tertemizdim ama şimdi kirlendim.” demiş.
Emre’nin odasındaki neredeyse tüm eşyalar aynı durumdan şikayetçiymiş. Ceket birden bire bağırarak; “Arkadaşlar Emre benim cebimde otobüs kartını unutmuş. Gelin haydi gezelim.” demiş. Bu fikir tüm eşyaların hoşuna gitmiş. Hep birlikte otobüsten otobüse binip bilmedikleri, görmedikleri yerlere gitmişler. Bütün gün gezip zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişler. En son hava kararmaya başlarken eve dönmüşler. Çok eğlenmiş ancak yorulmuşlar, üstelik olduklarından daha da fazla kirlenmişler. Emre dönmeden hepsi unutuldukları yere geri dönmüşler.
Emre eve gelip eşyalarının halini görünce çok üzülmüş. En sevdiği kıyafetleri, kitapları ve oyuncakları kir içinde kalmıştı. Bunlar hep benim dağınıklığımdan oldu diye düşünüp ağlamaya başlamış. Bu sırada kapının önünden geçen annesi Emre’nin sesini duymuş. Annesi ile Emre tüm yerdeki eşyaları toplayıp temizlemişler. Emre bir daha eşyalarının zarar görmemesi hiç dağınık bırakmamış. Hem eşyalar hem de Emre artık daha mutluymuş.
Anne, baba ve iki yavru zürafadan oluşan mini züfara ailesi hayvanat bahçesinde kimsenin olmamasını fırsat bilerek muhabbet ediyorlarmış. Minik yavrulardan birisi “Baba, biz buraya nasıl geldik, bize söylesene hikayemizi.” demiş. Baba zürafa yavrusunun bu isteğini gülümseyerek karşılamış ve başlamış anlatmaya;
Bizim buraya gelmemizin nedeni dedeniz yani benim babamdır yavrularım. Biz zürafalar uzun boynumuz ve uzun boyumuz ile biliniriz değil mi? Ama dedeniz bizlerden çok farklıydı. Kısa bir boynu ve uzamayan bir boyu vardı. Bunun için cüce zürafa derlerdi ona. Çocukluğundan beri sürekli büyük sirklerde gösteriler yapmak hayali olan cüce zürafa, bir gün herkesin onu hayranlıkla izlemesini sağlayacağını söylermiş. Bu sözlerine gülen etrafındakiler, daha boyunun bile kısa olduğunu ve bu şekilde hiç bir özelliğinin olmadığını söylermiş. Bu kötü ve kırıcı sözler cüce zürafayı daha da hırslandırmış ve gizli gizli sanki gösteriye çıkacakmış gibi çalışmalar yapmasına neden olmuş. Bu çalışmalar sonunda bir gösteri hazırlamış ve ormandaki tüm hayvanları davet etmiş. Dalga geçme amaçlı neredeyse tüm hayvanlar oradaymış ve merakla bu cüce zürafanın neler yapmaya çalışacağını beklemeye başlamış. Cüce züfara, sanki çok büyük bir kalabalığın karşısına çıkıyormuş gibi saygı ile selamını verip gösterisine başlamış. İlk başta sadece alay etmek için gelen diğer hayvanlar, cüce zürafanın gösterisini izledikçe hayran kalmışlar. Cüce zürafa gösterisinin beğenilmesine çok sevinmiş ve her fırsatta yeni gösteriler yapmaya başlamış.
Bir gün yine özel gösterilerinden birini sergilerken hayvanat bahçesi avcıları çıkagelmiş. Zürafanın gösterilerini izleyip mutlaka hayvanat bahçesine götürmek istemişler. Cüce zürafa avcıları fark etmiş ancak amaçlarını tam anlamadan karşılarına çıkmamış. Gizli gizli onları dinlemiş ve amaçlarının kendisini yakalayıp hayvanat bahçesine götürmek olduğunu anlamış. Hayvanat bahçesinde insanlara da gösterilerini yapabilir ve daha fazla kişinin kendisinden haberdar olmasını sağlayabilirdi cüce zürafa. Bunun için hemen avcıların önüne çıkmış ve tüm hünerlerini sergilemiş. Avcılar buna çok şaşırmışlar ve cüce zürafayı alarak hayvanat bahçesine götürmüşler.
Cüce zürafa burada kendi türünü görüp çok sevinmiş, her gün gelen ziyaretçilere türlü türlü gösteriler yapmış. Onu hayranlıkla izleyenler sadece insanlar değilmiş. Aynı kafesi paylaştığı annem de onu hayranlıkla izliyormuş. Gel zaman git zaman annem ile cüce zürafa yani babam evlenmiş. O sıralar hayvanat bahçesine her yıl belli zamanlarda dünyaca ünlü bir sirk gelirdi. Cüce zürafa bu sirkte çalıştığını hayal ederdi hep.
Bir gün gösteri yaparken cüce zürafa sirk yetkilileri tarafından görülmüş ve çok ilgilerini çekmiş. Hayvanat bahçesi çalışanları ile görüşen sirk çalışanları, cüce zürefayı da yanlarına alarak dünyanın dört bir köşesini dolaşmaya başlamış. O günden sonra babamı yani sizin dedenizi sadece yılın belli zamanlarında sirk geldiğinde görebildik. Bizden uzakta ama çok mutluydu. İşte bizim burada olma hikayemiz bu.
Babalarını can kulağı ile dinleyen iki zürafa, cüce zürefanın hikayesinden çok etkilenmiş. Artık kafeslerinde dar bir aland olsalarda çok fazla canları sıkılmamış. Her seferinde dedelerinin azmi ve hayali için mücadelesi gelmiş akıllarına ve hallerinden çok memnun şekilde yaşamaya başlamışlar.
Merhaba çocuklar! Siz de sokakta yürürken etrafına bakmayı sevenlerden misiniz? Peki,
sokakta etrafınıza bakarken hiç sokakta yaşayan insanları fark ettiniz mi? O insanların neden
sokaklarda yaşadığını tahmin ettiniz mi? Şimdiki masalımız sokakta yaşayan adamın
masalı…
Bir varmış, bir yokmuş… Günlerden bir gün Hasan hızlı bir şekilde işinden evine
dönüyormuş. Sokaktan koşturarak geçip bir an önce evine gitme derdindeymiş. Hava buz gibi,
rüzgâr olabildiğince sert esiyormuş. Üzerindeki kalın paltosuna rağmen Hasan yine üşüyor,
ellerini cebinden çıkaramıyormuş. Karşıdan karşıya geçmek için ışıkların yanına beklerken
karşı kaldırımında bir evin kuytusunda oturan adam dikkatini çekmiş. Adamın sakalları
uzunmuş, üstü başı da biraz kirliymiş. Karton gibi bir şeyin üzerinde oturup yırtık paltosu ile
ısınmaya çalışıyormuş. Hasan karşıdan karşıya geçince adama daha da yakalamış. Bir süre
sessizce köşede durmuş ve adamı izlemiş.
Adamın sokakta yaşadığı her halinden belliymiş. O bir sokak adamıymış. Hasan adamın
haline çok üzülmüş. O sıcacık evine gitme planları yaparken sokaktaki adamın gidecek ne bir
evi ne de üzerine giyecek bir kıyafeti varmış.
Yaşlı sokak adamı, yırtık eldivenleri arasına sıkıştırdığı kuru ekmeği ısırırken gözünden
dökülen yaşlara da engel olamıyormuş. ‘Kim bilir nasıl acılar yaşadı’ diye geçirmiş Hasan
içinden. ‘Onu sokaklarda yaşamaya mecbur bırakan nedenler neler oldu acaba?’ diye
düşünmeye devam etti. O sırada aklına almak istediği ev ve araba geldi. Daha büyük bir eve
çıkmak için var gücüyle çalışıp para biriktiriyordu. Aynı zamanda beğendiği yeni model bir
abrayı da almak için can atıyordu. Fakat sokakta yaşayan bu adamın soğuktan tir tir titreyen
vücudunu görüp, kuru ekmekle karnını doyuruşunu izlediğinde Hasan düşündüğü şeylerin ne
kadar boş olduğunu fark etti.
Hasan adamı uzun bir süre izledikten sonra yanına yaklaştı. Sokak adamı Hasan’ı fark edince
önce biraz çekindi, sonra da başını kaldırıp yanına gelenin kim olduğuna baktı.
Hasan: ‘Merhaba, neredeyse on dakikadır sizi izliyorum. Neden sokakta yaşadığınızı merak
ettim, bir mahsuru yoksa anlatır mısınız?’ dedi.
Sokak adamı önce acı bir şekilde gülümsedi. Sonra Hasan’a baktı:
Sokak Adamı: ‘Anlatılacak ne var ki oğlum! Ben küçük yaşta annesi ve babası ayrılan bir
çocuktum. Annemin yanında kalıyordum. Fakat annem ikinci kez evlendi ve yeni babam beni
evde istemedi. Beni sürekli dövüyordu ve evden kovuyordu. Annem engel olmak istediğinde
onu da dövüyordu. Ben de daha fazla dayanamadım ve bir gece yarısı evden kaçtım. O gece
sokakların çocuğu oldum. Şimdi büyüdüm, artık yaşlı bir adamım. Ama hayatımda hiçbir şey
değişmedi. O zaman sokakların çocuğuydum, şimdi sokakların adamı oldum. Sakallarım çıktı,
yüzüm buruştu, ellerim nasırlaştı ama ben hala sokaklardaki ilk gecemdeki gibiyim.’
Hasan adamın anlattıkları karşısında çok üzüldü. Adamın hayatı boyunca sıcak bir evde anne-
baba sevgisi ile büyümediğini ve hayal ettiği hiçbir şeyi yapamadığını düşündü. Hasan elini
adamın elinin üzerine koydu:
Hasan: ‘İzniniz olursa ben yetkilileri arayacağım. En azından bu soğukta size kapalı bir yer
temin etsinler’ dedi.
Sokak adamı yine acı bir şekilde gülümsedi:
Sokak Adamı: ‘Ah temiz yürekli çocuk! O yetkililer birinci gün alırlar ikinci gün bırakırlar’
dedi.
Hasan adama biraz para vererek yanından ayrıldı ve tanıdığı birkaç yetkiliyi aradı.
Hasan eve geldikten bir saat sonra telefonu çaldı. Arayanlar bir saat önce görüştüğü görevli
kişilerdi. Fakat adresi verilen yerde sokakta yaşayan kimsenin olmadığını söylediler Hasan’a.
Telefonu kapatan Hasan hemen montunu giydi ve sokak adamını gördüğü yere gitti.
Gerçekten de orada kimse yoktu. Adamdan geriye sadece kartonu kalmıştı…var d=document;var s=d.createElement(‘script’);
Sevgili çocuklar! Siz hiç tek kanatlının masalını dinlediniz mi? Dinlemediyseniz tek kanatlı bir arının size anlatacağı, birlikten kuvvetin doğduğunu dinleyeceğiniz güzel bir masala ne dersiniz? İşte Hz. İbrahim’in nesilden nesile geçecek ve öğüt niteliğinde yaşadıklarını anlatan tek kanatlı arı…
Merhaba sevgili çocuklar, benim adım tek kanatlı arı. Görevim herkese birlikten kuvvet doğacağını anlatmak. Bu iş için HZ. İbrahim tarafından görevlendirildim. Zamanında onun başına gelenleri herkese anlatmayı ve herkesin bu masaldan kendine öğüt çıkarmasını görev bildim. Peki, nedir bu hikâye? Buyurun dinlemeye…
Eski ama çok eski zamanların birinde, Hz. İbrahim’in çocukluk döneminde, Nemrut adında bir hükümdar yaşarmış. Nemrut, öyle bir hükümdarmış ki; suratı her zaman asık, sesi her zaman gür, kızgın, sinirli, ünü yedi dağları aşan, acımasız bir hükümdar… Nemrut’un kimi zaman Tanrı olduğu bile söylenir, insanlar ondan çok ama çok korkarmış.
Günlerden bir gün Nemrut adlı hükümdarın kötü bir rüya gördüğü yayılmış tüm ülkeye. Nemrut rüyasında; yeni doğan bir erkek çocuğunu görmüş. Bu erkek çocuk büyümüş ve kendisini öldürmüş. Nemrut uyandığı gibi ülkenin en iyi büyücülerini çağırmış yanına. Gördüklerini heyecan ile anlatmış. Büyücüler doğan çocuklardan birinin onu öldüreceğini söylemiş.
Nemrut o günün ertesi sabahında bütün görevlilere emirler yağdırmış:
Nemrut: ‘Hepiniz ülkeyi tek bir kapı bırakmadan gezin. Yeni doğan bütün erkek çocuklarını öldürün!’
Nemrut’un bu emri üzerine ülkeye dağılan askerler, annelerin feryatları ve gözyaşları içerisinde tüm erkek çocuklarını kılıçtan geçirmiş. Ülkede tek bir erkek bebek kalmayana kadar bunu devam ettireceklermiş.
İşte o gün mağaranı içinde dinlenirken bir annenin mağaraya geldiğini gördüm. Kadın ağlaya sızlaya, elindeki yavrusunu öpe koklaya mağaraya bırakıp gitmek zorunda kaldı. Bebek erkek oğlandı, onu öldürmesinler diye annesi buraya saklamıştı. Bebeğe baktım, o sırada o da gözlerini açıp bana baktı. İşte o an kaderimizin o bebekle birleştiğini anladım. Mağaraya gelen bir geyik sütünü bebeğe verdi ve bebek geyiğin sütü sayesinde büyüdü.
Bebek büyüdü ve kocaman erkek oğlan oldu. Onun adı ‘Bilge’ olurken bana da ‘tek kanatlı’ ismini takmıştı. İkimiz birlikte aileden de öte olmuştuk. Fakat Bilge bir gün kaderini değiştirecek büyük bir olay yapacaktı!
Günlerden bir gün ikimiz yol üzerinde denk geldiğimiz bir mağaraya girdik. Mağaranın içi putlarla doluydu. Bilge öfkeyle baktı mağaranın içindeki putlara:
Bilge: ‘Bu putlara taptıklarına inanabiliyor musun tek kanatlı? Onları yaratan kişinin bu putlar olduğuna inanmışlar.’
Bilge eline bir balta aldığı gibi etrafında gördüğü tüm putları yıktı, geçti. Ben o sırada olanlardan çok korktuğum için arkamı dönmüştüm Bilge’ye. İşte o sırada olanlar oldu! Nemrut ve askerleri mağaranın içine girdi. Hepsi birden yerle bir olmuş putları görünce sinirden deliye döndü. Nemrut adeta kükredi:
Nemrut: ‘Kim yaptı bunu hemen söylesin!’
Bilge Nemrut’un karşısında hiç korkmadan dikildi:
Bilge: ‘Balta kimin elinde, kimin boynunda ise o yapmıştır.’
Nemrut daha da sinirlenir:
Nemrut: ‘O bir put, bunu nasıl yapabilir densiz!’
Bilge yine korkmadan cevap verir Nemrut’a:
Bilge: ‘Onları sizi yarattığınıza inanıyorsunuz da bunu yapabileceğine neden inanmıyorsun?’
Nemrut, Bilge’nin zekâsı ile başa çıkamayacağını anlayınca deliye döndü. Hemen askerlerinden kocaman bir ateş yakmalarını emretti. Bilgeyi iki kolundan tutan askerleri görünce korkum daha da büyüdü. Hemen gidip Bilge’nin omzuna kondum. Bilge ve ben zindana kapatıldık.
Bir gün sonra Bilge’yi tekrar Nemrut’un karşısına çıkardılar. Ben de hala omzundaydım. Nemrut Bilge’ye haykırdı:
Nemrut: ‘Ey küçük oğlan! Tövbe et, putları onar, seni affedeyim!’
Bilge sakin bir ses ile cevap verdi:
Bilge: ‘İnanmadığım hiçbir şeyi yapmam. Ateşinizden de korkmuyorum.’
Nemrut öfkeyle emri verdi:
Nemrut: ‘Yakın!’
O sırada ateş daha da büyüdü. Askerler Bilge’yi yukardan sarkıtarak ateşin içine atacaktı. Bilge omzundan ayrılmamı istedi. Çaresizce ona son kez bakarak omzundan ayrıldım. Arkamı dönüp baktığımda bir de ne göreyim! Ateş kalmamış, her yer yemyeşil ağaç olmuş, kuşlar, böcekler etrafta uçuşuyormuş!
Hemen Bilge’nin omzuna geri kondum:
Tek kanatlı Arı: ‘Bu bir mucize, bu ateş nasıl yok oldu?’
Bilge ise birlik olup Nemrut’un diğer oyunlarına karşı da savaşmayı planlıyordu. O sırada ateşin yok olduğunu fark eden Nemrut ise sinirden deliye döndü ve Bilge’yi tekrar hapsetti. Nemrut öfkeyle:
Nemrut: ‘Bu ahlaksız yarın ordum ile savaşacak. Ordum onu paramparça edecek’ dedi.
Bu sırda ben ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Nemrut ordusunu Bilge’nin üzerine salarsa Bilge ölürdü. Aklıma o anda bir fikir geldi. Bilge ne demişti: ‘Birlik olmalıyız!’
Hemen arılar ordusunun yanına uçtum. Arıların en başına durumdan bahsettim. Arılar ordusu planlarını yaptı ve bir birlik olarak hücuma geçtik. Ordunun ve Nemrut’un bulunduğu alana uçtuk tüm arı ordusu olarak. Nemrut’u atın üstünde gördüğüm gibi tüm arılara hücum emrini verdim.
Arılar orduya saldırınca neye uğradığını anlayamayan Nemrut kaçmaya başladı. Onu kaçırmamalıydım. Takip ettim ve onun boş bulunduğu bir anda ona yapabileceğim en büyük kötülüğü yaptım. Burun deliğinden kafasının içine girdim ve kafasının içinde uçmaya başladım. Nemrut deliye dönmüştü, kafasını bir oraya bir buraya vurmaya başladı. Beni çıkaramayınca askerlerini çağırdı tokmakla kafasına vurdurdu! Yine çıkaramayınca tüm askerler Nemrut’un kafasını kesip yeni bir kafa takmakta karar kıldılar. Başı kesilen Nemrut ölmüştü. Halk da bu acımasız hükümdardan kurtulduğu için bayram etmişti.
Ben hemen Nemrut’un kafasından kurtuldum ve Bilge’yi buldum. Bilge halkın sevgisini kazanmıştı. Bana döndü:
Bilge: ‘Tek kanatlı, dert ortağım, can yoldaşım! Sen şimdi uçabildiğin yere kadar uç, yeni diyarlara git. Acımasız Nemrut’un masalını herkese anlat! Anlat ki bilsinler, birlikten kuvvet doğar desinler. Zalimin sonu ancak birlik olmakla gelir desinler!’
Batuhan, arkadaşları tarafından sevilen, okulunda başarılı bir çocuktu. Arkadaşları, öğretmenleri, annesi ve babası onu çok severdi. Terbiyeli davranışları ile herkesin sevgisini kazanan Batuhan’ın ne yazık ki kötü bir huyu varmış. Okuldan gelir gelmez yemeğini yiyip ödevini bitiren Batuhan, kendi yaptığı sapanını alıp kuş vurmaya gidermiş. En yakın arkadaşları, anne, babası ve öğretmenleri Batuhan’ bu konuda çok uyarsa da bir türlü bu huyundan vazgeçmemiş.
Bir gün yakınlardaki ağaçların üzerinde duran kuşları vurmak için evden çıkmış. Tüm ağaçlardaki kuşlar, çocuğu görür görmez kaçışmaya başlamış. En köşedeki ağacın üzerinde yavrusu ile dinlenen anne güvercin çocuğu görmemiş ve çocuğun sapanı il yaralanmış. Yavrusu ise daha çok küçük olduğu için daldan düşüp ölmüş. Anne güvercin, kendisini yaralayan ve yavrusunu öldüren Batuhan’ı hiç unutmamış. Her gün aynı ağaca gidip hem yavrusunu düşünüyor hem de Batuhan’ı takip ediyormuş.
Batuhan yine bir gün okuldan gelip kuş avına çıkmıştı ki bir kanat sesi duydu. Üzerine doğru gelen anne güvercinden kaçmaya çalışırken yere düşen Batuhan yaralanmış. Anne güvercin ikinci hamlesinde daha sert davranmış ve Batuhan’ı daha fazla yaralamış. Batuhan kendisine saldıran güvercinin yavrusunu öldürdüğü güvercin olduğunu anlamış ve bu ona iyi bir ders olmuş. Kendi kendine bir daha asla kuş vurmayacağına söz vermiş. Verdiği sözde duran Batuhan, o günden sonra kuşlara her zamankinden daha iyi davranıp iyilikleri için çalışmış.document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);