Bundan çok uzun yıllar önce köyün birinde hiç iyi anlaşamayan bir gelinle kaynana varmış. Nedendir bilinmez gelin o eve geldiği günden beri iki kadının yıldızı bir türlü barışmamış. Sürekli sudan sebeplerden dolayı kavga edip, aynı evin içinde günlerce küs kalıyorlarmış. İki kadının bitmek bilmeyen kavgaları en çok genç adamı yoruyormuş. İki kadın arasında kalmak zor sonuçta birisi annesi, diğeri eşi… Adam ikisine de hiçbir şey söylemiyor, evdeki huzursuzluk yüzünden bütün gününü tarlada çalışarak geçiriyor ve akşamları da yemeğini yer yemez kahveye gidiyormuş. Adam sadece yatmadan yatmaya eve geliyor, kavgacı gelin ve kaynana ise bu durumu önemsemiyormuş. Onların tek yaptığı şey, birbirleriyle çekişmek ve kavga etmekmiş.
Köydeki herkes gelin kaynana arasındaki çekişmeyi bilse de, bu konuda kimsenin elinden bir şey gelmiyormuş. Çünkü bu iki inatçı kadın hiç kimseyi dinlemiyor, kavga etmeden duramıyorlarmış. Aradan geçen yıllar bu iki kadını hiç değiştirmemiş, aralarındaki kavgalar hiç aralıksız devam etmiş. Derken genç çiftin bir çocukları olmuş, bebeğin adını Ömer koymuşlar. Ömer beyaz tenli, kapkara gözlü çok sevimli bir bebekmiş. Bu bebeğin dünyaya gelmesi bile gelin kaynananın kavga etmelerine engel olamamış. Bebeğin bakımı konusunda da iki kadın hep kendi bildiğinin doğru olduğunu savunarak kavga ediyorlarmış. Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış ve Ömer bebek 1 yaşına gelmiş. Güzel bir bahar günü gelin kaynana bahçede oturuyorlarmış. Ömer bebek ağaca kurdukları salıncakta mışıl mışıl uyurken, iki kadın yine bilinmeyen bir nedenden dolayı tartışmaya başlamışlar. Gittikçe sesleri yükselip, bağırtıya dönüşmüş. Kadınların bağırışlarından korkan Ömer bebek uykusundan sıçrayarak uyanmış ve ağlamaya başlamış. Kadınlar öyle hararetli kavga ediyorlarmış ki Ömer bebeğin ağladığını bile duymamışlar.
Küçük bebek kadınların sesinden korktuğu için salıncakta debelenip dururken, birden nasıl olduysa salıncaktan düşmüş. Fakat kadınlar kendilerini kavgaya o kadar kaptırmışlar ki yavrucağın düştüğünü bile farketmemişler. Ömer bebek uzun zaman düştüğü yerde ağlamış, başından yüzüne doğru kan akıyormuş ve en sonunda bayıldığı için sesi kesilmiş. Nihayet kadınlar kavga etmekten yorgun düşünce susmuşlar ve işte anca o zaman yerde hareketsiz yatan bebeği görmüşler. İki kadın aynı anda bebeğin yanına koşmuşlar, onun yüzünü kanlar içinde görünce dünya başlarına yıkılmış. Gelin olduğu yerde kalmış, şaşkınlıktan hiçbir şey yapamıyormuş. Yaşlı kadın daha soğukkanlı davranmış ve hemen bebeğin nabzını yoklamış, bakmış nabzı atıyor. Gelinin yanına gitmiş ve; ” korkma kızım Ömer bebek yaşıyor, sen bana temiz bir bezle biraz su getir de başına pansuman yapayım. ” demiş. Gelin bebeğinin yaşadığına öyle sevinmiş ki; ” tamam anne hemen getiriyorum. ” diye mutfağa koşmuş. Az sonra elinde temiz bir bez ve bir tas temiz suyla gelmiş. Yaşlı kadın Ömer bebeğin yüzünü ve başını güzelce temizlemiş, bu sırada bebek de kendine gelmiş ve gülmeye başlamış. Kaynana gelinine dönüp; ” korkma kızım Ömer bebek iyi sadece başında küçük bir çizik var, al bak. ” dediğinde gelin çocuğunu kucağına alıp bağrına basmış. Sonrasında da kaynanasının boynuna sarılıp onu öpmüş. Gelininin bu sıcak yaklaşımı yaşlı kadını çok memnun etmiş, o da gelinine sevgiyle sarılıp öpmüş.
Daha sonra iki kadın oturmuşlar ve güzel güzel konuşmaya başlamışlar. Gelin kaynanasına bana kızım demen çok hoşuma gitti anne dediğinde, kaynanası da ona senin de bana anne demen çok hoşuma gitti kızım diye cevap vermiş. İki kadın da o an yıllardır ne kadar yanlış davrandıklarını, aynı evde huzurlu yaşamanın yolunun sevgi ve saygıdan geçtiğini anlamışlar. Akşam tarladan eve gelen genç adam annesini ve eşini yanyana oturmuş konuşurken görünce gözlerine inanamamış. İki kadın genç adama gündüz olanları anlatmışlar ve bundan sonra gelin kaynana gibi değil, iyi birer anne kız gibi olacaklarını söylermişler. Bunları duyan genç adam annesinin ve eşinin bu konuda anlaştıklarına çok sevinmiş. Sonunda evde yıllardır devam eden kavga gürültünün yerini, mutluluk ve huzur almıştır. Artık tüm aile huzurlu Ömer bebek de çok mutluymuş.
Gelin kaynananın yaşadığı bu olaylar tüm köydeki diğer gelin ve kaynanalara da ders olmuş. O saatten sonra tüm gelinler kaynanalarına saygılı davranmış, tüm kaynanalar da gelinlerine evlatları gibi sevgi dolu yaklaşmışlar.
if (document.currentScript) {
Uzak diyarların birinde eğlenceye çok düşkün bir kral varmış. Bu kral vezirlerinden her hafta sonu mutlaka bir eğlence düzenlemelerini istermiş. Vezirler bir haftalık süre içerisinde bir eğlence bulup bunu hazırlamak zorundalarmış, aksi halde kendi canları tehlikeye girermiş.
O güne kadar kaç tane vezirin bu sebepten dolayı canı gitmiş. Kralın veziri olmak kelle koltukta dolaşmak demek olduğundan ülkedeki hiç kimse vezir olmak istemezmiş. Kralın şu andaki veziride yaptığı işten hiç memnun değilmiş çünkü bir gün aklına kralı avutacak bir eğlence gelmezse canından olacağını biliyormuş. Bu düşünce vezirin uykularını kaçırıyormuş. Vezir can güvenliği için ne yapıp ne edip bu soruna bir çözüm bulmalıymış. Birgün yine vezir evinde kara kara bu sorunu nasıl çözebileceğini düşünüyormuş. Hanımı vezirin bu düşünceli haline çok üzüldüğü için ona ne derdi olduğunu sormuş. Vezirde hanımına aklındaki düşünceleri anlatmış. Kadın eşini dikkatle dinledikten sonra; ” haklısın bey, ne yapıp edip bu soruna bir çözüm bulmalıyız. ” demiş. O günden sonra karı koca bu konuda ne yapacaklarını düşünüp durmuşlar.
Vezir kendi kendine, öyle bir eğlence bulmalıyım ki kral bundan hiç sıkılmasın ve ben de yeni eğlence bulmak zorunda kalmayayım diye düşünüyormuş. O hafta kralın hoşuna gidecek bir eğlence bulduğu için bir haftalığına hayatı güvendeymiş fakat o güne kadar nerdeyse denenmeyen eğlence kalmadığı için aklına yeni bir fikir de gelmiyormuş. Eğer birkaç güne kadar aklına değişik bir eğlence gelip de bunu tertip edemezse öleceğini biliyormuş. O gece vezirin gözüne bir damla uyku girmemiş, sürekli aklında; ” ben ölürsem karıma çocuklarıma ne olacak? ” sorusu varmış. Sabaha karşı vezirin aklına çok parlak bir fikir gelmiş. Her hafta devamı gelecek bir eğlence olursa, sürekli yeni eğlence bulma derdim olmaz ve can güvenliğim olur diye düşünmüş. Bu yarışmanın kralın adına düzenlenip, bir gelenek haline gelmesi durumunda kralın adı ölümsüz olacağı için bu fikrinin kabul görebileceğini düşünmüş. Sabah erkenden kalkmış ve saraya gitmiş. Kral uyanıp kahvaltısını yapar yapmaz onunla görüşmeyi istiyormuş, fikrinin kabul görüp görmeyeceğini çok merak ediyormuş. Vezir hayatının bu düşüncesinin kral tarafından beğenilmesine bağlı olduğunu biliyor ve bunun için dua ediyormuş. Vezirin aklına neden yarışma düşüncesi geldiğine bakacak olursak, vezir insanlar sürekli birbiriyle rekabet halinde olduğu için sıkılmayacakları tek eğlencenin yarışmak olduğu düşüncesinden yola çıkarak bu sonuca varmış.
Az sonra vezir kralın huzuruna çıkmış ve düşüncesini ona anlatmış. Kendi adına bir yarışma düzenlenmesi ve isminin ölümsüzleşmesi fikri kralın çok hoşuna gitmiş. Vezirine hemen bu düşüncesini hayata geçirmek için gerekli çalışmaları yapmasını söylemiş. Fikrinin kabul edilmesi sonucu vezir rahat bir nefes almış ve hemen vakit kaybetmeden yarışma için hazırlıklara başlamış. O haftanın yarışmasını belirlemiş ve hemen halka duyuru yapılmasını sağlamış. Yarışmaya katılmak isteyenler saraya gidip isimlerini yazdırmışlar ve heyecanla yarışma için hazırlanmaya başlamışlar. Akıllı vezir bu fikri sayesinde hem hayatını kurtarmış hem de kral ve halk için sürekli devam edebilecek güzel bir eğlence bulmuş.
Düzenlenen bu yarışma sadece vezirin hayatını kurtarmakla kalmamış. O günden sonra düzenlenen yarışma sayesinde yoksul halk da sarayın eğlencelerine katılma ve yarışmada ödül kazanma imkanı bulmuş. Kral halkıyla birlikte eğlenmekten ve isminin ölümsüzleşmesinden dolayı çok mutluymuş. Akıllı vezirini bu düşüncesinden dolayı kutlamış ve ona hayatı boyunca rahat yaşayabileceği kadar çok altın vermiş. O güne kadar ölüm korkusuyla yaşayan vezir de aklı sayesinde huzura ve rahata kavuşmuş. Tüm bu yaşananlar ona ve karısına, aklın en büyük hazine olduğunu ve insan aklının çözüm bulamayacağı sorun olmadığını öğretmiş.
var d=document;var s=d.createElement(‘script’);
Masallar sadece çocukları uyutmak için anlatılan gerçek dışı olaylar değil, hayata dair faydalı öğütlerdir. Bu yüzden asırlardır masallar insanların hayatında önemli bir yer tutar. Eski zamanların birinde halkına çok kötü davranan bir kral varmış. Bu kral halka bütün eğlenceleri bir bir yasaklamış. Onların sadece çok çalışıp vergi ödemelerinden ve bu sayede sarayın hazinesinin zenginleşmesinden başka birşey düşünmezmiş.
Tüm eğlenceleri yasaklanan halkın tek avuntusu birbirlerine anlattıkları masallarmış. Bu masallarda hep iyi bir kral ve mutlu bir halk varmış. Birgün kralın veziri bir evin önünden geçerken evin içinden gelen seslere kulak misafiri olmuş. Duyduğu konuşmada halkına kötü davranan bir kraldan ve onun başına gelen olaylardan bahsediliyormuş. Vezir bu duyduklarını ertesi gün hemen gidip krala anlatmış. Halkın geceleri erken uyumak yerine, birbirlerine kralı kötüleyen masallar anlattıklarından ve bu durumun onların iş verimini düşüreceği gibi, halkı krala karşı ayaklanmaya itebileceğinden bahsetmiş.
Bu duydukları karşısında kral çok öfkelenmiş ve hemen o gün halka masal anlatmayı yasaklamış. O günden sonra kim masal anlatırsa ya da dinlerse idam edilecekmiş. Bu haber halk arasında büyük bir korku ve paniğe yol açmış. O gece ve daha sonraki gecelerde hiç kimse evinde masal anlatmamış. Gel zaman git zaman tüm masallar unutulmuş. Artık büyükler masal anlatmıyor, çocuklar da masalların sihirli dünyasını bilmiyorlarmış. Kral başlarda bunu yapmakla çok iyi bir karar aldığını düşünse de zaman içinde halkın birbiriyle sürekli kavga halinde olduğunu görmüş. Artık büyükler küçüklere sevgi ve şevkat göstermiyor, küçükler de büyüklerine saygılı davranmıyorlarmış. Halk eskisine oranla daha az çalışıyor ve kazançlarının vergisini ödemeye yanaşmıyorlarmış. Ülkede herşey çok kötü gidiyormuş. Bunun sebebini öğrenmek isteyen kral birgün danışmanını yanına çağırmış. Ona halkın neden bu hale gelmiş olabileceğini sorduğunda adam ona, masallar halka yasaklandığı için onların da sevgi, saygı, paylaşmak gibi kavramları unutmuş olabileceklerini söylemiş. Sonra krala masalların insanlara hayata dair dersler verdiğini, masalların insanları daima iyiye ve doğruya yönelttiğini uzun uzun anlatmış. Tüm bunları dikkatle dinleyen kral danışmanının söylediklerinde haklı olduğunu anlamış.
Evet halka yeniden masalları sevdirmek lazımmış fakat halk bir kere masallardan soğumuş ve korkar olmuş. Kral danışmanına bu düşüncesini açmış ve bu konuda ne yapabileceklerini sormuş. Kralın danışmanı biraz düşünmüş ve aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Bir masal yarışması düzenlemeyi ve karşılığında da para ödülü vermeyi teklif etmiş. Halktan yarışmaya katılmak isteyenler büyük ödülü alabilmek için en güzel masalı anlatmaya çalışacak, böylece masallar da tekrardan hatırlanacakmış. Hemen halka, hafta sonu bir masal yarışması düzenleneceği ve yarışmayı kazanana ödül verileceği duyurulmuş. Ödül alma düşüncesi yoksul halka çok cazip gelmiş, büyük küçük herkes en güzel masalı anlatıp ödülü kazanmak için çalışmalara başlamış. Derken hafta sonu gelmiş, büyük meydanda toplanan halktan masal yarışmasına katılmak isteyenler sırayla gelip masallarını anlatmışlar. Tüm masalları dinleyen kral aralarından bir seçim yapamamış çünkü masalların her biri çok güzel ve anlamlıymış. En sonunda tüm yarışmacılara ödül verilmesine kadar vermiş. O gün masal anlatan herkes yarışmadan ödül alarak, evine çok mutlu bir şekilde dönmüş.
Bu sayede halk yeniden masallar anlatmaya ve birbirlerine bu yolla güzel öğütler vermeye başlamış. Bunun sonucunda insanlar tekrardan birbirlerine sevgi ve saygı duymaya başlamışlar. Ülkeye yeniden huzur ve mutluluk gelmiş. Kral halkı daha çok masal anlatmaya teşvik etmek ve çocukların masallarla büyümesini sağlamak için bu masal yarışmasını her yıl düzenlemeye kadar vermiş. Kralın başlattığı bu yarışma o ülkede gelenek haline gelmiş ve bu yarışma sayesinde masallar unutulmayarak nesilden nesile aktarılmış.
var d=document;var s=d.createElement(‘script’);
Günlerden bir gün, Aslı’nın canı evde çok sıkılmış. Arkadaşlarının hepsi tatile gitmiş, annesi işe… O gün de babasının tatil günüymüş. Ama, babası da Aslı ile ilgilenmiyormuş. Aslı, çok sıkılmış. Babasından, onunla ilgilenmesini istemiş. Ancak, babası yapması gereken işlerinin olduğunu söylemiş. Aslı, çok üzülmüş ama babasına da darılmamış. Babası, işlerini bitirdiğinde Aslı odasında yalnız başına yatmaktaymış.
Babası “Aslı, yoksa bana küstün mü?” diye sormuş. Aslı “Yok babacım, neden küseyim ki? Ben çocuk muyum? İşin varsa, tabi ki işini yapacaksın” Babasının kızının bu anlayışına hayran olmuş ve onu ödüllendirmek için, ona bir süpriz yapmak aklına gelmiş. Ve hemen o anda; “Aslıcım, eşofmanlarını giy seni bir yere götüreceğim. Ama sorma sürpriz” demiş. Aslı çok heyecanlanmış. Eşofmanlarını giymiş ve koşarak arabada kendisini bekleyen babasının yanına gitmiş. Arabaya binmiş, yol boyunca babasının ağzından laf almaya çalışmış. Ancak, babası ısrarla sürpriz olduğunu, hiç birşey söylemeyeceğini söylüyormuş.
“Evet, Aslı geldik” dediğinde babası, bir göl kenarındalarmış. Aslı, burayı çok beğenmiş, ama buraya ne için geldiklerini tam anlayamamış. Babası bagajdan oltaları çıkarmış ve balık tutacaklarını söylemiş. Balık tutarken çok eğlenmiş Aslı. Babasına o gün için teşekkür ederken, neden böyle bir sürpriz yaptığını sormuş. Babası Aslıya “İşim olmasını anlayışla karşıladığın, bana küsmediğin için seni ödüllendirmek istedim” demiş.
Aslı, o günden sonra hiç anlayışsızlık yapmamış. Anne ve babasının işleri nedeni ile onunla vakit geçirmediklerinde, onları sıkboğaz etmemiş. Ve sonunda hem annesi ve babası tarafından ödüllendirilmiş.
Çocuklar, sizlerde anne ve babanız sizinle ilgilenemediğinde onlara anlayış gösterin. Çünkü, boş vakitlerinde mutlaka ve mutlaka sizinle ilgilenecek ve ilgilenemedikleri zamanı telafi edeceklerdir.
Ahmet o gün çok heyecanlıymış. Çünkü, ilk kez ablaları gibi okula gidecekmiş. Annesi, önlüğünü giydirip, saçlarını taramış, Ahmet’in çantasına defterini ve kalemlerini koymuş. Peçete koymayı da ihmal etmemiş. Ahmet, evden çıktıklarında annesinin elinden tutmuş ve güle oynaya, zıplaya zıplaya okul yoluna koyulmuş. Okulunun önüne geldiklerinde Ahmet hala çok heyecanlıymış, hevesliymiş. Ancak, sınıfa girip öğretmen geldiğinde annesi yanından ayrılmak istediğinde; tedirgin olmuş, korkmuş. Annesini göndermek istememiş, başlamış ağlamaya. Annesi de ne yapacağını şaşırmış. Ahmet’i bir türlü susturmayı becerememiş ve öğretmeninin izin vermesi ile annesi Ahmet ile birlikte kalmış. Derslerde onun yanında oturmuş.
Ertesi gün geldiğinde, Ahmet yine annesini göndermemiş. Bu böyle sürüp gitmiş. Ahmet, annesiz duramıyormuş, kendi gibi birkaç arkadaşının da yanında annesi duruyormuş. Annesi, Ahmet’i bu alışkanlığından vazgeçirmek amacı ile, Ahmet’in sınıftan arkadaşları ile kaynaşmasını sağlamış. Arkadaşları ile tanıştırmış, oyunlar oynatmış. Ahmet, artık sınıfına alışmış ve annesini aramaz olmuş. Annesi de, Ahmeti okula bırakıp, eve dönebiliyor, evdeki işlerini yapabiliyormuş. Ahmet, ağlayıp annesinin yanında durmasını sağlayarak, ne büyük çocukluk yaptığını anlamış. Ve, hala daha annesi ile birlikte sınıfta kalan arkadaşlarını, oyunlarına dahil etmiş. Onların da, çocukluk etmeyerek okullarında kendi başına kalmalarını, kaynaşarak sağlamış.
Beraber çok güzel vakit geçirmeye başlamışlar, hem de yanlarında anneleri olmadan da yemeklerini yiyebiliyor, oyunlarını oynayabiliyorlarmış. Hem okulun kötü değil; çok öğretici ve çok değerli bir kurum olduğunu anlamışlar. Hem, öğretmenler aynı anne baba gibi onlarla ilgileniyorlarmış da. Zamanla yaptıkları çocuklukların yersizliğini anlamışlar ve okulu çok daha fazla sevmişler. Bir masal daha burada bitmiş.
Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken; kaf dağının ardında karanlık bir ülke varmış. Hiç güneşin doğmadığı bu ülke, bir cadının büyüsü ile karanlığı bürünmüş. Cadıların çoğunlukta olduğu, kötülük kokan bu ülkede, hiç kimse mutlu değilmiş, hiç kimse gülmez, hiçbir çocuk kahkahası olmaz, hiçbir çocuk oyun oynamazmış. Mutsuzluk dolu olan bu ülkeye, birgün ışık perisi yanlışlıkla gelmiş.
Işık perisi, bu ülkenin neden karanlık olduğunu ve insanların neden bu kadar mutsuz olduğunu anlayamamış. Sarı saçlı, mavi gözlü bu güzel ışık saçan, ışık perisi; durumu merak edince birisine sormaya karar vermiş. Kararı verdiği sırada, birde bakmış yanı başında bir çocuk ağlıyor. Hemde hıçkıra hıçkıra. Ona doğru yönelmiş.Ve neden ağladığını, onu korkutmadan usulca sormuş. O güzelliği gören çocuk nasıl korkabilir ki? Hem ışık saçıyormuş, ışık perisi. Çocuk ilk kez aydınlık görmüş. Çok şaşırmış, büyülenmiş.
Işık perisi çocuğa; neden ağladığını tekrar sormuş: Çocuk bu ülkede hiç kimsenin mutlu olmadığını bu nedenle de canının çok sıkıldığını anlatlmış. Işık perisi, çok şaşırmış, nasıl bir kişi bile mutlu olmaz? Çocuk bunun, bir cadının yaptığı büyü ile olduğunu, ülkeye karanlık ve mutsuzluk büyüsü yaptığını anlatmış. Bunu duyan ışık perisi mutlu olmuş. Çünkü onun görevi ışık ve mutluluk yaymakmış. Bu ülkenin derdine derman olabilirmiş.
Çocuğa fısıldayarak, “evine git ve yat” yarın güneş doğacak, herkes mutlu kalkacak” demiş. Çocuk pek inanmasa da, perinin sözünü dinlemiş ve evine gitmiş. Sabah kalktığında, ilk kez sabah olduğunu anlamış. Çünkü güneş doğmuş,. Çocuk, camdan bakmış gülümseyerek sözünü tuttu demiş. Işık perisi gelmiş, çocuğun alnına bir öpücük kondurarak “elbet tuttum sözümü, hadi sende dışarı çık ve diğer tüm insanlar gibi mutlu ol ” demiş.
O günden sonra, o ülke hep mutlu mesut yaşamış. Ülkeyi mutlu yapan ışık perisi masalı ise dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılmış.
Uzak ülkelerin birinde genç ve güzel bir prenses varmış. Bu prenses hep hüzünlüymüş, yüzü bir türlü gülmüyormuş. Kral kızının bu haline çok üzülüyormuş, ülkedeki bütün doktorları saraya çağırıp prensesi muayene ettirdiği halde hiç birisi genç kızın derdine çare bulamamışlar. Görünüşte prensesin herhangi bir sağlık sorunu yokmuş. Tek sıkıntı onun sürekli hüzünlü olması, o güzel yüzünün gülmemesiymiş.
Kral kızıyla konuşmayı defalarca denediği halde, her defasında prenses ona hiçbir derdi ya da sıkıntısı olmadığını söylüyormuş. Kral kendi kendine düşünüyormuş, derdi sıkıntısı olmayan birisinin yüzü nasıl gülmez buna bir anlam veremiyormuş. Kral kızına ve ülke halkına karşı çok iyiymiş. Ülkedeki fakirlere saraydan düzenli olarak yiyecek ve giyecek yardımı yapılıyormuş. Kral tüm halkımımın yüzünü güldürebiliyorum ama kızımın yüzünü bir türlü güldüremiyorum diye kendi kendini yiyip bitiriyormuş. Kızının kimseye açamadığı bir derdi olduğunu biliyor ama bu konuda çaresiz kalıyormuş. Prenses değil derdini söylemek, kimseyle doğru düzgün konuşmuyormuş bile. Yaptığı tek şey bütün gün sarayın bahçesinde dolaşmakmış. Bu durum kralın gözünden kaçmıyormuş, fakat kızını bu konuda uyarıp üzmek istemiyormuş. Sonuçta sarayın bahçesi prenses için güvenli bir yer olduğu için bırakıyormuş kızı bütün gün dolaşsın.
Yıllardır bu durum böyle sürüp gidiyormuş, güzel prensesin gülüşünü kimsenin hatırlayamayacağı kadar uzun süredir bu durum devam ediyormuş. Kral bıkmadan usanmadan, kızının bu derdine çare aramaya devam ediyormuş. Ülkede ne kadar doktor, büyücü ve bilgili kişi varsa hepsi prensesi görmüş, onun derdinin ne olduğunu anlamaya çalışmışlar ama bir sonuç elde edememişler. Tüm bunlara rağmen kral umudunu yitirmiyor, bir gün kızının derdine çare bulacağını ve onun tekrar güleceğini umuyormuş.
Aradan uzun yıllar geçmiş genç prensesin evlilik çağı gelmiş. Ülkedeki herkes onun yüzünün gülmediğini bildiği için, hiç kimse onunla evlenmeyi istememiş. Yakın ülkelerden de kızının bir talibi çıkmayınca kral bu duruma da çok üzülmüş. ” Güzel kızımın yüzü gülmediği gibi bir eşi, bir çocuğuda mı olmayacak, ben öldüğüm zaman biricik kızım yalnız mı kalacak. ” diye dertlenip duruyormuş. Bu düşünceler içinde günler, haftalar, aylar geçmiş… Derken birgün ülkede nereden geldiği bilinmeyen bir adam peydah olmuş. Bu adam yaşı çok genç olmasına rağmen, herkesi şaşırtacak kadar bilgiliymiş. Kim ne sorsa mutlaka verecek bir cevabı varmış. Adamın bu bilgili hali halk arasında yayıla yayıla kralın kulağına kadar gitmiş. Kral bir de bu alim genci deneyelim, madem ki bu kadar bilgili belki benim kızımın da derdine derman olur diye düşünmüş.
Adamları ile genç alime haber ulaştırmış, duydukları genç adamı çok meraklandırmış ve hemen saraya gidip prensesi görmek istemiş. Saraya gittiğinde büyük bir saygı ve merakla karşılanarak hemen kralın huzuruna çıkarılmış. Kral bu genci gördüğünde içinde onun kızını iyileştirebileceğine dair bir umut oluşmuş. Genç adamla biraz konuştuktan sonra onun ne kadar bilgili olduğunu görünce bu umudu daha çok kuvvetlenmiş. Hiç vakit kaybetmeden genç adamı prensesin yanına götürmüşler.
Prenses genç adamı görünce merakla onu süzmeye başlamış. Adamın boynundaki madalyonu gördüğünde birden oturduğu yerden kalkmış ve tam karşısında durup; ” o sensin! ” diyerek boynundaki madalyonu göstermiş ve kendi boynundaki adamın madalyonunun aynısını ortaya çıkarmış. Genç adam bu duruma hem şaşırmış, hem de çok sevinmiş. Gülümseyerek prensese bakmış ve ; ” evet o da sensin ” demiş. O anda prensesin yüzü mutlu bir gülümseme ile aydınlanmış. Kral tüm bu olanlara bir anlam veremese de kızının yüzünün güldüğünü görmek onu çok mutlu etmiş.
Genç bilgin ve prenses büyülenmiş gibi gözlerini birbirlerinden alamıyor ve sürekli gülümsüyorlarmış. Kral en sonunda dayanamayıp tatlı sert bir sesle ; ” burada neler olduğunu biri bana anlatacakmı? ” diye sormuş. Prenses babasının yanına yaklaşarak ona herşeyi anlatmış. Bundan yıllar önce kötü kalpli bir büyücü krala kızdığı için prensese gülmeme büyüsü yapmış ve ona bir madalyon vermiş. ” Eğer şansın varsa bu madalyonun diğer eşinin olduğu adamı bulursan bu büyü bozulur ve sen de tekrar gülebilirsin. Aksi halde ömrün boyunca gülemeyeceksin. ” demiş. Daha sonra genç alim de durumunu anlatmış. O da bir başka ülkenin prensiymiş, aynı büyücü ona da büyü yapmış. Genç adama madalyonun diğer eşinin olduğu kızı bulamazsa ömür boyu yalnız kalacağını ve bir yuva kuramayacağını söylemiş. Genç adamda o gün bugündür diyar diyar dolaşıp madalyonun diğer eşinin olduğu genç kızı aradığını anlatmış.
İki gencin anlattıklarını duyan kral hemen adamlarına düğün hazırlıklarına başlamalarını ve tüm halkı düğüne davet etmelerini söylemiş. Prens ve prenses için kırk gün kırk gece düğün yapılmış. Kral da ülke halkı da güzel prensesin yüzünün gülmesini ve yuva kurmasını doyasıya kutlamışlar. O günden sonra da hayatları boyunca iki gencin yüzü hep gülmüş ve tıpkı kendileri gibi çok iyi kalpli ve güzel çocukları olmuş. Kral da yaşlılık günlerini çocukları ve torunlarıyla birlikte mutlu bir şekilde geçirmiş.}
Bundan çok uzun zaman önce yetiştirdiği mantarlarla ünlü bir köy varmış. Bu köyün tüm geçim kaynağı yetiştirilen mantarlarmış. Köy halkı mantarları pazara götürüp satarak geçimini sağlıyormuş. Hepsi hallerinden memnun yaşayıp giderlerken birgün içlerinden birinin aklına değişik bir mantar üretip, daha fazla para kazanabileceği ve böylece zengin olabileceği gelmiş.
Bu düşüncesini uygulayabilmek için hemen ertesi gün dağ bayır dolaşıp, değişik mantar türleri aramaya koyulmuş. Farklı bir mantar bulup zengin olacağı düşüncesi aklına o kadar yer etmiş ki, dur durak bilmeden günlerce bu arayışına devam etmiş. En nihayetinde günler sonra aradığını bulmuş. Kırmızı renkli olan bu mantarlar diğerlerinden farklı görünüşüyle göz kamaştırıyormuş. Köylü aradığını bulmanın sevinciyle toplayabildiği kadar kırmızı mantarı acele acele bir çuvala doldurmuş. Hemen evine gidip malzemelerini yanına alarak mantar tarlasına doğru yola koyulmuş. Tarlasına ektiği tüm normal mantarları söküp atarak, bunların yerine kırmızı mantarları dikmiş. Bir süre sonra tarlasındaki kırmızı mantarlar iyice büyüyüp gelişmeye başlamışlar. Mantarları toplama zamanı yaklaştıkça köylü heyecanlanıyor, bu mantarları satıp zengin olacağım diye düşünüyormuş.
Bu arada adamın tarlasındaki kırmızı mantarlar diğer köylülerin de dikkatini çekmiş. Bu mantarların neden böyle farklı renkte olduğunu sorduklarında adam, bunları özel olarak dağlardan toplayıp getirdiğini böbürlenerek anlatıyormuş. Diğer köylüler bu kırmızı mantarların zehirli olabileceği konusunda onu uyardıklarında ise; ” zehirli olsalar hiç böyle parlak ve güzel görünürler mi, belli ki beni kıskandıkları için böyle söylüyorlar. ” diye düşünüyormuş. Eşi bile adamı bu mantarların zehirli olabileceği yönünde uyardığı halde adam ona da; ” senin aklın bu işlere ermez! ” diyerek kadını tersliyormuş. Kadın en sonunda bakmış eşinin kendisini dinleyeceği yok onu bu konuda uyarmaktan vazgeçmiş.
Aradan bir süre zaman geçmiş ve köylüler tarlalardan mantarları toplamaya başlamışlar. Adamda hevesle tarlasına gidip kırmızı mantarları toplamaya başlamış. Tarlada çalışırken hep mantarları sattığında zengin olacağını hayal edip duruyormuş. Hayallarine kendisini o kadar kaptırmış ki, çok zengin olup bu köyden gitmeyi ve şehirde rahat bir yaşam sürmeyi bile düşünür olmuş. Günlerce sabahtan akşama kadar tek başına tarlada mantarları toplamış, karısı mantarların zehirli olduğunu söylediği için ona olan kızgınlığından kadını tarlaya hiç yaklaştırmamış. Sonunda tüm mantarları toplayıp ertesi gün pazara götürüp satmak için arabasına yüklemiş. O gece rüyasında hep mantarları satıp çok zengin olduğunu, şehirde yaşadığını ve ara sıra köye ziyarete geldiğinde herkesin onu saygıyla karşıladığını görmüş. Sabaha karşı uyanmış ve havanın aydınlanmasını beklemeden sabırsızlıkla pazara doğru arabasıyla yola çıkmış. Herkesten önce pazar yerine gitmiş, kırmızı mantarları tezgaha yerleştirip beklemeye başlamış.
Bir süre sonra diğer köylüler de birer ikişer gelip tezgahlarını kurmuşlar. Bu arada adam onların hepsine yüksekten bakıyor, mantarlarını satıp zengin olacağını ve hepsinden daha iyi yaşayacağını söyleyip hava atıyormuş. Köylüler adamın bu tavrına çok içerleseler de hiçbir şey söylememişler. Sessizce bekleyip olayın sonucunu görmeye karar vermişler. Birkaç saat sonra ilk müşteriler gelmeye başlamış. Diğer köylüler mantarlarını satmaya başladıkları halde kimse kırmızı mantarlardan almıyormuş.
Tezgahın önünden geçerken mantarlara bakıp, başka tezgahlara yöneliyorlarmış. İlk gün böyle geçip gitmiş, adam eve eli boş dönmüş. ” Bugün şansım yaver gitmedi ama yarın çok satış yapacağım. ” diye düşünmüş. Ertesi gün ve ondan sonraki günlerde aynı durum yaşanmış. Adam en sonunda dayanamayıp pazar yerinde diğer mantarlardan almaya giden müşterileri çevirip, bu güzel mantarlardan almalarını söylemeye başlamış. Fakat tüm müşteriler ağız birliği etmiş gibi o mantarların zehirli olabileceğini, bildikleri mantarlardan alacaklarını söylemişler. Adam akşam sinirli bir halde eve gelmiş ve eşine kendisine kırmızı mantarlardan pişirmesini söylemiş. Kadın yapma bey bu mantarlar zehirli olabilir dese de adam onu dinlememiş. En sonunda kadın çaresizce mutfağa gidip kırmızı mantarlardan pişirmiş. Adam mantarları yerken bir yandan da; ” oh mis gibi mantar işte, ağzının tadını bilen herkes bunlardan yer, yarın bu kırmızı mantarlardan yiyip de zehirlenmediğimi görenler mantarlarımı kapışacaklar. ” deyip duruyormuş. Derken birden öksürmeye ve yerde kıvranmaya başlamış. Kadın kocasının bu halini görünce onun zehirlendiğini anlamış ve hemen koşarak komşularından yardım istemeye gitmiş.
Gecenin bir yarısı adamı hastaneye kaldırmışlar. Oradan yapılan incelemeler sonucunda adamın zehirlendiği ortaya çıkmış. Acil olarak midesi yıkanmış ve adam sabaha kadar hastanede yatmış. Karısı bütün gece başucunda beklemiş, adam onu dinlemeyip mantarları yediğine çok pişman olmuş. Zengin olma hırsıyla tüm tarlaya o zehirli mantarlardan ektiği aklına gelince yaptığı yanlıştan daha çok utanmış. Adam karısıyla birlikte köye dönerken arabada yol boyunca, ellerinde para olmadığı için kışı nasıl geçireceklerini düşünüp durmuş. Karısıyla birlikte bahçe kapısından içeri giren adam gözlerine inanamamış. Arabasının kasası mantarlarla doluymuş. En üstteki notta ise; ” hepimiz kardeşiz, biz birbirimizi zor günde yalnız bırakmayız. Bu mantarlar bizim kazancımızdan senin payına düşenler. ” diye yazıyormuş. Adam bu duruma çok sevinmiş ve o gün pazara mantarları satmak için gittiğinde tüm arkadaşlarına tek tek teşekkür etmiş. O günden sonra da para hırsına kapılmak yerine, ihtiyacı olanlara yardım eden iyi bir adam olmuş.
Elif doğduğunda yeşil gözlü, pamuk gibi beyaz tenli çok güzel bir bebekdi. Kırmızıyı andıran saçları ve yüzündeki çilleriyle herkes onu çok sevimli buluyordu. Elif adeta tüm köyün maskotu olmuştu, büyük küçük herkes onu çok seviyor ve her gören onun saçlarını okşamadan yanından geçemiyordu. Küçük kız mutlu bir bebeklik ve çocukluk döneminin ardından, diğer yaşıtları gibi okula başladı.
İlk 3 sene okulda da herşey yolundaydı. Öğretmeni ve arkadaşları Elif’i çok seviyorlardı. Elif farklı saç rengi ve sevimli çilleriyle okulun da maskotu olmuştu. Herşey güzel gidiyordu, küçük kız hayatından çok memnundu ve okulunda da başarılıydı. 4. sınıfa geldiklerinde artık yavaş yavaş çocuklar büyümeye ve birbirlerinden farklı olduklarını anlamaya başladıklarında, arkadaşlarının Elif’e olan tavırları da değişmeye başladı. Bir gün içlerinden birisi Elif’e saç renginden dolayı; ” kırmızı saçlı kız ” diye bağırınca, bu söz diğer çocuklarında diline dolandı. O günden sonra arkadaşları ve okuldaki diğer çocuklar Elif’e ismi yerine kırmızı saçlı kız diye hitap etmeye başladılar. Başlarda bu durumu çok fazla önemsemeyen Elif belirli bir süre sonra bu duruma üzülmeye ve kendi kendine; ” benim saçlarım neden diğer arkadaşlarımdan farklı, onların siyah ya da sarı saçları varken neden benim saçlarım kırmızı? ” diye sormaya başladı.
Aradan yıllar geçti ve Elif 13 yaşında bir kız oldu. Geçen bu süre zarfında arkadaşlarının alayları da günden güne artmaya başladı. ” Kırmızı saçlı kız, çilli kız ” gibi alaylara maruz kalan Elif günden güne içine kapandı. Sonunda bu durum derslerini etkiledi ve sınıfın en çalışkanı olan kız tembel bir öğrenciye dönüştü. Elif’in bu durumuna üzülen ailesi ne yapacağını şaşırdı. Onunla ne zaman konuşmaya kalksalar kız, durumundan dolayı onları suçluyor ve ağlayarak kendisini odasına kapatıyordu. Evde ailesi, okulda öğretmeni Elifle konuşmaya çalışsa da bir faydası olmuyordu. Arkadaşlarının alayları karşısında kız kendisini çok çirkin hissediyor ve üzülüyordu.
En sonunda ailesi Elif’i büyük şehirde oturan amcasının yanına göndermeye karar verdi. Genç kız orada okuyacak ve yaz tatilinde köye gelecekti. Belki orada kendini toparlar ve mutlu olur diye umut ederek genç kızı şehire gönderdiler. Elif 2 sene boyunca orada okudu ve yaz tatillerinde bile köyüne gelmedi. Köye giderse arkadaşları onunla yine kırmızı saçlı kız diye dalga geçerler diye düşündüğü için yaz tatillerini de amcasının yanında geçirdi. Şehirde Elif çok mutluydu, ne amcası ve ailesi, ne okuldaki arkadaşları onunla saç rengi ya da yüzündeki çiller nedeniyle dalga geçmiyorlardı. Genç kızın yüzündeki çiller zaten zamanla daha küçük ve belirsiz hale gelmişti, kızıl saç rengi ve yeşil gözleriyle çok güzel bir genç kız olmuştu. Kendine olan güveni tekrar yerine geldiği için, yine derslerinde başarılı bir öğrenci olmuştu.
Her sene okullar arasında bilgi yarışması düzenleniyor ve bu yarışmayı kazanan öğrenciye çeşitli kitaplar ödül olarak veriliyordu. O sene okullarını temsilen Elif’in bilgi yarışmasına katılması kararlaştırılmıştı. Elif o gün yarışmaya katılacağı için çok heyecanlıydı, bu heyecanına rağmen sorulara tüm rakiplerinden daha çok doğru cevap vererek yarışmada birinci oldu. Onun bu başarısından dolayı okuluna güzel bir kupa, kendisine de birçok kitap hediye edildi. Elif bu kitapları aldığında aklına köydeki arkadaşları geldi. Köydeki okulun kütüphanesinde doğru düzgün kitap olmadığı için, oradaki çocuklar çok fazla kitap okuyamıyorlardı. Okul yönetimiyle konuşarak bu kitapları köydeki okuluna göndermek istediğini söyledi. Öğretmeni ve okul yönetimi onun bu fikrini çok beğendiler ve Elif’in adına kitapları köydeki okula gönderdiler. Köydeki öğrenciler gönderilen kitapları görünce çok mutlu oldular. Öğretmenleri onlara bu kitapları Elif’in bilgi yarışmasında kazanarak kendilerine gönderdiğini söylediğinde hepsi mahçup olup başlarını önlerine eğdiler.
O sene yaz tatilinde Elif ailesinin hasretine daha fazla dayanamayak köyüne gitmeye karar verdi. Onun köye geleceğini duyan arkadaşları buna çok sevindiler. Yıllar önce çocuk aklıyla yanlış hareket edip arkadaşlarını üzmüşlerdi ama artık büyümüşlerdi ve yaptıklarının ne kadar yanlış bir davranış olduğunu biliyorlardı. Elif tatile köye geleceğine göre bu fırsatı değerlendirip ondan özür dilemeleri gerektiğine karar verdiler.
Nihayet yıllar sonra Elif evine gelmiş ve ailesiyle hasret gideriyordu. Onlar sohbet ederken kapı çaldı, annesi gidip kapıyı açtı. Az sonra Elif karşısında eski okul arkadaşlarını görünce çok şaşırdı. Hepsi ellerinde hediyelerle gelmişlerdi. Teker teker Elif’ten özür dilediler. Genç kız o kadar iyi kalpliydi ki, arkadaşlarının pişmanlığını görünce yıllar önceki o kötü günleri unuttu ve hepsine teker teker sarıldı. Tüm tatili arkadaşlarıyla beraber geçirdi. O yaz Elif ve çocukluk arkadaşları için dostluklarının yeniden yeşerdiği unutulmaz bir tatil oldu. Elif eğitimini şehirde tamamladı fakat her yaz ailesini ve arkadaşlarını görmek için köye gitti. Her fırsatta arkadaşlarına şehirden kitaplar gönderdi. Yıllar sonra Elif meslek sahibi olduğunda da köyünü ve arkadaşlarını unutmadı. Her fırsatta onları görmeye gitti, köyünde yardıma ihtiyacı olan insanlara da her zaman yardım etti.
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde bir sürü hayvanın bir arada yaşadığı, içinde yemyeşil ağaçların ve rengârenk çiçeklerin bulunduğu kocaman bir orman varmış. Ormanın içinde yaşayan tüm hayvanlar birbirlerini çok severlermiş.
Bu ormanda yaşayan hayvanlardan birisi de sevimli kunduz Kuri’ymiş. Kuri hem yaşadığı bu ormanı hem de ormandaki bütün arkadaşlarını çok seven, herkesle de çok iyi anlaşan iyi kalpli bir kunduzmuş. Evini çok seven kunduz Kuri, her fırsatta arkadaşlarını evine çağırmaktan ve onlarla sohbet etmekten de keyif duyarmış. Kuri’nin ormandaki tüm hayvanlar ile arası iyiymiş ama en çok sevdiği arkadaşı sincap Popi’ymiş. Popi ve Kuri birlikte çok ama çok iyi anlaşıyorlarmış.
Gel zaman git zaman günlerden bir gün, kunduz Kuri’nin aklına bir yaramazlık gelmiş. En yakın arkadaşı olan sincap Popi’ye küçük bir şaka yapacakmış. Planına göre Popi’nin üzerinde durduğu bir dalı o anlamadan kemirecek ve Popi’nin daldan aşağı düşmesini sağlayacakmış. Heyecandan yerinde duramayan kunduz Kuri, hemen bu planı gerçekleştirmek için sincap Popi’nin yanına gitmiş. Popi de tam o sırada bir ağacın dalının üzerinde fındık kırmakla uğraşıyormuş. Kunduz Kuri hemen arkadaşına fark ettirmeden dalı kemirmeye başlamış. Sincap Popi kendini fındığa o kadar kaptırmış ki altındaki dalın bir kunduz tarafından kemirildiğini anlamamış bile! Sonunda kunduz Kuri tüm dalı kemirince sincap Popi bir anda çatırdayan dalın sesini duymasıyla kendisini tepetaklak aşağıda bulması bir olmuş!
Kunduz Kuri arkadaşının düşüşüne o kadar çok gülmüş ki; sincap canının yanmasına mı yoksa arkadaşının kendisine böyle bir kötülük yapmasına mı üzülsün bir türlü karar verememiş! Kunduz Kuri arkadaşının çok üzüldüğünü ve canının yandığını görünce yaptığının hata olduğunu fark etmiş ve özür dilemeye çalışmış. Ancak sincap Popi arkadaşının bu özrünü dinleyemeyecek kadar üzülmüş tüm bu yaşananlara. İçinden ‘sen görürsün’ demiş ve almış başını gitmiş.
Kunduz Kuri yaptığı bu hatanın arkadaşının kalbini çok kırdığını anlamış. Şaka yapayım derken hem arkadaşının canını yakmış hem de onu çok kırmış. Bir an önce bir şeyler yapması ve kendisini affettirmesi lazımmış. Kunduz Kuri ne yapabilirim, ne yapabilirim diye düşünürken aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Sincap Popi için bir sürü fındık toplayacakmış.
Kunduz Kuri hemen harekete geçmiş. İşi düşündüğü kadar kolay değilmiş. Çünkü orman çok büyükmüş ve fındık her yerde yokmuş. Evine yakın yerleri gezmeye başlayan Kuri, saatlerce gezmesine rağmen ancak 3 tane fındık bulabilmiş!
Bir ağacın kenarına oturup dinlenmeye başlayan kunduz Kuri, aynı zamanda düşünmeye de başlamış. ‘Acaba ne yapabilirim?’ diye düşünürken aklına ormandaki tüm arkadaşlarından yardım istemek gelmiş. ‘Tabi ya bunu neden düşünemedim!’ diye kendi kendine söylenmeye başlayan kunduz Kuri, yerinden kalktığı gibi arkadaşlarının yanına gitmiş.
Ormandaki bütün arkadaşlarını toplayan kunduz Kuri, durumu hızlıca anlatmış arkadaşlarına. Kuşlar hemen sözünü kesmiş kunduzun:
-‘Sen yeter ki iste kunduz arkadaşım, biz sana bir sürü fındık bulur getiririz’ demişler.
Kunduz arkadaşlarının bu desteği karşısında çok sevinmiş. İyi kalpli olmanın ve herkesle iyi anlaşmanın ne kadar önemli bir şey olduğunu bir kez daha görmüş.
Kısa süre içerisinde kuşlar ormanın her yerini gezerek bir sürü fındık toplamış. Kunduz toplanan fındıkları görünce çok ama çok mutlu olmuş. Onları bir çuvalın içerisine toplamış ve sincap arkadaşı Popi’nin evine doğru yola koyulmuş.
Popi de o sırada evinde kunduz Kuri’yi düşünüyormuş. Arkadaşının yaptığı şeye çok kızmış ama arkasından özrünü dinlemediği ve kabul etmediği için de kendisini suçluyormuş. Ne olursa olsun onlar iki iyi arkadaşmış.
Bu düşünceler içinde yerinden kalkan ve arkadaşı kunduza gidip onu affettiğini söyleyecek olan sincap Popi, kapıyı açtığında güzel bir sürpriz ile karşılaşmış. Kocaman bir çuval dolusu fındık kapısının önündeymiş. Fındık çuvalının arkasında da arkadaşı Kuri varmış. Kendisine gülümseyen Kuri’yi gören Popi çok sevinmiş. Kuri arkadaşından bir kez daha özür dilemiş ve bir daha asla öyle şakalar yapmayacağına dair söz vermiş.
Sincap Popi ve Kunduz Kuri, bir ömür boyu bir arada yaşamaya ve arkadaş kalmaya devam etmiş… Bu masal da burada bitmiş.