Sevgili çocuklar, anne-babalarınızın sözünü dinlemezseniz başına neler gelebilir? Anne-babanın sözünü dinlemek neden çok önemlidir? Yaramaz tavşan Popu’nun hikâyesini dinleyerek bunu birlikte öğrenmeye ne dersiniz? İşte yaramaz tavşan Popu ve annesinin sözünü dinlemediği için başına gelenler…
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ormanın içerisinden akan güzel mi güzel mavi mi mavi bir nehir varmış. Bu nehir kenarında birçok hayvan yaşıyormuş: sincaplar, kuzular, tavşanlar, kediler, köpekler ve daha neler neler… Bir de bu nehirde diğer bütün hayvanlardan daha büyük olan ve bu yüzden diğerlerinin korkarak yanına pek yaklaşmadığı su aygırları yaşarmış. Hayvanların hepsi kendi halinde mutlu-mesut yaşar, gidermiş.
Bu nehrin kenarında yaşayan tavşan ailesinin en küçük ve en yaramaz üyesi olan tavşan Popu, sıcaktan bunaldığı bir gün etraftaki diğer hayvanları izlemeye başlamış. Su aygırlarının nehir içerisinde ne kadar neşeli bir şekilde oynadıklarını gören tavşan Popu, ‘bu sıcak havada nehirde oldukları için ne kadar da şanslılar’ diye geçirmiş içinden. Yaramaz Popu su aygırlarının neşeli kahkahalarını duydukça daha fazla dayanamamış ve soluğu annesinin yanında almış:
Popu: ‘Anne, ben nehirde oynayan su aygırları ile birlikte oynamak istiyorum’ demiş.
Annesi yavrusuna doğru dönmüş:
Anne tavşan: ‘Popu, onlar çok büyük hayvanlar, ya farkında olmadan seni görmezler ve ezerlerse ne olacak? Hem sen yüzme de bilmiyorsun’ demiş.
Popu suratı asık bir şekilde ayrılmış annesinin yanından. Ama aklı hala nehirin içinde neşe ile oynayan su aygırlarına katılma fikrindeymiş. Annesinin izin vermediğinin farkındaymış ve normalde onun sözünden çıkmazmış. Ama bir kereden ne olabilirmiş ki?
Yaramaz tavşan Popu, annesinin işlere daldığı bir süreyi kendisine fırsat bilmiş. Kimsenin onu takip etmediğini görünce hoplaya zıplaya nehrin kenarına doğru yol almaya başlamış. Popu yaptığı bu hareketin tehlikeli olduğunun farkındaymış ama bir yandan da heyecanla nehrin içine girip yeni arkadaşları ile oynamak istiyormuş.
Nehrin kenarına varan Popu, önce su aygırlarını izlemeye başlamış. Daha sonra tüm cesaretini toplayarak nehrin içine doğru yürümek istemiş. İçinden bir ses yaptığının tehlikeli ve yanlış bir hareket olduğunu söylese de Popu kendisinin de yüzebileceğini düşünüp topladığı cesareti sayesinde nehrin içine girivermiş!
Nehir Popu’nun sandığından daha büyük ve daha derinmiş. Bir anda çırpınmaya başlayan Popu, nehrin içinde çok küçük kaldığını anlamış ama artık her şey için çok geçmiş. Kurtulmaya çalışsa da yüzme bilmediği için elinden hiçbir şey gelmiyormuş.
O sırada anne tavşan yavrusunun kayıp olduğunu fark etmiş. Evin her bir köşesini, bahçeyi, ormanı didik didik etse de Popu’yu bir türlü bulamamış. En sonunda aklına Popu’nun nehri ne kadar çok sevdiği gelmiş ve hemen nehire doğru koşmaya başlamış.
Popu o sırada nehirde ne yapacağını bilemez halde çırpınıp duruyormuş. Onu gören yavru su aygırlarından birisi tavşanın zor durumda olduğunu anlamış ve hemen ona yardım etmek için yanına koşmuş. Bir çırpıda tavşan Popu’yu sırtına bindirmiş ve nehirden kurtarmış.
O sırada nehrin kenarına gelen anne tavşan, yavru su aygırının sırtında Popu’yu görünce çok telaşlanmış:
-‘Popu, yavrum ne oldu sana?’
Popu annesinin sesini duyunca su aygırının sırtından zıpladığı gibi annesine sarılmış. Annesi yavrusunun ne kadar korktuğunu görünce ona kızmamış, önce biraz sakinleşmesini beklemiş.
Popu yaptığı yaramazlığı annesine anlatarak annesinden çok ama çok özür dilemiş. Bir daha asla sözünden çıkmayacağına dair söz de vermiş. Annesi de Popu’nun yaptığının ne kadar yanlış bir hareket olduğunu bir kez daha söyleyerek Popu’yu uyarmış.
Anne tavşan ve Popu, Popu’nun hayatını kurtaran yavru su aygırına çok teşekkür etmişler. Popu ve yavru su aygırı bu olaydan sonra tanışıp çok iyi arkadaş olmuşlar. O günden sonra nehrin kenarında buluşup sürekli oyun oynamışlar.
Gökten üç elma düşmüş, üçü de söz dinleyen çocukların olmuş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben dayımın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, uzaklarda bir yerlerde bir saray varmış. Saraydaki kraliçe bir kız çocuğuna hamile imiş. Günün birinde hamile kraliçe bir rüya görmüş. Rüyasında eğer kızına çilek yedirirse kızının sonsuz bir uykuya yatacağından bahseden bir peri varmış. Kraliçe sabah uyandığında hemen krala bunu anlatmış ve kral da ülkede ki tüm çilekleri toplatıp çöpe attırmış. O günden sonra o diyarda kimse ne çilek ekmiş, ne de çilek toplayıp yemiş. Günler geçiyor kraliçenin kızı hızla büyüyormuş. Ama büyüdükçe sağ kolunda da çilek şeklinde bir iz belirmeye başlamış. Bunu fark eden kraliçe hemen sarayın hekimini çağırmış ve olan biteni, gördüğü rüyayı anlatmış. Hekim de gördüğünün doğru olduğunu asla ve asla kıza çilek yedirmemesi gerektiğini söylemiş. Prenses gün geçtikçe büyüyor, büyüdükçe de kolundaki leke belirginleşiyormuş. Daha önce hayatında hiç çilek görmeyen prenses kolundaki lekenin bir çilek olduğunu da bilmiyormuş. Gel zaman git zaman prenses büyüyünce dışarıya çıkıp gezmeye başlamış. Yine bir gün yanında korumalarıyla gezerken onlara fark ettirmeden korumalarının yanından kaçmış. Çünkü onlarlayken çok canı sıkılıyormuş. Annesi ve babası kimseyle arkadaşlık etmesini istemiyorlar, o yüzden hep yanına koruma veriyorlarmış. Prenses koşmuş ve ormanın içine doğru gitmiş. Ormanda yavaş yavaş, bitkileri, hayvanları seve seve ilerliyormuş. Birden başı dönmeye, karnı guruldamaya ve gözleri kararmaya başlamış. Ne olduğunu anlamadan birden yere yığılmış. Birkaç saat sonra korumalar prensesi bulduklarında prenses baygın bir halde yerde yatıyormuş. Hemen prensesi kucaklayıp saraya götürmüşler. Prensesi o halde gören kraliçe üzüntüden hasta olmuş o da yataklara düşmüş. Sarayın hekimi ne yapacağını bilmez haldeymiş. Aylar geçmiş, kraliçe yavaş yavaş iyileşmeye başlamış fakat prenses hala iyileşmiyormuş. Kral bu duruma çok kızmış ve hekimi saraydan kovmuş. Tüm ülkeye saraya bir hekim aradıklarını, bu hekimin prensesi iyileştirmesi gerektiğini, aksi takdirde zindana atılacağını duyurmuş. Prensesi iyileştirecek hekim aynı zamanda prensesle evlenecekmiş. Bunu duyan genç yaştaki tüm gençler ben hekimin ben iyileştiririm diyerek saraya gelmişler fakat hiçbiri bunun nedenini ve şifasını bulamamış. Hepsi zindana atılmışlar. Günler geçiyor prenses hala iyileşmiyor, kimsesinin elinden bir şey gelmiyormuş. Hatta kolundaki leke git gide büyüyüp siyahlaşıyormuş.
Bir gün Ahmet ormanda yürürken sarayın ilanıyla karşılaşmış. Ahmet hekim değilmiş ancak dağda kırda şifalı otlar toplar, özel ilaçlar yapar, kimsesizler hasta olduklarında onları iyileştirirmiş. Acaba derdi ne olabilir diye düşünürken en sonunda saraya gitmeye karar vermiş. Saraya gittiğinde kendisinin hekim olmadığını söyleyerek, yaptığı şeyleri anlatmış. Kral o kadar çaresiz bir haldeymiş ki, Ahmet’in hekim olup olmamasını umursamamış bile. Ahmet prensesin odasına girdiğinde şu ana kadar gördüğü en güzel kız orda uyuyormuş. Yavaşça gidip kızın yanına onu incelemeye başlamış. Bakarken kızın kolundaki çilek şeklini görmüş. Kraliçeye dönüp ‘’Bu nedir?’’ diye sormuş. Kraliçe de yıllar önce gördüğü rüyayı anlatmış. Ahmet her rüyaya inanmaması gerektiğini, ondan önce giden hekimin kraliçeyi kandırdığını anlatmış. Hemen çilek bulup getirmelerini söylemiş. Prenses çileği yediğinde 1-2 saat sonra kendiliğinden uyandığında karşısında diyarın en yakışıklı ve genç çocuğunu görmüş. Aralarındaki elektriği herkes görebiliyormuş. Kral da fark etmiş ve kızını, onu kurtaranla evlendirme kararı almış. Bir ay sonra prenses ve Ahmet 40 gün 40 gece düğünle evlenmişler. Tüm hayatları boyunca mutlu mesut yaşamışlar.
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, denizlerin en orta yerinde, küçük ama meraklı bir istavrit balığı yaşarmış. Denizin dibinde hoplayan zıplayan bu istavrit, istediği zaman arkadaşları ile oyunlar oynar, istediği zaman anne ve babasıyla yüzerek kendisine yiyecek bir şeyler ararmış. Ancak bu istavrit çok ama çok meraklı bir balıkmış. ‘Denizin altını zaten her gün görüyorum, bana denizin üstü gerek’ der dururmuş. Annesi bir gün uyarmış bizim istavriti:
Anne Balık: ‘Yavrucum, şu sıralar balıkçıların av zamanı. Aman dikkatli ol! Her yiyeceğe saldırma, tedbiri elden bırakma. Ayrıca bu kadar çok meraklı da olma!’
Küçük istavrit balığı annesinin bu sözlerine başını sallayarak tamam demiş ama içini de iyiden iyiye büyük bir merak kaplamış.
Günlerden bir gün, bizim yaramaz küçük İstavrit denizin dibinde dolanırken ileride hareketsizce bekleyen bir yiyeceği görmüş. Karnı da nasıl açmış! Annesinin nasihatlerini aklına bile getirmeden var gücüyle atlamış yemeğe! Aman Allahım, o da ne! İstavrit yakalanmasın mı bizim balıkçılardan birinin oltasına!
Önce dudağında müthiş bir acı duymuş küçük yaramaz. Sonra annesinin nasihati gelmiş aklına ama iş işten çoktan geçmiş. Kalbi o kadar hızlı atıyormuş ki heyecandan ‘ne yapabilirim, nasıl kurtulabilirim’ diye düşünememiş bile!
Balıkçı Hasan Amca da oltasına takılan balığı kaçırmamak için var gücüyle asılmış oltasına. Hızla yukarı doğru çekerken yakaladığı balığın biraz büyük olması için dua ediyormuş.
Küçük yaramaz istavrit ise yukarı doğru çekildiği sırada güneşin ona vuran ışığını fark etmiş önce. Aslında hep merak edermiş ya denizlerin üstü nasıl acaba diye, işte şimdi görecekmiş denizlerin üstünün nasıl olduğunu. Ama bu merak belki de ölmesine neden olacakmış.
Son anda aklına gelmiş bizim küçük yaramazın oltadan kurtulma çabası. Başlamış kendini sağa-sola sallamaya, oltadan kurtulmaya çalışmaya. Ancak nafile, kanca hala dudağının kenarındaymış. O sırada Balıkçı Hasan kavramış irice parmakları ile bizim yaramaz istavriti.
Küçük istavrit anlamış ki artık yolun sonu. O an çok üzülmüş, keşke biraz daha dikkatli olsaydım diye kendisine kızmış durmuş. Annesi, arkadaşları, babası kısacası denizin dibindeki her şey gelmiş aklına, ama ne çare! Yaramaz küçük istavrit balıkçının minik kovasının içinde son nefeslerini alıp-veriyormuş.
O sırada bir mucize olmuş adeta. Hayattan ümidini kesen küçük istavrit minik bir kızın elinde hissetmiş kendisini. Minik kız koşarak denize atmış bizim yaramaz istavriti. Suya ilk değdiğinde yaşama tutunan balık, başlamış hızlıca yüzmeye, denizin dibine yani bildiği en güvenilir yere doğru gitmeye.
Yaramaz küçük istavrit anne-babasını bulup hemen olanları anlatmış. Anne-babası ona çok kızsa da bir daha dikkatli olması sözü ile onu affetmiş. Küçük istavrit hemen koşarak arkadaşlarını bulmuş sonra. Başından geçenleri onlara da anlatarak kendisinin düştüğü tuzağa başkalarının düşmemesi için dikkatli olmalarını söylemiş. Arkadaşları ile sohbet edip hasret giderdikten sonra da hemen anne-babasının yanına geri dönmüş.
O günden sonra küçük yaramaz istavrit balığı bir daha ne bir balıkçının oltasına takılmış, ne de denizin üzerini merak etmiş. Denizin dibinde anne-babasının sözünden çıkmayarak arkadaşları ile birlikte mutlu-mesut yaşamış, gitmiş. Küçük istavritin hayatı boyunca aklında tek bir şey kalmış: o da kendisini kurtaran ve tekrar hayata dönmesini sağlayan o minik kızmış. Küçük istavrit o minik kızı ömrü boyunca unutmamış.
Gökten üç elma düşmüş, biri yazana biri anlatana biri de akıllı ve uslu çocuklara…
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ben diyeyim yüz siz deyin bin sene önce, küçük bir kasabada herkes yeni bir yıla girmenin heyecanını yaşıyormuş. Takvimler 31 Aralık gününü gösteriyor, kasaba halkı bir seneyi daha geride bırakıp yarın sabah yeni bir seneye merhaba demek için hazırlıklar yapıyormuş.
Bu kasabada yeni yılın gelmesini heyecanla bekleyenlerden birisi de sevimli mi sevimli tatlı mı tatlı bir kız olan Oya’ymış. Oya’nın asıl heyecanı yeni bir yıla girmek değilmiş aslında. Bizim sevimli kızımızın aklı fikri geçenlerde okuduğu bir masalda yılın son gecesi çocukların evlerine hediye dağıtan Noel Baba’daymış. Noel Baba’nın çocuklara hediye dağıttığını okuyan Oya, o günden beri yılın son gününü iple çeker olmuş. İşte bu gece Oya bütün gece uyumayacak, Noel Baba’nın gelmesini bekleyecekmiş.
Oya, günün hızlıca geçmesi için annesine yardım etmiş, odasında oyuncakları ile oynamış. Ama ne yaparsa yapsın içindeki heyecanı bir türlü bastıramıyormuş. En iyisi annesinin yanına gidip Noel Baba’nın bu gece ne zaman geleceğini ona sormakmış.
Oya odasından hızlıca çıkmış ve mutfakta akşam için hazırlıklar yapan annesinin yanına gelmiş:
Oya: ‘Anneciğim, sana bir şey sorabilir miyim?’
Anne: ‘Tabii ki yavrum, sor bakalım.’
Oya: ‘Anneciğim, bu gece biliyorsun ki yılın son gecesi. Bu gece Noel Baba çocukların olduğu evlerin hepsine uğrayıp onlara hediye bırakacak di mi?’
Annesi Oya’nın Noel Baba masallarından birisini okuduğunu anlamış. Kızının neden sabahtan beri bu kadar heyecanlı olduğunu da böylece anlamış.
Anne: ‘Oyacığım, canım kızım benim. Noel Baba sadece masallarda olan, gerçek hayatta olmayan biridir. O yüzden yılbaşı gecesi evleri dolaşıp çocuklara oyuncak dağıtamaz. Çünkü gerçek hayatta Noel Baba yoktur.’
Oya annesinin bu sözleri üzerine önce çok şaşırmış, sonra da hayal kırıklığına uğramış.
Oya: ‘Ama anneciğim, ben geçen gün masalda okudum bunu. Sabahtan beri Noel Baba’nın bu gece bizim eve de geleceğini ve bana hediye bırakacağını düşündüm durdum. Hatta bir kâğıda Noel Baba’dan hangi hediyeyi istediğimi bile yazdım!’
Anne: ‘Seni anlıyorum güzel kızım. Okuduğun masalı gerçek sanmışsın. Ama ben de sana gerçek olanı söylüyorum. Boşuna bekleme lütfen. Hem bak bu gece ananen, babaannen, dedenler, teyzen, halan, amcan ve dayın kısacası herkes bizde olacak. Yeni bir yıla girerken en büyük mutluluk kocaman bir aileye ve mutluluğa sahip olmaktır. Bizim en büyük hediyemiz bu Oyacığım’ demiş.
Oya annesini dinledikten sonra içinden ‘annem haklı’ demiş. Her sene olduğu gibi bu sene de yeni yıla kocaman bir aileyle, kahkahalarla ve mutlulukla girecek olmak aslında en büyük hediyeymiş. Ama Oya’nın aklı fikri yine de okuduğu masaldaki hediye dağıtan Noel Baba’daymış.
Gece olunca tüm aile Oyaların evinde toplanmış. Oya herkesin bir arada olmasından çok ama çok mutluymuş. Ama Noel Baba ve ondan istediği hediye aklına geldikçe Oya’nın yüzü ister istemez asılıyormuş. Annesi ve babası Oya’daki bu durumu fark edip birbirlerine bakıp gülümsemişler. Babası yerinden kalkmış ve kimselere gözükmeden Oya’nın odasına girip yatağının başına küçük bir hediye kutusu bırakmış.
Babası tekrar salona döndüğünde annesi Oya’ya dönerek:
Anne: ‘Oyacığım, iki dakika odana gidip yatağının başına bakabilir misin? Belki orada senin için güzel bir hediye vardır’ demiş.
Oya hediye lafını duyunca o kadar heyecanlanmış ki hemen yerinden kalkarak odasına doğru koşmaya başlamış. Odasının kapısını açtığında yatağının başındaki hediye paketini görmüş ve heyecanı daha da artmış. O sırada arkasından gelen ve odasının kapısında dikilip kendisini izleyen anne-babasını bile fark etmemiş.
Oya hediye paketini açtığında Noel Baba’dan istediği ve kağıda yazdığı hediyeyi görünce çok ama çok mutlu olmuş. O sırada arkadan babasının sesini duymuş:
Baba: ‘Oyacığım yoksa Noel Baba sana istediğin hediyeyi mi getirmiş?’
Oya arkasını dönünce anne ve babasını görmüş ve koşarak onlara sarılmış. Bu hediyeyi getirenin Noel Baba değil anne ve babasının olduğunu biliyormuş. İkisine de çok ama çok teşekkür etmiş.
Oya o gece yeni bir yıla girerken bu kadar güzel bir aileye sahip olduğu için bir kez daha şükretmiş. Annesinin bugün dediği şeyin ne demek olduğunu bir kez daha anlamış. En büyük mutluluk ve en güzel hediye aileymiş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal pireler berber iken, ben dayımın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken uzak diyarların birinde çok sevimli bir kız çocuğu yaşarmış. Bu kız çocuğunun adı Rüya imiş. Rüya ailesinin tek çocuğu imiş. Bu yüzden ailesi Rüya’yı çok sever, başına bir şey gelmemesi için hep yanında beklerler, üzerine titrerlermiş. Rüya da ailesini çok sever, onlara hiç yaramazlık yapmazmış. Bir gün okullar yaz tatilinde iken Rüya bahçede oyuncak bebekleriyle oynuyormuş. Birden bire bir ses duymuş. Bu ses sanki bebek ağlaması gibiymiş. Bahçedeki elma ağacının oradan geliyormuş ses. Rüya baştan sesin geldiği yere gitmek istemiş, annesi içeride mutfakta yemek yapıyormuş, babası da işteymiş. Ama daha sonra annesinden izin almadan bir yere gitmemeye karar vermiş. Bebekleriyle oynamaya devam ederken yine aynı sesi duymuş. Rüya iyice merak etmeye başlamış. Daha sonra Rüya bebeklerini yere bırakmış ve sesin geldiği elma ağacına doğru yürümeye başlamış. Elma ağacına geldiğinde bir de ne görsün? Elma ağacının üst dallarından birinde küçücük sapsarı bir kedi yavrusu varmış. Kedi ağaçtan inmek istiyor fakat çok küçük olduğu için de inmeye korkuyormuş. Rüya kediye dönüp ‘’Biraz bekle kedicik! Hemen gidip annemi çağıracağım. O seni oradan nasıl indireceğimizin bir yolunu bulur.’’ Sevimli kedi de sanki Rüya’nın dediğini anlamış gibi bağırmayı kesmiş. Rüya hemen eve doğru koşmuş ve annesini çağırmış.
‘’Annecim! Annecim! Tam bahçede oyun oynuyordum birden bir ses duydum. Elma ağacının oradan ses geliyordu. Gidip bir bakayım dedim. Bir de ne göreyim! Ağacın üzerine çıkmış küçücük bir kedi var. İnemiyor.!’’ Demiş. Annesi Rüya’yı da alıp bahçedeki elma ağacına gitmiş. Gerçekten de ağaçta bir kedi yavrusu varmış. Nasıl yapalım nasıl indirelim bu kediyi aşağıya diye düşünürken aklına bir fikir gelmiş. Hemen kilere gidip oradan uzun bir merdiven almış ve elma ağacına dayamış. Yavaş yavaş merdivenden çıkarak ağaca tırmanmış. Rüya’nın annesini gören kedi birden korkmuş. Kedinin korktuğunu gören anne, ‘’ Korkma yavru kedicik. Bak! Ben seni kurtarmaya geldim. Hadi gel bakalım.’’ Demiş ve eliyle kediye doğru uzanmış. Kedi de kendine zarar gelmeyeceğini anlamış. Rüya’nın annesi yavaşça kediyi ürkütmeden ağaçtan kediyi almış ve yavaşça merdivenlerden inmiş. Bunu gören Rüya o kadar çok sevinmiş ki hemen kediyi kucağına almış. Tüm gün boyunca bahçede kediyle oynamışlar. Rüya bir ip atıyor,kedi de gidip o ipi tutuyor Rüya’ya geri getiriyormuş. Gece olmaya başladığında, Rüya’nın artık eve girmesi gerekiyormuş. Ama Rüya bir türlü kediyi bırakmıyormuş. Rüya’nın çok üzüldüğünü gören babası Rüya’ya sormuş. ‘’Kızım, bu kedi bizimle yaşasın ister misin? ‘’ Bunu duyan rüya çok sevinmiş ve hemen babasına sarılmış. Rüya’nın annesi ve babası kediyi alıp veterinere götürüp aşıları yaptırmışlar, bir güzel temizlemişler, hayvan dükkânına gidip minik kedi için güzel bir yatak almışlar ve eve geri gelmişler. Artık Rüya’nın evcil bir kedisi varmış. Rüya kediyi çok seviyor, eve geldiği gibi direk kedisiyle oynuyor, onunla yan yana yatıyormuş. Kedi ve Rüya birlikte büyümeye başlamışlar. Bir sene sonra kedi hamile kalmış ve 3 tane daha kedi doğurmuş. Bunu gören Rüya daha da çok sevinmiş. Artık Rüya’ların evinde Rüya, annesi, babası ve dört tane de kedisi hep birlikte yaşıyorlarmış. Uzun yıllar boyunca mutlu mesut yaşamaya devam etmişler. Bu masal da böyle sona ermiş.
Buralardan çok uzaklarda bir yerlerde bir lunapark varmış. Bu lunaparkın içinde bir tren varmış. Bu tren sihirli bir trenmiş. Bu trene binenler sihirli şehre açılan bir kapıdan geçerler ve bambaşka bir diyara geçerlermiş. Ama lunaparkta bu trene kimse binmek istemiyormuş çünkü dışarıdan bakıldığında o kadar eski duruyormuş ki insanlar bu trenin başına bir şey gelir diye trene binmiyorlarmış. Bizim zavallı tren de yıllardır kenarda öyle ona binecek birilerini bekler dururmuş.
Uzak diyarlarda bir de güzeller güzeli bir kız yaşarmış. Bu kızın adı Esra imiş. Esra çok çalışkan, çok meraklı, çok iyi niyetli, ailesini hiç üzmeyen bir kızmış. Esra kitap okumayı da çok severmiş. Bir gün yine kitap okurken kitapta lunaparkın resimlerini görmüş. Esra daha önce hiç lunaparka gitmemiş. Kitabı okudukça lunaparkın nasıl bir yer olduğunu iyice merak etmeye başlamış. Babasına gidip onu lunaparka götürmesini rica etmiş. Babası da Pazar günü onunla beraber lunaparka geleceğine söz vermiş. Günler geçiyor Esra çok heyecanlanıyormuş. Pazar günü Esra için sanki bir türlü gelmemiş. Cumartesi gecesi heyecandan tüm gece uyuyamamış. Pazar sabahı kalktığında ailede ilk önce o uyanmış hemen giyinmiş ve ailesi kalkana kadar onlara kahvaltı hazırlamış, çünkü daha fazla zaman kaybetmek istemiyormuş. Ailesi kalktığında köyün ilerisindeki büyük lunaparka doğru yola koyulmuşlar. Lunaparka geldiklerinde Esra gözlerine inanamamış. O kadar çok oyuncak varmış ki ! Ayrıca hepsi böyle ışıl ışıl parlıyormuş adeta. Esra’nın meraklı olduğunu söylemiştik. Tüm o ışıltının yanında kenarda bir tren varmış. Çok eski püskü, tozlu, üzerinde ne ışığı ne de yazısı varmış orada öylesine bekliyormuş. Esra merak etmiş ve bilet satılan yere gidip o trenin neden o şekilde olduğunu sormuş. Bilet kesen amca da Esra’ya, yıllardır o trene kimsenin binmediğini, o trenden insanların korktuğunu ve binmek istemediklerini söylemiş. Esra zavallı trene çok üzülmüş ve amcaya o trene binmek istediğini söylemiş. Amca da şaşıracak o treni çalıştırmış. Esra trene binmiş ve tren hareket etmeye başlamış. Tren bir tünele girmiş. Biraz tünelde gittikten sonra tünelin ucunda ışıl ışıl bir görüntüyle karşılamış. Tren birden durmuş. Esra da tren durunca inivermiş. Bir de ne görsün? Karşısında şu ana kadar gördüğü en güzel manzara varmış. Bambaşka bir diyara açılan bir kapıymış. Esra merak edip ormana doğru ilerlemiş. İleride gölün başında çok güzel giyimli bir çocuk göle doğru oturup düşünüyormuş. Esra bir derdi var herhalde diye düşünmüş ve yanına gidip usulca oturmuş. Esra’nın yanına geldiğini gören çocuk birden irkilmiş. Esra çocuğa derdini sormuş. Çocuk da bu diyarda her istedigim var ama hic sohbet edecek arkadasi olmadigini soylemis uzgun bir halde, ve babasinin bu durumu anlamadigindan yakinmis. Esra da çocuğa en iyi şeyin babasına doğruları söylemenin olduğunu söylemiş. Bir süre muhabbet ettikten sonra arkada tren homurdanmaya başlamış. Esra’nın gitme vakti gelmiş. Ama ikisi de ayrılmak istemiyorlarmış. Esra trene binip gitmiş. Bir sure gecmis uzerinden ama birbirlierini düşünüyorlarmis hep; ne de guzel konusup oynamislar o kisacik zamanda o guzel yerde. Bir türlü aklından çıkmıyormuş ikisinin de. Bir gün Esra’larin kapıları çalmış. Bir de bakmış ki o çocuk ve babası karşısında duruyorlarmış. Meğerse çocuk o diyarının Prensi imiş. Babasına Esra ile arkadaslik yapmak istedigini soyleyip doğruları söyleyip, babasıyla birlikte Esra’lara gezmeye gelmişler. O günden sonra da prens ve Esra ayni diyarda mutlu mesut arkadaslik yapmislar. Tren de eski ihtişamına devam edip iki dünya arasında gidip gelmeye devam etmiş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal pireler berber iken,ben dayımın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken,buralardan çok uzaklarda bir yerlerde bir kadının çok güzel ve çok marifetli bir oğlu varmış. Bu kadın oğlunu daha iyi eğitim alsın diye saraya vermiş. Bir gün sarayın padişahı hükümdarın canı sıkılmış. Saraydaki herkesi odasına toplamış ve sormuş.
‘’İçinizde Ali Cengiz oyunu bilen var mıdır ?’’
Bizim kadının oğlu durur mu? Hemen atlamış.
‘’Hünkârım! Eğer izin verirseniz ben giderim, hemen öğrenirim ve gelip sizinle Ali Cengiz oyununu oynarım’’ demiş. Hükümdar biraz düşünmüş ve izin vermeye karar vermiş. Bizim oğlan da eşyalarını toplamış ve yola koyulmuş. Saraydan çıkmış ve oyunu bilen birini bulmak için şehre doğru yürürken bir seyyah ile karşılamış. Seyyah çocuğunun bu küçük yaşta tek başına nereye gittiğini merak etmiş ve sormuş.
‘’Küçük delikanlı! Hayrola, yolculuk nereye böyle?’’ demiş.
Çocuk da cevap vermiş.’’ Hükümdarımın canı sıkılmış Ali Cengiz oyunu oynamak istedi fakat koskoca sarayda ben de dâhil hiç kimse Ali Cengiz oyununu bilmiyormuş. Ama ben merak ettim ve hünkârdan izin aldım öğrenmek için şehre gidiyorum.’’ Demiş. Bunun üzerine seyyah
‘’Hay Allah! Derdin bu mu evladım? Gel ben sana öğretirim. Çocukluğumdan beri o oyunu oynarım ben. Eğer sen de istersen gel oyunu sana ben öğreteyim.’’ Demiş. Çocuk da daha fazla yol gitmek istememiş ve seyyahın teklifini kabul etmiş ve seyyahla birlikte seyyahın evine doğru yola çıkmışlar. Yol boyunca muhabbet edip iyice anlaşmaya başlamışlar. Eve geldiklerinde seyyah çocuğu karşısına oturtmuş ve oyunu anlatmaya başlamış. Daha sonra oyuna ara verdiklerinde oğlan evi gezmek istemiş. Bir de bakmış ki bir odada bir kız iki gözü iki çeşme ağlıyor. ‘’Ne oldu sana güzel kız?’’ diye sormuş oğlan kıza. Kız da cevap vermiş. ‘’Seyyah beni okutmak için aldı, ne istediyse yaptım, nasıl dediyse okudum ama öğrenmedim diye beni buraya hapsetti. Sen sen ol onun dediklerini tekrarlama. Sen ona ne soruyorsa tam tersi cevap ver. Ama kitabını mutlaka düzen oku.’’ Demiş.
Daha sonra oğlan odaya geri döndüğünde seyyah buna bir kitap vermiş. Kitapta Ali Cengiz oyununu anlatıyormuş. Seyyah ne diyorsa delikanlı tam tersini tekrarlamış ama göz ucuyla da kitabı düz bir şekilde okumuş. Ve Ali Cengiz oyununu öğrenmiş. Ali Cengiz oyununda her kim ne zaman ne isterse onu olabiliyormuş. Çocuk iyice aklına kazımış. Seyyah ne derse yanlış cevaplar veriyormuş. Seyyah da kızmış ve bunu kızın yanında odaya kilitlemiş. Buradan ne yapsak nasıl çıksak diye düşünürken aklına bir fikir gelmiş. Bizim seyyahın tavukları varmış ve tavuklarını çok severmiş. Her gün onları otlatmak için bahçeye çıkartırmış. Hemen kıza da Ali Cengiz oyununu anlatmış. Kız da öğrenmiş. Seyyah bunları sabah ziyaret etmiş ve oradan tavuklarının yanına gitmiş. Seyyah tam tavukların yanına giderken bizim oğlanla kız hemen tavuk olup diğer tavukların arasına karışmışlar. Seyyah hiçbir şeyden şüphelenmemiş. Daha sonra ise seyyah tam bahçeden ayrıldığında kızla kuş olup uçmuşlar. Seyyah da bir bakmış ki tavuklardan iki tanesi kuş olmuş uçuyormuş. Hemen anlamış onların kaçtığını o da kuş olmuş ve arkalarından uçmaya başlamış. Oğlanla kız hemen saraya gitmişler ve başlarına gelenleri padişaha anlatmışlar. Bunların arkasından uçan seyyah tam saraya girecekken sarayın askerleri seyyahı yakalamışlar ve ömür boyu hapse atmışlar. Bizim delikanlı ve kız da evlenmiş. O günden sonra da padişahı hep eğlendirmişler. Hepsi mutlu mesut yaşamış.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal pireler ise berber iken, ben dayımın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, buralardan çok ama çok uzaklarda bir yerlerde iki tane sinek yaşarmış. Bu sinekler ayrılmaz ikili gibiymiş, sürekli birlikte uçarlarmış.
Günlerden bir gün bu iki sinek diğer sinek arkadaşlarıyla birlikte uçarken akıllarına bir soru takılmış. Biri diğerine dönerek sormuş hemen aklındakini:
Birinci Sinek: ‘Dostum, acaba biz yalnız başımıza uçsak başımıza ne gelir?’
İkinci Sinek: ‘Aman ne olacak, hem daha iyi olur, daha çok yiyecek buluruz’ demiş.
Bu iki sinek böylece diğer sineklerden ayrılmışlar. Başlamışlar bıızz bııızzz diye birlikte uçmaya. Bizim sinekler uçarken aşağıda büyük ve görkemli bir ev görmüşler. Ev o kadar büyük, o kadar görkemli bir evmiş ki bizim uyanık sineklerin ağzı sulanmaya başlamış bile! ‘Bizi bu evde kimseler göremez, gel gidelim güzelce karnımızı doyuralım’ diyerek aşağıya eve doğru uçmaya başlamışlar.
İki sinek evin üst katında açık bir pencere bularak oradan evin içine girmişler. İkisi de çok mutlu bir şekilde mutfağa doğru uçmaya başlamışlar. Vakit gece vaktiymiş ve herkes uykudaymış.
Bizim sinekler vızz vızz diye ses çıkararak uçarken, ev halkı da sinek sesinden rahatsız olarak uyanmış. Tabi iki uyanık sineğin ev halkının uyandığından haberleri yok! Tek bir amaçları var o da mutfağa gidip patlayana kadar yemek yemek.
İki sinek son hızla uçarken bir de ne görsünler! Evin tombul oğlu elinde sineklikle mutfağın girişinde beklemiyor mu? İki uyanık sinek anlamışlar ki tehlike büyük, söz konusu canları. Hemen geri dönüp tekrar yukarı doğru uçalım demişler. Ancak o da ne! Üst katta da evin diğer çocuğu elinde sinek öldürücü ilaçla bekliyor bunları!
Bizim iki uyanık sinek o kadar çok korkmuş ki korkudan ne yapacaklarını bilememiş. Sonra biri çocuğu başka yöne doğru uçarak şaşırtırken diğeri var gücüyle açık pencereye doğru uçmaya başlamış. Neyse ki iki sinek de canlarını son anda kurtarmış ve kendilerini dışarı atmış.
Akıllarınca daha fazla yemek için arkadaşlarından ve ailelerinden ayrılan iki zavallı sinek, bu yaşadıkları olaydan sonra o kadar çok korkmuş ki, dış dünyanın kendileri için çok korkunç olduğunu anlamış. Biri diğerine dönerek:
Birinci Sinek: ‘Arkadaşım biz ailelerimizden ayrılarak hiç doğru bir şey yapmadık. Bak başımıza her şey gelebilirdi, hatta ölebilirdik. Gel biz bu sevdadan vazgeçelim, yuvamıza geri dönelim. Yemeğimiz az olsun ama canımız güvende olsun’ demiş.
İkinci sinek de arkadaşının tüm dediklerini onaylamış. Bunun üzerine hemen yola koyulmuşlar ve ailelerinin yanına doğru uçmaya başlamışlar. Birkaç saatlik uzun bir uçuşun ardından kendi sürülerinin olduğu yere de ulaşmışlar.
Anne-babası iki sineği de bir arada görünce önce ikisine de çok kızmış. Ancak iki yaramaz sinek başlarına gelenleri ve ne kadar korktuklarını anlatmışlar. Bu yaşadıklarının onlara büyük bir ders olduğunu ve bir daha onlardan hiç ayrılmayacaklarına dair söz vermişler. Ailesi, iki sineğin de ne kadar korktuğunu görüp daha fazla kızmamışlar onlara. Ama bundan sonra daha dikkatli olmaları konusunda uyarmışlar.
Bizim iki uyanık sinek o günden bu yana ne ailesinden ne de sürülerinden hiç ama hiç ayrılmamışlar. O günden sonra hep beraber mutlu mesut yaşamışlar.
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; ben diyeyim yıllar sen de asırlar önce, uzak mı uzak diyarların birinde güzelliği dillere destan bir kız varmış. Bu kızın adı Dora imiş. Dora, küçük ve güzel bir kasabada babası ile birlikte yaşar ve babasına tüm işlerde yardımcı olurmuş. Baba-kız mutlu bir hayat sürerlermiş.
Dora güzelliği ile olduğu kadar marifetli elleri ile de bilinirmiş. O ve babası kasabanın en güzel pastalarını birlikte yaparlarmış. Kimin bir doğum günü olsa, kimin bir kutlaması olsa soluğu Dora ve babasının yanında alırmış. Dora kısa zamanda hem lezzeti hem de görüntüsü harika pastalar yapmayı başarırmış. Dora’nın en büyük hayali içerisinde birbirinden güzel pastalar yapabileceği büyük bir pastane açmak ve babası ile birlikte bu pastanede birbirinden güzel pastalar yapmakmış.
Bir gece Dora uyumadan önce pencerenin yanına yaklaşarak gökyüzüne doğru bakmış. Yıldızlar tüm parlaklığı ile gökyüzünde adeta ona göz kırpıyormuş. Dora o sırada parlaklığı ve büyüklüğü ile kendisini belli eden Akşam Yıldızı’nı görmüş. Babasının ona anlattığı masala göre kim Akşam Yıldızı’nı görür ve ondan dilek dilerse diledikleri şeyler gerçek olurmuş. Dora heyecanla ellerini açmış ve Akşam Yıldızı’na bakarak;
Dora: ‘Sevgili Akşam Yıldızı! Lütfen beni duy ve dileğimi gerçek yap. Ben içerisinde güzel pastalar yapabileceğim bir pastanem olsun istiyorum’ demiş.
O gece Dora heyecandan bir sağa bir sola dönmüş yatağında. Bir türlü uyku tutmamış. Acaba dileği gerçek olacak mıymış?
Dora dileğini diledikten sonra her sabah uyandığında dileğinin gerçek olmasını beklemiş. Ama dileği bir türlü gerçek olmuyormuş. İyice ümidi kırılan Dora’nın morali de bozulmaya başlamış. Kızındaki bu durumu fark eden babası ise bir sabah kahvaltı masasında Dora’ya dönerek;
Baba: ‘Güzeller güzeli kızım senin neyin var? Son zamanlarda yüzün hep asık, hep mutsuzsun. Canını sıkan bir şey mi oldu?’ demiş.
Dora babasına her şeyi anlatmaya karar vermiş. Hem belki o dileğinin neden gerçek olmadığını bilebilirmiş.
Dora: ‘Babacığım ben bundan bir hafta önce odamın penceresinden gece yıldızları seyrederken senin bana masalını anlattığın Akşam Yıldızı’nı gördüm. Sen bana masalda demiştin ya Akşam Yıldızı’nı gören ve dilek dileyen herkesin dileği kabul olur diye. Ben de hemen bir pastanem olsun diye dilek diledim. Ama bir hafta geçmesine rağmen dileğim gerçek olmadı. Sence Akşam Yıldızı beni duymamış olabilir mi babacığım?’ Demiş.
Babası kızının neden üzgün olduğunu şimdi anlamış. Kızına dönerek minik yüzünü iki elinin arasına almış:
Baba: ‘Güzel kızım, Akşam Yıldızı’ndan sadece dilek dileyerek istediğin şeylerin olmasını beklemek olmaz. Senin bu dilediğin şey için çaba göstermen ve çok çalışman lazım. Akşam Yıldızı ancak o zaman senin dileklerini gerçekleştirir.’ Demiş.
Dora anlayamamış:
Dora: ‘Nasıl yani, sadece istemem yetmiyor mu?’ demiş.
Babası gülümseyerek:
Baba: ‘O zaman hiçbirimiz çalışmayalım ve sadece isteyelim. Evde oturarak tüm isteklerimizin gerçek olmasını bekleyelim. Sence bu doğru olur mu?’ demiş.
Dora babasının ne demek istediğini anlamış. Nasıl ki tarladan ürün toplamak için tarlayı ekip biçmeleri ve toprağa iyi bakmaları kısaca çalışmaları gerekiyorsa hayatta tüm dileklerin gerçek olması için de çok çabalamak ve çalışmak gerekliymiş.
Dora o günden sonra daha güzel pastalar yapmak ve kendisini geliştirmek için durmadan çalışmış. Başka kasabalardan gelen pastane sahipleri ile konuşarak değişik pastalar yapmanın püf noktalarını öğrenmiş. Öğrendiği birçok şeye rağmen durmayan Dora araştırarak yeni şeyler öğrenmeye ve böylece daha da güzel pastalar yapmaya başlamış.
Günlerden bir gün başka bir kasabadan gelen ve birçok pastanesi olan bir adam Dora ve babasının evini ziyaret etmiş. Adam Dora’nın ne kadar güzel pastalar yaptığını arkadaşlarından duymuş ve bu kızı tanımak istemiş. Pastane sahibi hem Dora’nın hem de babasının çalışkanlığını görünce bu durumu çok takdir etmiş. Dora’nın pastasından yediğinde ise bu kızın nasıl bu kadar güzel pasta yapabildiğine hayret etmiş. Sonunda evden çıkmadan Dora’ya kendi pastanesini açması için yardımcı olabileceğini söylemiş. Dora adamdan duyduğu bu haber karşısında o kadar sevinmiş ki hemen babasına sarılmış. Adamın teklifini kabul eden Dora, babası ile birlikte kasabanın en güzel ve en büyük pastanesinin sahibi olmuş.
E ne demiştik; çalışmadan, emek vermeden ne yemek olur ne de iş! Öyleyse dileklerin gerçek olması için hem çok istemek hem de çok çalışmak gerek di mi?
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal pireler berber iken, ben dayımın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, uzaklarda bir yerlerde koca koca çam ağaçlarının arkasında bir saray varmış. Bu sarayda kral kraliçe ve de oğulları prens yaşarmış. Prensin de bir bakıcısı varmış. Bakıcısının ses tonu ve sesi o kadar çirkinmiş ki daha bebekken bile bakıcısı prense ninni söylerken prens çığlık atarak ağlamaya başlıyormuş. Prens büyürken de dadısının sesinden o kadar rahatsız oluyormuş ki dadısıyla beş dakika bile aynı odada durmaya tahammül edemiyormuş. Prens kendi içinden kendi kendine söz vermiş. Bir gün evlenirsem bu diyarın en güzel sesli kızıyla evleneceğim. O kadar güzel sesi olsun ki oturup sabahtan akşama kadar yanından kalkmak istemeyeyim diye düşünmüş. Gel zaman git zaman prens 18 yaşına gelmiş ve kral artık prensin evlenme zamanının geldiğini düşünüyormuş. Bir gün prense evlenmesi gerektiğini söylemiş. Prens de evlenirim ama bir şartım var demiş ve olan biten her şeyi, kendine verdiği sözü babasına tek tek anlatmış. Babası da oğlunun bu yegane isteğini kıramamış. En sonunda bütün ülkeye bir ilan astırmış. Prens diyarın en güzel sesli kızını arıyor diye bir ilan bastırmışlar ve ağaçlara kadar her yere asmışlar.
Onlar orda en güzel sesli kızı arayadursunlar, civar köylerden birinde Elya diye bir kız yaşıyormuş. Elya’nın sesi o kadar güzel, o kadar berrakmış ki, konuştuğunda insanlar ona hayran kalır, bahçede iş yaparken şarkı söylemeye başladığında etrafındaki herkes yaptıkları işleri bırakıp Elya’yı dinlemeye başlarlarmış. Ne var ki Elya ve köyünde yaşayanlardan kimse köylerinden ayrılmazlarmış. Bu yüzden diyarın en güzel sesli kızının arandığından ne Elya’nın ne de Elya’yı tanıyan hiç kimsenin haberi yokmuş.
Bir gün Prens ormanda atıyla gezintiye çıkmış. Tüm diyardan neredeyse tüm kızlar gelip ses yarışmasına giriyormuş fakat daha prensin gönlünü titreten bir ses çıkmamış. Prens bu düşünceler dalmış atıyla birlikte ağır ağır ilerlerken ne kadar uzaklaştığının farkına varmamış. Kendini bir ormanın içinde bulmuş. Yavaş yavaş burası neresi diye bakınırken, uzaklardan bir yerden şu ana kadar duyup duyabileceği en naif, en kibar konuşmayı duymuş. Biraz daha yaklaştığında kız birden şarkı söylemeye başlamış. Uzaktan kızı izlemeye başlamış. Kız bir yandan çilek topluyor, bir yandan da şarkı mırıldanıyormuş. Ama o kadar tatlı söylüyormuş ki, prens tüm gün oturup onu dinleyebileceğini düşünmüş. Tam böyle düşünürken fark etmiş ki hayatını birleştireceği kız bu kız olmalıymış. Kararını vermiş ve kızın yanına doğru gittiğinde kız sesi duymuş aniden ayağı takılmış. Tam düşecekken pren bir koluyla onu tutuvermiş. Prens şaşkınlıkla bakakalmış. Şimdiye kadar gördüğü en güzel gözler, en güzel yüz, en güzel ses bu kızdaymış. Elya da prensi görür görmez şaşkına dönmüş. Prens o kadar yakışıklıymış ki, Elya hayranlığını gizleyememiş. Daha sonra prens Elya’yı uzaktan dinlediğini, kendine verdiği sözü, sarayda olup biteni anlatmış ve diz çöküp Elya’ya,’’ Benimle evlenip, beni dünyanın en mutlu ve huzurlu erkeği eder misin? ‘’ diye sormuş. Elya baştan çok şaşırmış ama çekinerek de olsa kabul etmiş. 40 gün 40 gece düğün yapmışlar. Elya kendisi gibi güzel sesli kendisi ve prens gibi güzel yüzlü 3 tane de erkek çocuk doğurmuş. Tüm hayatları boyunca da mutlu mesut yaşamışlar.