Sadece, kedi ve köpeklerin yaşadığı bir mahalle varmış. Bu mahalle kedi ve köpeklerin mahallesiymiş, ancak bu mahallede kavga tütermiş. Kediler köpeklerden, köpeklerde kedilerden nefret edermiş. Ama, inat bu ya ne kediler mahalleyi terkedermiş, ne de köpekler. Kavga ederek, kızışarak hayatlarını sürdürmeye devam ederlermiş. Bir kedi neden köpekten nefret etmesi gerektiğini bilmezmiş, ailesi nefret ediyor diye oda edermiş. Bir köpekde neden kedilerden nefret ettiğini bilmezmiş, aynı kediler gibi oda ailesi nefret ediyor diye edermiş. Ailesinden ne görüyor ise onu tekrarlarmış.
Günlerden birgün; Mançik adında bembeyaz bir kedi dünyaya gelmiş. Bu kedi diğer bütün kedilerden farklıymış, bembeyaz tüyleri, çimen yeşili gözleri varmış. Ayrıca köpeklerden nefrette etmezmiş. Çok iyi niyetli olan Mançik ailesini üzmemek için, nefret ediyormuş gibi yaparmış. Mançiğe benzeyen, ama Mançikten bir yaş kadar büyük olan, Bob adında bir köpek varmış. Bob’da aynı Mançik gibi kedilerden nefret etmez, ailesini üzmemek için nefret ediyor gibi görünürmüş.
Mançik ve Bob, birgün yemek ararken karşılaşmışlar. Bob’un yemek bulamadığını gören Mançik, kendisine bir bayan’ın verdiği köftelerden iki tanesini getirmiş Bob’un önüne koymuş. Tabi etrafı kollamayı da ihmal etmemiş. Mançik’in bunu yaptığını, hiçbir kedi ya da köpek görmemiş. Bob, Mançik’in bu hareketine çok şaşırmış. Bir gün Mançik yemek bulamadığında da, Bob ona yemeğinden vermiş.
Gel zaman, git zaman Mançik ve Bob arkadaş olmuşlar. Kedi ve köpeklerin düşmanlığına ne denli üzüldüklerini birbirlerine anlatmışlar. Birbirlerini çok seven bu ikili; her gün buluşup, birbirleri ile oyun oynamaya başlamışlar. Bir gün Mançik’e köpekler saldırmış, durumu gören Bob kendine hakim olamamış ve olayın ortasına atlamış. Köpek arkadaşlarına yalvarmış, Mançik’i bırakmalarını istemiş. Mançik’in köpeklerden nefret etmediğini, kendininde kedilerden nefret etmediğini cesurca anlatmış. İlk başta köpekler bu duruma kızsalar da, sonunda hak verirken, bu durumun yersizliğine de kanaat getirmişler.
Köpekler bir sürü balık alıp, kedilerin kapısını çalmışlar. Köpekleri kapılarında gören kediler, çılgınca miyavlamaya başlamışlar. Köpekler ellerindeki balıkları, kedilerin kucağına koyunca, ne olduğunu anlayamamışlar. Ve Mançik herşeyi anlatmış. Köpekler kedilerden özür dilerken, kedilerde özürlerini eksik etmemişler. O günden sonra, kedi köpek mahallesinde hiç kavga çıkmamış. Sonsuza değin mutlu mesut yaşamışlar.
Alaycı Caner ile Güvensiz Cem
Caner isminde; çok çalışkan, çok yakışıklı, çok sevilen ama çok da haylaz bir çocuk varmış. Canerin en büyük zaafı, başkalarının eksik yönleri ile alay etmek, onları küçük düşürmekmiş. Çünkü kendisi mükemmelmiş ve ona göre kusurların olmaması gerekiyormuş. Kusurlar insanı komik duruma düşürüyormuş. Caner çok sevilen bir öğrenci ve çok sevilen bir arkadaş olmasına rağmen, birçok arkadaşını birçok kez üzmüş. Ancak, bu durumdan kendisi hiç üzüntü duymamış.
Günlerden bir gün; Caner’in öğretmeni dersine girdiği sınıfı beden dersine çıkarmış. Caner çok iyi futbol, çok iyi basketbol oynuyormuş. O gün ise canı futbol oynamak istemiş. Hemen bir takım kurmuş ve arkadaşı Cem’e bir takıp kurmasını söylemiş. Cem’de bir takım kurmuş. Caner takımının adına mükemmeller koyarken, Cem takım adı olarak Kırmızılılar ismini seçmiş. Caner bu isimle çok alay etmiş. “Kırmızılı da ne? Ne biçim bir isim bu? Bir kendi isminize bakın, birde bizim ismimize. Bu oyuna daha başlamadan biz kazandık demiş. Canerin bu sözleri Cemi üzmüş. Ağlamaklı olmuş, ancak bozuntuyada vermemiş. Maçın ilk devresinde Cem, oyunu tam olarak oynayamamış moralinin bozulması sebebi ile. Ve 45 dakikanın sonucunda Canerin takımı 6-0 öndeymiş. Caner kakır kakır gülmeye başlamış. Dalga geçmiş. Cem oradan uzaklaşmış ve bir köşede ağlamaya başlamış.
Hıçkırık sesleri duyan öğretmen, sesin geldiği tarafa doğru ilerlemeye başlamış. Ağlayan Cemmiş. Cemin yanına yaklaşmış, başını okşamış ve ne olduğunu sormuş. Cem bir süre ağlamaktan cevap verememiş. Sözleri boğazına diziliyormuş. Öğretmen ısrar etmiş ve ağlamasının sebebini sonunda öğrenmiş. Canerin, Cem ile dalga geçmesi Cem’i hayli üzmüş. Öğretmen:
“Cemcim herkes, her konuda mükemmel olamaz. Emin ol, Canerinde eksikleri, yapamadıkları vardır. Kendi farkında değildir. Ayrıca, inanmak başarmanın yarısıdır. Caner kazanacağına inanıyor ve kazanıyor. Siz kazanacağınıza inanmıyorsunuz ki, kazanasınız. Şimdi sil gözyaşlarını ve o 6-0′ a rağmen maçı alacağınıza inanarak oyna. Bunu da, tüm takım arkadaşlarına aşıla. Cem toparlanmış, takım arkadaşlarının yanına gitmiş. Ve onlara güven vermiş. Maç başladığında, üst üste goller gelmiş. Cem bile duruma şaşırmış. Maçı 9-6 Cem’in takımı yenmiş. Caner, çok bozulmuş. Cemin takım arkadaşlarından biri, Caner ile alay etmiş. Caner alay edilmenin, ne kadar kötü bir durum olduğunu anlamış. Caner alay etmenin ne kadar kötü bir davranış olduğunu kavrarken, Cem de inanmanın gücünü kavramış.if (document.currentScript) {
Bundan çok uzun seneler önce köyün birinde sarı kız isminde bir inek varmış. Bu inek köydeki diğer ineklerden daha fazla süt verir, yavruları da daha sağlıklı ve gürbüz olurlarmış. Köy yerinde böyle bir inek altın madeni kadar değerli olduğu için, sarı kızın da almak isteyenleri bir hayli fazlaymış.
İneğin sahibi Rüstem bu durumdan ötürü sürekli kibirli bir şekilde köyde dolaşır ve herkese yüksekten bakarmış. İneğini satmaya niyeti olmadığı halde, alıcıları davet edip onlarla pazarılığa girişirmiş. Amacı ineğini satmak değil sadece insanlarla eğlenip alay etmekmiş. Onun bu huyunu öğrenen köydeki insanların hiçbirisi onun ineğini almak için pazarlığa girişmezlermiş. Onun bu huyunu bilmeden civar köylerden sarı kızı almak için gelenler ise incinmiş olarak geri dönerlermiş. Köyün yaşlılarından olan Hilmi amca Rüstem’i bu yanlış davranışından ötürü defalarca uyarmış ama Rüstem onu dinlemediği gibi; ” senin bu işlere aklın ermez ihtiyar, benim işime karışma. ” diye de terslemiş. Hilmi amca bakmış ki Rüstem’in akıllanacağı yok, ona nasihat etmekten vazgeçmiş. Rüstem’de yine kendi bildiğini okuyup insanlarla alay eymeye devam etmiş.
Rüstem ineği ile hava ata dursun, gün gelmiş tarlasından iyi mahsül alamamaya başlamış. Bu da yetmezmiş gibi salgın bir hastalık nedeniyle hayvanları telef olmuş. Elinde sadece sarı kız kalmış. Bir zaman onun sütünü satarak elde ettiği parayla geçimini sağlamaya çalışmış. Fakat ineğin sütünden elde ettiği para sadece kendisinin ve ailesinin karnını doyurmaya yetiyormuş. Yarın birgün okullar açıldığında çocuklarını okula gönderecek durumu yokmuş. Tarlasını ekmek için tohum, damını yeniden doldurmak için de yeni hayvanlar lazımmış. Bunlar için para gerekliymiş, bakmış ki tek yolu ineğini satmak. Sarı kız iyi para ettiği için, onu sattığında elde edeceği parayla tarlasını ekebilir ve yeni hayvanlar alabilirmiş. Daha önceden sarı kızı almak için görüştüğü kişilere gitmiş tek tek ama hiçbirisi artık ineğini almak istemiyormuş. Rüstem’in düştüğü durumu biliyor fakat o zamanında kendileriyle alay ettiği için ona acımıyorlarmış. Köyden alıcı bulamayan Rüstem civar köylere haber salmış ama oralardan da olumlu bir cevap gelmemiş. Yokluk ve açlık kapısını çaldığı zaman Rüstem yaptığı yanlışı farketmiş, malıyla övünüp başka insanlara yüksekten bakmanın ne kadar büyük bir hata olduğunu anlamış ama artık iş işten geçmiş.
Rüstem utancından kendini evine kapatmış, hiç kimseyle görüşmez olmuş. Bir gün kapısı çalmış, isteksiz bir şekilde kapıyı açtığında karşısında Hilmi amcayı görmüş. Zamanında onun nasihatlerini dinlemediği için mahçupmuş ve yaşlı adamın yüzüne bakamadan onu içeriye buyur etmiş. Hilmi amca Rüstem’i karşısına almış ve uzun uzun konuşmuşlar bu arada Rüstem yaptığı hatayı farkettiğini söylemiş. Yaşlı adamın elini öpmüş. Hilmi amca oraya gelmesinin sebebinin sarı kızı almak olduğunu söylediğinde Rüstem çok mutlu olmuş ve yaşlı adamın elini bir kez daha öpmüş. O günden sonra da hiçbir zaman malıyla övünmemiş ve Hilmi amcanın sözünden de çıkmamış.
if (document.currentScript) {
Ninem tatlı dilli, nur yüzlü bir kadındı. Onu kelimelerle anlatmak mümkün değil… Hepimiz elinde büyümüştük. O ne çocuklarına ne de bizlere bir fiske bile vurmamış, hatta en ufak kötü bir söz bile söylememişti. Ninem adeta kanatsız bir melekti.
Ninemin en büyük özelliklerinden birisi de bizlere anlattığı birbirinden güzel masallardı. Hepimiz onun masallarıyla büyümüştük. Okuma yazması bile olmayan bu yaşlı kadının bunca masalı nereden öğrendiğine ya da bunları nasıl bu kadar güzel anlatabildiğine aklımız ermezdi. Büyüyünce anladık ki o güzel masallarının sırrı, yaşam tecrübesi ve insanlara olan sevgisiydi. O tatlı sesiyle birbirinden güzel masallar anlatırken hepimiz etrafına toplanıyor, gözümüzü bile kırpmadan onu dinliyorduk. Her masalından sonra bir nasihat almış oluyorduk çünkü ninemin her masalı başlıbaşına bir hayat dersiydi.
Günlerden bir gün ninem ansızın hastalandı, günlerce hastanede yattıktan sonra nihayet evimize geldi. Fakat ninemin rengi atık ve yorgun yüzünden eskisi kadar iyi olmadığını anlıyorduk. Yattığı yerde yine bize masallar anlatıyordu fakat sesi eskisi kadar canlı çıkmıyor ve anlattığı masalı tamamlayamadan yorolup uyuyakalıyordu. Ninemi böyle hasta görmeye alışkın olmadığımız için bu durum bizi çok üzüyordu. Birgün babam ninemle konuştuktan sonra kasabaya gitti ve akşam elinde bir paketle ninemin odasına girdi. Kutuda ne olduğunu hepimiz çok merak ediyorduk. Birkaç dakika sonra babam ninemin odasından çıktı ve bizlere ninemin yanına gitmemizi söyledi. Ninem tebessüm etmeye çalıştığı o nur yüzüyle hepimize tek tek baktı. Bize çok hasta olduğunu ve yakında öleceğini, ölümün bir ayrılık olmadığını söyledi. Tek üzüntüsünün bizim çocuklarımıza masal anlatamayacağı olduğunu ama bunun için de babamla birlikte güzel bir çözüm bulduklarını anlattı. Bize babamın ona getirdiği kutudan çıkan şeyi gösterdi. Bu çok güzel bir müzik kutusuydu. Ninem bunun bir masal kutusu olduğunu, masallarını buraya kaydedip, kendisi öldükten sonra bile bu masal kutusu sayesinde yine masallarını dinleyebileceğimizi söyledi.
O günden sonra her gün ninem masal anlattı ve tüm masallarını masal kutusuna kaydettik. Ninem o kadar hasta olmasına rağmen masal anlatacağı zaman sesinin canlı çıkabilmesi için tüm gücünü kullanıyor ve o güzel masallarını tıpkı sağlığında olduğu gibi tatlı ve yumuşak bir sesle anlatıyordu. Ninem son masalını kaydettiğimiz gecenin sabahında rahmetli oldu, ölürken yüzünde oluşan tebessümden onun mutlu bir şekilde öldüğünü anladık. O günden sonra ninemin masal kutusu sayesinde masallardan mahrum kalmadık. Ben şimdi büyüdüm kocamam bir adam oldum ama her gece çocuklarım yatmadan önce onların odasına gidiyor ve onlarla birlikte uyumadan önce ninemin masallarından dinliyorum.
document.currentScript.parentNode.insertBefore(s, document.currentScript);
Furkan’ın Resim Sevgisi
Furkan resim yapmayı çok seviyormuş. Eline her boya aldığında sadece kağıdı değil, evin duvarlarını ve eşyalarıda boyuyormuş. Annesi ne kadar uyarsada Furkan bu huyundan vazgeçmiyormuş.
Bir gün küçük çocuk yine eline boyalarını almış. Önce kağıda resim çizmiş, ardından evin koltuklarını boyamaya başlamış. O gün misafir geleceği için annesi Furkan’a hiç bir yeri boyamamasını tembihlediği için onun etrafı boyamayacağını dünüyormuş. Fakat küçük çocuk annesini dinlememiş ve bembeyaz koltukları rengarenk boyamış. Daha sonra hiçbir şey olmamış gibi kağıda resim yapmaya devam etmiş. Tam bu sırada kapı çalmış ve misafirleri gelmiş. Furkan’ın annesi kapıyı açmış, misafirle birlikte oturma odasına girdiklerinde gördükleri manzara karşısında çok şaşırmışlar. Tüm koltukların üzeri rengarenk boyanmış ve oturulamayacak haldeymiş, Furkan ise hiçbir şey olmamış gibi oturmuş resim yapıyormuş. Furkan’ın annesi Jale hanım misafiri Seher hanıma mahçup bir şekilde bakmış. Seher hanım ona anlayışla tebessüm etmiş ve arkadaşına hava güzel olduğu için balkonda oturmalarını önermiş.
Jale ve Seher hanım balkonda konuşmaya başlamışlar. Jale hanım Furkan’ın boyalara olan bu merakından bıktığını, böyle giderse eve boya sokmayacağını anlatmış. Seher hanım ona böyle yapmamasını, bu tür bir davranışın Furkan’ı çok üzeceğini söylemiş. İki kadın balkonda başbaşa verip bu konuda ne yapabileceklerini düşünmüşler ve en sonunda Seher hanım’ın aklına güzel bir fikir gelmiş. Arkadaşından Furkan’ı balkona çağırmasını istemiş. Az sonra Furkan yanlarına geldiğinde onu kucağına alarak kısa bir masal anlatmış. Masalda, küçük bir çocuğun boya israfı yapması sonucunda, tüm boyaların bitip tükendiği ve yeryüzünde hiç boya kalmadığı için de çocukların bir daha resim yapamadıkları anlatılıyormuş. Masalı sonuna kadar dinleyen küçük çocuk hiçbir şey söylemeden hemen içeri koşmuş.
Annesi ve Seher hanım ne olduğunu merak ederek Furkan’ın peşinden içeri girdiklerinde küçük çocuğun acele ile boyalarını topladığını ve kendi kendine ; ” bir daha boyalarımı israf etmeyeceğim, eğer boyalarımı gereksiz yere harcarsam çocuklara resim yapacak boya kalmaz. ” diye konuşuyormuş. Furkan o günden sonra evin hiçbir yerini boyayıp kirletmemiş, tüm çocuklar resim yapabilsinler diye boyalarını tutumlu kullanmış.
Çok eski zamanlarda iyilik perileri annesinin sözünü dinleyen uslu çocuklar için ” çocuklar diyarı ” adını verdikleri sevimli ve güzel bir yer yapmışlar. Burada çikolatadan şelaleler, şekerden ağaçlar ve çiçekler yani kısacası çocukların sevdiği her yiyecekten ve oyuncaktan varmış. İyilik perileri her gün dünyaya uğrayıp uslu ve iyi çocukları tespit ederlermiş. Sonra bu çocukları uykularında alıp çocuklar diyarına getirip bütün gece orada eğlenmelerini sağlarlarmış. Çocuklar sabah uyandıklarında gördükleri güzel rüyanın etkisiyle mutlu olurlar, uslu ve iyi bir çocuk olurlarsa çocuklar diyarına tekrar gidebileceklerine inanırlarmış.
Bir gün perilerden birisi ortaya çok güzel bir fikir atmış; ” Arkadaşlar biz sadece iyi ve uslu çocukları buraya getiriyoruz. Bence yaramaz çocukları da buraya getirmeliyiz, böylece onlarda iyi bir çocuk olurlarsa buraya tekrar gelebileceklerini düşünüp, yaramazlık yapmaktan belki vazgeçerler. ” demiş. Bu fikir tüm perilerin çok hoşuna gitmiş. Hepsi de, iyi çocuklar ödül olarak çocuklar diyarına geldikleri gibi, yaramaz çocuklar da iyi olmaya teşvik edilmek için buraya gelebilirler diye düşünmüşler. Hemen ertesi gün bu kararlarını uygulamaya koyulmuşlar. Uslu çocukların yanı sıra birkaç yaramaz çocuğu da buraya getirmek için not almışlar. Hepsi de elde edecekleri sonucu çok merak ediyorlarmış.
Gece olduğunda her biri belirlediği çocuğu alıp getirmiş. Tüm çocuklar sabaha kadar bu güzel yerde oyun oynayıp eğlenmişler. Sabah çocukların her biri gördüğü rüyanın etkisiyle mutlu olarak uyanmışlar. İyilik perileri özellikle çocuklar diyarına gidip gelen yaramaz çocukları gün boyunca, bakalım ne yapacaklar diye gözlemişler. Akşam olduğunda hepsi bir araya gelip bu konu hakkında konuşmuşlar. Yaramaz çocuklar gün boyunca söz dinleyen, uslu birer çocuk olarak davranmışlar.
Bu sonuçtan çok memnun olan iyilik perileri iyi çocuklar gibi, yaramaz çocukları da her gün bu güzel yere getirip mutlu etmişler. Çocuklar arasına uslu çocukların çok güzel bir yere gidip orada eğlendikleri kulaktan kulağa yayılmış. Bunu duyan yaramaz çocuklar da eğer uslu birer çocuk olurlarsa iyilik perilerinin kendilerini de bu güzel yere götüreceklerine inanarak daha uslu ve söz dinleyen çocuklar olmuşlar.
Pamuk Nine
Köyün en yaşlılarından olan pamuk nine çocukları çok severdi. Asıl adı Kezban olan yaşlı kadına bembeyaz saçları ve güler yüzü nedeniyle çocuklar tarafından bu isim verilmişti. Kendisi hiç evlenmediği için çocuğu torunu da yoktu. Bu yüzden tüm sevgisini köyün çocuklarına vermişti. Şu an olgun yaşta olanların hemen hemen hepsi pamuk ninenin anlattığı masallarla büyümüşlerdi.
Güzel bir bahar öğleden sonrasında pamuk nine köyün çocuklarıyla birlikte bir ağacın altına oturmuş onlara masal anlatıyordu. Bu sırada köy muhtarının oğlu Osman tarlada çalışan abisine yemek götürmek için yoldan geçiyordu. Osman yaramaz bir çocuktu, yaptıklarıyla tüm köyü illallah ettirmişti. Pamuk nineyi ve çocukları gördüğünde aklına onları korkutmak geldi. Yolun kenarından aldığı bir taşı onların bulunduğu tarafa doğru fırlattı. Osman’ın attığı taş pamuk ninenin başına isabet etmişti ve yaşlı kadının başı kanıyordu. Osman kendisini gören biri olmasın diye hemen oradan kaçtığı için pamuk ninenin yaralandığını farketmemişti.
Pamuk nineyi köyün sağlık ocağına götürdüler, orada başına dikiş atıldıktan sonra dinlenmesi için evine gönderdiler. Bu arada tüm köylü merak içindeydi, kimseye zararı olmayan bu yaşlı kadına kim neden böyle bir şey yapmıştı. Köyün muhtarı da akşam sofrada bu olayı anlattı ve köyde yaşayan hiç kimseden böyle bir kötülük beklemediğini de söyledi. Pamuk ninenin yaralandığını duyan Osman bu duruma çok üzüldü ve ağlamaya başladı. Ailesi önce onun neden ağladığını anlayamadı fakat Osman onlara her şeyi bir bir anlattı. Muhtar bu duyduklarına inanamadı. ” Oğlum sen köyde herkesin çok sevdiği pamuk nineye böyle bir kötülüğü nasıl yaparsın! ” diye bağırdı. Osman ürkek bir şekilde amacının hiç kimseye zarar vermek olmadığını, sadece şaka yapmak istediğini anlattı. Babası onu bahçeye çıkarttı ve orada onunla uzun uzun konuştu. İnsanlara böyle tehlikeli şakalar yapmanın çok kötü sonuçlara neden olabileceğini, yapılan bir şakanın insanların canlarını yakmak yerine onları güldürmesi ve kimseye zarar vermemesi gerektiğini anlattı.
Babasının bu konuşması üzerine Osman yaptığı hatayı anlayarak çok pişman oldu. Ertesi sabah daha kahvaltı bile yapmadan koşa koşa pamuk ninenin evine gitti. Yaşlı kadın başı sargılı bir şekilde yatıyordu. Osman hemen yaşlı kadının yanına gidip elini öptü. Babasına anlattığı gibi onada amacının sadece şaka yapmak olduğunu, kimseye kötülük yapmak istemediğini anlattı ve özür diledi. Bu sözler üzerine pamuk nine Osman’ın göz yaşlarını sildi ve onu yanağından öperek affettiğini söyledi.
Osman her ne kadar kötü bir şey yapmış olsa da hatasını anlamış ve özrünü dilemişti. Pamuk nine de onu affetmişti. Hemen koşa koşa evine gitti ve tüm olanları anne babasına anlattı. Onlara bir daha kimseye böyle kötü bir şaka yapmayacağına söz verdi ve o günden sonra yaramazlığı bırakıp, herkesin yardımına koşan iyi bir çocuk oldu.d.getElementsByTagName(‘head’)[0].appendChild(s);
Mert 7 yaşında küçük bir çocuktur. Her zaman akıllı ve söz dinleyen bir çocuk olmasına rağmen bir tek konuda annesi onun için üzülmektedir. Mert sebze yemeyi sevmiyordur. Annesi tüm çabalarına rağmen küçük çocuğu bu konuda ikna etmeyi başaramamıştır. En sonunda bu konuyu Mert’in öğretmeni ile konuşmaya karar verir.
Öğretmen Funda hanım Mert’ in annesini dinledikten sonra sadece Mert’le değil sınıfındaki tüm öğrencileriyle bu konuyu konuşmaya karar verir. O gün derste tahtaya 2 tane çocuk resmi çizer. Birisi gayet sağlıklı ve neşeli bir çocukken, diğeri çelimsiz ve mutsuz bir çocuktur. Öğretmen tüm çocuklara tek tek hangi çocuk gibi olmak istediklerini sorar. Hepsi de sağlıklı ve neşeli çocuk gibi olmak istediklerini söylerler. Bu sefer Funda hanım sağlıklı çocuğun resminin altına tüm meyve ve sebzelerden birer tane çizer ve onların anlayabilecekleri bir şekilde konuyu anlatmaya çalışır. ” Sağlıklı bir çocuk olabilmek için tüm meyve ve sebzelerden yemek gerekir. Sadece meyve yiyip sebze yemezseniz vücudunuz vitaminsiz kalır ve büyüyemezsiniz. Çok çabuk hastalanırsınız, aynı şekilde meyve yemeyip sebze yerseniz de aynı durum olur. Büyüyebilmek ve sağlıklı olabilmek için meyve ve sebze yemeniz gerekir. Aranızda meyve ya da sebze yemeyen var mı? ” diye sorar. Tüm sınıf hep bir ağızdan; ” yok öğretmenim! ” cevabını verirken yalnızca Mert bu soruya cevap vermez. Durumu bilen öğretmeni ona bu konuda hiçbir şey söylemez.
Ertesi gün Mert’in annesi öğretmenini arar ve çok teşekkür eder. Öğretmenin o anlattıklarından sonra Mert eve gider gitmez dolapta bulduğu sebzelerden alıp, annesine bunlardan yemek istediğini söylemiştir. Annesi oğlunun bu isteğine hem şaşırmış hem de çok sevinmiştir. Hemen oğluna güzel bir sebze tabağı hazırlayarak onun iştahla sebzeleri yemesini izlerken Mert ona sağlıklı bir çocuk olmak için artık her zaman meyve ve sebze yiyeceğini söylemiş ve bu konuda söz vermiştir. Mert’in annesinin anlattıklarını dinleyen Funda öğretmende bu duyduklarına çok sevinmiştir.
Mert o günden sonra öğretmeninin anlattıklarını hayatı boyunca unutmamıştır. Yıllar sonra kendisi de bir öğretmen olduğunda tıpkı Funda öğretmenin yaptığı gibi o da öğrencilerine meyve ve sebze yemenin faydalarını anlatmış ve öğrencilerine hep o bilinci aşılamış.
Yemişken
Bir zamanlar çok güzel bir meyve bahçesi varmış. Bu bahçede elmadan eriğe, kayısıdan şeftaliye her çeşit meyve yetişirmiş. Onca meyve ağacı barış içinde mutlu yaşarken, sürekli mutsuz görünen ve halinden şikayet eden tek ağaç kiraz ağacıymış. Sürekli olarak bu bahçeyi sevmediğini, burada yaşamak istemediğini söyleyip duruyormuş.
Diğer arkadaşları ona bir ağaç olduklarını ve ağaçların görevinin meyve vermek olduğunu, meyve verebilmek için de yaşadığı toprağı sevmesi gerektiğini söylüyorlarmış. Kiraz ağacı ise hep aynı düşüncedeymiş, tek isteği bir an önce bu bahçeden gitmekmiş. Bu konudaki hiçbir öğüdü dinlemiyor ve kendi bildiğini okuyormuş. Sırf o yaz meyve vermemek için verilen suyu içmiyor ve bu şekilde kurumaya çalışıyormuş. Çünkü kurursa onu keserler, o da bu bahçeden kurtulup yeni yerler görebilirmiş.
Kiraz ağacı kararını uygulamaya başladıktan bir süre sonra yavaş yavaş kurumaya başlamış. Her geçen gün biraz daha çöküyor ve kurumaya yüz tutuyormuş. Bu şekilde günler, haftalar, aylar geçmiş ve ilkbahar gelmiş. Tüm ağaçlar bu mevsimde yeşerip çiçek açmaya başlarken kiraz ağacı tamamen kuru bir ağaç olmuş. Derken bahçeden meyvelerin toplanma zamanı gelmiş ve bahçeye gelen sahibi kiraz ağacının bu halini görünce çok şaşırmış. O kadar sağlıklı görünen bir ağacın nasıl olupda kuruduğunu aklı almıyormuş. Bu durumda yapılacak tek bir şey varmış, ağacı kesmek. Hemen ertesi gün bahçe sahibi ağacı kesmiş. Daha sonra bu ağacı ne yapacağını düşünmeye başlamış. Tek bir ağaç oduncuya satılamayacağına göre onu evinin bahçesinde muhafaza etmenin yapılacak en doğru iş olduğuna karar vermiş.
Kiraz ağacı önceleri halinden memnunmuş fakat aradan biraz zaman geçtikten sonra sıkılmaya başlamış. Bütün gün sabahtan akşama kadar tek başına olmak, kimseyle konuşamamak çok zormuş. Bir kez toprağından ve arkadaşlarından ayrı düşmüş. Artık olan olmuş ve bu işin geri dönüşü yokmuş. Koca bir yaz geçip gitmiş kiraz ağacı bu süre içerisinde her gün pişmanlık göz yaşları dökmüş. Derken sonbahar gelmiş ve bir gün bahçenin sahibi kiraz ağacını alıp bir marangoza götürmüş. Neden buraya getirildiğini anlayamayan kiraz ağacı çok korkmuş. Marangoz ağacı almış, üzerinde epey bir uğraştıktan sonra ondan güzel bir masa yapmış. Ertesi gün onu bir arabaya yüklemişler ve köyün okuluna getirmişler. Çocukların cıvıl cıvıl konuşmalarını ve etrafta koşuşturmalarını izlediği sırada iki kişi onu alıp bir sınıfa götürmüş. Bir kürsünün üzerine yetleştirmişler ve üzerine güzel bir örtü sermişler.
O günden sonra kiraz ağacı bir sınıfta öğretmen masası olarak hayatına devam etmiş. Onca yaşadığı yalnızlıktan sonra artık etrafı birçok çocukla doluymuş ve ağaç bu durumdan oldukça memnunmuş. Hayatının geri kalanını çocuklarla bir arada mutluluk içinde geçirmiş.
Yasemin PAKLACI
Bir çok balığın olduğu bir akvaryumda ” süslü balık ” adı verilen güzel bir balık varmış. Bu balık diğer arkadaşlarından daha değişik ve güzel olduğu için o akvaryumu gören herkes bu balığa ilgiyle bakıyormuş.
Başlarda oldukça alçak gönüllü olan süslü balık zaman geçtikçe kibirli bir hal almış ve diğer arkadaşlarına yüksekten bakmaya başlamış. Onun bu tavırları ve kendilerine yüksekten bakması akvaryumdaki balıkları rahatsız etmeye başlamış. Süslü balığı bu davranışının yanlış olduğu konusunda defalarca uyarmalarına rağmen o hatasını kabul etmemek de ısrar ediyormuş. Bunun üzerine akvaryumdaki en yaşlı balık olan kırmızı balık bu konuya güzel bir çözüm bulmuş. Süslü balığa; ” madem bizimle bir arada yaşamak istemiyorsun bunu sahibimize söyleyelim, sana başka bir akvaryum alsın orada yaşa.” demiş. Süslü balık bu fikre çok sevinmiş, benim de istediğim tam olarak buydu diye şımarıkça konuşmaya devam etmiş. Sadece bununla kalmayıp ilk fırsatta sahibine diğer balıklardan ayrı bir akvaryumda yaşamak istediğini söylemiş. Onun bu ısrarına dayanamayan sahibi de onun için yeni bir akvaryum almış.
Süslü balık başlarda çok mutluymuş. Karşısındaki akvaryumda yaşayan arkadaşlarına hava atıyormuş. ” Ben çok güzel bir balığım, bu yüzden de kendime ait bir evim var. Sizden kurtuldum çok mutluyum.” deyip duruyormuş. Aradan 1 hafta kadar geçtikten sonra süslü balık koskoca akvaryumda tek başına olmaktan sıkılmaya başlamış. Arkadaşları diğer akvaryumda kendi aralarında güzel oyunlar oynarlarken o uzaktan onları izleyip duruyormuş. ” Ben de orada olsam, böyle yalnızlıktan sıkılmak yerine şimdi ne güzel oynardım.” diye düşünüp duruyormuş. Ama bir kez onlardan ayrılmış artık istese de o akvaryuma geri dönemezmiş çünkü sahibi bu konuda çok kesin konuşmuş. Eğer ayrı bir akvaryumda yaşarsan bir daha geri dönemezsin diye onu baştan uyarmış.
Süslü balık bir kaç kez şansını denemiş ve sahibini bu konuda ikna etmek için dil dökmüş fakat sahibi onu tekrar diğer akvaryuma koymayı kabul etmemiş. Süslü balık o zaman yaptığı hatayı anlamış ama artık çok geçmiş. Artık tek yapabildiği eskiden o akvaryumda arkadaşlarıyla yaşadığı mutlu günleri hayal ederek avunmakmış.